14 Eylül 2025 Pazar

DAĞLAR UNUTMAZ ÜZERİNE

YAZAR: SULAYEV MOHMAD, ÇEVİREN: AHMET IŞIK, Orijinal adı: Lamnaş sta disdo, Orilinal basım: 1990 Grozni, Basılmamış metin


Kitapta esas konu 1944 Vaynahx sürgünü. O dönemde bazı halklar toplu olarak sürgün ediliyorlar. Yazar kendisinin de yaşadığı bu sürgünü konu ediniyor.

Bu konu anlatılırken dönemin Çeçen ve Sovyet toplumsal ve siyasal yaşamları hakkında da önemli bilgiler veriliyor.

Öne çıkan en belirgin husus Stalin ve yandaşlarına yönelik eleştiri. Stalin dönemindeki Sovyet uygulamaları çok ağır bir biçimde eleştiriliyor. Esas olarak gizli servis NKVD marifetiyle çok yoğun bir baskı mekanizması kurulduğu ve her vesileyle parti ve toplum içinden insanların katledildiği anlatılıyor. 

*

Kitaptaki bazı anlatımlar şöyle.

*

Diğer çeşitli olumsuzlukların yanısıra Kazakistan’a sürgün edilenler çok fazla sayılarda açlıktan ölüyorlar:

“Bu hastahane 40 yatak kapasiteli olmasına karşın şu anda bile 60’tan fazla hasta kabul etmiş durumda. Bunların çoğunluğu açlıktan hastalanmış kişiler ve her gün birer ikişer ölüyorlar. Önceleri ölenleri yakınları tarafından gömülüyordu. Şimdi gömecek kimse de kalmadı. Hastaların hayatta kalan yakınları açlıktan bitap düşmüş evlerinde yatmaktalar. Ezau cesetleri gömmesi için arabacımızı görevlendirdi; cesetleri buradan oldukça uzağa, usulüne uygun ve yeterince derine gömmesi için de defalarca tembih etti. Bu sorunla daha önce de karşılaştık. Cesetlerin üzerini hafifçe bir toprakla örttüğü için Ezau onu azarlayıp kınama cezasına çarptırmıştı; ama yine de o namussuz herif bir türlü akıllanmıyor!

         –Peki kim bu açlıktan ölenler?

         –Özel statülü göçmenler... Çoğunlukla Çeçenler.”

*

Kerim bu duruma ilişkin bir dilekçe hazırlıyor. Ama tecrübeli doktor şöyle tavsiyede bulunuyor:

“Bu satırı “Açlıktan ölüyorlar” diye yazdığın bu sözcüklerin yerine, “Yiyeceğin yetersiz olması nedeniyle insanlar distrof*i olup ölüyorlar” diye yumuşat. Sovyetler Birliği’nde insanlar açlıktan ölüyorlar, demek politik olarak tepki alır. Sonra burada yönetime yaptığın suçlamalar yerine de suçu kolhoz işçilerine yükle: “Onların iyi çalışmamaları sonucu, bu zor savaş ortamında kolhozun ve Sovyetler Birliği’nin çok ihtiyaç duyduğu insan gücü boşu boşuna yok olmaktadır” diye yaz... Bir de... Burası... Altına kendi ismini değil de herhangi bir isim yaz. İmzanı da atma. Hatırlıyorum da, bizim Almanlardan birisi bu tür bir mektup yazmıştı da, devlete karşı yalan propaganda yapıyorsun, diyerek on yıl hapse mahkûm etmişlerdi.”

*

Kerim’in dilekçesine cevap da şöyle oluyor:

“Genelge; oradaki kolhozun, işçilerin, köylünün  görevlerini tam anlamıyla yerine getirmeyip zamanında önlem almadıkları için; çoğunlukla toprak işçilerinin, özellikle özel statüdeki göçmenlerde beslenme ve vitamin eksikliğinden distrofi hastalığı oluşmuş ve bir çoğunun ölümüne...” ama açlıktan kelimesi hiç geçmiyordu. Sonuç olarak, kolhozun gereksinim duyduğu bu işçileri ölmekten kurtarmak için gelen bu genelge, bölgedeki tüm kolhozları, köyleri ve işçileri sorumlu tutuyordu.

         “Özel statülü göçmenler için en kısa sürede kolhoz bünyesinden, onların sonbahardaki paylarına mahsup edilmek kaydıyla sınırsız şekilde et, süt ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması, bu organizasyonun ciddî bir şekilde yürütülmesi için her kısıma bir sorumlu tayin edilmesi, o bölgenin sorumlu doktoru ve kolhozun muhasebecisi ve özel statülü göçmenlerin baş mümessilinin sorumlu tutulmasına...””

*

Açlıktan ölüm karşısındaki bir Çeçen tavrı şöyle anlatılıyor:

“İlerdeki sedirde ise üzeri yorganla örtülmüş bir erkek yatıyordu. Adamın sadece tıraş edilmiş kafası görünüyordu. Kadının yanına yaklaşarak:

         –İyi günler.

         Kadın güçlükle başını kaldırarak:

         –İyi günler, dedi.

         Kerim, parmağını sedirde yatan kişiye doğrultarak:

         –O kim?

         –Kocam

         –Uyuyor mu?

         –Öldü... Bu üçüncü gün...

         –Vahh!...

         Kerim yaklaşarak adamın üzerindeki yorganı kaldırdı. Yüzü morarmış, dudakları yemyeşil ve karnı şişti.

         –Neden defnetmediniz?

         –Kim defnedecek?

         Kerim bu kez eski çuvallarla örtülü yığını işaret ederek:

         –Peki bunların altında ne var?

         –Çocuklar.

         –Nasıl?... Çocuklar?...

         –Çocuklarım... Öldüler... İki gün önce...

           Kerim, eski çuvalları kaldırdığında büyüklük sırasıyla yan yana yatan dört çocuğu gördü. Hepsinin de görüntüsü aynıydı. Yemyeşil şişmiş dudaklar, şişmiş karınlar ve ipince bacaklar... Kerim’in, tüm vücudu acıyla sarsıldı.

            –Peki sen burada oturmuş ne yapıyorsun?

            –Başka ne yapabilirim?

         –İnsan hiç değilse çıkıp dilenir!

         –Eşim ölmeden önce bu tür şeyleri yapmamam konusunda beni uyarmıştı. Dilenmektense burada ölümü beklemenin daha doğru bir davranış olacağını söylemişti. Kapı ve pencereleri kapatıp... burada ölmemin...

Güçsüz başıyla kanepeyi işaret ediyordu.

         –Adın ne?

         –Mariğız... Cuğurt’un kızıyım

         –Soy ismin?

         –Bilmiyorum

         –Rusça biliyor musun?

         –Tek kelime bile bilmiyorum... Biz melhi’yiz,* dedi Mariğız, böbürlenerek.

         –Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?

         –Burada ölmeyi... Çocuklarımın yanında... Onunla yan yana...

Yine güçsüz başıyla kanepede yatan kocasını işaret etti.

         Kerim, kapı ve pencerelerin neden böyle sıkı sıkıya kapatılmış olduğunu anlamıştı. Kadın, kendilerini defnedecek kimseleri olmadığını bildiğinden o evi, kendilerine bir mezar olarak hazırlamıştı.”

*

Sürgün döneminde bir yerde insanların diri diri yakıldığı şöyle ifade ediliyor:

“Ondan sonra, şehrin derbentlerinden ve bazı yerlerinden toplayıp getirmiş olduğumuz yüze yakın kadın, çocuk ve ihtiyar, Kolenkin, bir okula doldurup üzerlerinden kapı ve pencereleri sıkıca kapattıktan sonra diri diri yaktı!”

*

Stalin dönemi uygulamalarından diğer bazıları da şöyle anlatılıyor:

“Stalin’in şüphelenmesi yetiyor. O şüphelenmiş olduğu herkesi, suçu olup olmamasına bakmadan, acımasızca çiğner... Üstelik devletin yararına olup olmadığı da umurunda değildir... Bunu sadece kendi egosunu tatmin için yapar, dedi Venkin.”

*

“–O neyse, Gamzatov’a ne demeli, diye şimdiye kadar sessizce duran, sapsız gözlükleri olan ve Frunza’dan buraya misafir gelmiş, tarih öğretmeni Tuhan Fargizov araya girdi.

         –Bu da kim? (içlerinden biri başını kaldırıp sordu.)

         Herkes birbirlerine bakıp kaldı.

         –Bizim Dağıstanlı... Bizimle kardeş halk sayılan Avarlardan...

         –Her neyse, Moskova’da yayımlamış olduğu bir kitapta “İmam Şamil Çeçenlerin kurdu, İnguşların yılanı olmuş” diyerek, onunla birlikte halkımızı da aşağılayarak... diye anlatıyordu Tuhan.”

*

“1937 yılında? NKVD istediğini yapıyordu; çünkü Stalin, NKVD’ye çok yetki vermişti.”

*

“–Bizler birçok anti Sovyet örgütleri üyeleriyle birlikte deşifre ettik ve sorguları sonunda onların uzantılarının buraya kadar uzandığını tespit ettik. Tespitlerimize göre burada en azından altı yüz kadar ya da daha fazla Sovyet düşmanı var... Onları deşifre edip yolumuzdan çekmeniz gerek. Bunu bizim başkentten yapmamızı beklemeniz biraz hayalcilik olur. O nedenle başkent bu işi bitirmeniz için size üç ay zaman tanımıştır... (bazen de söylediklerini unutup altı ay diyorlardı.) Her geldiklerinde bizlere bu tip şeyler söyleyip gidiyorlardı. Sonra bizim üstümüz, tüm bölgelerdeki NKVD bölge yöneticilerini toplayıp o “altı yüz Sovyet düşmanını” aralarında, onları vergi tahsilatına gönderir gibi, her bölgenin büyüklüğüne oranla tutuklayacakları insan sayısını bölüştürürdü. Onlar da, varsa da yoksa da o düşmanları(!) tutuklamak zorundaydılar... Bu furya geçer geçmez hemen arkasından yine buna benzer bir operasyon daha başlatıyorlardı. Böylece insan kıyan değirmenin durmasına fırsat vermeksizin düşman(!) sayısı sürekli arttırılıyordu.

         –Aman Allah’ım!... (Kerim başını salladı) Siz çekistlerin arasından, kanunlara aykırı bu duruma itiraz edecek hiç kimse çıkmıyor muydu?

         –Çıkmaz olur mu? Tabi ki çıkıyordu: Ahmat Mejiev... Alak İbragimov... Rudakov, ve başkaları... Kendilerini öldürüleceklerini bilseler dahi rüşvet almayacak olanlar, dürüst ve yasalara bağlı olanlar... Fakat onlar da işin farkındaydılar. Çünkü ağızlarını açacak gibi olanlar anında bir iftiraya uğrayıp ardından kaybediliyorlardı... Bu dürüst insanları ve onlar gibilerinin elini kolunu bağlayan bir şey daha vardı: Her zaman hiyerarşide yerini almış olan askerî disiplin: Üstün söylediği, ast için bir kanun oluyordu! O nedenledir ki tüm NKVD’yi Stalin avucunun içine almıştı.

            –Yasadışı onca olay nasıl oluyordu ve nasıl yasalara uydurabiliyorlardı?

         –Uyduramıyorlardı... Yasaya uydurduklarını sandıkları da yasalara uygun değil ve hepsi birer keyfî davranıştı... Bak şimdi: Savcılıktan tutuklama belgesi olmadığı müddetçe bir kişiyi tutuklayamazsın; ama o zamanlar bunun tam tersi oluyordu. Kişi tutuklandıktan sonra savcılık tutuklama belgesi hazırlıyordu. Sonra zanlıyı hapsetmek için savcının ceza hükmünü tasdik etmesi gerekir. Örneğin, zanlının suçu iki gerçek şahit ve birçok aleyhte delille sabit görülmüşse, savcı mahkûmiyeti onaylar ve tutuklu hapsedilirdi. Ama o zaman işler böyle yürümüyordu: NKVD istediği anda istediği kişiyi hiçbir gerekçe göstermeden tutuklayabiliyordu. Peki yargılama nasıl oluyordu dersin? Seçimle gelmemiş, kimsenin tanımadığı ve hiçbir yasal dayanağı olmayan kişiler tarafından, savunması dahi alınmadan verdiği kararlarla oluyordu. O zamanlar kanuna uygun olan neydi biliyor musun? Hiçbir suçu olmadığı hâlde tutuklunun, kendisine isnat edilen suçların tümünü üstlenmesi. Tabii ki bu kabul ettirme işlerini de yine NKVD yapıyordu. Üstlenmek istemeyenlere ise kabullenene kadar işkence yapılıyordu.

            –Nasıl ?... Ne yapıyorlardı?... Anlatsana!... Kerim o yıllarda yapılmış olan işkenceler hakkında çok şey duymuştu; ama buna rağmen yine de onun ağzından duymak istiyordu.

         –Ne mi yapıyorlardı?... Dövüyorlardı!... Canı çıkıncaya kadar! Boynuna ısıtılmış demir toplar asıyorlardı!... Yüzüne saatlerce çok ışık veren projektör tutuyorlardı, uyutmuyorlardı... Bunun gibi birçok şey!... Tutuklananı bir an önce ölüp kurtulmayı isteyecek hale getiriyorlardı. Sonunda kendisine isnat edilmiş tüm suçları kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Okur yazar olmayanlara hazırlamış oldukları ifadeleri onu aldatarak imzalatıyorlardı; ama çoğu zaman o ifadeleri bile hazırlamaya zamanları olmayıp ifadeleri imzalatmadan da kurşuna dizdikleri çok oluyordu.”

*

“–Bak buna inan. (Bakar, tekrar konuşmasına devam etti.) Sonunda olması için can attığım şey nihayet olmuştu: Bilgilendirme raporu geldi: Ejov, yasadışı işler yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştı! Ondan sonra hızla o yasadışı keyfî hareketlerde bulunanların tümü toparlanıp kurşuna dizildiler; Aleysenko ve onun gibi NKVD çalışanların da birçoğu... Ondan sonra ben ve benim gibileri rahat bir nefes almıştık; ama yanıldığımızı çok kısa bir süre içinde anladık. Ejov’un yerine atanmış olan Beriya da o planı tekrar uygulamaya koydu. Yine suçsuz ve günahsız insanların tutuklanıp öldürülmesi başlamıştı; ama bu kez yasalara uydurma işini çok sıkı tutuyorlardı. Tutuklanmış olanın kurşuna dizilmeden önce ifadesi titizlikle hazırlanıp imzalatılmış olması gerekiyordu. Tutuklayanın, kurnazlıkla ifadeyi imzalatması ise her şeyden daha önemli sayılıyordu. Ama onu imzalatma yöntemleri yine eskisi gibiydi. Fakat şu gerçekti: Tutuklananların işkence gördüğü duyulacak olursa sorgucuların işleri tehlikeye giriyordu. O nedenle şimdi iz bırakmadan işkence yapmanın yöntemlerini bulmuşlardı. Böylece tutuklunun kendisine yönelttikleri tüm suçları kabul edip ifadeyi imzaladığında onu kurşuna dizmek için karar vermeleri kolaylaşıyordu. Pes etmeyerek yapılan işkencelere dayanıp, suçlamaları kabul etmeden direnenleri, çoğunlukla serbest bırakmamak için hapis cezasıyla içeride tutuyorlardı.

         –Peki öyle direnenler oluyor muydu? Kerim kendi başına gelenleri hatırlayıp sordu.

         –Bazen oluyordu! Kendisine yapılan onca işkencelere rağmen... Örneğin, o zamanlar tutuklanmış, cumhuriyetin genç  savcılarından ve Çeçen yazarlarından biri olan Mamakaev Mahmud... Kendisini sorgulamak için içeri alan sorgucunun yüzüne, masada duran şekerliği vurmuştu. Onun tabancasından çıkacak olan kurşunla oracıkta ölmek düşüncesiyle... Yaşamından ve o işkencelere göğüs germekten bıktığı için. Ama onu öldürmediler: Yine el ve ayaklarını bağlayıp işkenceye devam ettiler. Bir elini sakatlayıp, dişlerini söküp, bir kaburgasını da kırmışlardı. Mamakaev, ertesi gün kendine geldiğinde sorgucuya: “Yaz, şimdi tüm suçlamaları kabul ediyorum” demişti.”

*

“–Onlara, gerçek adımı, kim olduğumu ve başımdan geçenleri tek tek anlattım (diye sözlerine devam ediyordu Uveys) Ama faşistlerin silah fabrikasında çalıştın, diyerek beni vatan haini ilan edip hapse attılar. Sonra beş yıl Sibirya’daki bir temerküz kampına gönderdiler. Kendimi sürekli karanlıkta gibi hissettim. Ne niyetlerle savaşa katılmıştım! Ama sonuçta başıma bunlar geldi! Hiç unutamıyordum. Önceleri hayata küsmüştüm; hayatta olduğumu kimseye bildirmek istemedim. Ama sonunda ben de başkaları gibi suçsuz olduğumu kanıtlamak için sağa sola dilekçeler göndermeye başladım. Yazdığım dilekçelerden hiçbirine cevap alamıyordum. Sonunda kamp kumandanı beni yanına çağırttırıp yazmış olduğum tüm dilekçeleri tomar yapıp adetâ burnuma soktu: “Bu anlamsız yalanları yazmaktan ne zaman vazgeçeceksin!... Bir daha bu gibi dilekçe yazmaya kalkışacak olursan hücre cezasına çarptırılacağın bildirildi! Şurayı imzala! Burayı!” Yazmış olduğum tüm dilekçeleri gözümün önünde ateşe atıp yaktı! Sonra beni tehdit edercesine: “Ne bu? Ben Çeçen’im... Beni araştırın, adım ne, nasıl bir insanım?! Mensup olduğun halkın tümünün hain olmaları nedeniyle sürgün edildiğini biliyor musun?... Amma mazeret bulmuşsun: Çeçen’im!” diyerek dilekçelerimdeki sözcükleri tekrarladı.”

*

“–O zaman farklı bir zamandı! Sen de komünistsin bilmen gerek: O zamanlar parti benden onları yapmamı istedi; ben de yaptım. Bir komünist olduğum için!... Üstelik o zaman NKVD de vardı... İnsanları doğrayıp duran... O konuda beni kimse suçlayamaz, özellikle komünistim diyenler, diyerek ellerini havada sallayıp duruyordu Toysum.”

*

Sınıf kavramından uzak bir anlayış şöyle ifade ediliyor:

“–Lev Tolstoy’un da dediği gibi mi, diye sordu Kerim.

            –Aynen öyle! (Anna Lovovna bu soruya memnun olmuştu.) Bence bu gün “Tüm dünyadaki proletarya el ele!” değil de “Tüm dünyanın dürüst insanları el ele!” diye slogan atmamız gerekiyor! Üstelik... Proletaryanın birlik olup bugüne dek hiç zafer kazandığını da göremiyoruz, ne Amerika’da ne de batı Avrupa’da!... Bugün gerekli olan Robesp’in, Marat’ın vermiş olduğu örnekler değil, başka örnekler olmalı: Lev Tolstoy!... Mahatma Gandi!... Albert Şveystep!... Yan Korçak gibi... Dünyanın kol gücünden çok iyi niyet ve dürüstlüğe ihtiyacı var!”

*

Çeçen geleneklerine yoğun bir eleştiri var ve bu konudaki anlatımlardan bazıları şöyle:

“Nurseda’nın düşünceleri olumsuzluğa doğru kaymaya başladı: Kazakistan’da gevşemiş olan Çeçenler’in örf ve adetlerinin görünmeyen ağları, şimdi anayurtlarına geri döndüklerinden sonra tekrar güçlenerek yerlerini almaktaydı. Kızları okullarından alıp evde tutmalar, çok zamandır unutulmuş olan düşmanlıklar tekrar yavaş yavaş hortlamaya başlamıştı. Kadınlara hep dışarıda, işte rastlanmasına karşın, sinemada hiç rastlanmıyordu. Kültürü ilerletmek için mutlaka âdetleri yenmek gerekiyordu!”

*

“Eskinoy’da, kızlarımız için yapımı iki yıldır sürmekte olan küçük bir yurt binası var. Sen birkaç yere yazsan yardım etmezler miydi acaba?

            –Söylediğin zaman fazla sayılmaz Nurseda. Bu tür işler kimi yerlerde dört beş yılı da aşıyor... Yurt binası yapmak kolay mı sanıyorsun? Ama yine de ilgileneceğim.

            –Gerekli parayı bulabilmek için Finans Bakanlığı’na da gittim: Bakanın birinci yardımcısı “Para yok, o tür işler için bu yıl ödenek ayrılmamış” dedi.

            –Duyduğuma göre geçen sene size ayrılan ödeneği kullanmamışsınız ve o ödenek başka işlere aktarılmış.

            –Evet, kullanamadık, inşaat montaj yönetimi yüzünden. Şimdi kendi suçlarını da üstlenmiyorlar: Gerekli malzemeler bulunamadığından alınamadığını ve dolayısıyla paranın başka işlerde kullanıldığını söylüyorlar. Şimdi gerekli malzemeler Glavsnab’da var. Ama şimdi de onu alacak para bulamıyoruz! Sence ne yapmamız gerek?

            –Bence şimdi bakana git; çünkü, bölge komitesinde ağzına biber sürmüşler.”

*

Yazara ilişkin bilgilerden bir kısmı da şöyle:

“YAZAR HAKKINDA ÖNSÖZ”den: “Çeçen ve İnguş’ların 1944 yılı Şubat ayında Stalinciler tarafından ülkelerinden sökülüp sürgün edilmelerinden sonra, 1957 yılına kadar Kazakistan’da Cambulska bölgesinde, çoğunlukla Cambul kentinde doktor olarak görev yaptı.” “1966 yılında en büyük eseri olan (Tovsolta Dağlardan Gidiyor) romanı yayınlandı. Bu eser, Çeçen-İnguş edebiyatından bir örnek olarak Rusça çevirisi Moskova’da 1965 yılında yazarlar birliğine sunulduğunda beğeni kazandı.” “M.A. Sulayev, Sovyet Sosyalist Komünist partisine 1963 yılında kabul edildi. 1968 yılında Çeçen-İnguş Özerk Halk Cumhuriyetinde en başarılı doktor unvanı aldı. RSFSR yazarlarının III. Kongresinde 1970 yılında delege seçildi. 1984 yılında Çeçen-İnguş Özerk Halk Cumhuriyeti, ona Lenin Komsomol ödülünü verdi. Sovyetler Birliği tarafından defalarca madalyalarla ödüllendirildi. Onun “Tovsolta Dağlardan Gidiyor” (İkinci baskısı “Dağlar Unutmaz”) romanından pasajlar, şiirleri ve nesir yazılarını Çeçen edebiyatına örnek olarak Rusyada ve bir çok yabancı ülkelerde çeşitli dillere çevrilerek yayımlanmaktadır./H. Sarakaev”

*

Kitapta iki husus belirgin şekilde öne çıkmış:

-Stalin zulmü,

-Sovyet sahtekarlığı.

Bir de işçi yerine dürüst insan vurgusu ve dolayısıyla Marx'ın sınıf kavramına reddiye var.

Bence Sovyet döneminde çok yoğun Sovyet eleştirisi içeren böyle bir kitabın yazılabilmiş ve hatta yazarının gayet olumlu karşılanmış olması şaşırtıcıdır.

Sanırım Sovyet uygulamaları eleştirilmekle birlikte Lenin’in övülüp sosyalizme inanç belirtildiğinden denge sağlanmış sayılmıştır!

Kitaptaki yaklaşım bu yönden Türkiye’deki İnönü eleştirilerini andırmaktadır. İnönü eleştiricilerinin özenle Atatürk’ü ayırıp tüm günahları İnönü’ye yüklemeleri benzeri bu kitapta da Lenin özenle ayrılıp övülürken tüm suçlar Stalin’e mal edilmektedir. Bence bu yaklaşım hiç doğru değildir ve sorumluluk hepsine ait sayılmalıdır!

Kitapta anlam veremediğim şöyle bir ifade de var:

“Çeçen dilinde doymaktan gayri her şey ölümle eş değerdedir denir:”

*

Kitapta anlatılanlara bakınca ne sosyalizmmiş ama dedim!

En büyük insanlık anlatısı olan sosyalizm uygulamada nasıl rezil bir hal almış!

Sovyetlerden arta kalan insan malzemesinden bazı örnekleri gördüğümde nasıl böyle olabiliyor diye şaşırıp dururdum, ancak bu kitap şaşırmaya gerek olmadığını insan malzemesinden bol örneklerle anlatıyor.,

Sonuç itibariyle bence bir çok yönden çok yararlı bir kitap.

Yazarı ve tercümanı kutlanmalı!

*

14.9.2025

***

EK BİR NOT:

Sovyet sahtekarlığı konusundaki bir tanıklığı daha önce de dinlemiştim:

1997 yılında Grozni'de konuştuğum bir Çeçen iki şeyi açıklıkla ifade etmişti.

1.Bağımsızlık iyi bir şey, ama toplumumuz mevcut haliyle yapamaz.

2.Sovyet döneminde büyükçe bir ilçede parti şefi ve tütün işletmesi müdürüydüm, gelenekti, verim artışı gösterip kişisel fayda sağlamak için diğer çeşitli bölgelerdeki işletmelerle alışverişlerde karşılıklı olarak anlaşıp olmayan ürünlerin gönderildiği ve alındığı şeklinde evrak düzenlernirdi, işletmeler bunu karşılıklı olarak yapar ve sonuçta olmayan verim olmuş gibi görünür ve çeşitli ödüller sağlanırdı.

*



5 Eylül 2025 Cuma

General Musa Kundukhov’un Anıları Üzerine

*

Öncelikle, kendimi içtenlikle ayıplıyorum!

Kendimi, atalarımızın bugünkü yerleşim yerlerine nasıl geldiklerini merak eden, yazması yoksa da okuması olan biri olarak gördüğüm halde, Türkiye’ye Çeçen göçünde en büyük kitleyi organize ettiği anlaşılan Kundukhov gibi birinin anılarını, üstelik bu anılar Türkçe olarak da yayınlanmışken, bugüne kadar okumamış olmak, benim için gerçekten büyük ayıp.

Bu ayıba, ayrıca, Türkiye’ye Çeçen göçünün nasıl gerçekleştiğini yeterince açıklıkla ortaya koyacak çalışmaların bugüne kadar yapılmamış olmasının ayıbından bana düşen pay da eklenmeli!

*

Kitaba dönülecek olursa, kitabın adına, “anılar”dan daha çok, anılardan seçmeler dense daha doğru olurdu, bence.

Kitabın girişindeki yayıncıların sunuşunu izleyen Alihan Kantemir imzalı “BİR KAÇ SÖZ” başlıklı yazıdan sonra, 14-97’inci sayfalarda asıl anılar kısmı var, sonraki 98-107’inci sayfalarda da mektup, rapor ve not başlıklı metinler.

Toplam 84 sayfalık anılar kısmında, biraz gözlem ve eylem, bolca değerlendirme, birkaç Kafkas hikayesi ve diğer bazı hususlar bulunuyor.

*

Değerlendirmeler elbette subjektif görüşler ve bunun böyle olması da, her değerlendirmede olduğu gibi, çok doğal.

Kitaptaki eylem kısmı ise pek fazla sayılmaz, anlatılan esas eylem Türkiye’ye 1865 yılında yapılan Çeçen göçünün organize edilişi, ve sanki, anılar da daha çok bu kısmı anlatmak için yazılmış, gibi!

Ancak, maalesef, kitapta bu esas konu hakkında pek ayrıntı yok, çok genel bir anlatım var, o kadar!

*

Anlatılanlara göre, Kundukhov 1818’de Osetya’da doğuyor, 1836’da Rus subayı oluyor, 1837’de Kafkasya gezisine çıkan Rus Çar’ına eşlik edip tercümanlık yapıyor, Rus-Kafkas savaşlarının yoğun olarak sürdüğü Şamil dönemi boyunca Rus ordusunda görevine devam ediyor, Şamil’in tesliminden sonra generalliğe yükseliyor, önce Oset, sonra da Çeçen mıntıka kumandanı oluyor, bu son görevinde iki buçuk yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye yapılan Çeçen göçlerinden en büyüğünü organize edip kendisi de ailesiyle birlikte Türkiye’ye göçüyor, Türkiye’de Tokat’a yerleşip paşa oluyor ve 1889’da Erzurum’da ölüyor.

*

Tam filmlere layık çok romanesk bir yaşam değil mi?

Bence, romanlara ve filmlere konu olmalıydı!

*

Kundukhov’un göçe nasıl karar verdiğini anlamak da bence pek kolay olmamalı!

Kafkasyalılarla savaşın sürdüğü bir dönemde 25 yıl boyunca Rus ordusunda görev yapıp general rütbesine ulaşan Kafkas kökenli biri tam da savaşın bittiği günleri izleyen bir dönemde ekonomik durumu çok iyi ve görünür herhangi bir kişisel sorunu yokken ve bol bol ödüllendirilirken neden ülkesini bırakıp göç etmek ister?

Kundukhov bu nedeni, hükümetin birdenbire “Çeçenleri Terek civarına göç etmeye zorlamak” istemesi olarak açıklıyor.

Hem de birdenbire.

Çok zor bir karar olmalı!

Ve anlamak da o kadar zor!

Klasik deyişle, hayatın olağan akışına da uygun mu?

*

Belirtilen hususlar bildiğim kadarıyla pek tartışılmamış olmakla beraber, Anılar’ı yayına hazırladığı anlaşılan Alihan Kantemir’in aklına da benzer bazı sorular gelmiş olmalı ki konu hakkında savunma da yaparcasına şunları söylüyor:

“Musa generalliğe terfi ettirildi... 1860 da Musa, Çeçen halkının mülkiyet hakları ve siyasal özerkliğini kazanması koşuluyla kabul etti. Koşullar kabul edildi... sükunet meydana getirildi. Musa da... memnundu. Kendi formülü gerçekleşiyordu... Kundukhov ve Çeçen halkı ümitlerinin boşa çıktığının... farkına varmakta gecikmeyeceklerdi../.../ Musa... toprakların... Kazaklara verilmek üzere nasıl gasbedildiğini gözleriyle gördü./... / Musa bütün kudretiyle bu haksızlığa karşı savaştı, arada da raporlar gönderdi... hiç olmazsa... eşit bir arazi payı yapılmasını istedi./ Ne yaptı ise fayda vermedi... Musa... istifaya karar verdi./ Bu general... Rus düşmanı bir ihtilalci oldu... siyasi bakımdan hak verilmeyecek bir karar verdi... Türkiye’ye yerleşmek./ Diğer taraftan... Kafkasya’nın boşaltılması hakkında Haziran 1864 tarihli fermanı yayımlayan Petersburg efendilerinin ekmeğine yağ sürmüş oluyordu. İyi bir idareci ve kahraman bir savaşçı olan Musa burada aynı kudrette bir siyasi olmadığını gösterdi./ Ne karşı görüşlü dostları, ne düşmanları Türkiye’ye kaçışını desteklediler... Osmanlı hükümetinden Anadolu’da mıntıka mıntıka göçmenleri yerleştirmek fermanını alır almaz kitlece Türkiye’ye hicret lehinde propagandalara girişti... her iki taraf için de zararlı olan bu göçü tahrik eden Musa Kundukhov ne Türkiye’ye, ne Rusya’ya çalışmış sayılır; bir çıkarı olmadığı için de itham edilemez./ Mali durumu çok parlaktı ve Rusya’da kalsaydı daha iyi olurdu... Kafkasya’da geniş araziler önermişlerdi... kalanlar... “... biz müslüman kardeşlerimizin arasında yaşamak... istiyoruz” diye cevap veriyorlardı./ Musa Kundukhov Çeçenlere ve Kuşhalara da Türkiye’ye geçmeyi aşağı yukarı aynı sözleri ileri sürerek tavsiye ediyordu. Şu farkla ki: sonradan Türkler tarafından örgütlendirilmiş ve desteklenmiş bir göçmen ordusu ile tekrar gelerek iğrenç Ruslardan ülkeyi kurtarmayı ümit ediyordu./... Kundukhov ailesi (karısı... bir yaşındaki Bekir Sami, akrabaları ve aşağı yukarı 3000 hane kadar olan kabilesiyle) Kafkasyayı terkederek Erzurum yolu ile Türkiyeye geçti. Musa iyi karşılandı ve kendisine Paşa rütbesi verildi... 1877-1878 harbi... Musa Paşa’nın Kafkasya’ya tekrar gidip özgürlüğünü iade etmek rüyası da tamamiyle söndü.” (s. 5-13)

*

Bu ifadeler bence konunun anlaşılmasını kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırıyor.

Öncelikle, söz konusu göçü hem Rusya’nın hem de Osmanlı’nın şevkle istediği ve bu göçün anılan iki ülkenin de yararına olduğu çok açık olduğu halde, tam aksini söyleyip, “her iki taraf için de zararlı olan bu göçü” demenin ne anlamı olabilir?

İkincisi, Kantemir’in ifadesinin aksine, Kundukhov ne “Rus düşmanı bir ihtilalci” olmuş, ne de “kaçmış”tır; Rusya ile anlaşarak göçmüştür.

Burada hemen doğru olmayan bu tür hususların ifade edilmesine neden ihtiyaç duyulduğu sorusu akla gelmektedir.

*

Kundkhov’un kendi anlatımında Ruslarla anlaşıp göç ettiği ve bir kaçışın söz konusu olmadığı açıklıkla ortaya konulmaktadır.

Kundukhov, bir tür savunma niteliğinde sayılabilecek konu hakkındaki anlatımına şu sözlerle başlıyor:

“ÖN SÖZ/... Rus... idare sisteminin ne kadar dayanılmaz olduğunu göstermek için, Rus baskısı altında ve feci koşullarda Kafkasyalıların ülkelerini terketmek zorunda kaldıklarını anlatmakla yetineceğim./ Benim gibi görevini içtenlikle ve gayretle görmeğe çalıştığı halde... kötüniyet altında tutulan ve hükümet için yabancı ve hatta tehlikeli sayılan bir kimse durumunun ne kadar güç olduğunu takdir eder. Mutluluğu rütbe ve nişanda görenler ise belki beni Rusların bol bağışlarına karşı nankörlükle Türkiye’ye geçmiş bir adam sayar... Ben bir asker olarak her ne kadar Çara ait idi isemde, bir insan olarak ulusuma ait olduğumu yadsıyamazdım. Bunun içindir ki asıl görevimin Rusların amansız bir mezaliminden kurtulmak için sefalet içinde ana yurdu terk ederek Türkiye’ye geçen yüzbin haneden fazla soydaşımın yanında olduğunu gördüm./ Aldığım ödüllere gelince, onları alnımın teriyle aldım... Aldığım görevleri... hakkıyle yerine getirdim./ Şamil’in tutsaklığından sonra, halkın günden güne daha fazla hakarete uğradığını... hissetmekle beraber, henüz iyi gelecekten ümitvarım. Halkın durumunda düzelme olanakları, hiç olmazsa milliyetini koruyabilme ümidi, işittiğim bütün acı sözlere rağmen, bana mevkiimi muhafaza etmeyi gerektiriyordu./ En sonunda maalesef yanıldığımı anladım. Mesleğimin de... mutluluğumu başkalarının felaketinde aramaktan başka bir şey olmadığını gördüm.” (s. 14, 15)

Sonrasında da, Türkiye’ye göç etmek isteyen Çerkeslere izin verilmesini, göçeceklerin çoğunu Çeçenlerin teşkil edeceğini ve bunun da ülkenin yatışmasını kolayca sağlamaya yarayacağını söyleyip ilgilileri kendisinin ikna ettiğini, bunun üzerine bu iş için gereğini yapmasının “emre”dildiğini, o aşamada bütün bu olanlardan henüz Çeçenlerin sözü geçen şeflerine söz etmemiş olmakla beraber kendi fikrinde olacaklarını hissettiğini, Türk hükümetiyle Çeçenleri kabul edip etmeyeceklerini görüşmek üzere istediği izni, pasaportunu ve yol harçlığı olarak bin ruble alıp haziran ayı içinde Tiftis’ten hareket ederek doğruca İstanbul’a gittiğini, Hariciye Nazırı Ali Paşayı ve Sadrazam Fuat Paşa’yı ziyaret ettiğini, çok sıcak karşılandığını, her sene Kafkasyalı 5000 müslüman ailenin gelmesinin memnuniyetle denilerek kabul edildiğini, Odesa üzerinden Vladikafkas’a dönüp durumu Rus yönetimine bildirdiğini, ayrıca bu göçü bir damla kan akmadan yapmak için göçmenlerin başına kendisinin geçmesi gerektiğini söylediğini, bu planı gerçekleştirmek için canını ve malını fedaya hazır olduğunu belirttiğini, 1865 şubatının sonlarında Çeçenleri harekete hazırlamak emrinin geldiğini, anlatıyor. (s. 57-66)

Ve, ayrıca, 3800 desyatinlik verimli arazisi için 82.000 ruble alması gerekirken 45.000 aldığını, ilaveten fakir göçmenlere yardım için istediği 10.000 rubleyi az gören Rus yönetiminin kendisine 20.000 ruble daha verdiğini, yolculuk için de bütün kolaylıkları sağladıklarını, belirtiyor. (s. 67-71)

Bu durumda bir Rus düşmanlığından ve kaçıştan söz edilebilir mi?

Değilse Kantemir o sözlere neden ihtiyaç duyuyor?

*

Göç konusunda kitapta anlatılanlardan bir kısmı esas olarak böyle.

Bunlarda ve kitaptaki diğer bazı anlatımlarda, sanki fazlasıyla abartılmış ifadeler ve ayrıca bazı çelişkilerle maddi yanlışlar var, gibi geldi, bana, ve, dolayısıyla da, acaba, anlatılmak istenenden farklı bir şey mi algılıyorum, yoksa anlatılanlarda yanlış bir şeyler mi var, diye düşünür oldum!

*

Mesela, şu ifadeler makul sayılabilir mi?

Akşam oğlum İstanbul’a ne yapmağa gittiğimi sordu. Türkiye’ye gidip yerleşerek sonra Türklerin desteklemesiyle Kafkasya’yı kurtarmak hususunda fikirlerimi kendisine açtım. Zavallı çocuk bu sözlerimden o derece memnun oldu ki, kollarıma atılarak bu güzel fikrim için teşekkür etti.” (s. 62)

Bu planı gerçekleştirmek için canımı ve malımı fedaya hazır olduğumu...” (s. 64)

Cenabı Allah’a düzenli Türk ordularıyle tekrar sevgili Kafkasya’yı iğrenç düşmandan kurtarmayı nasib etmesi için, kan ağlayarak, yalvardım.” (s. 69)

Şayet bunlar makul sayılabilirse, Ruslardan iğrenirken yıllarca onlara hizmet edebilmek, nasıl açıklanabilir?

*

Bir husus daha var:

Kitapta Kundukhov’un İstanbul’a haziran ayında yola çıkıp geldiği belirtilmiş, ancak bunun hangi yılda olduğu açıklıkla ifade edilmemiş, anlatımın akışından bu gelişinin 1863 yılında olduğu anlamı çıkabiliyor, ne var ki, böyle kabul edilirse anlatımda bazı çelişkiler söz konusu oluyor, bu tarihin 1864 olduğu kabul edildiğinde ise, daha temel bir soru akla geliyor: 1864 yılında Kafkasya’dan Osmanlı’ya yoğun bir kitle göçü sürüp durmaktayken Kundukhov göç için Osmanlı’nın mutabakatını aramak üzere İstanbul’a gitmeye neden ihtiyaç duyuyor?

Ve, ayrıca, bu işi İstanbul’daki Rus temsilciliği neden yapmıyor?

Ve, şu ifade:

24 Ekim 1864 de Loris’ten, Vladikafkas’a... kendisini görmeye gitmem hakkında bir mektup aldım. Varır varmaz Loris, Grandükün İstanbul sefiri İgnatief’ten benim Türk hükümeti ile... gizli görüşmelerin ayrıntıları üzerine bir mektup aldığını ve Grandükün gülerek: “General Kundukhov’un Türkiye’ye gezisinden sefire bahsetmemekle kendisine kötü bir oyun oynadık” dediğini anlattı.” (s. 64)

Ruslar buna neden ihtiyaç duysunlar?

*

Kitapta anıların yayınlanması ile ilgili olarak şöyle bilgiler var:

“Çeviren: Murat Yağan, KAFKAS KÜLTÜR DERNEKLERİ YAYINI, Dizgi-Baskı: Eko Matbaası, İstanbul, 1978”

Arka kapak yazısına göre, kitap şu 5 Derneğin, Gölcük, İstanbul-Sultanahmet, Karamürsel, Kocaeli ve Sakarya Kafkas Kültür Derneklerinin ortak yayını imiş. (Ve ayrıca s. 4)

Çevireni var, ama hangi dilden çevrildiği yok, belirtilmemiş!

Yayıncıların sunuş yazısına göre de, “Eser 1957-1960 yıllarında Yeni Kafkas Dergisinde yayınlanmış, on sekiz tefrika devam etmiştir.” (s. 3, 4)

Kitapta yazar belirtilmemiş, ancak kitabın başlangıcındaki Alihan Kantemir imzalı “BİR KAÇ SÖZ” başlıklı yazıda, s. 5-13, “... harp ve ihtilallerden mucizevi bir şekilde kurtarılmış olan ve torunu Şevket Kundukh tarafından basılması için bize lütfedilen bu eseri, Kafkas tarihi için en kıymetli bir vesikadır./ Bu eser ve Musa paşanın oğlu sabık Türkiye Hariciye Vekili Bekir Sami beyle yaptığımız muhtelif mülakatlar, bize Kafkasya’nın en şayanı dikkat adamlarından birinin şahsiyet ve faaliyetini tanımak imkanını veriyor”, denilmektedir. (s. 5)

*

Bu bilgilere bakınca, keşke, kitapta anıların ne zaman, nerede, hangi dilde yazıldığı da belirtilseydi, iyi olmaz mıydı, diye akla geliyor!

*

Ve, kitap için, açıklayıcı olmaktan daha çok yeni sorular akla getiren bir yayın denemez mi?

*

18.2.2022

***

*

Yanlış olan 3.000 hane bilgisinden başka Kundukhov’un Anıları kitabına ilişkin diğer bir sorun Kundukhov’un bu göçün organize edilmesi için görüşmeler yapmak üzere İstanbul’a geldiği tarihle ilgilidir. 

Anılar’da Kundukhov’un İstanbul’a gelip görüşme yaptığı tarih açık olarak belirtilmemekle beraber, anlatımın akışından bu tarihin 1863 yılı olduğu şeklinde bir sonuç çıkmaktadır, ki Kutlu ve Habiçoğlu pek de makul olmayan bu tarihi kabul ederlerken, Chochiev bu tarihin daha makul bir tarih olan 1864 yılı olduğunu belirtmektedir. (Kutlu; Habiçoğlu, s. 86; Chochiev)

Berzeg de bu tarihin 1864 olduğu görüşündedir ve durumu şöyle anlatmaktadır: 

“O Musa Kundukh ki; 1 Mayıs 1864’de Çeçen ve Osetinlerin Osmanlıya göç ettirilmesi için resmen Rusya Hükümetine başvurdu. General Loris Melikov 7 Mayıs 1864 tarih ve 34 sayılı telgrafla konuyu Vladikafkas’dan Tiflis’e iletti. 17 Mayıs 1864 tarih ve 198 sayılı cevap telgrafı şöyleydi:/ “General Musa Kundukhov’a Çeçenlerin göçürülmesi konusunda tam yetki verilmesi ve olabildiğince -hudutlarımızdan- uzak yerlere gönderilmeleri.”/ İmza: General Kartsov” (Berzeg, s. 126-129)

Doğrusunun bu anlatımda olduğu gibi 1864 olması daha muhtemel görünmektedir.

Açıklanan duruma göre, sözkonusu Anılar kitabı görüşme tarihi ve gelen aile sayısı gibi iki temel konuda dahi bilgi kirliliğine yol açmıştır.

Sözkonusu kitap esasa ilişkin olmamakla birlikte bence bu hususların dışında da çeşitli yönlerden kuşku uyandırıcı niteliklere sahiptir.

Bu kitapla ilgili sözkonusu durum şöyle ifade edilebilir:

Belirtilen kitaba temel teşkil eden bilgiler öyle anlaşılıyor ki, 1889 yılında ölen anı sahibinin ölümünden yıllar sonra ilk defa 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış, ancak Anılar’ın hangi dilde, nerede ve ne şekilde yayınlandığı tam bir açıklıkla ortaya konulmamıştır.  

Kitap “anılar”dan daha çok, anılardan seçmelerle bir tür, sanki, bireysel bir savunma gibidir!

Kitabın toplam 84 sayfalık olan anılar kısmında, biraz gözlem ve eylem, bolca değerlendirme, birkaç Kafkas hikayesi ve diğer bazı hususlar bulunmaktadır.

Değerlendirmeler elbette subjektif görüşlerdir ve bunun böyle olması da, her değerlendirmede olduğu gibi, çok doğaldır.

Kitaptaki eylem kısmı pek fazla sayılmaz, anlatılan esas eylem Türkiye’ye 1865 yılında yapılan Çeçen göçünün organize edilişidir, ve sanki, anılar da daha çok bu kısmı anlatmak için yazılmış, gibidir!

Ancak, maalesef, kitapta bu esas konu hakkında pek ayrıntı yok, çok genel bir anlatım var, o kadar!

Anlatılanlara göre, Kundukhov 1818’de Osetya’da doğuyor, 1836’da Rus subayı oluyor, 1837’de Kafkasya gezisine çıkan Rus Çarı’na eşlik edip tercümanlık yapıyor, Rus-Kafkas savaşlarının yoğun olarak sürdüğü Şamil dönemi boyunca Rus ordusunda görevine devam ediyor, Şamil’in tesliminden sonra generalliğe yükseliyor, önce Oset, sonra da Çeçen mıntıka kumandanı oluyor, bu son görevinde iki buçuk yıl kalıp ayrıldıktan bir süre sonra Türkiye’ye yapılan Çeçen göçlerinden en büyüğünü organize edip kendisi de ailesiyle birlikte Türkiye’ye göçüyor, Türkiye’de önce Pınarbaşı’na ve sonra Tokat’a yerleşip paşa oluyor, “93 Harbi” sırasında Ruslara karşı Osmanlı ordusunda görev yapıyor ve 1889’da Erzurum’da ölüyor.

*

“Ertesi yılın mart ayında çıkan padişah iradesiyle “Çeçen kabîlesi reisi Musa Bey”e Rusya’daki unvanının dengi olan mirlivalık rütbesinin ihsanıyla 4. Ordu’nun kurmay heyetine dahil edilmesi emredilerek gereğinde Meclis-i Askeriye’nin toplantılarına katılmasına izin verilmiştir.” (Chochiev)

*

Tam filmlere layık çok romanesk bir yaşam değil mi?

Bence, romanlara ve filmlere konu olmalıydı!

Anılar’da anlatılıyor, ama yine de Kundukhov’un göçe nasıl karar verdiğini anlamak bence pek kolay değil! 

Kafkasyalılarla savaşın sürdüğü bir dönemde 25 yıl boyunca Rus ordusunda görev yapıp general rütbesine ulaşan Kafkas kökenli biri tam da savaşın bittiği günleri izleyen bir dönemde ekonomik durumu çok iyi ve görünür herhangi bir kişisel sorunu yokken ve bol bol ödüllendirilirken neden ülkesini bırakıp göç etmek ister?

Kundukhov bu nedeni, hükümetin birdenbire “Çeçenleri Terek civarına göç etmeye zorlamak” istemesi olarak açıklıyor.

Hem de birdenbire.

Kundukhov’un 1863 ya da 1864’te birdenbire demesine karşın Kutlu ise söz konusu kararın 1862 yılında alındığını vurgulayarak, “1862 yılında hükümet Çeçenler'i Terek ötesine tehcir edip Kazaklar arasında eritme amacı güden Loris Melikov'un raporunu kabul” edince “bir ulusu bu şekilde yok etme planı”ndan derinden etkilenerek “üzülüp içerleyen” Kundukhov’un askerlikten istifa edip, Çeçenler'in Osmanlı ülkesine göçürülmesini önerdiğini ve önerisi kabul edilince göçe karar verdiğini belirtiyor. (Kutlu, s. 47, 48; Kutlu-Direniş, s. 309)

Nasıl olursa olsun Kundukhov’un bu durumda verdiği göç kararı, çok zor bir karar olmalı!

Klasik deyişle, hayatın olağan akışına da uygun mu?

Belirtilen hususlar bildiğim kadarıyla pek tartışılmamış olmakla beraber, Anılar’ı yayına hazırladığı anlaşılan Alihan Kantemir’in aklına da benzer bazı sorular gelmiş olmalı ki konu hakkında savunma yaparcasına şunları söylüyor:

“Musa generalliğe terfi ettirildi... 1860 da Musa, Çeçen halkının mülkiyet hakları ve siyasal özerkliğini kazanması koşuluyla kabul etti. Koşullar kabul edildi... sükunet meydana getirildi. Musa da... memnundu. Kendi formülü gerçekleşiyordu... Kundukhov ve Çeçen halkı ümitlerinin boşa çıktığının... farkına varmakta gecikmeyeceklerdi../.../ Musa... toprakların... Kazaklara verilmek üzere nasıl gasbedildiğini gözleriyle gördü./... / Musa bütün kudretiyle bu haksızlığa karşı savaştı, arada da raporlar gönderdi... hiç olmazsa... eşit bir arazi payı yapılmasını istedi./ Ne yaptı ise fayda vermedi... Musa... istifaya karar verdi./ Bu general... Rus düşmanı bir ihtilalci oldu... siyasi bakımdan hak verilmeyecek bir karar verdi... Türkiye’ye yerleşmek./ Diğer taraftan... Kafkasya’nın boşaltılması hakkında Haziran 1864 tarihli fermanı yayımlayan Petersburg efendilerinin ekmeğine yağ sürmüş oluyordu. İyi bir idareci ve kahraman bir savaşçı olan Musa burada aynı kudrette bir siyasi olmadığını gösterdi./ Ne karşı görüşlü dostları, ne düşmanları Türkiye’ye kaçışını desteklediler... Osmanlı hükümetinden Anadolu’da mıntıka mıntıka göçmenleri yerleştirmek fermanını alır almaz kitlece Türkiye’ye hicret lehinde propagandalara girişti... her iki taraf için de zararlı olan bu göçü tahrik eden Musa Kundukhov ne Türkiye’ye, ne Rusya’ya çalışmış sayılır; bir çıkarı olmadığı için de itham edilemez./ Mali durumu çok parlaktı ve Rusya’da kalsaydı daha iyi olurdu... Kafkasya’da geniş araziler önermişlerdi... kalanlar... “... biz müslüman kardeşlerimizin arasında yaşamak... istiyoruz” diye cevap veriyorlardı./ Musa Kundukhov Çeçenlere ve Kuşhalara da Türkiye’ye geçmeyi aşağı yukarı aynı sözleri ileri sürerek tavsiye ediyordu. Şu farkla ki: sonradan Türkler tarafından örgütlendirilmiş ve desteklenmiş bir göçmen ordusu ile tekrar gelerek iğrenç Ruslardan ülkeyi kurtarmayı ümit ediyordu./... Kundukhov ailesi (karısı... bir yaşındaki Bekir Sami, akrabaları ve aşağı yukarı 3000 hane kadar olan kabilesiyle) Kafkasyayı terkederek Erzurum yolu ile Türkiyeye geçti. Musa iyi karşılandı ve kendisine Paşa rütbesi verildi... 1877-1878 harbi... Musa Paşa’nın Kafkasya’ya tekrar gidip özgürlüğünü iade etmek rüyası da tamamiyle söndü.” (Kundukhov, s. 5-13)

Bu ifadeler bence konunun anlaşılmasını kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırıyor.

Öncelikle, söz konusu göçü hem Rusya’nın hem de Osmanlı’nın şevkle istediği ve bu göçün anılan iki ülkenin de yararına olduğu çok açık olduğu halde, tam aksini söyleyip, “her iki taraf için de zararlı olan bu göçü” demenin ne anlamı olabilir?

İkincisi, Kantemir’in ifadesinin aksine, Kundukhov ne “Rus düşmanı bir ihtilalci” olmuş, ne de “kaçmış”tır; Rusya ile anlaşarak göçmüştür.

Ayrıca “Anadolu’da mıntıka mıntıka göçmenleri yerleştirmek fermanını alır almaz” denmektedir, ki sonraki uygulamalardan bu ifadenin de doğru olmadığı anlaşılmaktadır.

Burada hemen doğru olmayan bu tür hususların ifade edilmesine neden ihtiyaç duyulduğu sorusu akla gelmektedir.

Öncelikle Kundkhov’un kendi anlatımında Ruslarla anlaşıp göç ettiği ve bir kaçışın söz konusu olmadığı açıklıkla ortaya konulmaktadır.

Kundukhov, bir tür savunma niteliğinde sayılabilecek konu hakkındaki anlatımına şu sözlerle başlıyor:

“ÖN SÖZ/... Rus... idare sisteminin ne kadar dayanılmaz olduğunu göstermek için, Rus baskısı altında ve feci koşullarda Kafkasyalıların ülkelerini terketmek zorunda kaldıklarını anlatmakla yetineceğim./ Benim gibi görevini içtenlikle ve gayretle görmeğe çalıştığı halde... kötüniyet altında tutulan ve hükümet için yabancı ve hatta tehlikeli sayılan bir kimse durumunun ne kadar güç olduğunu takdir eder. Mutluluğu rütbe ve nişanda görenler ise belki beni Rusların bol bağışlarına karşı nankörlükle Türkiye’ye geçmiş bir adam sayar... Ben bir asker olarak her ne kadar Çara ait idi isem de, bir insan olarak ulusuma ait olduğumu yadsıyamazdım. Bunun içindir ki asıl görevimin Rusların amansız bir mezaliminden kurtulmak için sefalet içinde ana yurdu terk ederek Türkiye’ye geçen yüzbin haneden fazla soydaşımın yanında olduğunu gördüm./ Aldığım ödüllere gelince, onları alnımın teriyle aldım... Aldığım görevleri... hakkıyle yerine getirdim./ Şamil’in tutsaklığından sonra, halkın günden güne daha fazla hakarete uğradığını... hissetmekle beraber, henüz iyi gelecekten ümitvarım. Halkın durumunda düzelme olanakları, hiç olmazsa milliyetini koruyabilme ümidi, işittiğim bütün acı sözlere rağmen, bana mevkiimi muhafaza etmeyi gerektiriyordu./ En sonunda maalesef yanıldığımı anladım. Mesleğimin de... mutluluğumu başkalarının felaketinde aramaktan başka bir şey olmadığını gördüm.” (Kundukhov, s. 14, 15)

Sonrasında da, Türkiye’ye göç etmek isteyen Çerkeslere izin verilmesini, göçeceklerin çoğunu Çeçenlerin teşkil edeceğini ve bunun da ülkenin yatışmasını kolayca sağlamaya yarayacağını söyleyip Rusya’daki ilgilileri kendisinin ikna ettiğini, bunun üzerine bu iş için gereğini yapmasının “emre”dildiğini, o aşamada bütün bu olanlardan henüz Çeçenlerin sözü geçen şeflerine söz etmemiş olmakla beraber kendi fikrinde olacaklarını hissettiğini, Türk hükümetiyle Çeçenleri kabul edip etmeyeceklerini görüşmek üzere istediği izni, pasaportunu ve yol harçlığı olarak bin ruble alıp haziran ayı içinde Tiftis’ten hareket ederek doğruca İstanbul’a gittiğini, Hariciye Nazırı Ali Paşayı ve Sadrazam Fuat Paşa’yı ziyaret ettiğini, çok sıcak karşılandığını, her sene Kafkasyalı 5000 müslüman ailenin gelmesinin memnuniyetle denilerek kabul edildiğini, Odesa üzerinden Vladikafkas’a dönüp durumu Rus yönetimine bildirdiğini, ayrıca bu göçü bir damla kan akmadan yapmak için göçmenlerin başına kendisinin geçmesi gerektiğini söylediğini, bu planı gerçekleştirmek için canını ve malını fedaya hazır olduğunu belirttiğini, 1865 şubatının sonlarında Çeçenleri harekete hazırlamak emrinin geldiğini, anlatıyor. (Kundukhov, s. 57-66)

Ve, ayrıca, 3800 desyatinlik verimli arazisi için 82.000 ruble alması gerekirken 45.000 aldığını, ilaveten fakir göçmenlere yardım için istediği 10.000 rubleyi az gören Rus yönetiminin kendisine 20.000 ruble daha verdiğini, yolculuk için de bütün kolaylıkları sağladıklarını, belirtiyor. (Kundukhov, s. 67-71)

Bu durumda bir Rus düşmanlığından ve kaçıştan söz edilebilir mi?

Değilse Kantemir o sözlere neden ihtiyaç duyuyor?

Göç konusunda kitapta anlatılanlardan bir kısmı esas olarak böyle.

Bunlarda ve kitaptaki diğer bazı anlatımlarda, sanki fazlasıyla abartılmış ifadeler ve ayrıca bazı çelişkilerle maddi yanlışlar var, gibi geldi, bana, ve dolayısıyla da, acaba, anlatılmak istenenden farklı bir şey mi algılıyorum, yoksa anlatılanlarda yanlış bir şeyler mi var, diye düşünür oldum!

Mesela, şu ifadeler makul sayılabilir mi?

Akşam oğlum İstanbul’a ne yapmağa gittiğimi sordu. Türkiye’ye gidip yerleşerek sonra Türklerin desteklemesiyle Kafkasya’yı kurtarmak hususunda fikirlerimi kendisine açtım. Zavallı çocuk bu sözlerimden o derece memnun oldu ki, kollarıma atılarak bu güzel fikrim için teşekkür etti.” (Kundukhov, s. 62)

Bu planı gerçekleştirmek için canımı ve malımı fedaya hazır olduğumu...” (Kundukhov, s. 64)

Cenabı Allah’a düzenli Türk ordularıyle tekrar sevgili Kafkasya’yı iğrenç düşmandan kurtarmayı nasib etmesi için, kan ağlayarak, yalvardım.” (Kundukhov, s. 69)

Şayet bunlar makul sayılabilirse, Ruslardan iğrenirken yıllarca onlara hizmet edebilmek, nasıl açıklanabilir?

Bir husus daha var:

Kitapta Kundukhov’un İstanbul’a haziran ayında yola çıkıp geldiği belirtilmiş, ancak bunun hangi yılda olduğu açıklıkla ifade edilmemiş, anlatımın akışından bu gelişinin 1863 yılında olduğu anlamı çıkabiliyor, ne var ki, böyle kabul edilirse anlatımda bazı çelişkiler söz konusu oluyor, bu tarihin 1864 olduğu kabul edildiğinde ise, daha temel bir soru akla geliyor: 1864 yılında Kafkasya’dan Osmanlı’ya yoğun bir kitle göçü sürüp durmaktayken Kundukhov göç için Osmanlı’nın mutabakatını aramak üzere İstanbul’a gitmeye neden ihtiyaç duyuyor?

Ve, ayrıca, bu işi İstanbul’daki Rus temsilciliği neden yapmıyor?

Ve, şu ifade:

24 Ekim 1864 de Loris’ten, Vladikafkas’a... kendisini görmeye gitmem hakkında bir mektup aldım. Varır varmaz Loris, Grandükün İstanbul sefiri İgnatief’ten benim Türk hükümeti ile... gizli görüşmelerin ayrıntıları üzerine bir mektup aldığını ve Grandükün gülerek: “General Kundukhov’un Türkiye’ye gezisinden sefire bahsetmemekle kendisine kötü bir oyun oynadık” dediğini anlattı.” (Kundukhov, s. 64)

Ruslar buna neden ihtiyaç duysunlar?

Kitapta anıların yayınlanması ile ilgili olarak da şöyle bilgiler var:

“Çeviren: Murat Yağan, KAFKAS KÜLTÜR DERNEKLERİ YAYINI, Dizgi-Baskı: Eko Matbaası, İstanbul, 1978”

Arka kapak yazısına göre, kitap şu 5 Derneğin, Gölcük, İstanbul-Sultanahmet, Karamürsel, Kocaeli ve Sakarya Kafkas Kültür Derneklerinin ortak yayını imiş. (Ve ayrıca Kundukhov, s. 4)

Çevireni var, ama hangi dilden çevrildiği yok, belirtilmemiş!

Yayıncıların sunuş yazısına göre de, “Eser 1957-1960 yıllarında Yeni Kafkas Dergisinde yayınlanmış, on sekiz tefrika devam etmiştir.” (Kundukhov, s. 3, 4)

Kitapta yazar belirtilmemiş, ancak kitabın başlangıcındaki Alihan Kantemir imzalı “BİR KAÇ SÖZ” başlıklı yazıda, “harp ve ihtilallerden mucizevi bir şekilde kurtarılmış olan ve torunu Şevket Kundukh tarafından basılması için bize lütfedilen bu eseri, Kafkas tarihi için en kıymetli bir vesikadır./ Bu eser ve Musa paşanın oğlu sabık Türkiye Hariciye Vekili Bekir Sami beyle yaptığımız muhtelif mülakatlar, bize Kafkasya’nın en şayanı dikkat adamlarından birinin şahsiyet ve faaliyetini tanımak imkanını veriyor”, denilmektedir. (Kundukhov, s. 5)

Bu bilgilere bakınca, keşke, kitapta anıların ne zaman, nerede, hangi dilde yazıldığı da belirtilseydi, iyi olmaz mıydı, diye akla geliyor!

Ve, kitap için, açıklayıcı olmaktan daha çok yeni sorular akla getiren bir yayın denemez mi?

Kundukhov’un ülkedaşı olan Kuzey Osetyalı araştırmacı Chochiev bu kitapla ilgili olarak gayet ciddi ve tutarlı gözüken General Musa Kunduhov’un Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hayatı ve Faaliyetlerine İlişkin Bazı Olgular ve Düşünceler adlı çalışmasında, “Musa Kunduhov’un ilk defa 1936–1937’de Paris’te “Kavkaz” (“Le Caucase”) dergisinde Rusça olarak yayımlanan anıları, sonraki yıllarda Fransızcaya ve kısmen İngilizceye çevrilerek Batı’daki Kafkas göçmen yayınları arasında yer almıştır. Türkçe çevirisi 1957–1960 arasında “Yeni Kafkas” dergisinde tefrika olarak, 1978’de ise Kafkas Kültür Derneği tarafından kitap olarak basılmıştır” derken, Habiçoğlu, göç konusundaki eserinde, aynı konuda, bir ölçüde farklı olarak, Kundukhov, Anılar'ı "sonradan yazıp Fransızca olarak Paris'de yayınlamıştır. Bu kitap Türkçe'ye çevrilmiştir" demektedir. (Habiçoğlu, s. 86)

Chochiev’in belirtilen çalışmasında, Kundukhov’un göç kararı alması konusunda da; 

“Bu son derece parlak kariyerine ve önünde açılan perspektiflere rağmen Kunduhov 1865 yılında istifasını vererek, Rusya’nın Kafkasya’daki bölge yönetimiyle uyum halinde, fakat tam olarak aydınlığa kavuşturulamayan koşullar altında yaklaşık 5 bin Çeçen, Çerkes (Kabardey) ve Oset ailesinin Osmanlı İmparatorluğu’na göçünün başını çekmeyi yeğlemiştir.

Maalesef, çeşitli kaynaklarda yer alan ve çoğu defa çelişkili (olan) bilgiler Kunduhov’un kendisinin ve birçok soydaşının kaderinde belirleyici olan bu göç kararının gerçek nedenleri hakkında net bir ipucu vermemektedir. Ayrıca hareketlerinin nedenleri içinde dar çıkarcı hesapların mı yoksa tam tersine Kafkas halklarına yararlı olma düşüncesinin mi hakim olduğu sorusunu tartışmaya açık bırakmaktadır. Yine de, Kunduhov’u bu adıma iten önemli psikolojik etkenler arasında, kuşkusuz, çarlık yönetiminin bölgedeki sömürgeci politikalarından duyduğu rahatsızlık, var olan koşullarda yeteneklerinin ve azımsanmayacak derecedeki ihtiraslarının karşılanmasının (Kafkas halklarını medeni biçimde yönetme ve aydınlatma) olanaksız olduğu kanısı ve göç halinde kendisinin Babıali ile Osmanlı topraklarına akın akın gelmekte olan Kuzey Kafkasyalı sürgünler arasındaki ilişkilerde kilit adam durumuna gelme hayalleri sayılabilir. Sonuncu hususla ilgili planlarının, özellikle 1864 yazında gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti ve Ali ve Fuat paşalarla görüşmeleri sırasında güçlendiğini kuvvetle tahmin edebiliriz (Kunduhov, 2013:46–47). Bu bağlamda Kunduhov’un en yakın amiri olan Terek Oblastı komutanı General Mihail Loris-Melikov’un “...Kunduhov Türk hükümetinin Asya Türkiyesi’ne göçen Dağlıları yönetme görevini kendisine vereceğinden ve böylelikle başlıca kaygısının Dağlı nüfusunu bir yere çekerek önce özel hukuka, sonra da belirli bir bağımsızlığa sahip ayrı bir bölge oluşturmaktan ibaret olacağından emin olduğunu birçok kez dile getirmiştir” yolundaki tanıklığını anımsatmak yerinde olacaktır (Dzagurov, 1925: 35). Öte yandan, Kunduhov’un Kafkasyalıları göçe teşvik ederken gelecekte onların muzaffer Osmanlı ordusunun yardımıyla ve onun safları içinde Kafkasya’ya geri dönecekleri olasılığını da göz ardı etmediği hiç de temelsiz görünmemektedir.” (Kunduhov, 2013: 48, 53, 55).” 

denilerek, Kundukhov’un amacı konusundaki açıklamasına şüpheyle yaklaşıldığı ortaya konulmaktadır.

Hane sayısı konusundaki açık yanlışla birlikte, amaçla ilgili kuşkuya ve Anılar’ın ilk defa anı sahibinin ölümünden çok sonra gün yüzüne çıkmış olmasına ilaveten, ilk hangi dilde ve nerede yayınlandığı ve çok temel bir husus olan İstanbul ziyareti tarihi konularında dahi farklı açıklamaların yapılmış olması, bence, Kundukhov’un Anıları’nın içeriği konusunda da kuşkuya yol açabilecek durumlardır.

Ayrıca, o yıllarda Osmanlı’ya yüzbinlerce göçmen gelirken bir tek Çeçen göçmenler için neden özel olarak görüşme yapılıp izin alınmasına ihtiyaç duyulduğuna hiç değinilmediği gibi, böyle bir konudaki görüşme ve anlaşmayı İstanbul’daki Rusya elçiliği dururken neden bir generalin yaptığı da ayrı bir soru olarak ortada durmaktadır. 

Diğer taraftan, Anılar’da bu göçün Kundukhov’un kendisi tarafından organize edildiği ve hatta İstanbul’daki büyükelçiye haber dahi verilmediği belirtilmesine karşın, bir Rus yazısında “göç etmeleri mes’elesi devlet-i aliyye ile Rusya sefareti arasında görüşüldüğü sırada” denilmektedir, ki bu da, Kundukhov’un anılarındaki ifadeyle çelişkili bir durum olabileceği ihtimalini çağrıştırmaktadır. (Bolat, s. 72, 73)

Bütün bu hususlara karşın, sözkonusu Anılar kitabında anlatılanlara ne derece güvenilebileceği elbette ilgililerin takdirine kalmıştır. 

Belirtilen nedenlerle, "Halklarının gelecekteki mutluluğu için iyi niyetle girişimlerde bulunan, ama umutları hep beklediğinin tersine dönen bu general, masum yanılgılarını ölümüne değin içtenlikle sürdürmüştür" diyen Kutlu’nun aksine kitabın içeriğine kuşkuyla yaklaşmak gerektiğini düşünsem de, bu kitap herşeye karşın birinci elden bir kaynaktır, ve bence, hem yazılmış, hem de yayınlanmış olması önemli ve hayırlı bir iş olmuştur. (Kutlu, s. 47)

*

Aynı konuyu, yani 1865 yılındaki Çeçen göçünü daha ayrıntılı olarak ele alan ve kurgusal olmakla birlikte, hayal gücünün harekete geçirilmesi  suretiyle göçenlerin yaşadıklarının gözlerde canlandırılmasını ve böylece konu hakkında capcanlı bir fikir edinilmesini sağlayan bir eser daha vardır, ki bu, bence çok önemli bir eser olan Abuzar Aydemirov'un Çeçence'den Ali Bolat tarafından Türkçe'ye çevrilen Uzun Geceler adlı romanıdır. 

Aydemirov’un,  o coğrafyanın tarihine ve sosyolojisine de vakıf biri olarak, Rus arşiv bilgilerini esas almak suretiyle, ilgili dönemin hem durumunu hem de  bugüne yansımalarını ele alıp değerlendirdiğini düşündüğüm bu eserindeki anlatımına göre Çeçenistan o dönemde Rus yandaşı olmayanlar için neredeyse yaşanamaz hale getirilmiş bir haldedir.

Ayrıca, Kundukhov’un 1865 Çeçen göçüyle ilgili amacı konusundaki, benim gördüğüm, en makul açıklamayı da Aydemirov bu romanında yapmaktadır.

Anılar kitabında Kundukhov’un organize ettiği belirtilerek, sözkonusu göçün organize edilişi çok genel anlamda anlatırken, Aydemirov’un Uzun Geceler adlı romanında, Kundukhov'un hiç değinmediği bu göçün ayrıntıları göçenler açısından ele alınıp, 1860'lı yıllarda Çeçenlerin göçe hangi koşullarda ne şekilde karar verdikleri ve geldikleri yerde ne ile karşılaştıkları epeyce ayrıntılı olarak anlatılmış ve geçmişe yapılan atıflarla birlikte göç öncesi dönemde Çeçenistan'da mevcut olan toplumsal yaşamın genelde nasıl olduğuna da değinilerek, göç edilen Osmanlı’da göçmenlerin Ekim 1865'e kadar olan dört aylık dönemdeki yaşamlarından kesitler aktarılmıştır.

Uzun Geceler bir roman, ve dolayısıyla, elbette kurgusal.

Ama romandan daha çok sanki bir tarih!

Yani tarihi bir roman.

Ve, bazı bölümleri kurgusal bir roman olmaktan daha çok, sanki gerçek mi gerçek bir tarih; hatta 1860'lı yılların Çeçen tarihi dense yeri, gibi!

Bence kitapta bazı tekrarlar, çelişkili ifadeler, tartışılacak görüşler, kabul edilemeyecek anlatımlar ve abartmalar var; tercümesinde de bazı sözcük ve yazım sorunları.

Ama, bütün bunlara ve herşeye rağmen, bence, kitap olağanüstü emek ürünü bir çalışma ve çok güzel.

Tercümesi de öyle.

Yazarına ve tercümanına bence teşekkür edilmelidir.

Kitap, ayrıca, bilgilendiriyor da.

Kitapta Çeçenlerin yaşadığı zorluklar yürek dağlayıcı bir şekilde anlatılmış.

Bir ölçüde abartı varsa da dönemin tablosu iyi bir şekilde canlandırılmış, gibi.

Gelinen yerde de hayal kırıklığı ve açlık ve her gün açlıktan yüzlerce ölüm.

Kitapta Kundukhov epeyce önemli bir karakter olarak yer almış, anlatılanların bir kısmı Kundukhov'un anılarındaki anlatımıyla örtüştüğü halde bazı yönlerden de farklı anlatım var ve bu kitapta temelde, Kutlu’nun, "Tokat Batmantaş'ta satın alıp yaptırdığı konak, sonradan Sivas vilayeti dahilindeki muhacir hemşehrilerinden olan Mahir Bek, Ferit Osman ve arkadaşlarının gasp ve sirkatine uğramıştır" şeklindeki ifadesinin de çağrıştırdığı üzere, Kundukhov Çeçenleri kandıran biri olarak resmedilmiş. (Kutlu, s. 47)

Kitapta, esas olarak, çeşitli bölümlerde, Rusların Çeçenleri Rusya içlerine sürgün etmeyi kararlaştırdıkları, Kundukhov'un Melikov ile konuşmasında, Çeçenlerin kendi rızalarıyla Türkiye'ye göçmelerini sağlamak gerektiğini, bunun da, satın alınacak insanlar vasıtasıyla başarılabileceğini, Türk Sultanının Çeçenleri çağırdığı ve onlara çok güzel yerleşim yerleri hazırlandığı konusunda Tiftis'te kendilerince hazırlanacak bildirilerin de dağıtılarak satın alınan adamlar vasıtasıyla Çeçenlere yönelik olarak burada hıristiyanlar arasında yaşamlarının çok zor, Türkiye'de dindaşlarının arasında çok güzel olacağı şeklinde propagandalar yaptırılması gerektiğini, Çeçenlerin kendisine güvendiğini, bu işi kendisinin başarabileceğini, söylediği, ve bu söylenenlerin aynen gerçekleştirildiği, ve ayrıca, Kundukhov'un tam aksini ifade etmesine karşın, Rusya'nın İstanbul'daki elçisinin bu göç ile ilgili işleri kolaylaştırdığı, anlatılıyor. (Aydemirov, s. 34-36, 108, 112, 131-135, 141-151, 157, 159)

Çok temel bir nokta olan Kundukhov'un göç etmek istemesinin gerçek nedeni de kitaptaki kurguda şöyle ifade ediliyor: "Kundukhov... Çeçenlerin göç ettirilmesi konusunu Loris Melikov'la görüşürken bu işle Rusya'nın yararına ve Çeçenlere acıdığı için uğraştığını söyledi. Bunun doğru olmadığını akıl ve izan sahibi herkes biliyordu. Kundukhov Rusya'da başlayan sosyal hareketlenmeleri ve değişimleri de iyi gözlüyordu. Kafkas savaşı bitmiş, Rusya buralarda artık iyice tutunmuştu. Bu durumda Oset soylusunun durumu ordudaki eski itibarı devam eder miydi acaba? Hayır! Çar yönetimi ihtiyaç kalmadığı zaman Gürcü asillerini de Abxaz liderlerini de bir kenara itmişti. Kundukhov aynı şekilde kendisinin de bir kenara atılacağından korkuyordu. Her ne kadar zeki ve yetenekli bir general olsa da gelecek için umudu azalmıştı. Ayrıca Rusya'da sınır bölgelerindeki köylüler yerlerinden çıkarılmıştı. Şimdi şu anda güney Kafkasya'da bu oluyor. Yakında bu yasalar Kafkas dağlarında da uygulanacaktı. Elinin altında kölesi olmayan nasıl bey olabilirdi ki? Üstelik de çalışacak adamı olmadıktan sonra iki üçbin desyatin toprağı ne yapacaktı? Belki de devletin özgürlük verdiği işçiler ve köylüler, ellerinden her şeyi alabilirlerdi. Böyle olayların olduğu yer ve zamanlar olmuştu. Bütün bunları anlayan Kuban'daki feodaller ve beyler, sahibi oldukları köylüleriyle birlikte Türkiye'ye göç etmişti. Fakat Kundukhov böyle kaçar gibi gitmek istemiyordu. Kimbilir orada durumlar düşündüğü gibi olmazsa geri dönmek gerekebilirdi. Bu yüzden Rus devleti ile iyi ilişkiler içinde ayrılmalı, ayrıca da toprağını malını mülkünü iyi bir fiyata devlete devretmeliydi./ Kendi mülkiyetindeki köyün halkıyla gitmeyi düşünmüyordu. O bir askerdi. Köylüler ise toprakla uğraşmaktan başka iş bilmezlerdi. Türkiye'de onları çalıştıracağı toprağı olmayabilirdi. O toprakla uğraşan çiftçiler yerine Çeçenlerin Rus devletinden ziyadesiyle nefret eden, savaş alanlarında pişmiş bin kadar savaşçısı ile Osmanlı ordusuna geçerse istediği her şeyi elde edebilirdi. Çeçenlerin bir iki alayı ile orda ünleneceğini düşünüyordu. Kimbilir kendisi ile gelenler birkaç bine ulaşabilirdi. Birkaç bin kişilik süvari birliği ne kadar muhteşem olurdu. O böyle bir birliği dünyanın hiçbir ordusu ile değişmezdi. Böyle bir askerle Anadolu'da, Balkanlar'da ne işler başarırdı. Hele Osmanlı bir savaş başlatsa Mezopotamya, Mısır, Arabistan'dan geçer giderdi. Sonra Rusya ile bir savaş olsa Çeçenistan'ı, Kafkasları, Rus ordusunu ve stratejilerini iyi bilen general ne kadar işe yarardı./.../ Şu son bir yıldır Musa bunları çok düşünmüştü." (Aydemirov, s. 133, 134)

Bu kurgusal anlatım, aynı konuya ilişkin Kundukhov'un anılarındaki anlatımdan çok daha tutarlı değil mi?

*

“Berje’ye göre yukarıda sözü edilen göçlerin siyasî nedenlerine ekonomik nedenleri de eklemek gerekir. Rusya’da yapılan toprak reformundan ve serfliğin kaldırılmasından sonra Rus vatandaşlığını almakla kendilerine ait köleleri kaybedeceğinden korkan bölgenin önde gelenleri, aileleri ve köleleriyle birlikte Türkiye’ye göç etmişlerdir.” (Güneş)

*

Aydemirov’un kitabında 1865 yılında fiilen göç eden Çeçen aile sayısı 5.000 ve göç eden Çeçen sayısı 23.000 kadar olarak verilmiş.

Bu konuda farklı rakamlar ifade edilmekle birlikte, bence bu rakamlar gerçeğe en yakın rakamlar olmalı!

Kısacası 1865 Çeçen göçünü anlamak açısından çok önemli bir eser.

*

“Mutlak nesnelliğin var olamayacağının artık kabul edildiği günümüzde, Aydınlanma Çağı sonrasının, ve özellikle de 19. yüzyılın, pozitivist veri-perestliğini bir kenara bırakmanın vakti çoktan geldi.” (Schick)

*

24.12.2023

***