10 Kasım 2020 Salı

NASIL YAŞANIR YA DA BİR SORUDA MONTAIGNE'İN HAYATI VE CEVAPLAMAK İÇİN YİRMİ TEŞEBBÜS

Sarah Bakewell, Çeviri: Emre Ülgen Dal, III. Baskı: Kasım 2018, domingo yayınları, İstanbul Bolca ayrıntı. Güzel bir anlatım. Öğretici. Hoş. Beğenerek okudum. * Yazarın nasıl yaşanır sorusuna Montaigne'den bulup verdiği 20 cevap şöyle: -1. Ölümü dert etmeyin -"… yaşam ölümden daha güçtür" 21 -2. Dikkatinizi verin -3. Doğun -"… kitap tembelliğine ve beceriksizliğine dair itiraflarla dolup taşıyor" 45-47 -4. Çok okuyun, okuduklarınızın çoğunu unutun ve kalın kafalı olun -“Kendi kanısına göre sadece tembel değil, aynı zamanda geç anlayan biriydi” 72 -“Yavaşlık ve unutkanlık; nasıl yaşanır sorusuna verilecek güzel yanıtlardı… kamuflaj sağlıyorlardı; düşünerek karar verebilmek için gereken zamanı tanıyorlardı” 88 -5. Sevdikten ve kaybettikten sonra ayakta kalın -“… kaybının şokunu atlatmak için… yazmanın tedavi edici faydalarını keşfetti” 107 -6. Küçük oyunlar oynayın -“İşin anahtarı… farkındalığı geliştirmektir… Bu, iç dünyaya kulak verme çağrısıdır” 110 -7. Her şeyi sorgulayın -“ Socrates’in şu sözünde özetlediği gibi: Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir. Pyrrhoncu kuşkuculuk… ekler: “Ki bundan da emin değilim.” Tek felsefi ilkesi budur” 123 -“Doğamız gereği, hiçbir şeyi olduğu gibi göremiyor olabiliriz” 128 -8. Dükkanın arkasında size ait bir oda bulunsun -“Sokrates’e saygı duymasının pek çok nedeninden biri de onun sinirli bir eşle yaşama sanatını kusursuzlaştırmış olmasıydı. Montaigne’e göre Sokrates çok çile çekmişti… Sokrates’in sabır ve mizah taktiğini uygulayabilmeyi umuyordu; Alkibiades dırdıra nasıl dayandığını sorduğunda verdiği yanıt çok hoşuna gitmişti. İnsan alışıyor, demişti Sokrates; “Ben de kuyudan su çekenlerin çark sesine alıştıkları gibi alıştım.” Montaigne, Sokrates’in kendi ruhsal gelişimi için bu deneyi felsefi bir “hile” olarak uyarlayışını ve karısının asabiyetini sıkıntılara dayanma sanatında egzersiz olarak kullanışını da seviyordu./ Françoise… annesi… Montaigne’in o iki kadın arasında kalıp erkenden mezarı boyladığını düşünmek işten bile değil” 155, 156 -“… yürümeyi severdi. “… bacaklarım yürümüyorsa, aklım da çalışmıyor.” Kadın ve erkeğin yaşam tarzlarının ayrılması normaldi… 1452’de… Alberti… “Karıkocanın yatak odaları ayrı olmalıdır…” 157 -9. Candan olun; başkalarıyla birlikte yaşayın -"… toplum içinde yaşamak ve dostluk kurmak için dünyaya gelmişim./ İnsanların arasına karışmaya bayılır. Sohbeti her şeyden çok sever… konuşmak kitap okumaktan daha iyidir… Her türlü konuşma iyidir; iyi niyetli ve dostça olduğu sürece… “Dünyayla ilişkiler, bir insanın yargı gücü için olağanüstü bir aydınlık olabilir…”/… açık tartışmaları severdi. “Benimkilere ne kadar karşı olursa olsun, hiçbir öneri beni sarsmıyor, hiçbir inanç beni yaralamıyor.” Karşıt düşüncelerin öne sürülmesinden hoşlanırdı… Descartes gibi ateşe bakmaktansa, etkileşim yoluyla düşünmeyi tercih ederdi” 169 -“Montaigne için “rahatlık ve kolaylık” yalnızca yararlı beceriler değil, iyi yaşamanın olmazsa olmazlarıydı” 170 -“Hıristiyanlık… basit bir çözüm önerir: Galip gelen her zaman merhamet göstermeli, kurban ise diğer yanağını çevirmelidir… Montaigne işin teolojik yönüne ilgisizdi; o her zamanki gibi antikçağ yazarlarına gömülmüş, Hıristiyan bakış açısını un utmuştu…/…/… her türlü aşırı durum için hissettiği gibi, hiddeti de korkunç buluyordu. Jül Sezar’ın askerlerini vahşete davet eden… konuşmalarından hiç haz etmezdi./…/ Zalimlik… midesini bulandırıyordu… Zalimlikten zalimce nefret ettiğini yazıyordu… avlanmaya dayanamıyordu. Bir tavuğun boğazlandığını… görmek bile onu dehşete düşürüyordu…/… yaşadığı dönemde yaygın olan işkencelerle idamları sindirmesi de mümkün değildi… “Bir insanı incitmek konusunda o kadar korkak davranıyorum ki, akla hizmet etmek amacıyla bile bunu yapamıyorum. Suçluları cezalandırmak için fırsat verildiği zaman bile, adaleti sağlayamıyorum.”…” 175-178 -“Leonald Woolf… Ona göre Montaigne, “Aynı zamanda bütünüyle modern ilk insandı.”… modernliği, “kendisinin ve diğer tüm canlıların… bireyselliğine duyduğu yoğun farkındalık ve tutkulu ilgi”de yatıyordu./ Bir domuzun ya da farenin bile bir “ben” duygusu olduğunu ifade etmişti Woolf. Descartes’ın şiddetle reddettiği iddia tam olarak buydu” 179 -10. Alışkanlık uykusundan uyanın -11. Ölçülü yaşayın -“Bana göre dünyanın en güzel yaşamı, mucizeden ve aşırılıktan uzak, ortak insan ölçülerine uyan yaşamdır./ Hüsrana uğrayan okurlardan biri de… Lamartine’di. İlk karşılaştığında Montaigne’e taparcasına hayran olmuş… sonra idolüne düşman oldu… denemecinin ölçülü olma anlayışı midesini bulandırıyordu./ George Sand de… ondan sıkılıvermişti./…/… romantikler… asabiyete gelemezlerdi./…/ Montaigne ruhun gerçek büyüklüğünün “sıradanlık”ta bulunabileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişti; bu şok edici ve hatta aşırı uçta bir yorumdu. Modernlerin çoğuna sıradanlığın zayıf ve sınırlı bir durum olduğu öğretilmiştir… Montaigne Tanrısal hırslara güvenmez: Onun gözünde insanüstü olmaya çalışanlar, insanlık seviyesinin altına düşerler… Gerçek anlamda insan olmak, yalnızca sıradan olmayı değil, tertip ve düzen içinde davranmayı gerektirir” 196-199 -12. İnsanlığınızı koruyun -13. Daha önce kimsenin yapmadığı bir şeyi yapın -14. Dünyayı görün -“1580 yılında… dünyayı… görmek için yola koyuldu… on yedi ay… şatosundan uzak…” 227 -“Roma… bir hac mekanıydı…/… O varlıklı bir soyluydu… /… silahlı soygunlar nedeniyle Roma güzergahında yolunu değiştirmişti…/… rüşvet ve aşırı bürokrasisi ile ünlü İtalya’da memurlara rüşvet vermesi gerekti. Bütün Avrupa’da şehir kapıları sıkı biçimde korunuyordu; doğru pasaportlar… izinler… göstermeliydiniz… Bu herhalde Soğuk Savaş’ın en şiddetli döneminde komünist bir ülkede yolculuk yapmaktan farksızdı; ama burada daha büyük kanunsuzluk ve tehlike söz konusuydu./…/… yalnızca yerel yemekleri yiyor…/ Yurtdışında yurttaşlarıyla karşılaşan Fransızların aşırı sevinci yüzünü kızartıyordu. Fransızlar önce kucaklaşır, sonra… koca bir akşamı yerel halkın barbarlıklarından şikayet ederek geçirirlerdi… Montaigne… kendi ülkesi için söyleyecek tek kelime iyi lafı olmamasına rağmen, bulundukları ülkeyi abartılı övgülere boğar… sekreteri… ekler… Fransız olan her şeye duyduğu tiksintinin belki de… “başka sebepleri” vardır./…/ Yeme alışkanlıklarındaki farklar… adeta büyülüyordu…/…/… Venedik… harika bulmadı… Burada başka yerlerde olmayan özel bir siyasi büyü var gibiydi. Sadece kazancı olacaksa çatışmalara giriyor ve kendi içinde adil bir devlet olarak yönetiliyordu… kentin itibar ve lüks içinde yaşayan kibar fahişelerine de hayran kaldı…/…/… Roma…/ Kapıda… Eşyaları didik didik arandı. Memurlar… kitaplarını saatlerce inceledi. Roma’da Papa’nın borusu öterdi ve burada düşünce suçları fazlasıyla ciddiye alınırdı…/ Denemeler’in bir nüshası da incelenmek üzere götürüldü. Ancak dört ay sonra… önerilen düzeltilerle birlikte iade edildi… sonradan resmi bir kilise görevlisi, itirazların ciddi olmadığını… söyledi ona… önerileri görmezden geldi…/… buradaki havanın çekilmez olduğu görüşündeydi. Ama… Romalı olmak dünya vatandaşı olmak demekti… Roma vatandaşı olmayı istiyordu ve bu onur… kendisine verildi…/ Roma o kadar büyüktü ve o kadar çok çeşitliliği içinde barındırıyordu ki, orada yapabileceğiniz şeylerin sınırı yok gibiydi…/…/ Sonra… geri çağrıldı” 228-237, 242 -15. İşinizi iyi yapın ama çok da iyi yapmayın -16. Tesadüfen filozof olun -"Montaigne… Fransa dışında onu ilk İngilizler benimsedi…/…/… Katolik Kilisesi’nin kitabı Yasak Kitaplar Listesi’ne eklemesi Protestan İngilizlerin umurunda bile olmadı. Hatta kendilerini… bir adım önde hissettiklerinden hoşlarına bile gitti. Fransız Akademisi’nin edebiyatın tümüne klasik güzellik bakımından katı ölçüler getirmesiyle birlikte Fransızlar kendi en iyi yazarlarını tanıyamaz oldular… “özgür ve asi” bir yazarın Fransız estetiğinde yeri yoktu, ama İngiliz dili onu kayıp oğlu gibi kabul edip bağrına bastı…/… Montaige’in ayrıntıları soyutlamalara tercih etmesi, akademisyenlere güvenmemesi, ılımlılık ile rahatlığı yeğlemesi, mahremiyet arzusu –“dükkanın arka odası”-; bunların hepsi İngilizlere de hitap ediyordu…/ Bir de felsefesi vardı… Hazlitt… över:/ Kalemini eline aldığında kendini filozof, düşünür, hatip ya da ahlakçı yerine koymadı, ama bize aklından geçenleri bütün çıplaklığıyla söylemeye cüret ederek bunların hepsi oldu” 272, 273 -17. Her şeyi iyice düşünüp taşının, hiçbir şeyden pişman olmayın -18. Kontrolü bırakın -19. Sıradan ve kusurlu olun -20. Bırakın da yanıtı hayat versin * Denemeler'de yazılanların çağlar boyunca farklı farklı şekillerde anlaşılmış olmasına ilişkin anlatım bence çok ilginç. Son beş yüz yılın bir tür düşünce tarihi anlatımı gibi! * -“Her dönem kendi yeni Montaigne’ini yaratır” 282 -“Montaigne bir kitabı yayımladığınız anda onun üzerindeki kontrolü yitirdiğinizi çok iyi biliyordu. Başka insanlar ona istedikleri gibi davranabilirdi… İnsanlar her zaman onda aslında söylemeyi amaçlamadığı şeyleri bulacaktı…/ …/… İnsanlar… sizi kendi amaçlarına uydururdu” 305-313 * Bir örnek olarak, Denemeler'de yazılanlar başlangıçta Kilise tarafından yararlı görülmüş, ancak sonradan 180 yıl boyunca yasaklanmış. * Yazar bir yerde şöyle diyor: “Bu kitap kısmen, Montaigne’in, bir tür zihinlerden oluşan kanal sistemi aracılığıyla zamanın içinde nasıl aktığının hikayesi oldu…/… ilk okurlar… stoacı bilgeliğini övdüler,/ Descartes ve Pascal gibileri… hem büyüleyici hem de tatsız bulmuşlardı,/ 17. yüzyıl libertinleri… sevdiler,/ 18. yüzyıl aydınlanma filozofları… kuşkuculuğu… onlara da ilginç gelmişti,/ Romantikler… sıcak olmasını istediler,/ Hayatları… altüst olan okurlar… dostları olarak gördüler,/ 19. yüzyıl sonunun moralistleri… etik damardan yoksun oluşunu üzücü buldular… onu… yeniden yarattılar,/ İngiliz denemecileri… dört yüz yıllık Montaigne okumasından geldiler,/… Nietzsche… saygı duydu… yeniden tasarladı,/ Virginia Wolf gibi modernistler… hayatta ve farkında olma duygusunu yansıtmaya çalıştılar,/ Editörler… farklı biçimlere soktular,/ 20. yüzyıl yorumcuları… bir avuç sözünden olağanüstü bir yapı inşa ettiler./ Yol boyunca, idrar yollarından gereğinden fazla söz ettiğini düşünenler oldu, üslubunun düzeltilmeye ihtiyacı olduğunu düşünenler oldu, onu fazla senli benli bulanlar oldu. Kimileri ise onda bir bilge ya da ikinci bir benlik buldu…/ Bu farklı okumaların çoğu, Montaigne’in aktardığı –ve değiştirdiği- şekliyle, üç büyük Helenestik geleneğin dönüşümleridir. Böyle olması son derece doğal, çünkü söz konusu gelenekler Montaigne’in düşüncelerinin temeliydi ve etkileri Avrupa kültürünün bütününe yayılır. İlk ortaya çıktıkları zaman bile birbirinden ayrılması zor olan bu gelenekler, Montaigne’in modernleştirilmiş versiyonunda tam kördüğüm olur. Onları bir arada tutan… ortak arayışları olan… insanın gelişmesidir ve bunu başarmanın en iyi yolunun dengeden ve ölçülü olmaktan… geçtiğine olan inançlarıdır. Bu ilkeler onları Montaigne’e bağlar. Ve… okurlara geçer” 314, 315 * Ayrıca şunlar da var: -“Katolik Kilisesi birkaç on yıl boyunca Pyrrhonculuğu kucakladı… Denemeler’i… sapkınlığın değerli panzehirleri görüp, destekledi…/…/… Kilise… tehlikeyi fark etti ve gelecek yüzyılda fideizmin itibarını düşürdü” 130 -“… hayatını Katolik Kilisesi’yle ciddi bir sorun yaşamadan geçirdi… 1580’lerde İtalya ziyareti sırasında engizisyon memurları Denemeler’i incelemiş, önemsiz bir itiraz listesi çıkarmışlardı” 131 -“Montaigne en başlarda Ortodokslar tarafından kucaklanmış, yeni bir Pyrrhon, yeni bir Seneca, dini bütün, kuşkucu bir bilge olarak benimsenmişti: yazdığı kitap insana teselli sağlamanın yanı sıra, ahlaki açıdan da geliştiriciydi. İşte bu nedenle gelecek yüzyılın sonunda… Denemeler’in Yasak Kitaplar Listesi’ne alınıp neredeyse yüz seksen yıl listeden çıkarılmadığını öğrenmek insanı şaşırtıyor./ Sorunu başlatan hiç önemsiz denebilecek bir konuydu: Hayvanlar./…/… hayvanlar işbirliği içinde çalışma konusunda başarılıydı… yardımlaşıyorlardı…/ Ton balıkları ise gelişmiş bir astronomi anlayışı sergiliyordu… Geometri ve aritmetik de biliyorlardı; çünkü her yüzeyi birer kare olan kusursuz bir küp biçimini alabiliyorlardı./ Ahlaki açıdan da hayvanlar en az insanlar kadar asil olabilirdi…/ Hayvanlar çeşitli yeteneklerde bizden üstündü…/ Yine de biz insanlar diğer yaratıklardan ayrı bir yere sahip olduğumuzu… düşünmekte ısrar ederiz…/ Montaigne’in hayvan öyküleri başta okurlarına hem hoş, hem de zararsız görünmüştü. Hiç değilse ahlaki açıdan öğreticiydiler; insanoğlunun, Tanrı’nın dünyasındaki çoğu şeyi ne anlamaya ne de hükmetmeye kadir olamayacak, iddiasız varlıklar olduğunu gösteriyorlardı . Ancak… 17. yüzyıla gelindiğinde, insanlar kendilerini ahtapottan daha yeteneksiz ya da kaba olarak gösteren bu tablodan giderek rahatsızlık duymaya başladı. Mütevazılaştırıcı değil, aşağılayıcı bulunuyordu bu görüş. 1660’lara gelindiğinde… Montaigne’in kolaylıkla kabullendiği şeyler, yani yanılabilir oluşumuz ve hayvansı yanımız, artık savaşılması gereken şeylere dönüşmüştü; neredeyse şeytanın bir oyunuydu bu./… 1668 yılında Piskopos… Montaigne’i vaiz kürsüsünden kınadı…/…/ Bu tip meydan okuyucu tavırlar yeniydi, insan onurunun “sinsi” bir düşmana karşı savunulması gerektiği duygusu da. 17. yüzyıl Montaigne’in bilgeliğini kabul etmeyecek, onu hilebaz, yıkıcı biriymiş gibi görmeye başlayacaktı. Montaigne’in, hayvan hikayeleri ile üstünlük taslayan insanoğlunun kirli çamaşırlarını ortaya dökmesi, özellikle yeni dönemin en büyük iki yazarını, Rene Descartes ile Blaise Pascal’ı rahatsız edecekti. Bu ikisi birbirlerinden hiç ama hiç haz etmezlerdi; bu yüzden iş Montaigne’i reddetmeye gelince birleşmeleri, olan biten her şeyi daha da enteresanlaştırır./… İnsanlar… düşünebilir ve “düşünebiliyorum” diyebilirlerdi. Hayvanlar ise bunu yapamazdı. Bu nedenle Descartes’a göre ruhları yoktu ve bir makineden farksızdılar…/ Descartes bir hayvanla gerçek anlamda bakışamazdı. Montaigne’se bunu yapabilirdi; yaptı da… şöyle der: “Ben kedimle oynadığım zaman, benim onunla zaman geçirmemden çok onun benimle eğlenmediğini nasıl bileyim?”…/…/… kedisine baktığında, kedinin de ona baktığını görür…/ Descartes örneğindeki sorun bütün felsefi yapısının mutlak bir kesinliğe ihtiyaç duymasıydı… Burada, Montaigne’in sınırları bulanıklaştıran belirsizliklerine yer olamazdı… Yine de, kaderin cilvesi, Descartes’in mutlak kesinlik noktası arzusu, Pyrrhoncu kuşkuculuktan anladığına yanıt olarak doğmuştu; eh, Pyrrhoncu kuşkuculuğu da… Montaigne’den öğrenmişti./ Descartes’a çözüm 1619 Kasımı’nda geldi… kendini sobalı bir odaya kapadı ve koca bir günü hiç bölünmeksizin düşünmeye adadı… kuşkucu varsayımla başladı… yerine mantıkla doğrulanmış olanları koydu. Tamamen zihinsel bir süreçti bu: Aklında adım adım ilerlerken, sobanın yanından hiç kıpırdamadı… Descartes’ın imgesi Montaigne’in imgesine tam bir tezat oluşturuyor; biri… otururken, diğeri bir ileri bir geri yürüyor…/ Descartes… akıl yürüttü… İlk keşfi kendi var oluşuna dairdi:/ Düşünüyorum, öyleyse varım./ Bu güvenli noktadan yola çıkarak tümdengelimle Tanrı’nın var olması gerektiği sonucuna vardı. Zihninde “açık ve seçik” bir Tanrı fikri olduğuna göre, bu yalnızca Tanrı’dan gelmiş olmalı… şöyle yazdı: “Açık ve seçik algıladığım her neyse, doğrudur.” Descartes’ın felsefesinin en şaşırtıcı ifadelerinden biri de bu olsa gerek; Montaigne’in düşünce tarzından olabilecek en uzak nokta. Yine de, bunların hepsi Montaigne’in en sevdiği kuşkuculuk kolundan çıkmış oldu; Pyrrhon kuşkuculuğu her şeyi, kendisini bile kuşku altında bırakarak Avrupa felsefesinin ortasına kocaman bir soru işareti bıraktı./ Descartes’ın sözümona şaşmaz mantık zinciri saçma görünebilir, ancak bir önceki yüzyılın düşünceleri ışığında değerlendirilirse anlam kazanabilir; ki bunlar, Descartes’ın arkasına bakmadan kaçmak istediği düşüncelerdir. En önemlileri, -Montaigne’in Descartes’ın kuşağına aktardığı iki büyük düşünce sistemi olan- her şeyi parçalayan kuşkuculuk ile her şeyi inanç temelinde tekrar bir araya getiren fideizm. Descartes kendini asla fideizm noktasında bulmak istemiyordu… Ama bir bakıma tam olarak da bu oldu; fideizm, kopması zor bir gelenekti./ Descartes’ın getirdiği gerçek yenilik, kesinliğe duyduğu güçlü arzuydu… Uzaklaşayım derken kuşkuculuğu… o zamana kadar düşünülmemiş boyutlara çekti… Belirsizlik Descartes için… bir yaşam tarzı değil, buhran safhasıydı…/…/… burası 17. yüzyılın Montaigne’in dünyasından gerçekten ayrıldığı noktadır: Onlar kuşkuculuğun kabustan beter olduğunu keşfettiler…/…/ İblisler Descartes’ın zamanında da… gerçek ve korkutucuydu… bizi sistemli biçimde aldatıyor olabileceği düşüncesi herkesi deliliğe sürükleyebilirdi. Daha kötü olan şey, Tanrı’nın kendisinin de bizi böyle aldatabileceği ihtimaliydi ki, Descartes bunu şöyle bir ima edip hemen geri çekilmişti./…/… orta bir yol bulundu… ruhen Montaigne’e çok daha yakın, pragmatik bir uzlaşıydı. Modern bilim, tam bir kesinlik aramaktansa, kuramda kuşku unsuruna yer bırakır… dünyayı göründüğü gibi kabul ederiz; ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı olasılığını da resmen kabul ederiz…/ Montaigne’in Pyrrhonculuğu iyice panik olunca ortaya çıkan şey Descartes’ın korku hikayesiydi” 132-140 -“Pascal bize, edebiyatın en gizemli metinlerinden birini, Denemeler’in “tehlikeli” gücünü savuşturmak amacıyla tutkuyla içini döktüğü Düşünceler’i bıraktı./…/ Pascal’ın Descartes’la neredeyse hiç ortak yanı yoktu; kuşkuculuk saplantıları dışında. Coşkulu bir tasavvufiydi o; Descartes’ın sadece akla güvenmesinden hoşlanmıyor, “geometri ruhu” dediği şeyin felsefeye hakim olmasından kederleniyordu. Aslında akılcılığa duyduğu nefret onu Montaigne’e yöneltmeliydi ve bir bakıma da böyle oldu, çünkü sürekli Denemeler’i okudu. Ancak… Pyrrhoncu geleneği o kadar rahatsız edici buldu ki… kınayıcı düşüncelerini yazıya döktü… Montaigne, Pascal’ın işkencecisi, baştan çıkarıcısı olmuş, adeta onu günaha çağırmıştır./ Pascal… onun dini inancı tehdit ettiğine emindi. Kuşku artık kilisenin dostu değildi; kuşku şeytana aitti ve onunla savaşılmalıydı. Sorun da burada yatıyordu… kuşkuculukla savaşmak imkansızdı… her çaba, her şeyin tartışmaya açık olduğu iddiasını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor…/…/… Ama yine de savaşılmalıydı. Bu ahlaki bir görevdi; aksi takdirde kuşku her şeyi –bildiğimiz dünyayı, insanın yüceliğini, aklıselimliği ve Tanrı duygusunu- büyük bir sel önüne katıp götürecekti…/…/ Pascal Montaigne’le savaşamadığından, onu okumadan –ve hakkında yazmadan- edemiyordu… Pascal, asıl dramın kendi ruhunda gerçekleştiğinin de farkındaydı. Bunu şu sözlerle itiraf edecekti: “Denemeler’de gördüklerimin hepsini Montaigne’de değil kendimde buluyorum.”/…/ … Pascal Montaigne’i kopyalarken, onu bir yandan da değiştirmişti… böylece yeni bir şey yarattı./ Önemli olan duygusal farktır… insan doğasının gurur duyulmayacak yönleri üzerine kafa yormuşlardı…Montaigne bunlara keyif ve hoşgörüyle bakarken, Pascal, Descartes’ın bile aklına gelmeyecek büyüklükte korkuya kapıldı./ Pascal için yanılabilirlik zaten katlanılmazdı… Montaigne için insanoğlunun kusurları yalnızca katlanılabilir değil, neredeyse bir kutlama vesilesiydi…/… Nasıl Descartes Pyrrhonculara zihinsel huzur sağlayan yorganın altında canavarlar bulur, Pascal da aynı şeyi stoacılarla Epikurosçuların en sevdiği hilelerden birine, insanın uzaydan bakılınca ufacıklığı fikrine yapar ve bu düşünceyi bir korku filmine dönüşene kadar takip eder/…/… Pascal… “İnsanın küçük şeylere duyarlılığı ve büyük şeylere duyarsızlığı: garip bir düzensizliğin işareti.” Montaigne’se bunu tam tersi şekilde ifade ederdi./ Bir yüzyıl kadar sonra Pascal’dan hiç hoşlanmayan Voltaire şöyle yazacaktı: “Bu yüce mizantropa karşı insanlığı savunmaya girişeceğim.”…/… Dünyayı bir hapishane hücresi, insanları da suçlu olarak görmek, bir fanatiğin düşüncesidir./ Voltaire burada elbette Pascal’ın “büyük düşmanı”nın savunmasına koşar./ Montaigne… insan doğasını tasvir etmiştir…/…/ Bu gönül rahatlığıyla hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etme hali, Pascal’ı Pyrrhoncu kuşkuculuktan bile daha çok öfkelendiriyordu. İkisi el ele gider. Montaigne her şeyden kuşkulanır, ama sonra… her şeyi tekrar doğrular. Montaigne’in kuşkuculuğu kusurluluğu övmesine yol açar: Bu daa, Pascal’ın kaçmayı en az Descartes kadar istediği, ama asla yapamadığı şeydi. Montaigne’e sorarsanız böyle bir kaçışın neden imkansız olduğu barizdi. Hiç kimse insanlığın üzerine çıkamazdı” 141-147 -“Malebranche, adeta şeytani bir figür resmeder. Montaigne, Descartes’ın iblisi gibi sizi aldatır, kuşkunun ve ruhsal umursamazlığın içine çeker./ Kötü niyetle yakıştırılan bu imgeler Montaigne’in üzerine yapıştı kaldı… Guizor 1866’da Montaigne’i hala, “Fransız yazarlar arasındaki büyük ayartıcı” diye adlandırır… okura hiç aldırmıyormuş havası… kendine çektiği gibi sizi ele geçirir./ Modern okur çoğu zaman bunun keyfini çıkarmaktan mutludur. 17. yüzyıl okuru ise kendini tehdit altında hisseder; din ve akıl gibi ciddi konular elden gitmektedir./ Ancak bu dönemde… La Bruyere… Montaigne’i yeni bir düşünür türünün kahramanı yapacaktı: Libertinler./…libertinler… felsefi özgülük de istiyorlardı… her konuda diledikleri gibi düşünebilme özgürlüğü…/… libertinlerden gelecek yüzyılın aydınlanma çağı filozofları çıktı. Montaigne’e herkes tarafından kabul gören, tehlikeli ama olumlu yeni bir imaj çizdiler…/…/ Libertinler… insanları yarı kapalı gözlerle sinsi sinsi izlemeyi tercih ettiler; ne idiyseler o gibisinden. Ve işe kendilerinden başladılar. Bu “uykulu” gözler, hayat hakkında “açık ve seçik fikirli” Descartes’tan ya da ruhani esrimeleriyle Pascal’dan çok daha fazla şey algılamıştı… Nietzsch’nin yüz yıllar sonra belirteceği gibi, insan davranışı ve psikolojisi –dolayısıyla felsefe- üzerine gerçekten değerli gözlemler… ifade edilmişti./… Nietzsche… profesyonel filozofların topundan nefret ederdi. Ona göre soyut sistemler yararsızdı, önemli olan eleştirel bir öz farkındalıktı… Montaigne için, “ruhların en özgürü ve en güçlüsü” demiş…/ Montaigne gibi Nietzsche de aynı anda hem her şeyi sorgulamış, hem de kabul etmeye çalışmıştı” 148-150 -“Nicole ve… Arnauld… 1666’da… dinsiz ve tehlikeli olması sebebiyle Denemeler’in Katolik Kilisesi’nin Yasak Kitaplar Listesi’ne alınması için açıkça çağrıda bulundu. Bu çağrıya on yıl sonra kulak verildi ve 28 Ocak 1676’da Denemeler Liste’ye alındı… o aralar… kötü şöhretli züppelerin, hovardaların, ateistlerin ve kuşkucu takımının gözde metni haline gelmişti./ Bu noktadan sonra… Fransa’da işler hep kötüye gitti… artık bir bütün halinde Katolik ülkelerde yayınlanamıyor…/… yasaklanması, bir sonraki yüzyılda aydınlanma çağı filozofları ve hatta radikal siyasi devrimcilerin gözünde cazibesini adeta tavana vurdurdu./… Denemeler… 27 Mayıs 1854’e kadar Liste’de kaldı…/… her yeni okur Denemeler’de kendini bulur ve olası anlamlarına kendinden bir şeyler ekler. Descartes kendini bulmuştu bulmasına, ancak onun zihninden kabus gibi iki figür çıkmıştı: Mantığa direnen bir iblis ile düşünebilen bir hayvan. Descartes ikisinden de ürkmüştü… Pascal ve Malebranche de… kaçmışlardı./ Aynı şeyleri gören libertinlerse hoş bir şaşkınlık yaşarcasına gülümsediler… Nietzsche de aynı şeyi yapacak ve Montaigne’i felsefi anavatanına, nasıl yaşanır sorusunu araştıran üç büyük Helenistik felsefenin kalbine geri döndürecekti” 151, 152 -“Denemeler Gournay için hep kusursuz bir zeka testi oldu… Diderot da aynı gözlemi yapar: “Montaigne’in kitabı sağlam bir zihnin ölçütüdür. Ondan hoşlanmayan birinin yüreğinde ya da anlayışında bir kusur olduğundan emin olabilirsiniz.”/… Gournay, kendini hiç zorlamamış görünerek popüler kılmış bir yazardan, yanlış anlaşılmış bir deha yaratmıştı./…/… Önsözü… aynı zamanda dünyanın ilk ve en güçlü feminist tezidir./ Öte yandan bu önsöz biraz tuhaf kaçar, çünkü Montaigne’in kendisinin feminist olmadığı ortadadır. Ancak Gournay’in feminizmi “Montaigneciliği”ne sıkı sıkıya bağlıydı…/…/… Her nasılsa çıktığı yolda başarı sağlamış, yazarak hayatını kazanmıştı…/…/… 1645… Mezar kitabesi onu aynen istediği gibi tanımlar: Bağımsız bir yazar ve Montaigne’in kızı” 297-300 * 20.8.2020

7 Kasım 2020 Cumartesi

Öğretmen ve Öğrenci El Kitabı

Dr. Harunhan Remzi ÖZTÜRK, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara Öğretici. Öğrendim. Yararlandım. Bence her öğrenciye yararlı olabilecek bir kitap. Öğrenci ebeveynlerine ve öğretmenlere de. * Kitapta, öğretme ve öğrenme yöntemlerine ilişkin olanların yanı sıra, sigara ve uyuşturucu maddeden uzak durulması ile spor yapılması ve satranç oynanması konusunda öneriler var. Bunların hepsi, bence, çok kıymetli. Ayrıca, kitaptaki önerilerden özellikle disiplin, aşırı kontrollü davranışlar ve spor konularında olanlar ise, bence, altın değerinde. Keşke, öğrenciler-gençler bunların önemini idrak edip, bunları rehber edinseler. * Kitaptaki görüşlerin bir kısmı şöyle ifade edilmiş: -"… insanın iç dünyasında özgürleşmesi, ancak kendini olduğu gibi kabul eden bir sosyal çevre içinde gerçekleşir" 19 -"Ön hazırlığı ve planı olmayan her iş verimsizliğe mahkumdur" 20 -"BAŞARILI BİR ÖĞRENCİ OLMAK/.../... için hayallerinizin peşinden koşun; zekanızı sabır, sükunet, dikkatle kullanın dahası yılmayın ve sadece kendinize güvenin.../.../ Öğrenmek için çalışmak şarttır" 25 -"Başarılı olmak için; Sağlıklı bir vücut yapısına, fiziksel sağlamlığa, Ruhsal güç ve zekaya sahip olmalısınız./.../ Vücut, fiziksel ve ruhsal yönden sağlıklı tutulmalıdır; Bunun için iyi uyumalı, iyi gıda almalı ayrıca spor yapılmalıdır" 26 -"… kendi öğrenme gücüne göre çalışma programı yapmak ve bu programı uygulamak, başarılı olmak için en iyi yoldur./.../... bir ödev bir köşede unutulmadan ya da geciktirilmeden bitirilmelidir./.../... Tekrar etmek, elde edilen bilgilerin kalıcı olmasını sağlar" 28 -"Disiplin başkalarına ve kendine karşı özen ve saygı eylemi olarak tanımlandığında, pasiflik, utangaçlık, suskunluk, iddiasızlık ve sakınma gibi aşırı kontrollü davranışlar da yeterince kontrol edilmeyen davranışlar kadar kabul edilmez olur... kontrolsüz davranışlar kadar aşırı kontrollü davranışlara da ilgi göstermek gerekir./ Kontrolsüz davranışlar kadar aşırı kontrollü davranışlar da kişinin gelişmesinin önünü keser.../... zorbalık kadar pasifliğe karşı da önlem alınmadıkça disiplin konusunda başarılı olmak olanaksızdır. Hem zorbalık eden hem de mağdur edilen çocuklar yetkilendirilmeye ve özgüvenlerinin arttırılmasına gereksinim duyarlar. Zorbalık ve pasiflik aynı duygusal ve toplumsal güvensizlik madalyonunun karşıt yüzleridir. Ne şekilde yansıtılmış olursa olsun, bu güvensizlik ortadan kaldırılmayı gerektirmektedir" 40, 41 -"… etkili bir disiplinin temelini "kendini kontrol etmeyi öğrenmek" oluşturur./.../ Disiplin sorunlarını önlemede en öncelikli evre, her türlü disiplinin kişinin kendisi ile başladığının kabul etmesidir" 42 -"Disiplin insan ilişkilerinin temelidir; bunu dinamik toplumsal süreç içinde kavramak son derece önemlidir. Koşulsuz sevgi, kabul edilme ve bir insanın engin entelektüel potansiyelinin onaylanması yalnızca her çocuğun değil, her yetişkinin de en derin özlemine denk düşer ki bu da disiplinle sağlanır./ Genellikle öğretmenler yalnızca kontrolsüz hareketleri disiplin sorunu olarak değerlendirirler... öğretmenler aşırı kontrollü davranışın da yalnızca sınıf düzeni üzerinde değil, öğrencilerin duygusal, sosyal ve eğitsel gelişimi üzerinde zararlı etkileri bulunabileceğini bilmelidirler" 43 -"… kontrolsüz disiplin sorunlarının örnekleri bağırma, küstahlık, sözlü saldırı, fiziksel saldırı ve aşağılamadır... aşırı kontrollü disiplin davranış durumları pasiflik, insanları memnun etme, yüzleşmeden kaçınma, çekingenlik, korku içinde olma ve seçici dilsizliği içerir" 44 -"Öğrencilerin aşırı kontrollü disiplin sorunları/ Sınıfta/ Uç noktada utangaçlık/ Çekingenlik/ Yeni durumlara karşı korku içinde olmak/ Seçici dilsizlik/ Aşırı akademik çalışmalar/ Sıklıkla hayallere dalmak/ Yersiz kaygılanma/ Zayıf öğrenme dürtüsü/ "Başka bir dünyada kaybolmuş" görünmek/ Takıntılı ya da içsel duyumların esiri olma/ Gereğinden fazla keskinlik/ Kılı kırk yarma/ Akademik performansa ilişkin yersiz kaygı/ Yanlışlar ya da başarısızlıklar konusunda yersiz gizli kaygı/ "Mükemmel öğrenci" olma çabası/ Kabul görme ve övgüye zayıf tepki verme/ Seslenildiğinde yanıt vermede başarısızlık/ Sınıf öğretmenine aşırı bağlanma/ Hiçbir biçimde yardım rica etmeme/ Göz göze gelmekten kaçınma/ Soruları yanıtlarken uç noktada gerginlik/ Sorulara ilgisiz yanıtlar verme/ İşten kaçınma/ Diğer öğrencilerle bağlantı eksikliği/ Sınıf dışında/ Yalnız kalma/ Okul oyunlarından uzak durma/ Ders aralarında ayrı durma/ Arkadaşsızlık/ Okul etkinliklerinde yer almama/ Aşırı kontrollü tepkilerde bulunan öğrencilerin diğer öğrencilerin yaşamını önemli ölçüde karıştırmadıkları görülebilir, ancak fazlasıyla tehlike içindedirler ve acil yardıma gereksinimleri vardır" 47, 48 -"İlk günlerde bir sigara içmek önemsiz görülebilir, ancak böyle başlayan bir çocuğun zaman içinde sigara tiryakileri arasına katılma olasılığı kaçınılmazdır. Sigara içen çocuklarda öksürük ve göğüs hastalıkları yaygındır. Ayrıca diğer hastalıklara karşı da daha duyarlı, yaşıtlarına göre güçsüz, oyunda ve sporda başarısız olurlar" 62 -"SPOR/ Sağlıklı kalmak isteyen her insanın yaşam biçimi olmalıdır" 71 -"Aerobik, akciğerleri ve kalbi güçlendirmek, kandaki oksijen miktarını arttırmak, güçlü ve sağlıklı duruma getirmek için yöntemli bir beden eğitimi hareketidir.../.../... Aerobik programlar arasında ilk sırayı alanlar; yürüyüş, koşu, bisiklete binme, yüzme, pinpon, squash ve tenis sporlarıdır" 73 -"Aerobik güç, bir dayanıklılık ölçütüdür./ Sevilen her sporu; yeterli bir sürede zorlayarak yapmak, bunu yaşam boyu alışkanlık olarak sürdürebilmek, aerobik güç geliştirmenin en doğru yoludur./.../ Halk arasında; tasalanmak olacaklardan kuşku duymak, çaresiz kalmak, bezgin bir hale gelmek biçiminde özetlenen ruhsal durumlar, "Anksiyete" ve "Depresyon" olarak bilinir./ Yapılan araştırmaların bulguları, sporun her tür sorunlara önemli ölçüde çözüm getirdiğini göstermiştir. Dr. Morgon, "Spor Sosyolojisi" adlı kitabında, düzenli egzersiz yapan insanların anksiyete ve depresyon hallerinden kurtulabildiklerini ayrıca belirli bir ruhsal denge ile mutluluk içine girdiklerini açıklamıştır./ İleri derecede hırslı, aşırı duygulu, aceleci, sabırsız, zamanın yetmediğinden yakınan, bugünden yarınını planlayan insanlar, stresli kişilerdir... Spor, bu tür insanlar için yararlı olur ve onları aşırı gerginliklerden korur... Yapılan araştırmalar, bu tür kişilerin sporla, tüm gerginliklerden kurtulduğunu, yaşama bakış açılarını değiştirdiklerini göstermektedir./ Sürekli spor yapan insanların kasları iyi beslenir. Eklemleri iyi çalışır ve kemikleri dayanıklı olur" 74, 75 -"Yavaş yaşam insan organizmasının işlevini yitirmesine, hastalıklara karşı direncin azalmasına, bedeninin yağlanmasına, ruhen çöküntü içine girmesine, sonuçta da tedaviye muhtaç kalmasına neden olur. O halde kendi iyiliğimiz ve beden sağlığımız için yapacağımız sporu seçmeli, buna zaman ayırmalıyız" 76 -"Her insanın uyumak, beslenmek kadar; hareket etme ve düzenli spor yapma gereksinimi vardır... Spor, bir insanın sağlıklı olmasını ve zinde kalmasını sağlar. Sağlıklı ve zinde bir insan ise yaratıcı ve paylaşımcı olur" 80 -"Spor denince, ilk akla gelen yürüyüş ve koşudur. Ancak, yürüyüş ve koşu içinde oyun yoktur. Uzmanlar, insanlara içinde oyun olan sporları yapmalarını tavsiye ederler. Çünkü içinde oyun olan sporlarla; beden sağlığı ile birlikte ruh sağlı da korunur./.../ İçinde oyun olan ve ömür boyu sürdürülebilen sporların başında ise tenis, masatenisi ve Satranç gelir" 93 -"Aktif öğrenme ya da probleme dayalı öğrenme; bu öğrenen odaklı bir eğitim yöntemidir. Bu yöntemde öğrenmenin temel rolü ve fonksiyonu; öğrenen bireye öğrenme konusunda rehberlik etmek ve referans eğitim materyallerini sunmaktır. Probleme dayalı öğrenmede; yaşamda karşılaşılan sorunları tanımak, bunların öneminin farkında olmak, bu sorunların nedenini anlamakla işe başlanır. Sorunları çözmek ve olası sorunları önceden gidermek düşüncesiyle yola çıkılır. Öğrenmenin tam ve yeterliliğe dayalı olması da önemsenir" 116, 117 * Kitapta, bir de, aşırı kontrollü davranışlar konusunda neler yapılması gerektiği konusunda da öneriler olsaydı, bence, çok iyi olurdu. Bunun olmaması, bir eksiklik sayılabilir, mi? * Kitapta, bence, çok önemli olmasa da, yer yer, bazı yazım kurallarına özen gösterilmemiş. * 6.11.2020

5 Kasım 2020 Perşembe

Diasporada Kafkas Hikayeleri

Dr. Harunhan Remzi ÖZTÜRK, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara Kitabın büyük kısmı açık bir otobiyografi. Özellikle bu nitelikte olan kısmını, ilgiyle, severek, ve tamamını, bir çırpıda okudum. * Neden sevdim? Sanırım, her şeyden önce, içtenliği ve insancıllığı yüzünden sevdim. Sonra, birçok yönden "bizi" de anlattığı için sevdim. * Kitapta, genelde, bolca, Sevgi, İnsancıllık, ifade edilmiş, Ayrıca, her tarafına, "Bir hasret içimde çocukluğum! Burcu burcu Çeçen kokulu!" 242, ifadesinde olduğu gibi, diasporik bir hal sinmiş. * Anlatılanlar, yer yer beni düşünmeye sevketti; ben de, bu vesileyle, burada, bazı düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. * Kitapta, öncelikle, bir yönüyle Türkiye toplumsal tarihine katkı var! * Bir yerde şöyle denmiş: -"1979.../ Sağ-sol çatışmaları ise bir türlü durmak bilmiyor... yönetim anarşiyi durduramıyor, şehir-şehir, mahalle-mahalle, köy-köy kaos yaratan gençler, sağın ya da solun maşaları olarak ortalıkta kol gezip terör estiriyordu./ Benzin yoklara karışmış, gaz tefecinin elinde altına dönüşmüştü. Bakkallar karaborsacı olmuş, kardeş kardeşe düşman kesilmişti. Anadolu kan kusuyordu./ Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği nesil demokrasinin kalbine saplanan paslı birer hançere dönüşmüştü. Kamplara bölünüp birbirlerini hırpalayan akademisyenler, siyasilerin oyuncakları haline gelmişti.../ 1980'in sonlarıydı. İhtilal olmuş; sağ-sol neşter yiyerek sahneden silinmiş, düşman kardeşler yuvalarına dönmüş, bir imkansız başarılmıştı. Ülke istikrara kavuşmuş görünüyordu. Ne var ki ihtilalin ardından yeni aktörler sahne almaya başlamış, birçok öğretmen ya da öğretim üyesi fişlenerek ya şehirden sürgün edilmiş ya da darp edilerek yıllansınlar diye hapishanelere konmuştu./ Serhan, sağ ya da sol fraksiyonların hiçbirine girmemişti. Ne var ki yeni sahnelenen trajedinin kurbanlarından biri olmaktan da kurtulamamıştı... delidolu Çeçen kimliğini ön plana çıkararak yalnız kurt olmayı seçmişti.../.../... 12 Eylül, sağ-sol çatışmasını bitirmişti ama yurdu kaosa sürükleyen, cumhuriyeti sorgulanır hale getiren iç hesaplaşmayı hortlatmıştı. Alevi olmak veya Sünni olmak ya da Türk olmak veya Kürt olmak pörtleyen irin gibi yayılırken, Anadolu bir başka kadere gebe kalmıştı. Bu başka türlü bir kanamaydı. İç barışın bir başka türlü sorgulanmasının da başlangıcıydı?" 177, 178 * Tam olarak öyle değil miydi? * Bence, o dönem anlatılırken, keşke, dönemin kamplara ayrılmış gençlik gruplarının birinin içinden bir anlatım da yapılmış olsaydı, çok daha öğretici olurdu, iyi olurdu! Sanırım, yazar bunu yapabilirdi de... Bunun olmaması, sanki bir eksiklik gibi! * Kitaptaki, askerlikte, ve özellikle de üniversite çevrelerinde yaşananların anlatıldığı kısımlar ise tam ibretlik. Bu kadar da olmaz dedirten cinsten. * Birkaç örnek şöyle: -"Fırat Üniversitesi/.../... Matematik Bölümünde, özellikle de kendi anabilim dalımdaki asistanlar arasında rahat bir çalışma ortamı umuyordum! Ama sukutuhayale uğradım! Düşmanca tavırlar sergileyen cahil sürüsüyle karşılaştım!" 107 -"Kolordu Komutanı... Benim ve diğer üç komünistin "1402" sayılı yasa ile üniversiteden atılmamızı istemiş. Rektör, Kolordu Komutanı'na güvence vermiş ve huzurundan ayrılmış" 108 -"Yemekte beni Kolordu Komutanı'na şikayet eden Mahmut Örgüt de başaktörler arasındaydı. Bir ara Örgüt yanıma geldi. "Hocam, eğer mani olmasaydık hem Kürt hem Alevi hem de Tuncelili olan iki öğrenciyi kadromuza katacaktınız!" Diyerek söze başladı?" 110 -"12 Eylül'ün ardından kurulan YÖK... büyük kıyımı da beraberinde getirdi" 140 -"Ortalık, sağcı ya da solcu oldukları için üniversiteye alınan yandaşların ve cahillikte kariyer yapmış ilkel hocaların arenası gibiydi!" 142, 143 * Kitapta, ikinci olarak, Türkiye'deki Kafkas diasporasına ilişkin anlatımlar var. Doğrudan, içeriden, olan bu anlatımlar, bence, kıymetli. * Örnek vermek gerekirse, bu konuda, şöyle ifadeler var: -"Çeçen oyununa çıktım. O kadar mutluydum ki; sık sık alkış tutan gençlerin önünde parmak uçlarıma dikilerek, "Takh, Takh, ..." naralar atmaya başladım (Eğil, eğil)! Kuğu gibi süzülen Türkan ablanın etrafında Kartallaştım! Sıkça tekrarlanan "TAK, TAK" Çağrılarıyla defalarca sahne aldım. O geceden sonra, Aysel ablanın, Aysel-Ayten ikizlerin bana yakıştırdıkları "TAK, TAK" lakabı, adımın önüne geçti. O ad altında oynadığım, benzersiz Çeçen oyunuyla yıldızlaştım" 53 -"Kuzey Kafkas Ekibine katılmış oldum... benim gibi karizmatik gençler... gençlerden birinin Selmat'a ilgisi.../ Selmat'ı kaybetmek, ruhumun derinliklerinde büyük bir çöküntü yarattı. Onu kendi hatalarım yüzünden kaybetmiştim. Ancak, hatalarımdan da hiç ders çıkarmamıştım? Yeni serüvenler peşine koştum? Kuzey Kafkas Ekibi içinde, benzersiz Çeçen oyunumla yıldızlaşmıştım... her güzel kızda Selmat'ı aradım. Yetinmedim. Ekibe gelen ya da guruplarımıza katılan her güzel kıza kur yaptım? Hiçbirinde Selmat'ı bulamadım? Sonuçta erkeklerin nefretini kazandım. Kızlar arasında sakıncalı piyade konumuna geldim. Yalnızlaştım! Ekipten koptum! Çerkez camiasından da uzaklaştım!/ Çerkez camiasından uzaklaştım ama ayrık kalabildim mi? Ya folklor oynadığım yılları unutabildim mi? Ayrık kalamadım! Her gittiğim üniversitede bir Kafkas Ekibi kurdum. Kendimi avutmaya çalıştım./ İlk Kafkas Ekibini... Trabzon'da KTÜ bünyesinde kurduk.../ İkincisini Elazığ Fırat Üniversitesinde kurdum" 54-56 -"Mine, annesinin yanında yetişmişti. Çerkez adetlerini bilmiyordu. Dahası Çerkez olmanın ayrıcalığının da farkında değildi. Zaman içinde... kimliğin saygın bir taşıyıcısı da oldu" 57 -"1960'larda, Ankara Kuzey Kafkas Derneğinde bir avuçtuk! Ama saygındık ve gücümüzün doruklarındaydık. Çerkez'i, Abaza'sı, Asetin'i, Çeçen'i, Karaçay'ı, Tatar'ı... İle birlik ve beraberlik içindeydik. O günün koşullarında bugünün Çerkez Derneği (Beş Evler) binasını, yeriyle birlikte bizler almıştık. Orayı alırken her uruktan insanın emeği ve alın teri vardı. O emekçilerin içinde en büyük paya sahip olanlardan biri de Değerli Öğretmenimiz Sayın Elbruz Gaytaoğlu idi! O, o yerin temeline alın terini akıtan bir Kafkasyalıydı. O saygın bir Asetin'di ve bizim sevgili hocamızdı. O, bizlere, sadece Kafkas oyunlarını öğretmedi! Etnik ayrımcılığın sakıncalarını, Kafkasyalı olmanın saygınlığını, birlik olmanın gücünü, o gücü paylaşmanın sevincini de öğretti.../ O yıllarda... Hiçbir şekilde etnik ayrımcılık sorunu yaşamadık. Sevgi, saygı ve hoşgörü içinde bir olmanın onurunu paylaştık!/ Ne hazindir ki, 70'lirde sağ ve sol çatışmasına takıldık, aile yapımız bozuldu! Şimdilerde ise, "Etnik Ayrımcılık" çarklarına takıldık, o çarkın dişlileri arasında pupa-yelken meçhule gidiyoruz?/ Hep merak ettim! "Kuzey Kafkas Derneği" adını "Çerkez Derneği" adına çevirerek "Etnik Ayrımcılık" meşalesini yakan ya da yaktıranlar kimlerdi? Bu dirlik ve birliğe çomak sokan akıl sahipleri, Elbruz Gaytaoğlu olmasaydı? Bu kadar Çerkez'in bir araya gelemeyeceğini biliyorlar mıydı? Adını değiştirme gafletinde bulundukları binanın sahipleri olamayacaklarını biliyorlar mıydı? Peki Kuzey Kafkas Derneği adını Çerkez Derneğine çeviren ayrılıkçılar, Saygın bir Asetin olan Elbruz Gaytaoğlu'nun hatırasına kara çaldıklarının farkında mıydı? Merak ediyorum, bu ayrılıkçı Çerkezler benim "Ben Kafkaslıyım Deme" adı altında aşağıda yazdığım şiiri nasıl bir duygu altında yorumlayacaklar?" 58, 59 -"Hegel, "Ruhun Felsefesi" adlı yapıtında; "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özelliğe ulaşmakta... böylelikle dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişmesi Kafkas ırkı ile başlar" demektedir. Hegel bile Kafkas ırkı ile başlar diyor, Çerkez Irkı ile başlar demiyor!/ Dünyada, tarihin bilinen dönemlerinde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus ya da uruk bulmak güçtür. Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalı olmayı, kendi içlerinde bir saygınlık olarak kabul etmişlerdir.../.../... Adlarımıza destanlar düzenlendi? Bu da bizleri şovenistçe özelleştirdi ve birbirimizi bile beğenmez hale getirdi!/ Çok özel olduk! Öylesine özel olduk ki; bir ulus olma şansını yitirdiğimiz gerçeğini göz ardı ettik? Birlik olma şansımızı da tepmeye başladık? Mensup olduğumuz urukları göklere çıkarırken, mensup olmadığımız boyları dışlayarak birbirimizi hırpalar olduk./.../ Birlik olursak; güçlü oluruz!.../.../ Birlik olmak için; etnik kimlik asabiyetinden kurtulmalı, eğitimli olmalı, siyaseti bilmeli ve şovenist davranışlardan kaçınmalıyız... Utanılacak bir şey de toplumumuzdaki iki başlılık. Kafkas Konseyi? Çerkez Derneği?" 61-63 * Yazarın burada dile getirdiği ayrımcılık konusundaki görüşleri, kuşkusuz, son derece iyi niyetli bir bakış açısını yansıtıyor. Ama, bence, hiç gerçekçi değil; ayrılmalar, çok doğal ve eşyanın doğasının gereği. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki baskıdan 1960'larda kurtulan Kafkas kökenli insanlar o dönemde baskının getirdiği etkinin tesiriyle çekingen bir şekilde bir araya gelmiş, ama, 1980'lerin sonlarında Sovyetlerdeki baskının da bir ölçüde ortadan kalkmasıyla bütün etnik gruplar doğal isteklerini dillendirmeye başlamışlardır, denemez mi? Bence, çok doğal bir süreçtir, denebilir! * Şunlar da var: -"Haydar Çerkez kızlarını düşünmeye başladı. Güzeldiler! Kişilikliydiler! Kendilerinden emindiler! Korkusuzdular! Dışa dönüktüler! Delikanlıların da kızlardan arta kalır yanları yoktu. Ama kendi içlerinde kapalıydılar. Dışarda olan herkes onlar için yabancıydı" 148 -"Beyazların Zencilere bakış açısı ne idi ise, Çoğu Çerkez'in dışarıdakilere bakış açıları da aynıydı. Bir farkla özde memlekete dışarıdan gelenler onlardı? Allahtan bütün Çerkezler aynı değildi. Kendilerini aşmış olanlar vardı" 155 * Burada dile getirilen görüşler, çok katı değil mi? Bence, tartışılabilir nitelikte! * Yukarıda belirttiğim yönleri önemli, ama, kitabın, benim için asıl kıymetli olan yönü başka. O da şu: Bu yayın, benim bilgilerime göre, Türkiye'deki Vaynah diasporasına ilişkin ilk yazılı anlatım. Yani, bir ilk. Bu yüzden, bence, çok kıymetli. Üstelik, doğrudan, içeriden ve çok açık bir anlatımı var. Bence, bu özelliği, kıymetini daha da arttırıyor. * Bazı örnekleri şöyle: -"Dedem öldü! Dedem öldüğünde, üzülmüş ve çok ağlamıştım. Benden başka ağlayanlar da vardı! Ama üzülenler var mıydı? Onu hiç bilemedim!/... Çeçenler varlıklı insanlardı. Kendi aralarında birlik ve dirlik içindeydiler. Hoş görülüydüler ve sevgi doluydular. Yıkılmaz ve yenilmez görünüyorlardı!Talihsiz bir kan davası oldu! Tılsım bozuldu! Hoşgörü gitti! Birlik ve dirlik de yitti. Bu da önce Öztürkleri, daha sonra da diğer aileleri yerlerinden, yurtlarından etti. Yeni yurt arayışı, yeni iş arayışı serüvenine döndü" 12 -"Çocukluğumun en büyük gizemi ise, gece yatmadan önce Anneannemin koynunda onun Kafkasya'ya ilişkin anlattıkları hikayeleri dinleyerek uyumaktı./ Anneannem, Çeçenlerin yurtlarından sürülüşlerini anlatırdı: "Üç yüzyıl Çarlar halkımızı baskı altında ezdiler. Halkımız da Çarların saldırılarına aynı şekilde karşılık verdi. Sonra sahneye Komünistler çıktı. Önce sahte sözler vererek halkımızı kandırdılar, arkasından vehşette Çarları aratır oldular. Sonuçta Çarlık zamanından kalma önyargıların kurbanı olduk! Komünizm de bize aynı şeyi getirdi" derdi./ Savaşlardan bahsederken, "Rus işgalcileri, ilk savaşlar sonunda, saldırı bedelinin bilançosunu ağır ödemeye başlayınca, taktik değiştirdiler. Yalan, aldatmaca ve entrikalarla başlatılan yeni savaş biçimine Çeçenler alışamadılar! Bu da bizim felaketimiz oldu" derdi./ Saygı yerine korku, güven yerine kuşku yaratan Rus işgalcilerine karşı kazanılan zaferlerden bahsederken; Anneannem heyecanlanır, bu zaferlere adlarını yazdıran kahramanları anlatırken, güçlü ve karizmatik bir kişiliğe bürünürdü./ Anneannem: "Zaferlerin ardından gelen felaketler; düş kırıklığı, acı ve endişeyi getirdi. Böylece, kaderleri kanla yazılan ve yurtlarında yaşam hakları ellerinden alınan Çeçenlerin bir kısmı bizim gibi topraklarını terk etti. Bir kısmı da Rus zulmüne karşı direnmeye devam etti. Bu direnenlerin bir kısmı acımasızca katledilerek imha edildi. Kalanların tümü ise 23 Şubat 1944'te, Rusların büyük bayramı olan Kızılordu Gününde Jozef Stalin'in emriyle hain ilan edilerek, verimli Kafkas ovalarından, Aral Gölü'nün kuzeyindeki bozkırlara yerleştirilmek üzere sürüldüler" der, acıyla yüzünü buruştururdu. İşte o zaman, yüzünün canlılığı gölgelenir, kederle buğulanan gözlerinden hüzün akardı!" 18, 19 -"Harun... Askerden geldiği zaman, varlık içindeyken yokluğa düştüğünü görerek büyük bir şok yaşadı. Babası hayatta değildi, ailenin reisi konumuna gelen en büyük ağabeyi de ona metelik bırakmadan horantasıyla birlikte şehre göçmüştü./.../ Başkente gittiği yıl, ihtiyacı olduğu halde, büyük ağabeyi Şamil'den hakkı olan parayı talep etme girişiminde bulunmadı! Hatta çocuklarına bile bu talebi yasakladı" 35 -"Vela... Babama; "Bizimkiler, Çeçenlerin; hemen her konuda yenilmez olduklarına inanır, asla parçalanabileceklerine ihtimal vermezdi. Birinizi hepinizde, hepinizi de birinizde görmek size ait bir ayrıcalıktı... Yalçın kayalar gibi birbirinize çarparak bölünmeniz de size özgü oldu..." dedi. Babam... "Aslında bizi ayrıcalıklı yapan ve ailelerimizi bir arada tutan bağlar adetlerimizdi. Zaman içinde adetlerimiz yara almaya biz de gücümüzü yitirmeye başladık..." dedi" 40 -"Eşref, onu tanıdığımı sanıyordum? Gönlümdeki yeri, doldurulamayacak bir değere sahipti! Bir menfaat çatışmamız oldu? İki tümce ile yüreğimde derin bir yara açtı. Kanattı. Öylece bıraktı.?/ Serpil, sevgi dolu! Akıllı, hırslı ve becerikli! Ailenin duayeni! Ancak gururunu, kibriyle gölgeliyor. Eşref'in arkadaşı ve destekçisi! Bana yakınlığı? Hüzün doluyum?!/... babamla... annemle birlikte dörtlü bir koalisyon oluşturmuşlardı. Şeref'le ben dışarılardaydık!/ Babam da bir yazardı! Bazı, hatıra notları vardı! O notlar küçük kardeşlerimin tekelinde kaldı? İçeriklerini hiç bilemedim?" 39 -"Birden, "Baba, Şamil Amcamdan payımıza düşen parayı neden istemiyorsun?" deyiverdim. Babam güldü, "Oğlum, ailemizin reisi dedendi. O öldü. Şimdi ailemizin reisi Şamil Amcan. Onun için para da onda" dedi" 45 -"Düğünün, geç başlama nedeni, Yukarı Hüyük Köyü gençlerini saf dışı etmekmiş? Hakları da varmış? Bizden sonra düğüne Yukarı Hüyük köyünden bir genç katılmış. Sarhoş gencin taşkın davranışları yüzünden düğün dağılmış!" 47 -"Başkente geldiğim günün akşamı, kuzenlerimle gençlik parkına gitmiştim; renk cümbüşü içindeki o dünyaya mest olmuş, Ankara'yı dünyanın en güzel yeri saymıştım! İstanbul, Büyükada'da dayımın yanına gittiğimde fikir değiştirmiş, en güzel yer İstanbul demiştim. İngiltere'ye gittiğimde Brighton'a hayran kalmış, güzelliği o şehirde bulmuştum. Ama en güzel şey, çocukluğumdu! En güzel yer ise Bozkurt Köyüydü! En kutsal kurum, ailemdi! Artık o köy yok! Canım kadar sevdiğim, varlıklarıyla gurur duyduğum o ailem de yok!" 114 -"90'ların başında Çeçen-Rus savaşı başlamıştı. Bu savaşta Serhan taraf olmuş, maddi ve manevi bütün olanaklarını kullanarak Çeçenlerin yanında yerini almıştı. Bu durum, Süreyya ile aralarının açılmasına sebep olmuş, birliktelikleri yara almaya başlamıştı. İki binlere gelindiğinde ise bu yara kronikleşmiş, çaresiz bir hal almıştı. Büyük bir aşkla başlayan evlilik bağları, anlamsız bir çatışmayla hırpalanarak incelmiş, sonuçta taşınmaz bir hal alarak kopmuştu./ Serhan, boşanmakla kalmamıştı. Annesini ve babasını kaybetmiş, dayısıyla olan bağlantısını da yitirmişti. Yalnızdı!/ Yeniden evlendi. Emekliye ayrılarak Ankara'ya yerleşti... ama ekonomik zorluklar içindeydi. Emekli maaşı yetersizdi. Yetmezmiş gibi, yeni eşi de sağlığını yitirerek doktorlara bağımlı hale gelmişti. Bu durum, doktorların ellerini Serhan'ın cebine musallat etmiş, onu önlenemez bir borç batağına sokmuştu.../.../ Çok geçmeden, bir dershanede aradığı şansı buldu ve orada greve başladı. Sevinçliydi. Bir başka sevinci de Cemal dayısının izine rastlamasıydı./ Serhan... dayısının ziyaretine gitti.../... ziyarete... kardeşlerini de götürmüştü. Ancak kardeşleri, bir daha dayılarının ziyaretine gitmemişti. Hatta dayılarının hasta olduğunu öğrendiklerinde bile ilgilerini esirgemişlerdi? Serhan bu durumu irdelemedi ama annesinin ve babasının yokluğunda zayıflayan akrabalık bağlarına üzülerek hayıflandı" 178, 179 * Toplumsal ve bireysel hüzünler! Her yere sinmemiş mi? * Bir yerde de söyle denmiş: -"1960'lı yıllarının sonlarıydı... Mehmet KETE, Rus ordusunda subayken, oradan kaçmış, Türkiye'ye iltica etmiş bir Çeçendi. İltica ettiği rütbe ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kabul edilmişti... Ben onu tanıdığım zaman, doksan yaşın üzerinde anıt çınara benzeyen bir emekli albaydı... Kalemleriyle Kafkas halklarının kalplerini fetheden Rus yazarlarını anlatırken, gözlerinden sevgi akardı. Özellikle Lermontov için; "Bütün Kafkasyalılar, Lermontov'u kalplerinde sevgiyle yaşatırlar" derdi" 201, 202 * Bense, burada ifade edilenden görüşten farklı olarak, genelde Rus yazarlarının Kafkas kökenli halklar hakkında olumlu şeyler yazmadıklarını, basbayağı ırkçı olduklarını, düşünüyorum, ve yazdıklarını da sevimli bulmuyorum. * Şu iki ifadedeki sözcükler, ilkinde "deli Çeçen", ikincisinde "Zelimhan", şeklinde olsaydı, daha iyi olmaz mıydı, diye düşündüm! -"... deli Çerkez..." 19, 20 -"Çeçenistan... bir köy var. Adı Selimhan" 181 * Yazar, genelde, kendine has bir üslup oluşturmuş, yer yer de, şu aşağıdaki örnekte olduğu gibi, benim çok hoş bulduğum estetik bir anlatımı yakalamış! -"Janset'i gören Hacmurd'un gözlerinde pespembe, bembeyaz, yemyeşil, mosmor, kıpkırmızı renkler uçuştu. Bu renk cümbüşü içinde Hacmurd, bahar dallarını aralayarak mavi göklere uzandı. Dağları, ovaları, vadileri geçti. Başlam dağının zirvesinde durarak ufukların ötesine baktı. Sevinci, neşesi, coşkuya dönüşerek menekşe rengine odaklandı. Ceylan gözündeki hüznün, karaca bakışındaki masumiyetin, durgun suların berraklığı içinde yakamozlandığını gördü. Kartalın gururu, Kuğunun zarafetiyle birleşince; yüreğindeki volkan bir yanardağ gibi patlayarak bütün bedenini sardı. Bedenini saran ateş, yatağında sakinleşen sel gibi yavaş yavaş duruldu. Çünkü O, yüreğindeki sevgi gölünün Kuğusunu bulmuştu!" 197 * Kitapta, bence, ne yazık ki, bazı yazım kurallarına pek dikkat edilmemiş. Aşağıdaki ifadede olduğu gibi, büyük harfler fazla kullanılmış. -"Balık Ekmek, İskender kebap, Lahmacun ve Pide çeşitleriydi" 149 Birçok yerde gerekmediği halde soru işareti var! Bazı yerlerde yazım hataları olmuş. * Şu anlatımlarda da, sanırım, bir çelişki oluşmuş: -"Ben Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de hukuk birdeydi" 46 -"Atatürk Lisesinde birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de aynı lisede son sınıf öğrencisiydi" 50 * Sonuç itibariyle, bazı görüşlerine katılmasam da, kitabı sevdim. Kıymetli buldum. Yazarını kutluyorum. *** 5.11.2020 Dr. Harunhan Remzi ÖZTÜRK, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara Kitabın büyük kısmı açık bir otobiyografi. Kitabın özellikle bu nitelikte olan kısmını, ilgiyle, severek, ve tamamını, bir çırpıda okudum. * Neden sevdim? Sanırım, her şeyden önce, içtenliği ve insancıllığı yüzünden sevdim. Sonra, birçok yönden "bizi" de anlattığı için sevdim. * Kitapta, genelde, bolca, Sevgi, İnsancıllık, ifade edilmiş, Ayrıca, her tarafına, "Bir hasret içimde çocukluğum! Burcu burcu Çeçen kokulu!" 242, ifadesinde olduğu gibi, diasporik bir hal sinmiş. Yani, bir özlem, Bir arayış, Sanki, bir eksiklik! * Anlatılanlar, yer yer beni düşünmeye sevketti; ben de, bu vesileyle, burada, kitabın bazı yönlerine, bazı düşüncelerimi ifade ederek, değinmek istiyorum. Bunu yapmayı bir görev de sayıyorum. * Kitapta, öncelikle, bir yönüyle Türkiye toplumsal tarihine katkı var! * Bir yerde şöyle denmiş: -"1979.../ Sağ-sol çatışmaları ise bir türlü durmak bilmiyor... yönetim anarşiyi durduramıyor, şehir-şehir, mahalle-mahalle, köy-köy kaos yaratan gençler, sağın ya da solun maşaları olarak ortalıkta kol gezip terör estiriyordu./ Benzin yoklara karışmış, gaz tefecinin elinde altına dönüşmüştü. Bakkallar karaborsacı olmuş, kardeş kardeşe düşman kesilmişti. Anadolu kan kusuyordu./ Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği nesil demokrasinin kalbine saplanan paslı birer hançere dönüşmüştü. Kamplara bölünüp birbirlerini hırpalayan akademisyenler, siyasilerin oyuncakları haline gelmişti.../ 1980'in sonlarıydı. İhtilal olmuş; sağ-sol neşter yiyerek sahneden silinmiş, düşman kardeşler yuvalarına dönmüş, bir imkansız başarılmıştı. Ülke istikrara kavuşmuş görünüyordu. Ne var ki ihtilalin ardından yeni aktörler sahne almaya başlamış, birçok öğretmen ya da öğretim üyesi fişlenerek ya şehirden sürgün edilmiş ya da darp edilerek yıllansınlar diye hapishanelere konmuştu./ Serhan, sağ ya da sol fraksiyonların hiçbirine girmemişti. Ne var ki yeni sahnelenen trajedinin kurbanlarından biri olmaktan da kurtulamamıştı... delidolu Çeçen kimliğini ön plana çıkararak yalnız kurt olmayı seçmişti.../.../... 12 Eylül, sağ-sol çatışmasını bitirmişti ama yurdu kaosa sürükleyen, cumhuriyeti sorgulanır hale getiren iç hesaplaşmayı hortlatmıştı. Alevi olmak veya Sünni olmak ya da Türk olmak veya Kürt olmak pörtleyen irin gibi yayılırken, Anadolu bir başka kadere gebe kalmıştı. Bu başka türlü bir kanamaydı. İç barışın bir başka türlü sorgulanmasının da başlangıcıydı?" 177, 178 * Gerçekten de, tam olarak öyle değil miydi? * Bence, o dönem anlatılırken, keşke, dönemin kamplara ayrılmış gençlik gruplarının birinin içinden bir anlatım da yapılmış olsaydı, çok daha öğretici olurdu, iyi olurdu! Sanırım, yazar bunu yapabilirdi de... Bunun olmaması, sanki bir eksiklik gibi! * Kitaptaki, askerlikte, ve özellikle de üniversite çevrelerinde yaşananların anlatıldığı kısımlar ise tam ibretlik. Bu kadar da olmaz dedirten cinsten. * Mesela, bir örnek olay: Yazar İngiltere'ye gönderiliyor, ama çalışması yarım bıraktırılıyor. Şaka gibi! Oyun gibi! Oyuncak gibi! Ne kadar üzerinde durulup irdelense az sayılmaz mı? * Bu konuya ilişkin anlatımlardan diğer birkaç örnek şöyle: -"Fırat Üniversitesi/.../... Matematik Bölümünde, özellikle de kendi anabilim dalımdaki asistanlar arasında rahat bir çalışma ortamı umuyordum! Ama sukutuhayale uğradım! Düşmanca tavırlar sergileyen cahil sürüsüyle karşılaştım!" 107 -"Kolordu Komutanı... Benim ve diğer üç komünistin "1402" sayılı yasa ile üniversiteden atılmamızı istemiş. Rektör, Kolordu Komutanı'na güvence vermiş ve huzurundan ayrılmış" 108 -"Yemekte beni Kolordu Komutanı'na şikayet eden Mahmut Örgüt de başaktörler arasındaydı. Bir ara Örgüt yanıma geldi. "Hocam, eğer mani olmasaydık hem Kürt hem Alevi hem de Tuncelili olan iki öğrenciyi kadromuza katacaktınız!" Diyerek söze başladı?" 110 -"12 Eylül'ün ardından kurulan YÖK... büyük kıyımı da beraberinde getirdi" 140 -"Ortalık, sağcı ya da solcu oldukları için üniversiteye alınan yandaşların ve cahillikte kariyer yapmış ilkel hocaların arenası gibiydi!" 142, 143 * Bu konuda söylenebilecek ne kadar çok şey var! * Kitapta, ikinci olarak, Türkiye'deki Kafkas diasporasına ilişkin anlatımlar var. Doğrudan, içeriden, olan bu anlatımlar, bence, kıymetli. * Örnek vermek gerekirse, bu konuda, şöyle ifadeler var: -"Çeçen oyununa çıktım. O kadar mutluydum ki; sık sık alkış tutan gençlerin önünde parmak uçlarıma dikilerek, "Takh, Takh, ..." naralar atmaya başladım (Eğil, eğil)! Kuğu gibi süzülen Türkan ablanın etrafında Kartallaştım! Sıkça tekrarlanan "TAK, TAK" Çağrılarıyla defalarca sahne aldım. O geceden sonra, Aysel ablanın, Aysel-Ayten ikizlerin bana yakıştırdıkları "TAK, TAK" lakabı, adımın önüne geçti. O ad altında oynadığım, benzersiz Çeçen oyunuyla yıldızlaştım" 53 -"Kuzey Kafkas Ekibine katılmış oldum... benim gibi karizmatik gençler... gençlerden birinin Selmat'a ilgisi.../ Selmat'ı kaybetmek, ruhumun derinliklerinde büyük bir çöküntü yarattı. Onu kendi hatalarım yüzünden kaybetmiştim. Ancak, hatalarımdan da hiç ders çıkarmamıştım? Yeni serüvenler peşine koştum? Kuzey Kafkas Ekibi içinde, benzersiz Çeçen oyunumla yıldızlaşmıştım... her güzel kızda Selmat'ı aradım. Yetinmedim. Ekibe gelen ya da guruplarımıza katılan her güzel kıza kur yaptım? Hiçbirinde Selmat'ı bulamadım? Sonuçta erkeklerin nefretini kazandım. Kızlar arasında sakıncalı piyade konumuna geldim. Yalnızlaştım! Ekipten koptum! Çerkez camiasından da uzaklaştım!/ Çerkez camiasından uzaklaştım ama ayrık kalabildim mi? Ya folklor oynadığım yılları unutabildim mi? Ayrık kalamadım! Her gittiğim üniversitede bir Kafkas Ekibi kurdum. Kendimi avutmaya çalıştım./ İlk Kafkas Ekibini... Trabzon'da KTÜ bünyesinde kurduk.../ İkincisini Elazığ Fırat Üniversitesinde kurdum" 54-56 -"Mine, annesinin yanında yetişmişti. Çerkez adetlerini bilmiyordu. Dahası Çerkez olmanın ayrıcalığının da farkında değildi. Zaman içinde... kimliğin saygın bir taşıyıcısı da oldu" 57 -"1960'larda, Ankara Kuzey Kafkas Derneğinde bir avuçtuk! Ama saygındık ve gücümüzün doruklarındaydık. Çerkez'i, Abaza'sı, Asetin'i, Çeçen'i, Karaçay'ı, Tatar'ı... İle birlik ve beraberlik içindeydik. O günün koşullarında bugünün Çerkez Derneği (Beş Evler) binasını, yeriyle birlikte bizler almıştık. Orayı alırken her uruktan insanın emeği ve alın teri vardı. O emekçilerin içinde en büyük paya sahip olanlardan biri de Değerli Öğretmenimiz Sayın Elbruz Gaytaoğlu idi! O, o yerin temeline alın terini akıtan bir Kafkasyalıydı. O saygın bir Asetin'di ve bizim sevgili hocamızdı. O, bizlere, sadece Kafkas oyunlarını öğretmedi! Etnik ayrımcılığın sakıncalarını, Kafkasyalı olmanın saygınlığını, birlik olmanın gücünü, o gücü paylaşmanın sevincini de öğretti.../ O yıllarda... Hiçbir şekilde etnik ayrımcılık sorunu yaşamadık. Sevgi, saygı ve hoşgörü içinde bir olmanın onurunu paylaştık!/ Ne hazindir ki, 70'lirde sağ ve sol çatışmasına takıldık, aile yapımız bozuldu! Şimdilerde ise, "Etnik Ayrımcılık" çarklarına takıldık, o çarkın dişlileri arasında pupa-yelken meçhule gidiyoruz?/ Hep merak ettim! "Kuzey Kafkas Derneği" adını "Çerkez Derneği" adına çevirerek "Etnik Ayrımcılık" meşalesini yakan ya da yaktıranlar kimlerdi? Bu dirlik ve birliğe çomak sokan akıl sahipleri, Elbruz Gaytaoğlu olmasaydı? Bu kadar Çerkez'in bir araya gelemeyeceğini biliyorlar mıydı? Adını değiştirme gafletinde bulundukları binanın sahipleri olamayacaklarını biliyorlar mıydı? Peki Kuzey Kafkas Derneği adını Çerkez Derneğine çeviren ayrılıkçılar, Saygın bir Asetin olan Elbruz Gaytaoğlu'nun hatırasına kara çaldıklarının farkında mıydı? Merak ediyorum, bu ayrılıkçı Çerkezler benim "Ben Kafkaslıyım Deme" adı altında aşağıda yazdığım şiiri nasıl bir duygu altında yorumlayacaklar?" 58, 59 -"Hegel, "Ruhun Felsefesi" adlı yapıtında; "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özelliğe ulaşmakta... böylelikle dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişmesi Kafkas ırkı ile başlar" demektedir. Hegel bile Kafkas ırkı ile başlar diyor, Çerkez Irkı ile başlar demiyor!/ Dünyada, tarihin bilinen dönemlerinde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus ya da uruk bulmak güçtür. Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalı olmayı, kendi içlerinde bir saygınlık olarak kabul etmişlerdir.../.../... Adlarımıza destanlar düzenlendi? Bu da bizleri şovenistçe özelleştirdi ve birbirimizi bile beğenmez hale getirdi!/ Çok özel olduk! Öylesine özel olduk ki; bir ulus olma şansını yitirdiğimiz gerçeğini göz ardı ettik? Birlik olma şansımızı da tepmeye başladık? Mensup olduğumuz urukları göklere çıkarırken, mensup olmadığımız boyları dışlayarak birbirimizi hırpalar olduk./.../ Birlik olursak; güçlü oluruz!.../.../ Birlik olmak için; etnik kimlik asabiyetinden kurtulmalı, eğitimli olmalı, siyaseti bilmeli ve şovenist davranışlardan kaçınmalıyız... Utanılacak bir şey de toplumumuzdaki iki başlılık. Kafkas Konseyi? Çerkez Derneği?" 61-63 * Görüldüğü gibi, çok farklı şeyler söylenebilecek çeşitli görüşler dile getirilmiş. Keşke daha çok yazılsa. Tartışma olsa. İnsanlar birbirini daha iyi anlasa. * Ben, burada, sadece ayrımcılık konusunda şunu söylemekle yetineceğim: Yazarın burada dile getirdiği ayrımcılık konusundaki görüşleri, kuşkusuz, son derece iyi niyetli bir bakış açısını yansıtıyor. Ama, bence, hiç gerçekçi değil; ayrılmalar, çok doğal ve eşyanın doğasının gereği. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki baskıdan 1960'larda kurtulan Kafkas kökenli insanlar o dönemde baskının getirdiği etkinin tesiriyle çekingen bir şekilde bir araya gelmiş, ama, 1980'lerin sonlarında Sovyetlerdeki baskının da bir ölçüde ortadan kalkmasıyla bütün etnik gruplar doğal isteklerini dillendirmeye başlamışlardır, denemez mi? Bence, çok doğal bir süreçtir, denebilir! * Ayrıca hiçbir zaman gerçek birlik söz konusu olabilmiş midir? * Şunlar da var: -"Haydar Çerkez kızlarını düşünmeye başladı. Güzeldiler! Kişilikliydiler! Kendilerinden emindiler! Korkusuzdular! Dışa dönüktüler! Delikanlıların da kızlardan arta kalır yanları yoktu. Ama kendi içlerinde kapalıydılar. Dışarda olan herkes onlar için yabancıydı" 148 -"Beyazların Zencilere bakış açısı ne idi ise, Çoğu Çerkez'in dışarıdakilere bakış açıları da aynıydı. Bir farkla özde memlekete dışarıdan gelenler onlardı? Allahtan bütün Çerkezler aynı değildi. Kendilerini aşmış olanlar vardı" 155 * Burada dile getirilen görüşler, çok katı değil mi? Bence, doğrulukları tartışılabilir nitelikte! * Yukarıda belirttiğim yönleri önemli, ama, kitabın, benim için asıl kıymetli olan yönü başka. O da şu: Bu yayın, benim bilgilerime göre, Türkiye'deki Vaynah diasporasına ilişkin ilk yazılı anlatım. Yani, bir ilk. Bu yüzden, bence, çok kıymetli. Üstelik, doğrudan, içeriden ve çok açık bir anlatımı var. Bence, bu özelliği, kıymetini daha da arttırıyor. * Bazı örnekleri şöyle: -"Dedem öldü! Dedem öldüğünde, üzülmüş ve çok ağlamıştım. Benden başka ağlayanlar da vardı! Ama üzülenler var mıydı? Onu hiç bilemedim!/... Çeçenler varlıklı insanlardı. Kendi aralarında birlik ve dirlik içindeydiler. Hoş görülüydüler ve sevgi doluydular. Yıkılmaz ve yenilmez görünüyorlardı! Talihsiz bir kan davası oldu! Tılsım bozuldu! Hoşgörü gitti! Birlik ve dirlik de yitti. Bu da önce Öztürkleri, daha sonra da diğer aileleri yerlerinden, yurtlarından etti. Yeni yurt arayışı, yeni iş arayışı serüvenine döndü" 12 -"Çocukluğumun en büyük gizemi ise, gece yatmadan önce Anneannemin koynunda onun Kafkasya'ya ilişkin anlattıkları hikayeleri dinleyerek uyumaktı./ Anneannem, Çeçenlerin yurtlarından sürülüşlerini anlatırdı: "Üç yüzyıl Çarlar halkımızı baskı altında ezdiler. Halkımız da Çarların saldırılarına aynı şekilde karşılık verdi. Sonra sahneye Komünistler çıktı. Önce sahte sözler vererek halkımızı kandırdılar, arkasından vahşette Çarları aratır oldular. Sonuçta Çarlık zamanından kalma önyargıların kurbanı olduk! Komünizm de bize aynı şeyi getirdi" derdi./ Savaşlardan bahsederken, "Rus işgalcileri, ilk savaşlar sonunda, saldırı bedelinin bilançosunu ağır ödemeye başlayınca, taktik değiştirdiler. Yalan, aldatmaca ve entrikalarla başlatılan yeni savaş biçimine Çeçenler alışamadılar! Bu da bizim felaketimiz oldu" derdi./ Saygı yerine korku, güven yerine kuşku yaratan Rus işgalcilerine karşı kazanılan zaferlerden bahsederken; Anneannem heyecanlanır, bu zaferlere adlarını yazdıran kahramanları anlatırken, güçlü ve karizmatik bir kişiliğe bürünürdü./ Anneannem: "Zaferlerin ardından gelen felaketler; düş kırıklığı, acı ve endişeyi getirdi. Böylece, kaderleri kanla yazılan ve yurtlarında yaşam hakları ellerinden alınan Çeçenlerin bir kısmı bizim gibi topraklarını terk etti. Bir kısmı da Rus zulmüne karşı direnmeye devam etti. Bu direnenlerin bir kısmı acımasızca katledilerek imha edildi. Kalanların tümü ise 23 Şubat 1944'te, Rusların büyük bayramı olan Kızılordu Gününde Jozef Stalin'in emriyle hain ilan edilerek, verimli Kafkas ovalarından, Aral Gölü'nün kuzeyindeki bozkırlara yerleştirilmek üzere sürüldüler" der, acıyla yüzünü buruştururdu. İşte o zaman, yüzünün canlılığı gölgelenir, kederle buğulanan gözlerinden hüzün akardı!" 18, 19 -"Harun... Askerden geldiği zaman, varlık içindeyken yokluğa düştüğünü görerek büyük bir şok yaşadı. Babası hayatta değildi, ailenin reisi konumuna gelen en büyük ağabeyi de ona metelik bırakmadan horantasıyla birlikte şehre göçmüştü./.../ Başkente gittiği yıl, ihtiyacı olduğu halde, büyük ağabeyi Şamil'den hakkı olan parayı talep etme girişiminde bulunmadı! Hatta çocuklarına bile bu talebi yasakladı" 35 -"Vela... Babama; "Bizimkiler, Çeçenlerin; hemen her konuda yenilmez olduklarına inanır, asla parçalanabileceklerine ihtimal vermezdi. Birinizi hepinizde, hepinizi de birinizde görmek size ait bir ayrıcalıktı... Yalçın kayalar gibi birbirinize çarparak bölünmeniz de size özgü oldu..." dedi. Babam... "Aslında bizi ayrıcalıklı yapan ve ailelerimizi bir arada tutan bağlar adetlerimizdi. Zaman içinde adetlerimiz yara almaya biz de gücümüzü yitirmeye başladık..." dedi" 40 -"Eşref, onu tanıdığımı sanıyordum? Gönlümdeki yeri, doldurulamayacak bir değere sahipti! Bir menfaat çatışmamız oldu? İki tümce ile yüreğimde derin bir yara açtı. Kanattı. Öylece bıraktı.?/ Serpil, sevgi dolu! Akıllı, hırslı ve becerikli! Ailenin duayeni! Ancak gururunu, kibriyle gölgeliyor. Eşref'in arkadaşı ve destekçisi! Bana yakınlığı? Hüzün doluyum?!/... babamla... annemle birlikte dörtlü bir koalisyon oluşturmuşlardı. Şeref'le ben dışarılardaydık!/ Babam da bir yazardı! Bazı, hatıra notları vardı! O notlar küçük kardeşlerimin tekelinde kaldı? İçeriklerini hiç bilemedim?" 39 -"Birden, "Baba, Şamil Amcamdan payımıza düşen parayı neden istemiyorsun?" deyiverdim. Babam güldü, "Oğlum, ailemizin reisi dedendi. O öldü. Şimdi ailemizin reisi Şamil Amcan. Onun için para da onda" dedi" 45 -"Düğünün, geç başlama nedeni, Yukarı Hüyük Köyü gençlerini saf dışı etmekmiş? Hakları da varmış? Bizden sonra düğüne Yukarı Hüyük köyünden bir genç katılmış. Sarhoş gencin taşkın davranışları yüzünden düğün dağılmış!" 47 -"Başkente geldiğim günün akşamı, kuzenlerimle gençlik parkına gitmiştim; renk cümbüşü içindeki o dünyaya mest olmuş, Ankara'yı dünyanın en güzel yeri saymıştım! İstanbul, Büyükada'da dayımın yanına gittiğimde fikir değiştirmiş, en güzel yer İstanbul demiştim. İngiltere'ye gittiğimde Brighton'a hayran kalmış, güzelliği o şehirde bulmuştum. Ama en güzel şey, çocukluğumdu! En güzel yer ise Bozkurt Köyüydü! En kutsal kurum, ailemdi! Artık o köy yok! Canım kadar sevdiğim, varlıklarıyla gurur duyduğum o ailem de yok!" 114 -"90'ların başında Çeçen-Rus savaşı başlamıştı. Bu savaşta Serhan taraf olmuş, maddi ve manevi bütün olanaklarını kullanarak Çeçenlerin yanında yerini almıştı. Bu durum, Süreyya ile aralarının açılmasına sebep olmuş, birliktelikleri yara almaya başlamıştı. İki binlere gelindiğinde ise bu yara kronikleşmiş, çaresiz bir hal almıştı. Büyük bir aşkla başlayan evlilik bağları, anlamsız bir çatışmayla hırpalanarak incelmiş, sonuçta taşınmaz bir hal alarak kopmuştu./ Serhan, boşanmakla kalmamıştı. Annesini ve babasını kaybetmiş, dayısıyla olan bağlantısını da yitirmişti. Yalnızdı!/ Yeniden evlendi. Emekliye ayrılarak Ankara'ya yerleşti... ama ekonomik zorluklar içindeydi. Emekli maaşı yetersizdi. Yetmezmiş gibi, yeni eşi de sağlığını yitirerek doktorlara bağımlı hale gelmişti. Bu durum, doktorların ellerini Serhan'ın cebine musallat etmiş, onu önlenemez bir borç batağına sokmuştu.../.../ Çok geçmeden, bir dershanede aradığı şansı buldu ve orada greve başladı. Sevinçliydi. Bir başka sevinci de Cemal dayısının izine rastlamasıydı./ Serhan... dayısının ziyaretine gitti.../... ziyarete... kardeşlerini de götürmüştü. Ancak kardeşleri, bir daha dayılarının ziyaretine gitmemişti. Hatta dayılarının hasta olduğunu öğrendiklerinde bile ilgilerini esirgemişlerdi? Serhan bu durumu irdelemedi ama annesinin ve babasının yokluğunda zayıflayan akrabalık bağlarına üzülerek hayıflandı" 178, 179 * Burada da, çok şeyler söylenebilir! Keşke, başka başka anılar yazılabilse. Daha çok anlatılsa ve daha iyi anlaşılsa. İnsanlara iyi gelmez miydi? Kitapta, fazlasıyla, her biri bir roman konusu, ve ayrıca travmaya neden, olabilecek nitelikte olan, toplumsal ve bireysel, hüzün var! Ve, sanki, hüzün her yere sinmiş, gibi! Sanki, eksik bir şey var; aranıyor! * Bir yerde de söyle denmiş: -"1960'lı yıllarının sonlarıydı... Mehmet KETE, Rus ordusunda subayken, oradan kaçmış, Türkiye'ye iltica etmiş bir Çeçendi. İltica ettiği rütbe ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kabul edilmişti... Ben onu tanıdığım zaman, doksan yaşın üzerinde anıt çınara benzeyen bir emekli albaydı... Kalemleriyle Kafkas halklarının kalplerini fetheden Rus yazarlarını anlatırken, gözlerinden sevgi akardı. Özellikle Lermontov için; "Bütün Kafkasyalılar, Lermontov'u kalplerinde sevgiyle yaşatırlar" derdi" 201, 202 * Bense, burada ifade edilenden görüşten farklı olarak, genelde Rus yazarlarının Kafkas kökenli halklar hakkında olumlu şeyler yazmadıklarını, basbayağı ırkçı olduklarını, düşünüyorum, ve yazdıklarını da sevimli bulmuyorum. * Kitaptaki birkaç hususla ilgili olarak da şunları düşündüm: -Şu iki ifadedeki sözcükler, ilkinde "deli Çeçen", ikincisinde "Zelimhan", şeklinde olsaydı, daha iyi olmaz mıydı, diye düşündüm! "... deli Çerkez..." 19, 20 "Çeçenistan... bir köy var. Adı Selimhan" 181 -Çeçen ya da Lezginka, adlı hikayedeki Avar Melik Ahmet karakterinin etnik kimliği, s. 194, belirtilmemiş olsaydı, keşke, diyorum! -Elbruz adlı hikayeyi, s. 230-241, ve, o hikayedeki ölü varken düğün yapılmasını gerektiren geleneği sevmedim. * Yazar, genelde, kendine has bir üslup oluşturmuş, yer yer de, şu aşağıdaki örnekte olduğu gibi, benim çok hoş bulduğum estetik bir anlatımı yakalamış! -"Janset'i gören Hacmurd'un gözlerinde pespembe, bembeyaz, yemyeşil, mosmor, kıpkırmızı renkler uçuştu. Bu renk cümbüşü içinde Hacmurd, bahar dallarını aralayarak mavi göklere uzandı. Dağları, ovaları, vadileri geçti. Başlam dağının zirvesinde durarak ufukların ötesine baktı. Sevinci, neşesi, coşkuya dönüşerek menekşe rengine odaklandı. Ceylan gözündeki hüznün, karaca bakışındaki masumiyetin, durgun suların berraklığı içinde yakamozlandığını gördü. Kartalın gururu, Kuğunun zarafetiyle birleşince; yüreğindeki volkan bir yanardağ gibi patlayarak bütün bedenini sardı. Bedenini saran ateş, yatağında sakinleşen sel gibi yavaş yavaş duruldu. Çünkü O, yüreğindeki sevgi gölünün Kuğusunu bulmuştu!" 197 * Kitapta, bence, ne yazık ki, bazı yazım kurallarına pek dikkat edilmemiş. Aşağıdaki ifadede olduğu gibi, büyük harfler fazla kullanılmış. -"Balık Ekmek, İskender kebap, Lahmacun ve Pide çeşitleriydi" 149 Birçok yerde gerekmediği halde soru işareti var! Bazı yerlerde yazım hataları olmuş. * Şu anlatımlarda da, sanırım, bir çelişki oluşmuş: -"Ben Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de hukuk birdeydi" 46 -"Atatürk Lisesinde birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de aynı lisede son sınıf öğrencisiydi" 50 * Sonuç itibariyle, bazı görüşlerine katılmasam da, kitabı sevdim. Kıymetli buldum. Yazarını kutluyorum. *** 5.11.2020