29 Eylül 2025 Pazartesi

Kuzey Kafkasya ile ilgili bazı KAVRAM VE KAYNAKLAR’A DAİR

Her yerde bir ölçüde öyledir, ama Kuzey Kafkasya (KK) ile ilgili kavram ve kaynaklarda sanki geneldeki duruma göre daha çok karmaşıklık bulunmaktadır.

Aslında bu durum bölgenin etnik yönden karmaşık olan toplumsal yapısının doğal bir sonucu olarak görülebilir. Etnisite ve dil farklılıkları telaffuz farklılıklarına ilaveten doğal olarak bakış açısı farklılıklarına da yol açmakta ve bunun sonucunda bölgede anlamlı bir anlatım birliği sağlanamamaktadır. 

Bilindiği üzere KK’da yaşayan yerli halklar kendilerine Adige diyen Kabartay, Şapsığ, Abzek/Abzeh/Abedzech, Ubıh/Ubuh/Vubıh ve diğerlerinden oluşan ve genelde Çerkez/Çerkes olarak bilinen halklar ile, Abhaz/Abaza, Karaçay, Balkar/Malkar, Oset/Osset/Asetin/Kuşha ve kendilerine Vaynahx diyen Çeçen(Nohçoy), İnguş(Ğalğay) ve Tuş/Kist(Batsoy)’lar ile günümüzde çoğunluğu Dağıstan’da bulunan Avar, Kumuk, Nogay, Dargin, Lak ve Lezgi halkları ve diğer bazı halklardır ve bunların hepsi Türkiye’de ve hatta tüm dünyada her zaman olmasa da zaman zaman Çerkez/Çerkes ya da Kafkasyalı/Dağlı olarak anılmaktadır. 

Bölgenin etnik yapısının karmakarışıklığından kaynaklanan bu durum ise doğal olarak başka çeşitli kavram karışıklıklarına ve ayrıca diğer bazı yanlışlıklara yol açabilecek nitelikte bir unsurdur.

1.Kavramlar Hakkında

KK’ya ilişkin kavramlarda genelde farklı nitelikte karışıklıklar söz konusudur.

Öncelikle telaffuz farklılıkları bulunmakta olup, temelde dil çeşitliliğinden kaynaklanan ses ve telaffuz farklılıkları yüzünden özel isimler de dahil bazı kavramlar farklı şekilde yazılıp söylenebilmektedir.

Mesela çok bilinenleri de dahil bazı isimler şu örneklerde olduğu gibi farklı şekillerde ifade edilebilmektedir:

Çerkes/Çerkez

Şamil/Şamuil

Kabartay/Kabardey/Kabarday

Abzek/Abzeh/Abedzech 

Ubıh/Ubıkh/Vubıh/Ubuch/Ubuh

Oset/Osset/Asetin/Kuşha 

Ermolov/Yermolov

Bahu Bike/Bakhu Bike/Pahu-bike 

Hamza/Hamzat/Hamzat-Bek/Gamzat-Bek

Bammat/Bamat

Temurhan Şura/Timurhan Şura

Hunzah/Hunzak/Khunzakh 

Hasavyurt/Hasef Yurt/ Kassaf Yurt 

Kızlar/Kızlyar

Vedeno/Vedino/Veden 

Gimre/Gimri 

Grozni/Grezni/Grozny

Naip/Naib


Safer/Sefer Bey/Paşa

İkinci olarak en temel kavramların dahi anlamları belirgin değildir ya da bazı kavramlar yanlış şekilde kullanılmaktadırlar.

Mesela genelde yanlış olarak İnguşları da kapsayacak şekilde kullanılan Çeçen kavramı için durum böyledir. Günümüz dünyasında Çeçen olarak bilinen halk için Ruslarca yakıştırılan bu kavram Çeçenlerin kendileri tarafından kendileri için kendi aralarında hiçbir zaman kullanılmaz. Çeçenlere göre kendileri aynı dili konuşan daha geniş bir halk olan Vaynahx (bizim insanlarımız anlamına gelmektedir) halkının bir bölümü olan Nohxço/Nohxçoy’durlar ve kendilerini bu kavramla ifade etmektedirler. Vaynahxların diğer iki parçası da Ğalğay (İnguş) ve Batsoy (Tuş-Kist) halklarıdır.

Bu çalışmada da yanlış olduğu halde genel kullanıma uygunluk açısından Çeçen kavramı ayrım yapılmadan Vaynahx halkının tamamını kapsar şekilde kullanılmaktadır. Esasında istense dahi bu konuda kaynaklardaki kayıtların imkan vermemesi nedeniyle anlamlı bir ayrım yapma imkanı da bulunmamaktadır. 

Aynı şekilde Çerkes ya da Çerkez olarak yazılıp söylenen kavramın da üç farklı anlamından söz edilmekte ve yazılışı konusunda dahi mutabakat bulunmayan bu kavramın ne ifade ettiği/neleri kapsadığı hususunda günümüzde bile anlayış birliği bulunmamaktadır.

*

"Çerkes terimi... üç şekilde tanımlanıyor." (Ersoy-Kamacı, s. 15-17)

*


Benzer durum Kafkasyalı, Dağlı ve Dağıstanlı kavramları için de geçerlidir. Bu kavramların elbette anlamları bulunmaktadır, ancak bu kavramlar çoğu zaman bir durumu açıklarken bazı hususların karanlıkta kalmasına da yol açmaktadır.


Ayrıca aşiret, kabile, uruk, halk, ulus, millet gibi kavramların bölgedeki etnik gruplar için kullanımında hangi grup için ne deneceği konusunda tereddüt yaratan belirsizlikler söz konusu olabilmektedir.


Yanlış anlamaya neden olabilecek kavramlardan biri de Kazak kavramıdır, KK açısından Kazak denildiğinde kastedilen günümüzde Kazakistan’da yaşayan Kazaklar değil, Ruslar tarafından yüzyıllar içinde çeşitli bölgelerden toplanıp KK’ya Rus askerine öncü görevi için getirilip yerleştirilen çeşitli gruplardır. 


Lezgi kavramı da genelde kapsamı tam olarak belirgin olmayan şekilde kullanılan bir kavramdır.


Atalarımız kendi anlatımlarına göre, "Deeğıstın"dan gelmişlerdi ve sözlü anlatımlarda en yakın komşuları da Lezgilerdi. Köylerimizde de Çeçenlerle akraba olan Lezgi diye bildiğimiz Dağıstanlılarla içiçe ve kaynaşmış haldeydik. Sonraları bizim Lezgi diye bildiklerimizin Lezgi değil Avar olduğu sözlerini duyar olduk, doğrusu ben köylerimizdeki “Lezgi”lerin Lezgi olup olmadığını, yani açıkçası neyin ne olduğunu bugün de tam da olarak anlayabilmiş değilim, ama anladığım odur ki, Çeçenlere en çok benzeyen ve en yakın olan halk Lezgiler’dir. 

*

Kaynaklarda ise Lezgi kavramına pek fazla rastlanmamaktadır. Bu kavrama en çok Luxembourg’un eserinde rastladım, onda da “vahşi Lezgi kabileleri” türü nitelemelerle geçmektedir. (Luxembourg, s. 21-28) 

Şamil güçlerince Gürcü prenseslerin kaçırılmasının anlatıldığı başka bir kaynakta da şöyle söyleniyor: Dağlılar baskına geldiklerinde “Prenses Anna Lezgilerin evi yağma edeceklerini zannediyordu…/ Bu arada Tatarlar eve girmişlerdi.” “Şimdi Çeçenler bodruma inen yolu bulmuşlardı… prensesler, çocuklar ve kadınlar yakalandılar… Tutsakların hepsi aşağıdaki büyük salonda toplanınca Çeçenler aralarında ganimetleri paylaşmak için kavga etmeye koyuldular.” (Blanch, s. 272-287)

Görüldüğü gibi burada eylemciler Çeçen, Lezgi ve Tatar olarak niteleniyor ve ayrıca Avar ve aynı yayında s. 301’de olduğu gibi Çerkezler de var!


Fazlasıyla karışık değil mi?


“Prenses Anna Lezgilerle Çeçenleri birbirlerinden ayırt edemiyordu. Gürcüler için onların hepsi “Tatar”dılar.” (Blanch, s. 291)


Haksız mı?


Yeni “muhafızların Lezgiler olduğunu anladılar ve Lezgilerle Çeçenlerin arasındaki fark ortaya çıkmıştı. Çeçenler yabani olduklarını göstermişlerdi, fakat Şamil’in birlikleri olan Lezgiler esirlere kabalıklarını ve dinsizlere olan kinlerini derhal gösteriyorlardı.” (Blanch, s. 296, 297)


Bir yayında şöyle de denmektedir: “Lezgilerin en önemli kabilesi olan Avarların Hanı Omar”. (Luxembourg, s. 34-37)

*

Üçüncü olarak bakış açıları farkı yüzünden en temel konuların da içinde bulunduğu yaşananlar konusunda anlatım birliği sağlanamadığından bazı olaylar farklı kavramlarla ifade edilmekte ve kavramlarda kapsam ve anlam sapmaları olabilmektedir. 


Mesela 18-19. yüzyıllarda KK’da yaşanan olaylar için Rus/Kafkas, Rus/Çerkes ya da mürid savaşları gibi kavramların yanı sıra neyi içerdiği net olarak belli olmayan bir şekilde Rus/Kafkas mücadelesi ya da çatışması gibi kavramlar da kullanılmaktadır.

Oysa gerçekte bu kavramlar durumu doğru olarak açıklamaktan uzaktır.

*


1768-1864 dönemi “Kafkasya savaşları "Büyük savaş" unvanını almaya layıktır." (Aytek Kundukh, s. 95)

*


Yaşanan elbette bir anlamda savaştır, ancak kavramın asıl anlamıyla savaştan daha çok katliam ve işgaldir. O dönemde Ruslar köylerde yaşayan yerli halklara saldırıp sistemli katliamlar eşliğinde adım adım ilerleyip genellikle aralarında siyasal bir birlik olmayan bölgedeki köyleri tek tek işgal etmiş ve yerlilerin ülkelerini ellerinden almıştır. 


Benzer bir durum Çeçenistan’da 1994 sonrasında günümüzde dahi yaşanmıştır. 1994’te başlayıp yıllarca süren silahlı saldırılarında Ruslar Çeçenistan’da geçmişte olduğu gibi “temizlik” diyerek tek tek köylere ve hatta evlere saldırıp halkı katletmişlerdir. Bu şekildeki olaylar sırasında yaşananları savaş kavramıyla ifade etmek gerçek durumu tam olarak açıklamaktan uzak kalmaktadır. 


Ayrıca 19. asırda KK’nın doğusu ile batısında yaşanan mücadelelerin birbiriyle hiç ilgisi olmayan apayrı olaylar olduğunu belirten görüşler de bulunmaktadır. İlave olarak o dönemde yoğun bir şekilde birbirleriyle mücadele eden yerli halklardan bazılarının Ruslarla müttefik oldukları da bilinen bir husustur. Dolayısıyla tam anlamıyla Rus-Kafkas karşıtlığından söz etmek dahi pek gerçekçi olmayacaktır. 


Diğer yandan belirtilen Rus-Kafkas mücadelelerinde yer alan yerli halk mensuplarının zaman zaman çapulcular, asiler ya da isyancılar şeklinde ifade edilebildiği de olmaktadır, ki bu ifadelerin de yaşanan gerçek durumu doğru bir biçimde tanımlayıp yansıttığı söylenemez, ama kullanılmaktadırlar. 


Asi ya da isyancı olmak için önce tabi olmak gerektiği açıktır. Oysa o dönemde KK halkları Rusya tabiyetinde değildir. Dolayısıyla bir isyan ve asilik söz konusu dahi olamaz. Tam aksine Rusya işgal için gelip yerli halklara saldırarak onları sistemli bir şekilde yıllarca katleden faildir.


Nitekim Baddeley durumun adını Rus istilası olarak ifade etmektedir, ki doğrusu da bu olmalıdır. 


KK’lılar için sıklıkla kullanılan çapulcu ve yağmacı gibi kavramlar için de benzer bir durum geçerlidir. O dönemde gerçekte asıl çapul ya da yağma yapan her güç sahibinin her yerde her zaman yaptığına benzer şekilde gücüne güvenerek uzaktan gelip katliamlar eşliğinde yerlilerin önce yaşam alanlarını oluşturan otlaklarına, sonra da evleri dahil tüm varlıklarına el koyan Rus güçleridir. Çapulcu ya da yağmacı denen yerlilerin isteseler dahi Rus ülkesine gidip onların mallarını yağmalama güç ve kabiliyetleri hiç bir zaman olmamıştır. Ellerinden gelse elbette onların da Rusların yaptığı gibi yağma yapabilecekleri söylenebilir, ama onların Rus ülkesinde yağma ya da çapul yapmak için yeterliliklerinin hiçbir zaman olmadığı apaçık ortadadır. Dolayısıyla yerli halkların tüm yaptığı saldırgana direnmek ve toprağına el koyup kendisine saldırması için yanı başına yerleştirilen ve sürekli kendisine saldıran Kazak ve diğer yerleşimcilere karşılık vererek zaman zaman onlara baskın yapmaktan ibaret olmuştur, ki bu da tamamen meşru müdafaa niteliğinde sayılması gereken bir durumdur.

*

Ayaklanma, isyankar (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 67-71)

Yağmacı, kavgacı, çapulcu (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 31-37

*

Benzer bir şekilde köle/köleci kavramlarının bölge için kullanımı da sorunludur. Bilindiği üzere güçlü olan her zaman her yerde güçsüze tahakküm etmiştir ve doğal olarak bu bölgede de öyle olmuştur. Ama bölgenin yerli halkları hiçbir zaman büyük güç sahibi olamamışlardır ve dolayısıyla da bölge içinde çok büyük kapsamlı bir kölecilik söz konusu olmamıştır. Bölgedeki asıl kölecilik dışarıdan gelen güçlü halkların eseridir ve bölge halkları asıl olarak kölecilikte özne değil nesne konumunda olmuşlardır. Bilinen bir gerçektir ki, Arap ve Moğollardan sonra Tatarların saldırılarıyla bölge halkları köle olarak dünyanın çeşitli bölgelerine götürülmüşlerdir. Osmanlı da bu konudaki faaliyetlere doğal olarak büyük ölçüde dahil olmuştur. Bölgede de Tatarlarla ilişkileri yoğun olan ve tarım yapılabilecek geniş ve verimli topraklara sahip olduklarından bu topraklarda çalıştırılacak insana ihtiyaç duyan Kabartaylar bir ölçüde köleci ve daha da doğrusu çoğunlukla köle olmuşlardır. Esasında köleciliğin asıl olarak gücü olanın işi olduğu apaçıktır, eşyanın tabiatı gereğidir. Nitekim Avrupalılar güçlendikleri son beşyüz yılda sadece Afrika’dan 15 milyon köle edinip yeni dünya Amerika’ya götürmüşlerdir. Ama köle/köleci kavramının bölge için kullanımında anlam tamamen saptırılmaktadır.

*

“Köle ticaretinde Kafkasyalılar köle alınan yer, köle temin edilen pazar durumunda olmuştur.” (Tuna, s. 104)


“Osmanlı Anapası büyük bir köle ticaret merkezi olarak çalışıyordu.” (Kumuk)

 

*

Bir diğer temel konu ve kavram olan göçmenler konusunda ise kaynaklarda yer yer göçmen, muhacir, sığınmacı ve sürgün gibi farklı kavramlar kullanılmaktadır.

Konuyla ilgili belgelerde ve diğer kaynaklarda göçenlerle ilgili olarak ise genellikle Çerkez/Çerkes ya da Kafkas göçmeni, Çeçen kabilesi halkı, Dağıstan ya da Şeyh Şamil takımından göçmenler şeklinde ifadeler bulunmaktadır.

Zaman zaman Çeçenler şeklinde ayrım yapıldığı gibi her zaman olmasa da yer yer İnguş-Çeçen ayrımı da yapılmıştır. 

Mesela 28 Eylül 1901 tarihli telgrafta Sivas Vilâyeti'nde bulunanlar ile “Çeçenlerin Şeyh Şâmil kabilesine mensup” olup da Amasya ve Tokat'ta iskân edilen muhâcirler ile “Dağıstan'ın Grozni Vilâyeti'nden gelen muhâcirlerden” karantinada bekletilenler arasında herhangi bir Ermeninin bulunmadığı bildirilirken görüldüğü üzere, daha farklı ve açıklamaktan ziyade yanıltabilecek ifadeler de kullanılmıştır. (Osmanlı-I, s. 529)

Farklı kavramların kullanılması ise durumun tam olarak anlaşılmasına imkan vermemektedir, örnek olarak bu durum, her birinin ayrı adı olan KK halklarının hangisinden ne kadar göçmen geldiğinin ve kimlerin nerelere kaç kişi olarak yerleştirildiklerinin tam olarak tespit edilmesini en azından zorlaştırıcı bir faktör olarak işlev görmektedir.

*

Kaynaklarda genellikle Çerkes ve Türk kökenli halklardan gelenler herhangi bir ayrıma tabi tutulmadan "Kafkasyalı" veya daha çok "Çerkes" genel adı ile adlandırılmıştır. (Bice, s. 45)

"Çerkes Muhacirleri" ifadesi yaygın şekilde kullanılmış, Osmanlı memurları işin bu yönü üzerinde pek ciddiyetle durmamıştır. (Saydam, s. 93) 

Ayrıca başka belgelerde bu grup hakkında “Çerkes” ifadesi kullanılmıştır. Bunun sebebi Kuzey Kafkasyalıların tamamı için Ortadoğu’da bu tanımın kullanılmasıdır. .. Kafkasya’nın karışık etnik yapısı göz önüne alındığında arşiv belgelerinde zaman zaman boy ve kabile isimleri yer alsa bile, “Çerkes” ifadesi genellikle bu grupların hepsini barındıran bir tabir olarak görülmektedir. .. Bunun yanında bazı bölgelere iskân edilmek üzere gönderilen muhacirler içinde Çeçenler, diğer Kafkasya göçmenlerinden ayrı olarak tanımlanmıştır.”” (Berber)

*

Kavram konusundaki temel bir sorun da göç mü sürgün mü meselesidir.

Çeşitli incelemelere konu olmuşsa da önemli sayıda insanı doğrudan ilgilendiren çok kapsamlı trajik bir olay olmasına rağmen Kafkas göçü ne yazık ki hak ettiği ölçüde incelenip yeterli netlikte aydınlatılmış değildir.

Aslında yaşanan istisnalar hariç tam anlamıyla sürgündür.

Çünkü kendi istekleriyle gelenler de olmakla birlikte göçenlerin büyük çoğunluğu kendi istekleriyle gelmemiş, zorla yerlerinden edilmişlerdir.

*

Göç kavramıyla ifade edilebilecek şekilde kendi isteğiyle gelen bazı göçmenlerin olduğu gerçekliktir, ancak göçmenlerin çoğunluğunun istekleri dışında Rus zoruyla evlerinden atıldığı da apaçık olan bir başka gerçekliktir, yani hem sürgün hem de göç söz konusudur, ancak esas olarak yine çok açık olduğu ve farklı bazı görüşler de bulunmasına karşın genelde kabul edildiği üzere Rusya KK halklarından kurtulmak istemiş ve onların çoğunluğunu isteklerinin aksine zorla evlerinden atmıştır, evlerinden atılanlara iki seçenek bırakılmıştır, bu seçeneklere göre ya Rusya içlerine ya da Osmanlı’ya gideceklerdir, başka bir seçenek olmayınca onlar da Rusya’da hıristiyanlar arasında yaşamak yerine kendilerine gelin diye çağrı da yapan Osmanlı’da din kardeşleri müslümanlar arasında yaşamayı seçmişlerdir.

Yaşananlar en çok Nazım Hikmet’in şu anlatımına uymaktadır.

*

“ve elleri yırtıcı kuş pençeleri gibi sarılmış makanizmalara,

ve kendilerine teslim olmayan

               bir tek yeşil fidan

    ve hayat gibi umutlu bir tek insan bırakmamak için

    geliyorlar tanklarının arkasında iki büklüm.” 

(Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları Şiirler 5, 1987, Adam Yayınları, s. 434)

*

Böyle bir durumda öyle bir seçim yapmış olmaları onların çoğunun zorla yerlerinden edilip sürüldükleri gerçeğini değiştirmemektedir.

Ancak yine de farklı görüşler bulunmaktadır ve Bolat’ın kitabında aktarılan bir Osmanlı belgesinde Çeçenlerle ilgili bir durum şöyle ifade edilmektedir:

*

“Bu kabilenin bütün hayvanat ve ziraat aletleriyle gelmeye hazırlanmaları ise bu konudaki yüksek arzularını göstermektedir. Adı geçenlerin ülkeye memnuniyetle kabul edilip süratle yerleştirilip yurtlandırılmaları önemli görülmüştür.” (Bolat, s. 58)

*

Buna göre söz konusu Çeçenler sanki kendi istekleriyle gelmiş ve dolayısıyla sürgün edilmemiş, yani göç etmiş oluyorlar!

Ve, bu görüşte olan başkaları da var.

Ancak genelde/çoğunlukla yaşananın sürgün olduğu kabul edilmektedir.

Berzeg ve diğer bazıları bu görüştedirler. (Berzeg, Aydemirov)

Kutlu’nun biyografisinde de sürgün sözcüğü kullanılmaktadır. (Berkhan)

Merhum N. Gün bir konuşmamızda sürgünü kanıtlayan belgeler bulduğunu da söylemişti.

Kafkasya adlı kitapta da benzer bir görüş var.

Osmanlı’da iskan sonrasındaki durum da sürgün görünümündedir, bir yandan birçok kişi geri dönmüş ya da dönmeye çalışmış ve diğer yandan kalanlar da bir gün geri dönebilme umuduyla eğreti bir yaşam sürdürmüştür. (Kutlu-Direniş, s. 329)

*

Ama bütün bunlara karşın çoğu yerde risksiz olan göç kavramı kullanılmaktadır.

*

Ve yorumsuz olarak bazı kavramlar:

*

“Gence Hükümdarı… Sigilkent üzerine yürüdü.” (Bedirhan, s. 181)

Sigil Çeçence gökyüzü demek.


“Asıl adı, el-Hasen b. Muhammed b. Ali b. El-Belhi’dir.” (Bedirhan, s. 366)

*

"Dikinig Vadisi", "Dikinig". (El-Karahani, 13, 15, 185)

Dikinig Çeçence iyisi demektir.

*

"'Dışe' Çerkes dilinde altın, 'plı' ise kızıl demek olup 'dışeplı' kızıl altın anlamına gelmektedir." (Bell, s. 353) 

Çeçence'de de 'Deşi' altın demek.

*

“Woynax müzik grubu”. (Albayrak, s. 262)

*

Hazar denizinde Çeçen adası.


“Terek'in güneyindeki Vaynah Körfezi”. (Forsyth, s. 272, 273) 

Tigranakert (Diyarbakır). (Forsyth, s. 43, 72) 

Ağustos 1071'de Manazkert (Malazgirt). (Forsyth, s. 123, 170, 306) 

Kert sözcüğü Çeçencede çit, avlu anlamlarında olup, günümüzde de kullanılmaktadır.

Osetçe “Dzauji-kau adı muhtemelen "Dzawag'ın kenti" anlamına gelmekteydi." (Forsyth, s. 742)  

Dzauji-kau adı "Dzawag'ın kenti" anlamına geliyorsa, Çeçencenin dil yapısıyla da uyumlu olur!

*

2.Kaynaklar Hakkında

Kavram karışıklığına paralel şekilde kaynaklarda birbiriyle çelişen ifadeler bulunmasının yanısıra bazı konularda çeşitli anlatım farklılıkları da bulunmaktadır ve bu durum da bazı anlatımların güvenilirliliği konusunda kuşku yaratmaktadır.

Esas itibariyle konuyla ilgili kaynaklarda başlıca iki tür sorun bulunmaktadır ve bunlardan biri yetersizlik diğeri de çok büyük ölçüde anlayış ve dolayısıyla da anlatım farklılıklarından kaynaklanan tutarsızlıklar ve çelişkilerdir.

a.Kaynaklardaki Yetersizlik

Öncelikle sadece örnek olarak çok önemli bir konu olan göç konusu ele alındığında görülmektedir ki, genelde KK ve özelde Çeçen göçü konusundaki kaynaklar çok sınırlıdır. Aslında temel kaynaklar mevcuttur ve bellidir ve bunlar öncelikle Rus ve Osmanlı arşivleridir. Bu arşivlerde yeterli bilginin bulunduğuna da kuşku yoktur, ancak konu hakkındaki asıl kaynak olan bu arşivlerdeki bilgiler şimdilik geniş kitlelere ulaşabilecek incelemelere konu olmamış ve yeterince  incelenip değerlendirilerek ortaya konulmamıştır. Özellikle Osmanlının son derece geniş bir sahayı kapsayan ve dolayısıyla son derece dağınık olan arşiv bilgileri konu açısından çok önemlidir, ancak yakın bir dönemde yerel araştırmaların arttığı görülmekte ise de görünür bir gelecekte bu bilgilerin kamuoyunun faydalanacağı şekilde ortaya konulacağını ummak gerçekçi olmayacaktır.

*

“Türkiye’de özellikle 21. yüzyıldan itibaren tarihî çalışmalar vilayetler bazında toplumsal ve bölgesel olarak ele alınıp değerlendirilmektedir.” (İpek-Kafkas Göçü)

*

Ama buna rağmen Kutlu ve Bolat’ın da vurguladığı üzere, mesela;

-Öncelikle 1865 yazında Kars’ta Rus görevlilerinin Çeçenleri Osmanlı’ya “teslim” ederken düzenleneceği belirtilen defter kaydı ile sonrasında bu göçmenleri teslim alıp iskan yerlerine sevk etmekle görevlendirilen ve konu hakkında bir talimat da yayınladığı anlaşılan Nusret Paşa’nın çalışmaları, Resulayn civarlarına gönderilenler başta olmak üzere özellikle bu göçte gelen göçmenlerin yerleştirilmeleri konusunda yapılan işlemler ile göçmenlerden geri dönmek isteyenlere karşı Muş, Erzurum ve Kars’ta ne gibi uygulamalar yapıldığı hususlarının ve sonra da diğer muhtelif konuların açıklığa kavuşturulup kamuoyunun bilgisine sunulması,

-Pul’un çalışmasında sözü edilen “İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu memurunun, Kabardey (Kabartay), Hatukay ve Çeçenler'den oluşan yaklaşık bin hane Çerkes muhacirinin Uzunyayla'da yerleştirilmesi hususunda yürütmüş olduğu hazırlık çalışmalarını içeren ve Sadaret'e” 23 Şubat 1862’de sunulmuş olan ve “Uzunyayla ve havâlîsinin kapı ve kilidi makâmında bulunan ve Elbistan kazasında Tâcirlü yaylağı denilen mahalle yerleştirilmek için üçyüzseksen kadar muhâcir hâneleri zikr olunan Elbistan’a gönderilmiş ve Sivas ve Amasya ve Bozok taraflarına vürûd eden muhâcirlerden daha beş altıyüz hanenin mahall-i mezbûra gönderilmesi takviyyeti mûcib olacağından” da denilen 1861 tarihli raporu ile Habiçoğlu’nun 1865 Çeçen iskanı konusundaki yetkili Nusret Paşa’nın Çeçen göçmenleri nakl etmekle görevlendirdiği Mülazım Osman Ağa’ya verdiğini belirttiği  talimat ile “1865’deki Çeçenlerin göçü ile ilgili olan diğer belgeler (yukarıdakilerin dışında), İra. Dah. 38199 ve İra. M. V. 23885”dedir diyerek işaret ettiği belgeler ve bu belgelerle bağlantılı diğer belge ve işlemlerin incelenmesi,


halinde göç ve Osmanlı’da Çeçen iskanı konusunda önemli bilgiler edinilebilmesi mümkün ve muhtemel görünmekte ve bunun konuya ilgi duyan araştırmacıların çabası ile başarılabilecek nitelikte bir husus olduğu düşünülmektedir. (Kutlu-Direniş, s. 330; Bolat, s. 60; Habiçoğlu, s. 138, 139) 

*

Kaynak sınırlılığına ilave olarak özellikle Çeçen göçü daha çok genelde Kafkas göçlerini anlatan yazılı eserlerde dahi kendisine pek az ve neredeyse sadece küçük bir dipnot sayılabilecek ölçekte yer bulabilmektedir.

Kaldı ki genelde Kafkas göçlerinin de yeterli ölçüde incelendiği söylenemez. 

Dolayısıyla Çerkez göçü Çerkez gözüyle yeterince araştırılıp ortaya konulmamıştır.

Ve bu durum Çeçenler açısından daha çok böyledir.

Ayrıca yetersizlik sadece göç konusunda değil genelde her alanda geçerlidir.

Yani çok bilinen ifadedeki gibi av olan kendi tarihini yazıncaya kadar onun tarihi avcının gözüyle anlatılacaktır. Merhum Baştav’ın siyasal bağımsızlığı olmayanın tarihi de olmaz şeklindeki ifadesinde olduğu üzere gerekli bütçe ve kadro ihtiyaçlarının karşılanması için zorunlu olan siyasal imkan olmayınca bu zaten kaçınılmaz bir durumdur.

Zira herhangi ciddi bir araştırma için diğer hususların yanısıra emek vermek için ayrılacak zamanı olan uygun elemanın olması zorunluluktur. 


b.Kaynaklardaki Tutarsızlıklar

İkinci olarak kaynak yetersizliğinin yanısıra resmi devlet belgeleri de dahil mevcut kaynaklarda kavram karışıklığına paralel bir şekilde çeşitli karışıklıklar, anlatım farklılıkları, bazı açık yanlışlıklar ve güvenilirlik konusunda kuşku yaratıcı çelişki ve tutarsızlıklar bulunmaktadır.

Öyle ki kaynaklarda en temel konularda dahi açıkça birbirinden farklı bilgiler yer alabilmektedir.

Çoğu akademik tez olan konuya ilişkin bazı çalışmalarda yer yer kıymetli tespit ve değerlendirmeler de bulunmakla birlikte genelde özensizlikler ve çoğu kez de benzer genel geçer görüşlerin tekrarlanması yüzünden zaman zaman bu tür sorunlu durumlarla karşılaşılabilmektedir.

Aslında bir konudaki bilgilerin bu şekilde farklı olması durumuna Onat’ın “bu kadar farklı tarihler, ifadeler nasıl yer alır, anlamak mümkün değil” ifadesinde de dile getirildiği üzere şaşılacak şekilde zaman zaman çeşitli farklı alanlarda da rastlanabilmektedir. (Onat)

*

“Fransız asıllı olup Rus bürokrasisinde görev yapan 19. yüzyılın tanınmış Kafkas uzmanlarından birisi olan Adolf Berje 1860’lı yıllarda Kafkasya’da saha araştırmaları yapmış, Rus makamları arasındaki yazışmaları inceleme imkânı bulmuş ve elde ettiği birikimleri üzerine Kafkasya ile ilgili birçok eser kaleme almıştır. Bu eserlerinden birisinde Berje göçün sorumluluğunu Kafkasyalılara ve onları sözde kışkırtan Osmanlı bürokrasisine yıkar, dolayısıyla Rusya ve Çar Aleksandr’ı aklar. Kısacası eserde hatalı bilgiler ve yanlı yorumlar mevcuttur.” (İpek-Kafkas Göçü)

*

Aynı konudaki farklı anlatımlar ise sonuçta ilgili konuyu gerçeklikten çıkarıp bir nevi efsane niteliğine büründürmektedir.


KK ile ilgili kaynaklardaki yanlışlık, çelişki ve tutarsızlıklar neredeyse ayrı bir kitap konusu olacak kadar çoktur, ancak burada bunların tam bir envanterinin çıkarılmasına çalışılmadan aşağıda gelişigüzel bir şekilde seçilen örneklerden sadece bazılarının aktarılmasıyla yetinilecektir.


Aşağıdaki örneklerde gösterildiği üzere bazı konularda çeşitli eserlerde birbiriyle çelişen ifadeler bulunmasının yanısıra bölgenin en önemli şahsiyetleriyle ilgili olanlar da dahil bazı olaylar konusunda birbirinden tamamen farklı anlatımlar yer almakta ve bu durum da anlatılanların en azından bir kısmının güvenilirliliği konusunda kuşku yaratmaktadır.


1.Kafkas göçmeni sayısı konusundaki rakamlar çok farklıdır. İki uçtaki 100.000’den 3.000.000’a kadar olan aşırı sayılabilecek rakamlar bir yana bırakıldığında dahi verilen göçmen sayısı rakamları yaklaşık 500.000 ile 1.500.000 arasında değişmektedir.

*

“Kafkasya’daki yurtlarından Anadolu’ya göçe zorlanan Kafkasyalıların sayısı hakkında

kaynaklarda farklılıklar bulunmaktadır. Çünkü Kafkasya göçmenleri büyük kargaşa ortamında ya da gayri resmi yollardan geldiklerinde çoğu zaman kayıtları tutulamamaktaydı.” “Ayrıca rakamlarda yolculuk sırasında gemide ya da kendi imkânlarıyla gelirken yolda ölenler göz önünde bulundurulmamıştır.” (Satış)


Kaynaklarla ilgili bir başka sorun da resmi kaynaklardaki kayıtların düzenli olmamasıdır. Habiçoğlu’nun ifadesiyle, göçle ilgili kayıtlar bir türlü düzene sokulamamış ve bu şekilde “kayıtların düzenli tutulmaması, hem bazı memurların ve hem de bazı göçmenlerin usulsüzlüklerine… (Zimmete para geçirmeler ve haksız yere yövmiye almalar…)” yol açmıştır, ve bu da göçmenlerle ilgili durumun doğru olarak tesbit edilmesinin önünde engel durumundadır. (Habiçoğlu, s. 72-Dipnot: 3)

*

2.KK’da siyasal birliği hedefleyen ilk önder olan İmam Mansur’la ilgili, doğum tarihini 1722, 1732, 1748 ve 1760 ve adını Uşurma/Uçermak/Elisha Mansur/Uşurman/Uşurme/Oççurma şeklinde gösteren kaynaklarda çeşitli anlatım farklılıkları bulunmaktadır.


Bu konudaki bazı hususlar İmam/Şeyh Mansur’a Dair adlı metinde yer almaktadır.


Konu hakkındaki anlatımlardan bazıları şöyledir:


2.1."Muhtemelen 1732'de Kafkasya'da Alda Avul adlı bir Çeçen obasında doğan İmam Mansur'un asıl adı Uçermak olup çocukluk yıllarında çobanlık yaptıktan sonra Dağıstan medreselerinde İslami ilimleri tahsil etmiş ve yurduna döndükten sonra köyünün mescidinde imamlığa başlamıştır." (Bice, s. 15)


2.2.İmam Mansur “1722’de” doğmuştur, Yorga onun Nogay olduğunu yazmakta ise de “Bize göre Çeçen olarak tanıtılması daha doğrudur.” (Gökçe, s. 117)


2.3.1787 Osmanlı-Rus savaşı döneminde karşılıklı bir menfaat birliği olduğundan Osmanlı ve Kafkasyalılar karşılıklı birbirlerinden istifade etmeyi tasarlamışlardır. Ancak Kafkasyalılar fiili bir Osmanlı istilasını da kabul etmemişlerdir. Osmanlı ise Çerkesleri kendisine itaatten vazgeçireceğine inanıp başlangıçta İmam Mansur’un başarılarına endişe ile bakmış, ancak yine de Ruslara karşı kazandığı zaferleri iyi karşılayıp “İstanbul’da şenlikler” dahi yapmıştır. Rusya da İmam Mansur’u yakından takip edip Kırım’ın eski hükümdarı Şahin Giray ile anlaşma yapmasından korkarak hile ile Şahin Giray’ı idam edileceği İstanbul’a göndermeyi başarmıştır. Osmanlı Kafkasya’da Abaza, Çerkes ve Nogayların İmam Mansur’un “etrafında toplanmasını” istememiştir. (Gökçe, s. 122, 128)


2.4."Bu asırda ve bu sıralarda İslam Dini'ni yaymak için ortaya çıkan Şeyh Mansur, yani ünlü İmam Mansur... Çeçenya'daki hayli Müslümanı Osmanlı Devleti'nin himayesine razı ettikten sonra Çeçenya'da ve Dağıstan'da kendi düşüncelerini yerleştirmek istedi. Fakat Uma Han karşı gelip Avar halkının ona kulak asmasına izin vermedi... Uma Han tarafından Şeyh Mansur'a yazılan bir mektup" mealen şöyledir: Rusya'ya karşı cihad teklif ediyorsunuz, fakat Rusya güçlüdür, onlarla savaşacak olan millet organize olmuş güçlü bir yönetime sahip olmak zorundadır, Kur'an'da, yeterli kuvvetiniz olunca onlarla savaşın, denilmektedir, Dağıstan halkının kuvveti yeterli değil, organizasyonu da yok, Ruslara karşı başarı elde edilemeyeceği malum olduğu gibi Dağıstanlılar için ölüm nedeni olur, bu sebeple sizin eyleminize ortak olamam. 1785'de zuhur eden Şeyh Mansur zamanında Osmanlı Sultanı I. Abdülhamid Han "tarafından Dağıstan ve Çeçenya'ya cihad çağırıcıları gönderilmiştir." Kısa zamanda "Dağıstan halkları arasında da hürmetle anılıp şöhret yaptığı... anlaşılmaktadır." Fakat "Avar hanı Uma Han, halkının ona tabi olmasını engelledi, keza Şamhal Tarkovski, Gazikumuk ve Kura hanı Muhammed Han ve onun oğlu Surhay Han da aynı şekilde." Anapa'da "esir düşen Şeyh Mansur, Rus ordusu tarafından Petersburg'a gönderildi. Oradan Solovetskiy manastırına yollandı ve vefat etti. (13 Nisan 1794)” (Al Kadari, s. 99, 100)

2.5.1785'te Şeyh Mansur Kafkasyalıları gazavat bayrağı altında toplamaya çalışıyor, ancak "Osmanlıların gaflet ve kayıtsızlıklarıyla Battal Paşa'nın en hassas bir zamanda Ruslara iltihakı yüzünden Anapada esir" düşüyor ve 1794'te "Rusların elinde Şlizelburg'da işkenceler içinde vahşice" öldürülüyor. (Hızal, s. 35-38)

2.6.1785’de meydana gelen bir olay Şeyh Mansur’un ortaya çıkışıdır, “kökeni hakkında da kesin bir bilgi sahibi olunamayan Mansur, gökyüzünden yağmur düşmesi gibi, oradan bir savaşçı, lider ve vaiz olarak inmiş gibidir”, onun bir İtalyan maceraperesti olan Giovanni Battista Boetti olduğu iddia edilmiştir, ancak bilinen 1785’de Aldi’de Gazavat’ı anlatarak ortaya çıktığıdır, ünü de çok artmıştır. İmam Mansur’un Kumuk, Kabardey, Çeçen ve Dağıstanlılar’dan oluşan ordusu 2 Kasım 1785’de Terek kıyısında Tatartub’da Ruslara yenilmiştir, aynı yerde 1395’de Timur da Altın Ordu hükümdarı Toktamış’ı yenmiş ve İmam Şamil 1846’da Irmağı buradan geçmiştir. 1791’de Ruslar Anapa’yı alıyor, İmam Mansur burada esir edilip Petersburg’da gönderiliyor, Çariçe ile görüşüyor, Beyaz Deniz kıyısındaki bir manastıra götürülüyor, birkaç yıl sonra oradaki mahpus hayatında ölüyor, Battista imzalı 1798 tarihli bir mektup yayınlanmıştır. (Baddeley, s. 72-79)


2.7.“Yalnız İngiltere değil özellikle Osmanlı Padişahı ve Papa da Rusya’nın Kafkasya’yı işgaline karşı idiler. Eski zamanlarda da başka iktidarlar din perdesi altında bu sahalar için savaşmak üzere olan hazırlamışlardı. Onsekizinci yüzyılın sonuna doğru Elisha Mansur veya Mansur bey denilen karışık bir şahıs kuvvetli siyasi nüfuz gösterdi./ Mansur beyin hakiki ismi bilinmemektedir. Derviş kılığına girerek Çerkezleri Ruslara karşı sevketmiş ve aynı zamanda Dağıstanlı kabile başlarını hıristiyan Gürcülere karşı kışkırtmıştır. Aslında Rus yayılmasına karşı direnme için dini birliği bir vasıta olarak kullanan ilk insandır. Aslı hakkında çok romantik hikayeler dolaşmıştır. Bazıları onun bir Tatar olduğunu ve Buhara’da sofizm okuduğunu söylerler, fakat Vatikan’da saklı dosyalara göre Papa tarafından Erzurum’daki greko-ortodoks kilisesine karşı yakındoğuya gönderilen bir Cizvit misyoneri. Rivayete göre bir kaç yıl sonra çok sefih bir hayat sürdüğü Kafkasya’da sınır bölgesinde müslümanlığa ihtida etmiştir. Bundan sonra Çerkezlere Karadeniz’deki halkların Rıs sızmasına karşı gelmek üzere Türk Sultanının ajanı olarak sahneye çıkmıştır… Mansur bey 1791 Tatar-Rus savaşında Potemkin birliklerince esir alınmış ve Kuzey Rusya’nın buzlu sahalarına sürülmüştür ki, orada korkunç Solovetskiy manastırında aceze olarak yaşamış ve ölmüştür." (Blanch, s. 24, 25)


2.8.Gerçekten de İmam Mansur Osmanlı açısından “tam zamanında” denebilecek türden bir zamanda, Kırım’ın Osmanlı’nın elinden çıkmasından hemen sonra, bir tür mucize kabilinden ortaya çıkmış gibidir!


2.9."Babıali'nin Şeyh Mansur'u Ruslara karşı "kışkırtması"". (Avagyan, s. 21)


2.10.Çeşitli kaynaklarda Mansur'un, Orenburg'lu bir Tatar olduğu, Osmanlı ajanı olduğu ve İtalyan asıllı bir Cizvit papazı olduğu iddia edilmiştir. Adı kaynaklarda Yafel veya Şabats olarak geçen babası "oğluna Uşurma adını verdi." Doğum tarihi farklı kaynaklarda 1722, 1732, 1748 olarak geçer. 15 yaşındayken babasına tütün içmeyi bıraktırdı. Vurgulamaya çalıştığı bir konu şuydu: "Bütün Kuzey Kafkasyalılar birleşmelidir, birleşmedikleri takdirde... Ruslar memleketlerini işgal ederler." "Aldı camiine gelen insanlar 1785... onu kendilerine İmam seçtiler." Delegeler arasında Çerkes temsilciler de bulunuyordu. "Millet onu Allah'ın temsilcisi olarak kabul ediyordu." "Beningsen'e göre örgütlenme Nakşıbendilik ve Kadirilik tarikatlerine ait kurallardan güç alıyordu." (Kutlu-İmam Mansur, s. 10-21, 57)


2.11.1722'de "Aldi'de Şabats isminde fakir bir adamın oğlu dünyaya gelmişti, adını Uşurman koydular." 1784'de Mehmet Ağa "Çeçen'de Mansur'un evine vardım" diyordu. "Kuzey Kafkasya'nın en demokrat memleketi olan Çeçenistan böyle fakir bir adamın oğlunun şef olmasına uygundu." Mansur'un Orenburg'lu bir Tatar olduğu, Osmanlı tarafından gönderildiği, İtalyan olduğu iddia edilir. İtalyan olduğu iddiasını "yapan adam İtalyalı profesör Ottino'dur. Hatta şeyh Mansur'un, hayatının son iki senesini mahpus olarak geçirdiği Şlizelburg kalesinden babasına yazdığını ileri sürdüğü birtakım mektupları da 1876 da Torino'da neşretmiştir." Şeyh Mansur'un "Çeçen olduğu kesindir." Mansur'a karşı "Kumuk prenslerinden bir kısmı bozgunculuk etmişlerdi." Mansur Osmanlılarla ilişkideydi. "Mansur'un bağımsız hareketleri Ferruh Ali Paşanın hoşuna gitmiyordu, fakat hoş görmeye mecbur oluyordu." Çariçe görmek istedi, gördü, Osmanlı "İmam Mansur'un Türkiye'ye teslimini istedi, vermediler." Mansur hapiste "bile bekçisi olan askeri yaralamış, karakolda hançer çekmiştir", "1794 senesi Nisanın on üçünde Şlizelburg'da derin bir sefalet içinde, yavaş yavaş can verdi." (Kaflı, s. 124-134)


2.12."Mansur Anapa'da yakalandı ve bir Rus hapishanesinde kendi canını aldı... onun Avrupalı bir maceraperest olduğu yolunda iddialar da vardır." (Luxembourg, s. 37-Dipnot:18)


2.13.”1785-1787 Uşurme komutasındaki Kuzey Kafkasya köylülerinin ayaklanması. 1785 İmam Mansur Uşurme'nin Adige, Abaza ve Nogay'lara mektup göndererek, Osmanlılarla her türlü ilişkilerini keserek kendisine katılmalarını istemesi. Bu durumdan tedirgin olan Osmanlı yönetimi, Adıge ve Abhazlar arasında güçlü bir propaganda kampanyası başlatır. Mansur'un başarılı çıkışlarını engelleyemeyen Kethuda Hasan Efendi suçlu bulunarak idam edilir.” 1745 Osetinleri tekrar hıristiyan dinine döndürmek için kampanya başlatılması. Osetinlerin tamamına yakın bir çoğunluğu kendini vaftiz ettirir. "Bu Rus politikasına karşı Derviş Mansur Muhammed (Şeyh Mansur) islam dinini yaymaya çalışır./ Çalışmalarında yalnızca Lezgi ve Çeçenler arasında başarı sağlayabilir." (Özbek, s. 37, 44)


2.14."İmam Mansur (1760-1794)” "1748'de Sunc Irmağı yanındaki Aldı köyünde... doğan bu Çeçen asıllı liderin asıl adı "Oççurma"dır." "İmam Mansur 13 Nisan 1794'de Solovki Manastırı'nda şehitlik mertebesine kavuştu." (Öztürk-Savaş Lordları, s. 42)


2.15."Bu söylentilerden birisinde kimi yazarlar, Kuzey Kafkasya halklarının ilk ulusal önderi olan Mansur'un kişiliğiyle, kendisine Amadyalı (Kurdistan) "Peygamber Mansur" adını veren tanınmış Avrupalı avanturist Giovan Battiste Boetti kimliğini vermeye çalışıyorlar." "1791 yılında tutsak edilen Şeyh Mansur, Petersburg'a götürülerek İmparatoriçe'ye sunulmuştur... 15 Birinci teşrin 1791 de Şlisselburg kalesine gönderildi ve 13 Nisan 1791'de de orada öldü... dinsel bir tören bile yapılmadan, kente yakın Pryeobrajen dağında gömülmüştür." (Şlisselburg komutanının raporundan" "Şeyh Mansur'un aslını Türkiye'ye, Buhara'ya, Orenburg steplerine, ya da her hangi bir ülkeye bağlamak tarihsel belgelere dayanan aynı yazara göre temelsiz bir iddiadır. Şeyh Mansur gerçek bir dağlı ve Alda-evla'dan bir Çeçendi... Gençliğinde... sonradan Rusların Uşurma yaptıkları Uçermak adını taşırdı./ Mansur, Kafkasya dağlılarının ulusal önderidir." "Kafkasya müridizminin kurucusu ve Dağlıların ilk ulusal Devleti fikrinin de kurucusudur." "Mansur, ulusal çöküşe ve yok olmaya götüren hastalıkları tedavi için enerjik bir eyleme girişti... ulus... zararlı alışkanlıklardan memnuniyetle elini çekti... yeniden doğarcasına değişti. Sınırsız namusluluk, karşılıklı saygı ve güven, ciddiyet ve uyanıklık Dağlıların yaşamında olağan bir durum aldı... Allah adına öneriyordu." "Kafkasya dağlarının o görkemli doğası hiçliğe, çirkinliğe ve alçaklığa dayanamıyordu." "Şeyh Mansur'un en tutkulu ve en inatlı amaçlarından biri, tüm Dağlı halkları birleşik duruma getirmekti." "Bir milyonluk Dağlının birleşmesi yetmiş milyonluk Rusları... korkutabiliyordu." Kafkasya müridizmi karşısında Rusların endişelenmesinin bir nedeni de "bu hareketin kavram bakımından açık ve parlak bir görünümle biçimlenen demokratizm olmasıydı. Çünkü bu hareket özgürlüğe ve halka dayanıyor ve en önemlisi de köleliğe yer vermiyordu." "Çerkesya'daki halklar da onu çağırıyorlardı. Mansur, 1786'dan 1791'e kadar, Ruslarla tam beş yıl savaştı." "Mansur, ulusu... manevi ve ahlaksal uyanıklığa çağırıyordu. Bağımsız, ulusal devlet kurmak, ahlakı ve manevi gücü yükseltmekle mümkün olacaktı.../... çözümlemek istediği müridizmin sorunları tümüyle yüce, uygar ve dünyasaldı... müridizmin son amacı bağımsız, ulusal bir yaşamdı." "Puşkin'den... "... sonunda elimize geçip Soloveto manastırında ölen Mansur'un, bu olağanüstü adamın seçkin bir yeri var. Kafkasya, Hristiyan misyonerler bekliyor..."... (H.N.)" (Aytek Kundukh, s. 30-40)


2.16."21 Haziran 1791'de” Ruslar Anapa'yı ele geçirdiler. "Esir alınanlar arasında Mustafa Paşa ve Şeyh Mansur da bulunuyordu." “29 Aralık 1791'de imzalanan Yass (Yaş) Barışı" ile "Anapa, Rus sınırlarına saldırıların kesilmesi için tedbir alma yükümlülüğünü kabul eden Osmanlı İmparatorluğu'na geri verildi." (Esadze, s. 6, 7)


2.17.“Lezgilerin en önemli kabilesi olan Avarların Hanı Omar'a karşı koyabilmek için acil olarak Rus yardımına ihtiyaç duyan Gürcistan, Kafkasya'da Ruslara karşı açılan şiddetli Kutsal Savaş ve Türkiye ile çıkacak yeni bir savaş tehlikesi yüzünden bu yardımı alamadı.../ Kutsal Savaş'ın ateşi Şeyh Mansur tarafından Kuzey Kafkasya'ya yayıldı.../... Bu sırada (1787) Katerina'nın Türkiye ile yaptığı ikinci savaşın başlaması Mansur'u Türklerin müttefiki yaptı./... Türkler, Fransız askeri mühendislerinin de yardımıyla Anapa'da 1784 yılında bir üs" kurdular. (Luxembourg, s. 34-37)


2.18."Bu söylentilerden birisinde kimi yazarlar, Kuzey Kafkasya halklarının ilk ulusal önderi olan Mansur'un kişiliğiyle, kendisine Amadyalı (Kurdistan) "Peygamber Mansur" adını veren tanınmış Avrupalı avanturist Giovan Battiste Boetti kimliğini vermeye çalışıyorlar." "1791 yılında tutsak edilen Şeyh Mansur, Petersburg'a götürülerek İmparatoriçe'ye sunulmuştur... 15 Birinci teşrin 1791 de Şlisselburg kalesine gönderildi ve 13 Nisan 1791'de de orada öldü... dinsel bir tören bile yapılmadan, kente yakın Pryeobrajen dağında gömülmüştür." (Şlisselburg komutanının raporundan" "Şeyh Mansur'un aslını Türkiye'ye, Buhara'ya, Orenburg steplerine, ya da her hangi bir ülkeye bağlamak tarihsel belgelere dayanan aynı yazara göre temelsiz bir iddiadır. Şeyh Mansur gerçek bir dağlı ve Alda-evla'dan bir Çeçendi... Gençliğinde... sonradan Rusların Uşurma yaptıkları Uçermak adını taşırdı./ Mansur, Kafkasya dağlılarının ulusal önderidir." "Kafkasya müridizminin kurucusu ve Dağlıların ilk ulusal Devleti fikrinin de kurucusudur." "Mansur, ulusal çöküşe ve yok olmaya götüren hastalıkları tedavi için enerjik bir eyleme girişti... ulus... zararlı alışkanlıklardan memnuniyetle elini çekti... yeniden doğarcasına değişti. Sınırsız namusluluk, karşılıklı saygı ve güven, ciddiyet ve uyanıklık Dağlıların yaşamında olağan bir durum aldı... Allah adına öneriyordu." "Kafkasya dağlarının o görkemli doğası hiçliğe, çirkinliğe ve alçaklığa dayanamıyordu." "Şeyh Mansur'un en tutkulu ve en inatlı amaçlarından biri, tüm Dağlı halkları birleşik duruma getirmekti." "Bir milyonluk Dağlının birleşmesi yetmiş milyonluk Rusları... korkutabiliyordu." Kafkasya müridizmi karşısında Rusların endişelenmesinin bir nedeni de "bu hareketin kavram bakımından açık ve parlak bir görünümle biçimlenen demokratizm olmasıydı. Çünkü bu hareket özgürlüğe ve halka dayanıyor ve en önemlisi de köleliğe yer vermiyordu." "Çerkesya'daki halklar da onu çağırıyorlardı. Mansur, 1786'dan 1791'e kadar, Ruslarla tam beş yıl savaştı." "Mansur, ulusu... manevi ve ahlaksal uyanıklığa çağırıyordu. Bağımsız, ulusal devlet kurmak, ahlakı ve manevi gücü yükseltmekle mümkün olacaktı.../... çözümlemek istediği müridizmin sorunları tümüyle yüce, uygar ve dünyasaldı... müridizmin son amacı bağımsız, ulusal bir yaşamdı." "Puşkin'den... "... sonunda elimize geçip Soloveto manastırında ölen Mansur'un, bu olağanüstü adamın seçkin bir yeri var. Kafkasya, Hristiyan misyonerler bekliyor..."... (H.N.)" (Aytek Kundukh, s. 30-40)


3.Kafkasya dendiğinde ilk akla gelecek şahsiyet olan İmam Şamil’in en bilinir olduğu bir zamandaki, yani 1859’daki Ruslara teslim olduğu tarih konusunda dahi kaynaklarda mutabakat bulunmamaktadır, çok şaşırtıcı bir şekilde bu tarih çeşitli kaynaklarda farklı olarak ifade edilmektedir. Ayrıca Şamil’in teslim olmaya karar vermesi ile diğer bazı konulardaki anlatımlarda da farklılıklar bulunmaktadır.

Şamil’in 1859’da teslim olduğu tarih Yaşurka’da 5 Ağustos, El-Karahani’de 17 Ağustos, Baddeley’de 21 Ağustos, Bice’de 6 Eylül şeklinde ve hatta Akyüz-Orat/Tanrıverdi’de “5 Aralık 1859’da Şeyh Şamil’in esir düşmesiyle” şeklinde farklı olarak yer almaktadır. (Yaşurka, s. 169-173; El-Karahani, 69, 70, 77)


Doğum ve en ünlü olduğu zamanda gerçekleştiğinden net olarak bilinmesi gereken teslim tarihi ve hatta ismi konusunda dahi mutabakat bulunmayan Kafkasya’nın en meşhur insanı İmam Şamil’in teslim olması konusunda ismi ve teslim tarihi de farklı bir şekilde verilerek şu türden şeyler söylenmektedir:

3.1.“26 Eylülde tam Gunib’in düşmesinden bir ay ve bir gün sonra Petersburg’a geldiler… heyecanla karşılanmıştı… Trenle seyahat kelimelerle anlatılır bir şey değil diyordu.” (Blanch, s. 370-372)


3.2."Ağustosun 29'unda kuşatma başladı". "Ruslar yerli casus kılavuzların yardımı ile Guni yaylasına çıkıp, yerleştiler". "Dağıstan alimlerinin ısrar ve fetvaları üzerine Şamil Ruslarla müzakereye girişti." "Şamil 1859 Ağustos'unda esir düşünce... " (Kaflı, s. 167, 176)


3.3.“5 Aralık 1859’da Şeyh Şamil’in esir düşmesiyle”. (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


3.4.Şamil (şamuyil... 1797-1871)". "Şamil en sonunda 6 Eylül 1859'da teslim olmak zorunda kalmıştır." Dağıstan'ın büyük adamlarından en önde geleni "Şamil'dir (1798-1871)". (Gammer, s. 10, 47) 


3.5."300.000 kişilik bir süngü gücü düşmanın ağır basmasına sebep oldu. 6 Eylül 1859 günü Dağıstan'daki mücadele Gunip Dağında hazin bir şekilde son buldu... İmam Şamil... silahını bırakmak mecburiyetinde kalmıştı." (Hızal, s. 44, 46) 


3.6.Şamil’in esir düşmesinden sonra “çok sayıda İnguş ve özellikle bir Kazak stanistasına ismini vermiş olan Karabulak kabilesi” Osmanlı’ya göçüyor, kalanlar Kafkasların en korkusuz soyguncuları olarak ün salıyor, 1859’un ilk çeyreği Ruslara beklenmedik başarılar getiriyor, Temmuz’da “üç gözlü” general Yevdokimov Veden’i alıyor, sistemli çalışma, iyi idare ve yeni tüfekler başarıda etkili oluyor, Veden’in düşmesinin moral etkisi maddi kazançların çok üstündeydi, son saldırı hazırlıkları Temmuz’da tamamlanıyor, artık yenilginin kaçınılmaz olduğunu gören Çeçen bölgeleri Ruslara katılıyorlardı, bunlar da şartlara göre “ya yerlerinde bırakılıyor, ya da sınırın iç taraflarına gönderiliyorlardı”, böylece erişilmez korkunç savaşçı Çeçenlerin yatağı olan Çeberloy, İçkeri ve Aukh’un yukarı bölgeleri Şamil’den ayrılmış oldu, Lezgiler de Ruslara boyun eğiyor, Şamil’in önemli Naiblerinden çoğu halklarıyla beri Ruslardan yana geçiyor, Danyal Sultan Ruslarla görüşüyor, Kabet Muhammed kendisi katılmakla kalmıyor, en ateşli müridizmci Thusudar kadısı Aslan’ı da tutukluyor, 14 Temmuz’da Baryatinsky Veden’de Yevdokimov’a katılıyor, asker sayısı 40.000’i buluyor, Şamil 1839’da geldiği Çeçenistan’dan Dağıstan bölgesine çekiliyor, “Şamil tarafından Avaristan’a aktarılmış olan Çeberloy Çeçenleri” haber gönderip eski yerlerine dönmek istediklerini bildiriyor ve boyun eğiyorlar, Şamil’in Naibi Deber’in karşı çıkmasına rağmen Rus ordusuna milis olarak katılan bir kısım Çeberloy Çeçeni ve Rus birlikleri eşliğinde bu Çeçenler 25 Temmuz’da ırmağın diğer kıyısına geçiriliyorlar, aynı olay sonraki gün Andililer tarafından Gazi Muhammed’in gözleri önünde tekrarlanıyor, bütün Koysuboy bölgesi baş eğiyor, 24 Temmuz’da Ullu Kale ve Çoh teslim oluyor, Kabet Tilitl’e götürülüyor, Danyal Sultan 7 Ağustos’ta affediliyor, Şamil Gunib’e çekiliyor, Akvah köyü kadınları Şamil’in yüklerini yağmalıyor, Gunip halkı hala ona sadık kalıyor, 400”ü aşmayan adamlarıyla tahkimata başlıyor, 9 Ağustos’ta Wrangel Gunib’e ulaşıyor ve kuşatma başlıyor, Baryatinsky de geçtiği yerlerde itaat görmekle kalmıyor coşkuyla karşılanıyor, Şamil’in son sığınak yeri savunmaya elverişliydi, ihtiyacını kendi kendine karşılayabiliyordu, 30 yıllık mücadele sona yaklaşıyordu, hissediyordu, kaybetmesinde sertliği de rol oynamış olabilirdi, müridizm önce mistik bir dini hareket iken sonra politik bir hal almıştı, böylece islamiyet toplum hayatını yönlendiren tek etken halini almıştı, Şamil kaybetmişti, “çünkü kazanması imkansızdı”, baştan beri yalnız Ruslarla mücadele etmemiş, çok daha zorlu bir düşmanla da boğuşmak zorunda kalmıştı, “bu düşman, Kafkasya’daki kabileler arasında bulunan bölünmeydi”, birleştirme çabalarının bölgesel olarak başarıya ulaşmasının tek sebebi “mücadelenin milli bağımsızlık için yapılıyor olmasıydı”, başka hiç bir sebep bu sert Kafkaslıları Şamil’in aynı derecede sert olan idaresi altında tutamazdı, sert yöntemleri de en çok Rusların işine yaradı, yıllar sonra Kaluga’da Şamil bu durumu ifade etti, onları bir ölçüde disipline edip birbirlerine karşı duydukları düşmanlıkları bastırırken ortak bir davada birlikte mücadele etmeyi öğretmişti, uzun vadede müridim Rusların hakimiyetlerini sağlamlaştırmada onların işini kolaylaştırmıştır denebilir, Şamil’de şahsi hırslar aramak boştur, “hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adamıştı”, tek yolun bir millet halinde Şeriat’ın ve kendisinin emirlerine uymak olduğu görüşündeydi, gücünün zirvesindeyken bile onun yönetiminden memnun olmayan bir takım kabileler vardı ve bu memnuniyetsizlik gelişmeye devam etti, Şamil’in yakınlarına dağılmış bulunan yetkilerde suistimal ediliyor, bu da sert Kafkaslıların sabırlarını taşırıyordu,savaş şartları da sorundu, Dağıstan’da bir “yakınını kaybetmemiş bir aile hemen hemen yoktu, tüm köyler, Ruslar tarafından acımasızca yakılıp yıkılıyor ve halklar toptan yok ediliyordu. Tarlalar sürülemiyor, bağlar budanamıyor ve ağaçlar artık yetiştirilemiyordu. Fakat ovalık bölgelerde yaşayan Çeçenlerin durumları çok daha feciydi. Çünkü onlar, karşılıklı olarak her zaman ya Müridlerin, ya da Rusların tehdidi altında bulunuyor ve devamlı olarak taraflardan birinin saldırısına maruz kalıyorlardı”, ayrıca Şamil’in ser yöntemleri, inatla sürdürülen kan davaları, “Rusların, kendilerine casuslar, izciler, hainler ve hafif süvariler temin etmek için Dağlıların arasına serptikleri bol miktardaki altınlar” gibi etkenler de gözönüne alındığında Şamil’in savaşı aslında çoktan kaybettiği söylenebilirdi, kanlı savaşlar ve içteki sert baskılar sonucu müridizmin dini etkisi ve ardından da politik gücü kaybolmaya başlamıştı ve “fakirlik ve sıkıntılar yüzünden umutsuzluklarının sınırlarına sürülen insanlar, kadın ve erkek, daha fazla dayanamayarak büyük bir istekle sırtlarındaki yükü atıyorlar ve Ruslarla barış yapıyorlardı”, Şamil aracılık teklilerini reddedip savaşarak ölmeye karar  veriyor, Baryatinsky 25 Ağustos’ta saldırı emri veriyor, yerli kılavuzların öncülüğünde her taraftan saldırılıyor, Şamil’in sağ olarak teslim alınması arzulanıyor, Şamil yalnız olsaydı Gazi Muhammed’in Gimri’de ölmesi gibi burada çarpışarak can verirdi, fakat kendisiyle birlikte eşleri ve vefakar Gunibliler vardı, yakın iki adamını Ruslara yolladı, kayıtsız şartsız teslim olması istendi, Lazaref hayatlarının bağışlanacağını söyleyerek onu ikna etti, Şamil atını Ruslara doğru sürdü, Rus askerleri neşeyle haykırdılar, yanında ordusundan kalan 50 atlı olduğu halde Batyatinsky’nin yanına götürülüyor, ertesi gün Şura’ya, oradan da Rusya’ya yollanıyor, ailesinin kendisine katılmasına daha sonra izin veriliyor. (Baddeley, s. 439-450) 


Şamil ile ilgili başka çeşitli konularda da sorunlu anlatımlar bulunmaktadır ve bu konudaki bazı hususlar İmam/Şeyh Şamil’e Dair adlı metinde ve aşağıda yer almaktadır.


4. Şamil’in imam seçilmesi ile ilgili olarak yer konusunda dahi farklılıklar içeren ifadeler mevcuttur:


4.1."Hamzat Bek'in katlinden sonra... (M. 1834) yılının temmuz ayında Aşilta köyünde toplanan Avar bölgelerinin halkı (temsilcileri), Gimrili Dengo oğlu Şamil Efendi'yi imam olarak seçti.” (Al Kadari, s. 119)


4.2.Hamzat’tan “sonra Haragit köyünde geçen müritlerin toplantısında Şamil imam olarak seçildi". (Yaşurka, s. 89-91) 


4.3.Bir cuma günü Hunzah’ta “Hamzat Bek camiye girdi… Osman ve kardeşi Hacı Murat… araya kimse girmeden hemen Hamzat Bek’e ateş etmişler ve kama ile de yaralamışlardı. Bir mürid Osman’ın üzerine atlamış ve onu öldürmüştü…/ Şamil Hunzah’ta değildi… gelmişti. Onun zamanı idi tam… Artık kan davası ve karşılıklı intikam yeterdi. Şimdi hepsi Ruslara karşı savaşmak için birleşmeli ve… büyük bir kuvvet olmalıydı. Şamil adamlarını topladı ve Hamzat Bek’in servetinin olduğu ve küçük Bulaç’ın kardeşinin öldürülmesinden beri tutsak olduğu Gotsak avuluna yürüdü. Şamil eğer görevi ondan isterse önüne durulamazdı. Ne entrikalara tahammül etmeye ve ne de küçük prensin bir defa olmak istediği bir taht adayını düşman eline düşmesine tahammülü yoktu. Hiç bir şey onu amacından saptıramazdı. Gazavat… Zındık sömürücülere karşı kutsal savaş. Hazineleri aldı ve bir katıra yükledi ve Bulaç’ı boğarak cesedinin bir uçuruma atılmasını emretti. Bundan sonra kendini üçüncü imam olarak ilan etti ve atını Gimri’ye sürdü./ Bu aynı zamanda müthiş ve şöhretli hakimiyetin korkunç başlangıcı idi. Onun idaresi altında bütün Kafkasya bir kale olmuş, birbirlerinden ayrılmış kabileler, şaşılacak surette birbirleriyle kaynaşmış ve çok kuvvetli bir idare kurulmuştu… “Şeriat zamanı, Şamil’in devri” başlamıştı.” (Blanch, s. 121-123)


5."1837'de İmam Şamil, Çeçen ülkesinde harekete geçmişti." (Kaflı, s. 150, 151)


Oysa doğrusu 1837 değil 1839 olmalıdır. Ayrıca Şamil Çeçen ülkesine ilk geldiğinde harekete geçmek için değil Ruslar ile aralarında Hacı Murat da bulunan Rus hizmetindeki Dağıstanlılardan kaçıp sığınmak için gelmiştir. 


6. İmam Hamzat’ın adı ve öldürüldüğü tarih ve yer konusunda bile, Kaflı’nın eserinin farklı sayfalarında da olduğu gibi, mutabakat bulunmamakta ve İmam Hamzat’la ilgili olarak şunlar söylenmektedir:


6.1."Hamzat, 1835 senesi Eylül'ün 19 uncu Cuma günü Hunzak camiinde imamlık vazifesini yapacağı sırada... iki kardeşten Osman tabancasını onun göğsüne boşalttı. Hacı Muhammed, Osman'ı öldürdü. Hacı Murad Hacı Muhammed'i yere serdi, müridlerin hiçbiri kurtulamadılar." "Hamzat ölmeden evvel "Benden sonra imamlık ve reislik Şamil'indir" demişti", ama Şamil kabul etmek istemiyor, ısrar üzerine "geniş yetki" isteyip kabul edilince İmam oluyor. "Bu önemli hadise 1834 senesi Eylül'ünün ikinci günü oluyordu." (Kaflı, s. 146, 149, 150)


6.2."Müridizmin merkezi olan Avarya, gerek kişiler ve gerekse gruplar arasındaki anlaşmazlıkların körüklenmesi için, Rusların özellikle karışıklığa ve arabozuculuğa önem verdikleri bir yerdi... Hamzat Bek kendi kardeşleri olan Dağlılarca öldürüldü... Rus provokasyonunu da doğal biçimde desteklemiş oluyordu." (Aytek Kundukh, s. 87)


6.3.“Gamzat-Bek'i öldürmeye karar veren han yandaşları da halk arasındaki bu hoşnutsuzluğu kullandılar. Kendisine karşı komplo kuruldu ve 19 Eylül 1834 yılında suikast düzenlenerek Hunzah camiisinde Avar hanların yandaşları tarafından öldürüldü." (Yaşurka, s. 89-91) 


6.4."İMAM HAMZAT/... Avar hanı Umma Khan'ın karıs Bakhu Bike'nin -kocasının ölümü üzerine yönetimi ele almıştır- ihtimamıyla büyüdü... 1831-1832 yıllarındaki Çar kalesi savunmasında Ruslara tutsak düştü. Gazi Kumuk hanı Arslan Khan'ın kefaletiyle serbest bırakıldı. Arslan Khan'ın telkinleriyle Avar hanlarına düşman kesildi. İmam seçilince de (1832 de) en büyük icraatı Avar hanlığı merkezi Khunzakh'ı ele geçirmek oldu. Bakhu Bike'yi sonradan oğulları Prens Nutsal'ı, Prens Umma'yı hemen öldürttü. Kardeşleri Prens Bulaç'ı da sonradan İmam Şamil öldürtmüştür./ Bu prenslerin süt kardeşleri olan Hacı Murat ile ağabeysi Osman -bu ikincisi- Khunzakh camiinde İmam Hamzat'ı, kan davasını üstlenerek öldürmüşlerdir. (1834). İmam Hamzat çok acımasız, çok katı kurallı olarak tanınır." (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 136, 137)


7. Avar han çocukları ile anneleri Bahu Bike’nin katli de farklı olarak şu şekillerde anlatılmaktadır:


7.1.Hamzat öldürülmüştü. Şamil adamlarını topladı ve Hamzat Bek’in servetinin olduğu ve küçük Bulaç’ın kardeşinin öldürülmesinden beri tutsak olduğu Gotsak avuluna yürüdü. “Hazineleri aldı ve bir katıra yükledi ve Bulaç’ı boğarak cesedinin bir uçuruma atılmasını emretti. Bundan sonra kendini üçüncü imam olarak ilan etti ve atını Gimri’ye sürdü./ Bu aynı zamanda müthiş ve şöhretli hakimiyetin korkunç başlangıcı idi. Onun idaresi altında bütün Kafkasya bir kale olmuş, birbirlerinden ayrılmış kabileler, şaşılacak surette birbirleriyle kaynaşmış ve çok kuvvetli bir idare kurulmuştu… “Şeriat zamanı, Şamil’in devri” başlamıştı.” (Blanch, s. 121-123)


7.2.Şamil "Hamzat'ın amcasının yanında olan Avar prensi Buluç'u, Gimri'ye getirdi, çocuk dereye atlayan ve yüzen yerli çocukları görerek özendi, kendisi de atladı ve boğuldu. Şamil'in onu köprüden aşağı attırdığı hakkında rivayet bundan çıkmıştır." (Kaflı, s. 150, 151)


7.3.Bahu Hanım’ın gizlice Hamza’dan ayrılırsa “iki yüz tümen veririm” diye Şamil’e haber gönderdiği belirtildikten ve “Şamil bu haberi Hamza’ya bildirdi” dendikten sonra oğullarının Hunzahlıların başlattığı çatışma sonucu öldürülmelerini takiben Bahu Hanım’ın katledildiği diğer anlatımlardan çok farklı bir şekilde anlatılıyor. (El-Karahani, 32-36)


7.4."İMAM HAMZAT/... Avar hanı Umma Khan'ın karısı Bakhu Bike'nin -kocasının ölümü üzerine yönetimi ele almıştır- ihtimamıyla büyüdü... 1831-1832 yıllarındaki Çar kalesi savunmasında Ruslara tutsak düştü. Gazi Kumuk hanı Arslan Khan'ın kefaletiyle serbest bırakıldı. Arslan Khan'ın telkinleriyle Avar hanlarına düşman kesildi. İmam seçilince de (1832 de) en büyük icraatı Avar hanlığı merkezi Khunzakh'ı ele geçirmek oldu. Bakhu Bike'yi sonradan oğulları Prens Nutsal'ı, Prens Umma'yı hemen öldürttü. Kardeşleri Prens Bulaç'ı da sonradan İmam Şamil öldürtmüştür./ Bu prenslerin süt kardeşleri olan Hacı Murat ile ağabeysi Osman -bu ikincisi- Khunzakh camiinde İmam Hamzat'ı, kan davasını üstlenerek öldürmüşlerdir. (1834). İmam Hamzat çok acımasız, çok katı kurallı olarak tanınır." (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 136, 137)


7.5."Rus otoriteleri, Kafkasya'da Ruslara bağlılıklarını ifade eden Avarlar gibi kabileleri Hamzat karşısında birleştirmeye çalıştılar... Hamzat, on bin kişilik bir kuvvetin başında Avar başkenti Hunzah önünde göründü. Bir Avar prensinin kendisine rehin olarak verilmesinden sonra Hamzat, sözünde durmayarak bunları öldürmeye başladı. Kendisi, bu eyleme, demirin tavında dövülmesi gerektiğini söyleyen Şamil tarafından ikna edildi. Bu olayın ardından Müridler, bütün Avarya'ya hakim oldular./... Hamzat... 1834 yılının Eylül Ayı'nda hakettiği sonu, öldürülen Avar prenslerinin süt kardeşleri olan Osman ile Hacı Murad'ın elinden aldı." (Luxembourg, s. 70)


8.Aşağıdaki örneklerde olduğu üzere çeşitli konularda Şamil ile ilgili yaşananların efsaneleşmesine katkıda bulunabilecek ve neden ihtiyaç duyulduğu kolay anlaşılamayacak nitelikte olan gerçeğe aykırı ifadeler yer almaktadır. 


8.1.“Hiç bir Naip ölmeden düşmanın eline geçmezdi.” “Kafkasyalı savaşçılar silahların alınması yerine ölümü tercih ediyorlardı.” Şamil “Hiçbir zaman teslim olmayacaktı. O Allah, özgürlük ve kendi gururu için savaşıyordu.” (Blanch, s. 15, 161, 173)


Oysa Yaşurka’nın yazdıklarına bakıldığında durum neredeyse tam tersidir. (Yaşurka, s. 148-151)


Nitekim Şamil’den sonra onun adı en çok bilinen “naibi” olan Hacı Murat sürekli bölgede birlik sağladığı belirtilen Şamil ile anlaşamadığından ondan ayrılarak kendisi gidip Ruslara teslim olmuştur, ki bir tek bu örnek bile o ifadenin gerçeğe aykırılığını apaçık ortaya koymaya yeterlidir.


8.2.“O zamana kadar birbirleriyle savaşan bütün İslam kabileleri dehşet saçarak bir kuvvet olarak birleşmişler ve onların peygamberi ve savaş komutanı ve bir Avar olan Şamil denen adamın arkasından gitmişlerdir. 1834 yılında… cehennemden çıkan ilkel bir çevrenin ateşli prensi olarak sahneye çıkmıştı.” Şamil kutsal savaş gazavatı açıp “birbirleriyle dalaşan dağ kabilelerini gözüpek merhametsiz bir ordu halinde birleştirmişti. İçlerindeki bütün kavgalar imansız saldırıcılar karşısında müşterek bir kin duygusu ile bir tarafa atılmıştı… Herkes Rusya’ya karşı ölünceye kadar direnmeye and içmişlerdi.” (Blanch, s. 14, 19)


Oysa Şamil’in yakını El-Karahani’nin yazdığına göre birlik bir yana Şamil devrinde Ruslarla savaştan daha çok "Rus'a gerek yok, münafık çok" anlayışıyla sürdürülen bir tür “iç savaş” da yaşanmıştır. (El-Karahani, 58)


8.3.Erkilet Şamil’in şöyle dediğini yazmaktadır: "Müritler, dinsizlerle yaşamaktansa, Ruslar’ın düşmanı olarak ölmek daha iyidir... kesinlikle emrediyorum: Rus himayesine girmeyi değil benimsemek, aklınızın ucundan dahi geçirmeyin!" (Erkilet, s. 172) 


Oysa, böyle söylenmişse bile bir değerinin olmaması gerekir, çünkü gerçekte tam tersi yaşanmış ve Şamil’in bizzat kendisi 1859’da Ruslara teslim olmuştur.


Üstelik Şamil sadece teslim olup Ruslarla bir arada yaşamakla da kalmamış, kendisinden istenmediği halde iki oğlu, sonradan Osmanlı paşası olan Gazi Muhammed ve sonradan Rus generali olup 1904’teki ölümüne kadar Rus vatandaşı olarak yaşamış olan Muhammed Şefi, ile birlikte Çar’a sadakat yemini edip bağlılığını bildiren bir konuşma da yapmıştır. Ayrıca Kafkasya’da zalimliğiyle nam salmış olan Yermolov’a 1860’ta Moskova’da saygılarını da sunmuştur. 

*

1860'da “Şamil, 1506'da Rusların tarafına geçerek Ortodoksluğu kabul etmiş Altınordu Tatar prensi Arslan Murza Yermol'un soyundan gelen Yermolov'u ziyaret ederek saygılarını sunmayı ilk önceliği yapmıştı." (Forsyth, s. 317)


Kendisinden istenmediği halde 1866’da iki oğluyla birlikte Çar’a sadakat yemini eden Şamil bir konuşmasında ikinci bir defa daha yaşayıp “kendisini tamamen Beyaz Çar’ın hizmetine verebilmediği için üzülmekte” olduğunu söylemiştir. (Blanch, s. 393-399)


"Şamil, 1866 yılında Çar'a karşı sadakat yemini etti. Oğullarından birisi Rus ordusunda general olurken diğeri, Osmanlı ordusu hizmetine girdi ve 1877-1878 tarihinde tekrar Kafkasya'ya dönerek bir kıyama sebep oldu." (Luxembourg, s. 260-Dipnot: 279)

*

Osmanlı’da paşa olan Gazi Muhammed 1877’de cepheye gönderilirken Rus Çarı incelik gösterip Rusya’da general olan kardeşi Muhammed Şefi’yi Avrupa’da lazım olursun diyerek ağabeyinin karşıda bulunduğu o cepheye göndermemiştir.

*

“Mohammed Şafi Rus ordusunda Tümgeneral idi. İkinci Aleksandr onu 1877’deki Rus-Türk savaşında onun dindaşlarına ve kendi kardeşlerine karşı savaşmasına razı olmamıştı.” Prusya ile savaş çıkıncaya kadar beklemesini istemişti. “Ailesini ziyaret ediyordu, fakat Koska’daki evde kalmıyor, aksine Rus elçiliğinde kalıyordu.” Ona vatan olan Rusya’da 1904’de öldü.” (Blanch, s. 422, 423)

*


Bütün bu hususlar ile Şamil’in bizzat kendisinin 1859’da Ruslara teslim olup 1859'dan sonra 10 yılı yakın bir süre Rusların arasında Ruslarla birlikte yaşamış olduğu apaçık ortada iken hala Şamil’in Ruslarla bir arada yaşamaktansa ölmeyi yeğlediği ileri sürebilmektedirler. Üstelik bunu ne yazık ki profesör unvanlı kişiler de yapabilmektedir. 


8.4.Şamil’in barışla ilgili yaklaşımı konusunda gerçek durum apaçık ortada olduğu halde fiili durumun tam tersi anlatımlar yapılabilmektedir. Mesela, barış demenin Şamil nezdinde idamlık bir suç sayıldığı ve barış isteyen bir Çeçen grubun rüşvetle annesini aracı yapması üzerine üç gece camiye kapanıp ilahi emir bekleyen Şamil’in sonunda kendisine gelen “Allah’ın bu konudaki emri”ne uyarak bu idamlık suçu dile getiren annesinin yerine kendisini kırbaçlatmayla yetindiği şeklindeki bir hikaye Şamil’e Allah’ın emrinin geldiği de doğru kabul edilerek ve çok şaşırtıcıdır ki hiç itiraz edilmeden büyük bir marifet ve kerametmiş gibi şevkle ve iki farklı şekilde şöyle anlatılmaktadır:


8.4.1.1843 yılında Şamil dağlarda iken ovalık bölgelerde yaşayan Çeçenler savunma için tamamen kendi imkanlarıyla başbaşa bırakılmışlar daha fazla kayıp vermişlerdir, bu yüzden umutsuzluğa kapılan Çeçenler Şamil’den koruma ya da Ruslarla barış yapmalarına müsaade edilmesini istemeye gidiyorlar, cezası idam olan bu teklifin İmam’a nasıl duyurulacağı sorun oluyor, 4 kişi olan görüşmecilerden Tepi para da vererek Şamil’in annesinin yakını olan Kasım ile görüşüp durumu anlatarak bu teklifin Şamil’e annesi tarafından iletilmesini sağlıyor, Şamil halkı toplayıp durumu açıklıyor ve camide inzivaya çekilip “Allah’tan bir ilham gelinceye kadar öyle kalacağını” söylüyor, üç gün üç gece sonra “Allah’ın bu konudaki emri, bu teklifi bana getiren ilk insan”a 100 kırbaç vurulmasıdır diyerek annesinin kırbaçlanmasını istiyor, beşinci vuruştan sonra annesi bayılınca Şamil dua sözleri ile “Ey Cennette yaşayanlar, sizler… zavallı annemin başına düşen bu cezanın geri kısmını, kendi üzerime almama izin verdiniz” diyerek kalan 95 kırbacı kendisine vurdurup annesinin böyle utanç verici bir cezaya çarptırılmasına neden olan insanları sorunca, “Çeçenler, korkudan titreyerek ileri sürüklenerek İmam’ın ayakları dibine fırlatıldılar”, Şamil onlara memleketinize dönüp gördüklerinizi anlatınız diyor, Rusların bir oyun olarak gördüğü bu olay müridlerinin ona daha fazla bağlanmasına neden oluyor. (Baddeley, s. 352-355)

8.4.2.Aynı sahneyi Blanch tiyatral halini ve Şamil’in “en ufak bir olaydan dramatik sahneler yaratma ustalığı”nı ve “efsanelerin yaratılmasında daima yenileriyle” beslediğini vurgulayarak daha doğrusu sahnenin tamamen tiyatro olduğunu belirterek ve ayrıca Şamil’le ilgili değerlendirmede “Belki onun başlangıçta fikri gelişmesi kibarca bir dolandırıcılıktı, belki davranışı ile itibar kazanmış ve önemsiz bir işle altın tahta oturmuş olabilir” de diyerek daha farklı bir şekilde şöyle anlatmaktadır:

“Şamil’in çok çekici kuvveti ve hatipliğinin dağ kabilelerine kuvvetli etki yapmasına şaşılamazdı… Bersek bey Şamil için “gözlerinden ateşler fışkırmakta ve dudaklarından çiçekler dökülmektedir” diyordu. Söylemeye değer en ufak bir olaydan dramatik sahneler yaratma ustalığı vardı. Bu sebepten efsanelerin yaratılmasında daima yenileriyle besliyordu … Şamil’in çekici kuvvetinin… en azından savaşın başlangıçta şuurlu olarak planlanması ve iyi hesabedilerek tatbik edilmesinin ne derece isabetli olduğu hakkında hüküm verilememektedir. Ne olursa olsun bunlar amaçlarına ulaşmışlardı. Belki onun başlangıçta fikri gelişmesi kibarca bir dolandırıcılıktı, belki davranışı ile itibar kazanmış ve önemsiz bir işle altın tahta oturmuş olabilir. Bir şey biliniyordu ki, Şamil kendi şahsını dramatize ediyor ve olaylardan faydalar çıkarıyor ve bunlar az bir fantazi oyunu ile çok feci sonuçlar verebilirdi./ Dramatik sahneler için Şamil’in hayranlığını göstermek üzere bir örnek olarak büyük ve küçük Çeçenistan’ın kabilelerini Ruslar çevirdikleri 1843 yılına dönmeliyiz. Şamil’in birlikleri başka bir cephede çok sert savaşlara girmişler ve hiç yardım gönderemiyorlardı. Çeçenler savaşa devam için hiç bir imkan göremiyorlardı. Evleri tahribedilmiş, ürünleri yakılmış ve durum umutsuzdu. Yardım gelmezse teslim olacaklardı. Fakat Şamil’in hiddetinden de korkuyorlardı… izni ile savaşa son vermeyi bildirmeyi kararlaştırdılar. Fakat bu Avarlar veya Lezgiler kadar fanatik olmasalar bile teslim olma kelimesini de söylemiyorlardı. Herkes biliyordu ki, Şamil’in bu dünyada Allah’ın onlara gazabından evvel dillerinin kesilmesi veya kafalarının yarılması tehlikesi yaratmıştı./ Nihayet bir plan hazırlandı… Şamil annesine saygı duyuyor… Belki bu suretle İmam nezdinde onun lütfuna mazhar olunabilirdi… Müridler için on defa yaptıkları yemine göre bu söylenen ölüm olabilirdi, fakat Çeçenlerin çoğu bu sarsılmaz imana sahip değildiler, onların bahtlarına bir sınır lazımdı.” Bahu-Messadu “Çeçenlerin ricalarını dikkatle dinledi ve oğluna onların lehinde konuşacağına söz verdi.” Şamil annesini dinledi ve.”bütün geceyi yalnız başına camide geçirdi. Ertesi gün annesi… imamın Çeçenlerin bu ricasını kabule cesaret edemediğini söyledi. Allah hükmünü verir demişti. Bu sebepten oruç ve dua ile Allah’ın emrini beklemek üzere camiye gitmişti. Ertesi günü Şamil Dargo’nun bütün halkını Allahın emrini beklemek üzere camiye çağırmıştı. Şamil üçgün üçgece camide kaldı, halbuki halk ağlayarak uykusuz ve aç dua ediyordu…/ Ansızın caminin kapıları açıldı ve Şamil yüzü soluk, yarı kapalı parlayan gözleriyle göründü… tam bir sessizlikte halk Şamil’in emrini bekliyordu… Bir anda iki mürid Bahu-Messadu’yu öne kadar getirdiler ve anne oğulun önünde hüsranla diz çökmüştü. Şamil sol kolunu kaldırdı, “kudretli peygamber, senin istediğin olacaktır. Senin sözün hizmetkarın olan Şamil için kanundur”. Sonra yerde çömelen halka dönerek, “Dargo halkı, hem size kötü haber getiriyorum. Sizin kardeşiniz olan Çeçenler, alçakça gavurlara teslim olmayı istiyorlar. Onlar kendi utanmazlıklarını imana olan kusurlarını ve şerefsizliklerini biliyorlar. Fakat bunu bana bildirmeye cesaret edemiyorlar, bilakis annemi ve onu kadın olarak zafiyetinden ve bana yakınlığından faydalanmak istediler. Ona olan aşkım, ona olan bağlılığımın bir takdiri olarak Allahın peygamberi olarak Muhammed’in emrini dinledim. Üçgün üçgece peygamberimizin hükmünü aradım ve bekledim. Nihayet benim dualarıma cevap olarak bu hükmü bana ulaştı. Allahın emri ile bana teslim olmaktan bahseden ilk şahıs benim annemdir”./ Bu konuşmanın etkisi çok heyecan verici idi. Bahu-Messadu hıçkırıklarla oğlunun ayaklarına çöktü. Halk bu sahneden çok duygulanmış ve dağlardan yansıyan avazeler çıkarmıştı. En cesaretli müridler Şamil’in ayaklarına sessiz yalvarışlarıyla eğildiler. Fakat o kararlıydı. Annesi bağlandı ve Şamil’in kendisi celladın elinden kırbaçı aldı ve bağırmakta olan kadına vurmaya başladı. Beş kırbaç sonra annesi bayılınca Şamil kendisini annesinin üzerine attı ve ağlamaya başladı… fırladı./ “Allahü ekber” diye bağırdı ve “Muhammed onun ilk ve ben ikinci peygamberiyim”. Benim duam kabul edilmiş. O anneme verilen cezanın geri kalanını benim üzerime bırakmıştı. Bunu sevinçle kabul ediyorum. Gelsin kırbaçlar. Peygamberim, bu senin lütfunun nişanesidir” diye bağırdı ve kaftanını çıkardı, gömleğini söktü ve… geri kalan doksanbeş kırbaçı kendi sırtına vurmaları için emir verdi… Doksanbeş kırbaçtan sonra ayağa kalktı, gömleğini giydi ve hayretten dona kalmış diz çökmüş halkın arasına karıştı./ “Nerede bu hain Çeçenler? Nerede anneme bu cezayı çarptıran heyet?” diye her zamanki sakin hali ile sordu. Talihsiz Çeçenler… önüne sürükleyerek getirdiler. Çeçenler yerde yatıyorlar ve ağızlarında duayı fısıldıyorlardı. Affedilmelerini dilemiyorlardı./ Ancak tiyatro henüz bitmemişti… Çeçenleri ayağa kaldırdı… “Memleketinize dönün. Burada gördüklerinizi ve işittiklerinizi halkınıza anlatınız. Sakin olun. Allaha güvenin, sağolun” diye konuştu./ Çok tabii böyle bir olay bütün Kafkasya’da duyulmuş ve bütün bozguncular üzerine iyi bir etki yapmıştı. Teslim olmadan artık hiç konuşulmuyordu… Bu iki türlü satranç oyunu idi. Birinde Bahu-Messadu’nun işe karışmasından dolayı onun cezalandırılması ve ikincisi halk için korkunç bir ders olmasıydı… Kafkasya’da ebeveynler ve yaşlı insanlar dokunulmaz sayılırlardı. Allahın emri ile kendi annesine el kaldırması halka daha çok etki yapmıştı. Bu Çeçenlerin tekliflerine Allahın gazabının izharının derecesiydi… Artık hiç bir kimse Şamil’in hakikaten dünya üzerinde Allahın bir peygamberi olduğunu bu gibi olaylardan sonra şüphe etmiyordu. Onun sözü kanun kuvvetinde idi.” (Blanch, s. 128-132)

*

Baddeley’de sadece bir kısım Çeçenlerle ilgiliyken Blanch’ta tüm Çeçenleri kapsamına alan kaynağı belirsiz bu tiyatral sahne için söylenenlere en azından Şamil’in kendisi teslim olmamış mı denilerek bugün dahi itiraz edilmemektedir.


Oysa, barış istemenin idamlık suç sayıldığı belirtilerek tekrar tekrar bu tür hikayeler anlatılmasına karşın Şamil ihtiyaç duyduğu hallerde kendisi barış görüşmeleri yapmıştır ve hatta bu görüşmelerden 1839’daki birisinde oğlu Cemalettin’i Ruslara rehine olarak vermeyi dahi içine sindirebilmiş ve vermiştir.

*

Aslında bu kaynaklarda barış konusunda söylenenlerin tersi de şöyle yazılıdır: Müridizmi yaymak istediği 1837’lerde Şamil “zaman kazanmaya karar vermişti… Rus karargahına şu mektubu gönderdi: “İmam Şamil, Taşof Hacı, Kibit, Mahoma, Muhammed Ömer oğlu ve diğer Dağıstan’ın hörmet edilen ve bilgin adamlarından. Biz rehineler koyuyor ve Rus Çarı ile barış yapmak istiyoruz. Bu barışı içimizden hiç kimse bozmayacaktır…” Anlaşmayı yaptıktan sonra Şamil dağa çekildi… Ruslar tuttukları kadar buna riayet etmek istiyordu… Netekim mevkiini kuvvetlendirdi… O söz verebilir ve bunu yine tutmayabilirdi, zira hakiki hiç bir mutekit bir dinsize kendini bağlı hissetmezdi… Ruslar da aynı yolda idiler, yani onlarca bu yabanilerle yapılan bir anlaşma… onları bağlamamıştı.” (Blanch, s. 133-136; ve ayrıca, Baddeley, s. 294, 295)


"İlgi çekici diğer bir nokta, iki bildiride de Şamil'in Kırım Savaşı sırasında Ruslarla yaptığı görüşmelere değinilmesiydi. Bu görüşmelere dair yirmi dört belge ve mektup 1882'de... ve bunlardan iki mektubun Arapça metni yeni ve düzgün bir çeviriyle 1935'de yayınlanmış olmasına karşın, bunlara Sovyet tarihçiliğinde tümüyle ilgisiz kalınmıştı... Hadaşev'in bildirisi yalnızca bu görüşmeleri ele aldığı için değil... Ruslarla kendisi arasında bir uzlaşma görüşmesi olmayışının Şamil'in hatası olmadığı açık gerçeğini ima ettiği için önemlidir. Neden, tek taraflı olarak kayıtsız şartsız teslim dışındaki herhangi bir şeyi görüşmeyen Rus reddidir." (Gammer, s. 46-57)


1837’de Çar Kafkasya’ya geldiğinde teslim olursa Şamil’in affedileceğini vaadediyor ve Klugenav 18 Eylülde yanında “Dağlı müttefikler oldukları halde” Şamil’le bu konuyu görüşmeye gidiyor, bu esnada tokalaşmak için elini uzatmaya kalkan Şamil’in kolunu yakalayan ateşli mürid Surhay Han “Müslümanların İmamı’nın bir gavurun elini tutarak günaha girmemesi gerektiğini” haykırıyor. 8 Ekim 1837’de Tiflis’e ulaşan Çar Gürcü askeri yolundan Vladikavkaz’a gidiyor. “Rus ordusundan sık sık kaçan askerlerden kurulu bir tabur, İran ordusunda görev yapıyordu. Ruslar da… iade edilmelerini istiyorlardı”, tehdit sonrası Şah isteyenlerin geri verilmesine razı oluyor. (Baddeley, s. 294-298)

*


Açıkça gerçeğe aykırı olup Rus düşmanlığı ile siyasal dinciliği tahkim etmekten başka bir yararı olmayan ancak gerçeğin doğru olarak idrak edilmesine engel olmak gibi çok önemli bir zararı olan belirtilen türden gerçeğe aykırı ifadelere günümüzde dahi ısrarlı bir şekilde neden ihtiyaç duyulduğunu anlamak ve açıklamak zor görünmektedir.


9. Şamil’in büyük kayıplar yaşanan iki çatışmadan sağ olarak kurtulması konusundaki anlatımlarda çelişki ve soru işaretleri bulunmaktadır.

.

1839’da Ahulgoh’tan kaçıp kurtulmasının farklı anlatımları olmasının yanı sıra kaynaklarda tarihi Ekim ve Aralık olarak farklı da verilen ilk İmam Gazi Muhammed’in öldürüldüğü 1832’deki Gimri çatışmalarından Şamil’in sağ çıkmasıyla ilgili beş farklı anlatım vardır: 

*

"Burada küçük bir hata görüyorum. Zira Gimri aralık ayında değil, 17 Ekim'de zapt edilmiştir." (Al Kadari, s. 167-Dipnot: 139)

*


9.1.Tarihi Ekim ve Aralık şeklinde farklı olarak da verilen ilk İmam Gazi Muhammed’in öldürüldüğü 1832’deki Gimri çatışmalarından Şamil’in sağ kurtulması kaynaklarda beş farklı şekilde şöyle anlatılmaktadır: 


9.1.1.Şamil Gimri'de Rus süngüleri arasından "vücudun sağ tarafına aldığı neredeyse ölümcül darbeye rağmen kurtuldu". (Yaşurka, s. 89-91) 


9.1.2.Gimri köyünde 17 Aralık 1832 tarihinde “Gazi Muhammed ve on üç arkadaşı… şehit düştü, eski arkadaşı Şamil Efendi ise kurtuldu./ Şamil Efendi'nin kurtulması şu şekilde olmuştur... Gazi Muhammed ve arkadaşlarını şehit olduğu yerde Şamil Efendi birkaç yerinden ağır şekilde yaralanıp yere düşmüş ve cesetlerin arasında kalmıştır. Gece karanlığında kalkıp yürümeye takat bulan ve oradan yavaş yavaş ayrılan Şamil Efendi bir başka tarafa gidip saklanmış, altı ay kadar tedavi görerek hiçbir işe karışmamıştır." (Al Kadari, s. 111-113) 


9.1.3.Gimri'deki kurtulması sırasında Rus askerlerinden biri "elindeki süngü ile Şamil'in göğsüne dürttü", diğer "biri de büyük bir taş atıp Şamil'in köprücük kemiğini kırdı”, yaraları bunlardan ibaretti ve bir arkadaşıyla "muhasara hattını yardılar" ve kaçıp kurtuldular. (El-Karahani, 18)


9.1.4.“Gimri savaşı… 17 Ekim’de başlamıştı.” “Yalnız iki mürid ölümden kurtulmuştu. Bunlardan biri Şamil idi. Burada o ilk defa muhakkak bir ölümden kurtulmuştu. Onun nasıl savaştığı ve nasıl kaçtığı Kafkasya tarihine mal olmuştur. Bunlar onun ölmezliğine dair efsanesinin menşeini teşkil ediyorlardı. Bir Rus subayı:/ “Karanlıkta, yanmakta olan bir samanlık damının ışığı ile biraz yüksek duran Saklia’nın giriş yerinde bir adam gördük. Bu adam çok büyük ve kuvvetli idi-orada tamamen sakin duruyor ve adeta bizim ona nişan almamız için vakit bırakıyordu. Tam ona davranan askerlerin başı üzerinden bir vahşi hayvan gibi ansızın dışarı fırlamıştı. Ve onların arkasından sol eliyle -bilindiği üzere Şamil solaktı- kılıcıyla askerlere saldırdı ve üçünü öldürürken dördüncüsünün süngüsü onun göğsünü deldi. Hiç yüzünde değişme olmadan süngüyü yakaladı, vücudundan çıkardı ve askeri yere vurdu ve ikinci defa insan üstü bir kuvvetle duvarın üstünden atladı ve karanlıkta kayboldu. Bütün bunlar belki bir buçuk dakikada olup bitmişti” diyerek bu sahneyi hatırlamaktaydı.Şamil aylarca Gimri’den çok uzaklarda olmayarak saklanmıştı. Ciğerleri delinmiş ve vücudunda sayısız kılıç darbelerinin izleri vardı. Bir kaç kaburga kemiği kırılmış ve vücuduna iki kurşun saplanmıştı. Gimri’den kaçan çobanlar tarafından bulunmuştu.” (Blanch, s. 73-75, 111-115)


9.1.5.Sadece iki mürid kurtulmayı başardı, biri Şamil idi. “Sahip olduğu olağanüstü kuvveti, çevikliği ve kılıç kullanmadaki ustalığı sayesinde kendisini kurtarmayı başardı. Şamil, kapıyı açarak eşiğe çıktığı anda Rus askerleri, hemen nişan aldılar. Fakat Şamil, onların ateş etmelerinden önce hızla sıçrayarak askerlerin üzerinden aştı ve arkalarına düştü. Sonra, sol eliyle korkunç bir şekilde kullandığı kılıcıyla askerlerin üçünü anında cansız olarak yere serdi. Fakat dördüncüsü tarafından göğsünden süngülendi. Bu korkunç darbe karşısında bile metanetini yitirmeyen Şamil, bir eliyle süngülü tüfeği yakalarken diğeriyle de askeri kesip devirdi. Sonra da süngüyü göğsünden çıkararak attı ve koşarak ormana daldı. Bu süngü yarasından başka, bir kaç yerinden daha yaralanmış ve özellikle atılan taşlarla kırılan kaburgası ve omuzu ona korkunç acılar vermişti./ Üç gün kadar saklandıktan sonra, komşu köy olan Unsokul köyüne ulaştı. Orada, 25 gün boyunca ölümle yaşam arasında mücadele verdi.” (Baddeley, s. 268, 269)


9.2.Şamil’in 1839’daki kurtuluşu da şu şekillerde anlatılmaktadır:


9.2.1.1839 12 Ağustos’ta Şamil elçi yolladığında Ruslar oğlu Cemalettin’i vermesi halinde Ahulgoh’un teslimi için görüşülebileceği söylüyor, sonunda Şamil boyun eğip oğlunu yolluyor, 18 Ağustos’da da Grabe General Pullo’yu Şamil’le görüşmeye gönderiyor, 21 Ağustos’ta saldırı tekrar başlıyor, “Kafkas savaşlarında sıklıkla rastlanan katliamlar, burada da bütün şiddetiyle” uygulanıyor, analar Rusların eline geçmemesi için çocuklarını kendi elleriyle öldürüyorlar, 80 gün süren kuşatmada Ağustos 29’a kadar Ahulgoh’ta tek bir Dağlı bile kalmıyor, Şamil 21 Ağustos’ta Koysu’ya asılı gibi duran “inlerden” birine sığınıp kurtulabiliyor, uzaklaşma sırasında görülmeleri üzerine Oullu Bek tarafından gönderilen bir grup Gimrili üzerlerine bir çok yönden ateş açıyor, ama mesafe uzak olduğundan sonuç alamıyorlar, Şamil kim olduklarını anladığı sadakatsiz köylülerine yumruğunu sallayarak “yine karşılaşacağız” diyip uzaklaşıyor, bir yıl bile geçmeden Şamil ayaklanmış halkın lideri haline ve müridizm Samur’dan Terek’e, Vladikavkaz’dan Hazar’a kadar olan bölgede hakim hale geliyor. (Baddeley, s. 320-325)


9.2.2.Ahulgoh'ta "Tek kaçış yeri uçurum"dan gece "yardan aşağıya sarkmak suretiyle kaçmaya başladılar", "sarp bir mevkie gizlendiler." "Gimreliler, Şamil'in yolunu bekliyor ve kendisine suikastta bulunmak istiyorlardı. Nehrin öbür sahiline gelip tüfeng atmaya başladılar.../ Şamil kılıcını çekip uzaktan onlara gösterdi ve isimleri ile onlara hitap eyleyerek:/-İnşaallah üç ay sonra bu kılıç başınıza inecektir, dedi./ Şamil'in Ahulgoh'tan kurtulduğu anlaşılınca Ahmed Han Çunkuti ile Hacı Murat Hunzahi bir miktar münafık ve evbaş ile onu aramaya çıktılarsa da bulamayıp geri döndüler." (El-Karahani, 77-81)


9.2.3."Şamil'in Ahulgoh'taki güç merkezini imha etmek amacıyla... 1839 yılının Mayıs Ayı'nda operasyonlar başladı... Ağustos'un sonuna gelindiğinde Rusların Ahulgoh'u işgalleri tamamlanmıştı. 1837 yılının tersine Ruslar bu kez emellerine ulaştılar... Burada yine, artık Rusların bir Kafkas köyünü almalarını karakterize eden vahşi ve acımasız bir katliam yapıldı. Ve burada yine müdafiler arasından birisi kaçmayı başardı. Şamil'in bu mucizevari kaçışının önemi, ilk başlarda... tam anlamıyla değerlendirilemedi." (Luxembourg, s. 209, 210)


10.Şamil’in çok acımasız bir uygulamasında bir İnguş’un gözünün çıkarılması olayı dört kaynakta farklı şekilde şöyle anlatılmıştır.


10.1.Çeçen ile Gürcistan arasında "Çukmuklu Köyü'nde Uyaş namında bir herif vardı ki yol kesmek, adam öldürmek ve mal gasp etmek ile dem-güzar olurdu. Köylüler bu şeririn katlini talep eylediler. Şamil ise katli muvafık görmeyip, görmekten mahrum bırakılmasına emir verdi... 7 kişi müşkülat ile tutup yatırdılar ve kollarını bağladıktan sonra gözlerini çıkarıp bir eve bıraktılar." Uyaş gece kurtulup Şamil'e saldırıyor ve iki kişiyi öldürmesine rağmen öldüremediği Şamil'i 12 yerinden yaraladıktan sonra öldürülüyor. Baddeley'de ise bu olay şöyle anlatılıyor: "Nazran'dan çok fazla uzak olmayan bir İnguş köy halkı... Müridizm'i kabullenmekte tereddüt ediyorlardı. Köylülerden birisinin esir olarak tuttuğu iki Çeçen'in geri verilmesi istendi. Adı Gubiş... olan İnguş bu esirleri vermeyi reddedince Şamil, saldırı emrini verdi ve Gubiş yakalanarak sağ gözü çıkarıldı... Gubiş, gece hapsedildiği yerden kurtularak... Şamil'i üç yerinden... bıçakladı. Gubiş'i korumaya çalışan iki kardeşi de öldürüldü." (El-Karahani, 92, 93)


10.2.“İnguşların bölgesinde Ruslar ve müridler arasında devamlı olarak el değiştiren bir avul vardı. Köyün yaşlısı Gubiş’in iki Çeçen casusunu iyi niyetlerini göstermek üzere Ruslara teslim edeceği haberini Şamil alır almaz her zaman olduğu gibi yıldırım gibi gitmiş ve bir süvari grubunun başında köye saldırmıştı. Onun bir gözünü oymuş, onu bağlamış ve esir çukuruna atmıştı. Geceleyin ailesinin yardımıyla esir çukurundan kaçırılmıştı. Şamil’in çadırına kadar gelmiş ve… onu ağır yaralamıştı…/ Şamil… Gubişi derhal öldürüldü. Fakat bu yetmemişti. Ona yardım eden iki kardeşi de öldürüldü ve geri kalan ailesinin sekiz üyesi mahzende hayatlarının sonuna kadar tutuklandılar.” (Blanch, s. 199)


10.3.Nazran’a yakın bir İnguş köyü halkı “Müridizm’i kabullenmekte tereddüt ediyorlardı. Köylülerden birinin esir olarak tuttuğu iki Çeçen’in geri verilmesi istendi. Adı Gubiş olan İnguş, bu esirleri vermeyi reddedince Şamil, saldırı emri verdi ve Gubiş yakalanarak sağ gözü çıkarıldı”, gece hapsedildiği yerden kurtulan Gubiş “muhafızın kinjalını kaparak Şamil’in odasına daldı ve Müridler yetişinceye kadar kendisiyle mücadele eden Şamil’i üç yerden bıçakladı. Gubiş’i korumaya çalışan iki kardeşi de öldürüldü.” (Baddeley, s. 333)


10.4.Aynı olay başka bir kaynaktaki bir anlatıma itiraz eden tercümanın notunda daha farklı bir şekilde anlatılmaktadır. Tercümanın itirazı ve bu konuyla ilgili anlatımı şöyledir:


10.4.1.Şamil’in çok acımasız vahşi bir uygulamasında 100 Çeçen ailenin çocuklarıyla birlikte katledilmesi olayı bir yerde şöyle anlatılmaktadır: "Şamil, demir bir elle hüküm sürüyordu... Dağıstan'da çok kuvvetli olarak yerleşmiş bulunan "kan davalarını" ortadan kaldırmakta da başarılı oldu. Bir köyde böyle bir ölüm olayı meydana gelince, kendi emirlerinin hilafına böyle bir olaya sebep olan kişileri tutuklamak üzere iki yüz atlı gönderdi. Katilleri destekleyen köy halkı, Şamil'in adamlarını köyden sürdü. Bunun üzerine bizzat Şamil'in kendisi, büyük bir kuvvetin başında olay yerine geldi ve halkı teslim olmaya ikna ettikten sonra kadın, çocuk ve erkeklerden oluşan yüz aileyi, bir daha otoritesinin ihlal edilmemesi için idam etti." Bu anlatıma tercüman (s.ö) şöyle bir dipnot yazıp itiraz etmektedir: "Özellikle kaynaklar vererek... açıkladığı kısımlarda doğru bilgiler veren yazar, belgeleri kullanmadığı yerlerde hayali olaylar anlatmakta ve gerçeklerden sapmaktadır. Burada iddia edildiği gibi bir olay asla olmamıştır. Çünkü Şamil bu sıralar, bir devlet adamı gibi davranmakta ve Şeriat kurallarını uygulamaktadır. Yukarıdaki olayın meydana gelmesi imkansızdır ve hiç bir kaynakta buna rastlanmamaktadır. Zaten Müridleri yarı vahşi olarak değerlendiren yazarın bu tür fantezilere inanması doğaldır. Böyle bir kan davasının en tabii sonucu katillere kısas uygulanmış olması olabilir. Resul Hamzatov, "Benim Dağıstan'ım" adlı eserinde buna benzeyen, fakat son derece farklı bir muhtevaya sahip bir olay anlatmaktadır. Köylüler, etrafa dehşete boğan bir hayduda karşı Şamil'den yardım isterler. Şamil adamlarıyla gelerek haydudu yakalar ve mahkeme edilerek gözlerine mil. Gece haydut, kapatıldığı yerden kaçmayı başarır ve Şamil'i ağır şekilde yaralar."  Burada tercümanın yazara itiraz ederken anlattığı olay yukarıda değinilen başka bir olayın farklı bir anlatımıdır. Açıktır ki burada tercümanın kendisi hata yapmaktadır. Çünkü burada anlatılan tercümanın itiraz ettiği olaya başka bir kaynakta değil aşağııda gösterildiği üzere en az iki kaynakta daha rastlanmaktadır ve tercümanın belirttiği diğer olay da yukarıda anlatıldığı üzere ayrıca yaşandığı anlaşılan acımasızlık örneği başka vahşi bir olaydır. Ne yazık ki o sırada “devlet adamı gibi davranmakta” olduğu belirtilen Şamil yanında celladıyla gezip türlü vahşetlere imza atmıştır. (Luxembourg, s. 206, 207, 208-Dipnot: 236) 


10.4.2.Ama tercüman burada yanılmaktadır. Burada tercümanın itiraz ettiği Şamil’in diğer çok acımasız vahşi bir uygulamasında 100 Çeçen ailenin çocuklarıyla birlikte katledilmesi olayına başka bir kaynakta değil aşağıda gösterildiği üzere o kaynak dışında en az iki kaynakta daha rastlanmaktadır ve tercümanın belirttiği diğer olay da yukarıda anlatıldığı üzere ayrıca yaşandığı belirtilen acımasızlık örneği başka vahşi bir olaydır.


Ne yazık ki o sırada “devlet adamı gibi davranmakta” olduğu belirtilen Şamil yanında celladıyla gezip türlü vahşetlere imza atmıştır. 


Tercümanın yazara itiraz ederek başka hiç bir kaynakta rastlanmadığını belirttiği Şamil ile ilgili olayın iki farklı kaynaktaki anlatımı da şöyledir:


10.4.2.1.1844’te Çeçen bölgesinde gerilla savaşı sürerken yaşanan ve belki de daha sonraki zayıflamasında önemli bir rol oynayan kanlı bir olay Şamil’in otoritesini pekiştiriyor, Şamil’in en yakın Naiblerinden olan “Şuayib Molla, bir kan davası yüzünden Tsonteri’de öldürüldü. Şamil 200 Andiliyi oraya göndererek bu öldürme olayına engel olmadıklarından dolayı köyün ileri gelenlerinin esir alınarak getirilmelerini emretti. Fakat bu davranış Çeçen adetlerine ters idi ve silahlanan köylüler, karşı koyarak Müridleri püskürttüler. Bunun üzerine Şamil, şahsen harekete geçti. Dağları süpürerek köyün üstüne geldi. Onların direnişini kırarak 100 haneli köy halkını kılıçtan geçirdi.” O yılın en önemli olaylarından biri de Danyal Sultan’ın Şamil’e katılması oluyor, Tuğgeneral olarak uzun yıllar Rus ordusunda sadakatle hizmette bulunan Elisu’nun bu kudretli yerli yöneticisi General Neidhart’ın yetkilerini kısmak istemesi nedeniyle Ruslarla çıkan anlaşmazlık üzerine kaçıp Şamil’e katılıyor. (Baddeley, s. 359)


10.4.2..2.“Şamil merhametin zafiyet getireceği kanısı yüzünden bazan çok korkunç işlere kalkıyordu. Sütkardeşi Şuayıp kan davasından dolayı Zonteriji avulunda öldürülünce müridlerden ikiyüz kişiyi bu ölüme mani olmadıklarından dolayı avulun elebaşılarını tutuklamak üzere göndermişti… avulun elebaşıları… mukavemete kalkmışlar ve tam bir savaş gelişmişti. Şamil bunu işitince hemen avula gitti… “avulda yaşayan erkek, kadın ve çocukların hepsi yüz ailenin öldürülmesini” emretti… memnun olarak… ibadet etmek ve oruç tutmak için geri döndü.” (Blanch, s. 199)


11. Battal Paşa ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:


11.1.Büyük umutlar bağlanan bir seferi yöneten Battal Paşa 1790’da beylere kötü davranıp onları tekdirle karşılamış, sonra da kendisi 800 kese altınla Ruslara teslim olmuştur. İmam Mansur’un mührüyle Dağıstan ve Kabartay halkı tarafından 2 Aralık 1790 tarihinde Osmanlı’ya gönderilen bir mektupta, Anapa’da Battal Paşa “nice durumlarda bulunduğundan” kendilerinin buna razı olmayıp ayrıldıkları belirtilmiştir. Canikli Ali Paşa’nın da oğlu olan Battal Hüseyin Paşa 1798’de “Rusya'nın talebiyle” af edilerek Trabzon valisi yapılmıştır. (Gökçe, s. 158-162)


11.2."Battal Paşa pek battal bir adamdı... ansızın Ruslara sığındı, ordu başsız kaldı." (Kaflı, s. 132)


11.3.1788'de Ruslara karşı Anapa'daki "Türk garnizonunun enerjik komutanı Battal Paşa çıkış yaptı". (Esadze, s. 6, 7)


11.4.1790 30 Eylül’de Rus birlikleriyle karşılaşan Osmanlı yenildi ve Battal Paşa esir düştü. (Durmaz)


11.5.Saxon kökenli General Hermann’ın emrindeki 3.600 asker 1790’da Battal Paşa’nın 40-50.000 kişi tahmin edilen ordusunu yenip Battal Paşa’yı esir alıyor, bu savaşta Rus kaybı 150 olarak gösterilmiştir, burada çevirenin notunda, ihtiyatsızca ilerleyen birtakım birliklerin Ruslarca yenilmesi üzerine bunların geriye çekilip ordugahı paniğe verdikleri ve ciddi bir savaş olmadan ordunun dağıldığı ve idam edilmekten korkan Battal Paşa’nın da ihanet edip Ruslara sığındığının tarih kitaplarında anlatıldığı belirtilmektedir. (Baddeley, s. 78)

*

12. Hacı Murat’ın Şamil’e katılması ve sonrasında Ruslara sığınması konusunda şu tür çelişkili şeyler söylenmektedir:

12.1.Hacı Murad 1 Temmuz 1851’de Hazar kıyılarında Boynak’a baskın yapıyor, 30 saatten az bir zamanda 170 kilometre yol katederek kurtuluyor, “Hacı Murad’ın büyük bir ün kazanmasından rahatsız olmaya başlamış olan Şamil” etrafındaki bazılarının da kötülemesiyle ondan kuşkulanmaya ve kendisinden sonra yerine geçecek kişi olarak oğlu Gazi Muhammed’i tayin ettiği için de Hacı Murad’ı bu planını tehlikeye düşürecek kişi olarak görmeye başlıyor, “Çeçenistan’daki Avturi köyünde yapılan gizli bir toplantıda Hacı Murad, gıyaben ölüme mahkum edildi”, tuzağa düşmek üzere olan Hacı Murad son anda uyarılınca gidip Ruslara iltica ediyor, Tiflis’e gönderiliyor, ailesi Tselmes’de Şamil’in elinde kalıyor, ailesini kurtarmayı da isteyen Hacı Murad Rusların elinden de kaçmaya teşebbüs ediyor ve 23 Nisan 1852’de kalabalık bir milis grubu ve kan düşmanları tarafından sarılıyor, öldürülüyor, cesedi Nuka’da teşhir edildiğinde herkes… bu olayı kutladı”, çünkü uzun yıllar onlar için korkulu bir rüya ve tehdit unsuru olmuştu, geniş çaplı askeri hareket planlayamayacağı, ama müthiş bir gerilla lideri olduğu yorumları yapılmıştır, ölümsüz bir üne kavuşmuştur”. (Baddeley, s. 415-418)

12.2.Hacı Murat çok kudretli, çok kibirli olmuştu. Şamil’in ölümü halinde onun müridlerin lideri olacağına hiç kuşkusuz bakılıyordu. Bu sebepten 1851 yılında Şamil, kendi ölümünden sonra yerini oğlu Gazi Muhammed’in alacağını resmen bildirmişti Hacı Murat bunu duyunca hiddetlenerek “kimin halef olacağına yalnız kılıç karar verir…” diyordu. Bunun üzerine Şamil onun rütbesini düşürmüş ve ona bütün ganimetlerini geri vermesi için emretmişti… Şamil direnen Hacı Murat’ı teslim almaya karar verdiyse de… arabuluculuk yaptılar…/ Fakat Şamil artık bir daha Hacı Murat’a güvenilemiyeceğini biliyordu. En yakın naiplerle gizli bir toplantı yaparak onu hain olarak bildirdi ve ölümüne karar verdiler./ Fakat naiplerden biri Hacı Murat’a vaktinde bunu haber vermişti. Hacı Murat… Bir gece kendine en sadık dört müridiyle en yakın Rus birliğine kaçtı.” Ruslarda aradığını bulamayan Hacı Murat “Tiflis’teki cansıkıcı yaşantılardan kaçmak istiyordu… sadık beş müridi ile beraber iki subayın emrindeki ufak bir Kazak birliğiyle aynı çatı altında kalmışlardı… oğlunun ne olduğu bilinmiyordu./ Hacı Murat ansızın bir karara vardı. Dualar yardım etmemişti… kaçacak, Vedin’e… kendine özgü manevrası ile baskın yapacaktı.” Atla dolaşmaya çıktılar ve refakatçilerinin hepsini öldürüp gittiler, “çatışmayı gören köylüler hemen Nukka’ya giderek şehiri ayağa kaldırdılar…/ Kafkasyalılar… yol bulmak için çok vakit kaybettiler.” Yetişen askerler onları gören yaşlı bir adamdan yerlerini öğrendi. “Bu tarihin akışını değiştiren çok tesadüfi bir karşılaşma idi. Eğer Hacı Murat kaçabilseydi belki Şamil’i mağlup ederdi ve Kafkasya’daki kan dökülmesi bir kaç yıl evvel sona ermiş olacaktı.” Ama kaçamadılar, yetişen askerlerle çatıştılar, “çatışmayı duymuş kimseler Ruslara yardım için dağlardan inen çakallar gibi… koşmuşlardı. Bunların arasında onların, eski bir düşmanının oğlu olan Mektuleli Ahmet Han da vardı” ve sonuçta hepsi öldürüldüler. Ahmet Han başını kesti. Öldürüldükleri tarih 22 Eylül 1852 idi. (Blanch, s. 244, 248-252)

“Başına toplanan askerler, çimenlerin üzerinde kan gölünün içinde yatan vücudu tekmeleyip delik deşik etti. Hacı Murat’ın nereye gömüldüğünü kimse bilmiyor”, kesilen başına gelince… Vorontsov… “... 24 Nisan 1852’de… öldü”... “Tiflis’teki askeri hastanede teşhir ettirdi. Daha sonra tahnit edildi ve Çar’a sunmaya değer bir savaş ganimeti haline getirildi.” (Blanch, ŞŞE, s. 353-376)

12.3.1834'de Hamzat'ın öldürülmesinden sonraki dönemde üniformalarını da giyerek Rus saflarında yeralan Hacı Murat Avaristan yöneticiliğine getirilen kan davalısı Mektule Hanı Ahmed Han'ın bazı Rus komutanlarla birlikte yaptığı entrikalar sonucunda Ruslar tarafından tutuklanınca kaçıp Şamil'e katılıyor. (El-Karahani, 96, 97)


12.4.Hacı Murad "Kıskançlığın ve bir hatanın kurbanı olarak Ruslar tarafına geçti... öldü." (Kaflı, s. 164, 165)


12.5."Hacı Murad... Ruslar tarafından göz altına alındı. Kendisi inanılmaz bir şekilde kaçmayı başardı... Şamil'e katıldı ve onun en güçlü Naib'i oldu." "Şamil'in otokratik yapısı, onun gücünü kaybetmesini hazırlarken, onun başarılı Naiplerine karşı duyduğu güvensizlik hisleri, Hacı Murat'ı Rus kampına itti", daha sonra 1852'de onlardan kaçmak için yaptığı girişim ölümüyle sonuçlandı. "Şamil ailesine çok bağlıydı... İkinci oğlu Gazi Muhammed onun sağ kolu oldu ve Şamil, kendisinden sonra onun halef olmasını istedi. Hacı Murat'ın böyle bir fikre karşı çıkacağını, doğru olarak tahmin eden Şamil, ondan kurtulmaya karar verdi. Bunu haber alan Hacı Ruslara sığındı. Bu olay, Müridler için büyük bir kayıptı." (Luxembourg, s. 70-Dipnot:59, 235, 235-Dipnot: 252)


12.6."Gralevski'nin savına göre, ünlü Hacı Murat olayı ve güya onun müridizm devinimine ihanet ederek Rus tarafına geçmesi de önceden planlanmış bir sahneydi. Hacı Murat Şamil'le anlaşmış, Ruslara bir oyun oynamak amacıyla kendilerine teslim olmuş ve Şamil'e ihanet ettiğine inandırmayı planlamıştı. Gerçekte isee Hacı Murat, Şamil'in bilgisi ve emirleri çerçevesinde deviniyordu. Amacı kendisini Rus dostu göstererek, onların elindeki ovalarda yaşayan Dağlılardan bir ordu oluşturmaktı. Hacı Murat görünüşte bu ordu ile Şamil'i yenecekti. Fakat asıl görevi bu orduyla Rusları arkadan vurmak ve Rus komutanlığının dikkatini kendi üzerine çakmekti. Şamil ise bu sırada ana kuvvetlerle cepheden taarruza geçecekti. Rus komutanlığı Hacı Murad'a güvenmiş olsaydı Rus ordusunun yenilgisi kesindi. Fakat Rus komutanlığı Hacı Murad'a inanmadı, onu seçkin bir savaş tutsağı olarak ilan etti. Plan yürütülmekten geri bırakılmadı; Hacı Murat gerçek bir kahraman olarak öldü. Savaşı ise Dağlılar yitirdi." (Aytek Kundukh, s. 90, 91)


12.7."Haydak ve Tabasaran ahalisi, üzerlerine naib tayini hakkında Şamil'e müteaddit mektuplar yazmıştı./ 1267/1851 yaz başında Şeyh Şamil... Salta Naibi Ömer'i 3 bin kişilik bir kuvvetle kumandan nasp ile yola çıkardı. Naib Ömer bazı olaylar dolayısıyla geri döndüğü için Şamil onu... azletti. Sonra Hacı Murat'ı çağırtıp 5 yüz süvari üzerine kumandan tayin eyledi... Ruslarla harbe dahil oldu... mücahidlerin ric'at etmesi neticesini doğurdu... Bundan sonra Hacı Murat... maiyetiyle Yabtah Köyü'nü basıp Şahvali'yi katl ve zevcesiyle evladını esir etti. Daha bazı mallar ile esirler aldı.../ Hacı Murat mallar ve esirler ile Haydak'a vasıl olunca Şahvali'nin haremiyle çocuklarının salıverilmesini kendisinden rica ettiler. Çünkü bu kadın Haydak'lı Cemav'ın kızkardeşi idi ve onun bırakılması üzerine Haydaklılarla uyuşmak kabil olabilecekti. Zaten Şamil de Hacı Murat'ı bir kale inşa ederek içinde oturmak, civar halkını kendine tabi kılmak için gönderilmişti./ Halbuki Hacı Murat köyü yağma eylemek ve eşya ve esir almak fikrinde idi. Bunun için Yaptah esirlerini taraf taraf dolaştırdı.../ Şahvali'nin haremi yolda fırsat bulup kaçtı... birkaç kişi... şehit oldu./ Hacı Murat gelip de icraatını anlatınca harekatı Şamil tarafından takdir edilmeyerek niyabetten azlolundu ve azli canını sıktığı cihetle tarafdarlarını alıp Hunzah'a çekildi. Orada Şamil'in naibine itaat edilmemesi hakkında tahrikata başladı. Hatta Hunzah ayanından çoğunu kandırdı." Şamil üzerlerine bir müfreze gönderince "Şamil'in tabiyyetinde kaldılar./ Hacı Murat yalnız kaldığını görünce Şamil'e iltica etti ve afva mazhar oldu./ Lakin bazı münafıklar fırsattan bilistifade Şamil'in kendisini öldüreceğini Hacı Murat'a söylediler. O da bu yalana inanıp... Rusya'ya kaçtı./ 1268/1852 senesi Şeyh Şamil Şeli'de iken Hacı Murat Sunc Kalesi'nden çoluğunun çocuğunun gönderilmesine dair Şamil'e haber yolladı. Şeyh cevap vermedi. İkinci defaki müracaatında:/-Ahmak, sen Müslümanlıktan irtidat ettin. Ben de senin gibi budala değilim ki çoluğunu çocuğunu göndereyim de onların da senin gibi olmalarına sebep olayım, cevabını verdi./ Hacı Murat Sunc Kalesi'nden Çar Kalesi'ne gitti. Oradan da Nahu Beldesi'ne azimetle bir müddet ikamet etti." Bir mezar ziyareti dönüşünde "Rus zabitanından Halil Bey namında bir kızılbaşla iki arkadaşına tesadüf etti. Konuşma sırasında ihtilaf çıktığı cihetle Halil Bey'le arkadaşlarından birini öldürdü ve 7 nefer refikiyle Şamil'in nezdine dönmek ve katılmak için Ilısu taraflarına kaçtı. Taykinda'ya vusulünde Ruslar etrafını sardılarsa da teslim olmadı ve dövüşe dövüşe arkadaşlarıyla orada şehit oldu." (El-Karahani, 158-161)


12.8."Hacı Murat- Eşine dünyada az rastlanacak derecede cesur ve kahraman birisidir... kardeşi Osman ile Hamzat Bek'in öldürülmesindeki tertipçilerdendir... Rusların himayesinde görev yapmıştır... Ahmet Han... Şamille gizlice ilişkide olduğunu... ihbar etmiştir." Bunun üzerine Rusların talimatı ile 10 Kasım 1840'ta Ahmet Han tarafından tutuklanıp Temirhan Şura'ya sevk edilirken kaçıp sakat kalmış ve "sonra da Şamil Efendi'ye iltica etmiştir./... uzun zaman, Şamil Efendi'nin Avarya naipliğinde bulundu... (M. 1851) yılında Buynak'a girip şamhalın kardeşi Şahvali'yi öldürdükten ve karısı Sultan Bike ile küçük çoçuklarını tutsak alarak Tabasaran'dan Avarya'ya dönünce Şamil Efendi kendisine öfkelenip idam etmek istedi. Bunun üzerine Hacı Murat... (M. 1851) yılının Kasım ayında Çeçenya'ya kaçtı, oradan da Ruslara iltica ederek sadakatini ilan eyledi, Ruslar da onu Tiflis'e yolladılar... emrine süvari ve milis birlikleri verilerek Dağıstan seferine çıkması tasarlandı... Prens Argutinski... düşüncesini, Hacı Murat'ın boyun eğiş sebebinin ardında ustaca tasarlanmış bir hile olduğu... şeklinde ifade edince Hacı Murat'a yeterince özgürlük verilmedi. Neticede prensin düşüncesi ve ifadeleri gerçekleşmiş, Tiflis'te kalmak istemeyen Hacı Murat, Nuha şehrine sevkedilerek orada iskan olunmuştur; orada, hükümet tarafından sürekli ve gizlice kontrol altında tutulmak üzere maiyetine verilmiş bulunan Lezgi hizmetkarlarla birlikte şehrin dışındaki kırlarda gezmeye başladı. Nihayet... (M. 1853) yılının Nisan ayında şehir dışına grubuyla gezmeye çıktığı zaman, kendisini gizlice kontrol altında tutan bir uryadnik'i öldürüp diğerini de çok ağır şekilde yaraladıktan sonra, yanındaki Lezgilerle birlikte Dağıstan istikametinde firar etti... çarpışmada şehit düştü." (Al Kadari, s. 122, 123) 


12.9.Gazi Muhammed “davaya fazla bağlı olmayan Karanay ve Erpeli” köylerinden rehineler alıp Gimri’de “toprağın içinde kazılan çukurlara” hapsettiriliyor, bu tür yerler daha sonra Şamil tarafından Dargo, Veden ve diğer bazı yerlerde de kullanılmıştır. Avar Hanlığı “İmam” otoritesi için ciddi bir rakip olduğundan o sıralar Han küçük bir çocuk olduğundan işleri anne Bahu Bike tarafından yürütülen Hanlığa boyun eğdirilmek istenmiştir. 13 Şubat 1830’da müridler saldırdığında Bahu Bike kararlılıkla savunma yapmış ve saldırganları püskürtmüştür, o sırada “Hacı Murad, Müridlerin savaş alanında bıraktıkları bayrak ve flamaları toplayarak Avarların sadakatının bir nişanesi olarak Tiflis’e gönderdi.” (Baddeley, s. 245, 247)


13. Kaynaklardaki sorun sayılabilecek hususlar konusunda çarpıcı olan örneklerden bazıları da Karpat'ın çalışmalarının doğruyla yanlışı birlikte içerenlerden örnek olarak alınan aşağıdaki bölümlerinin bir kısmıdır, ki böylesine önemli bir ismin hazırladığı eserlerde o ifadelerden açıkça doğru olmayan kısmının nasıl yer aldığına şaşmamak elde değildir:


13.1."Özellikle 16. yy'ın başlarında Kafkasya'nın batı kesiminde Osmanlı egemenliğinin kurulmasından sonra Çerkeslerin önemli bir kesimi Müslüman oldu. Çerkeslerin İslam'ı kabul etmeleri... 18. ve 19. yy'larda gerçekleşmiş gibi görünmektedir./ Müridizm, bir anlamda çağdaş İslam'daki popüler kitle hareketlerinin habercisiydi." "1830'da Mürid önder Kazi Mulla yönetiminde başlayan ayaklanma, 1845'de oğlu İmam Şeyh Şamil tarafından canlandırıldı ve 1859'a kadar sürdürüldü. Şamil'in başarılarından ve Rus işgaline karşı Kafkas halkları arasında gelişen dayanışmadan teşvik alan başka Çerkes grupları da Müslümanlığa geçtiler, çünkü İslam şimdi onlara bağımsızlık ve ulusal varlık düşüncesi olarak görünüyordu. Sonuçta, feodal adetlerine karşı bir tehlike olarak Şamil'in eşitlikçi toplumsal düşüncesine kayıtsız olmalarına rağmen, 1837'de Çerkes beyleri, yani kabile şefleri ayaklandı. 1840'da Çerkes "beyleri" ve diğer önderler 12.000 kişilik bir ordu topladı ve Kara Deniz kıyısında Rusların elindeki kasabalara baskınlar başladı. Böylece, 19. yy'ın ortasına doğru Şeyh Şamil'in ve Çerkeslerin ayaklanması, farklı Müslüman Çerkes kabileleri ve aulları (köyleri) ve diğer Kafkasyalı Müslümanlar arasında, özellikle Müslüman olarak sosyal ve siyasal bilinçlerinden doğan belirli düşüncelerde birlik yarattı." Kırım Savaşı'ndan sonra Ruslar daha fazla kaynak seferber etti. "Osmanlılarla iletişim hatları kesildiğinden beri silah ve cephaneden uzun süre mahrum kalan Şeyh Şamil'in güçleri 1859'da direnişi bırakmak zorunda kaldı. Şeyh Moskova'da, bu keskin isyankarın gönlünü almak isteyen Çar tarafından saygıyla karşılandı." "1877-78 Rus-Osmanlı savaşı Sırbistan ve Bulgaristan'da insanları büyük gruplar halinde evlerini terketmeye zorladı. İlk göç edenler... Çerkeslerdi. (Hem Çerkeslerin, hem de Rusların karşı taraftan aldıkları esirleri öldürdükleri belirtiliyordu.) Çerkes askeri birlikleri Rus ordusuna karşı savaştı, ve General Kondukov komutasında bir sefer birliği (kuvvei seferiye) Çerkesistan'ı kurtarma amacıyla Kara Deniz'ın batı kıyısına çıkarma yaptı." 1859 sonrası iki yıl içinde "Çerkeslerin direnişi büyük ölçüde kırıldı. Ruslar, ayaklanma, direnme veya Osmanlı devleti ile işbirliği tehlikesini sonsuza kadar kaldıracak biçimde Çerkes ülkesini "pasifize etmek" ve "medenileştirmek" için karar aldı... Çerkesler üç seçenek sunuldu: 1) Kuzeye, Kuban vadisine yerleşmek; 2) Çarın ordusunda hizmet etmek; 3) Hıristiyan olmak. Çok büyük bir çoğunluk bu üç seçeneği de kabul etmedi ve Osmanlı topraklarına yerleşmek için göç etmeye karar verdi... Osmanlı hükümeti Çerkesleri kabul etti, çünkü Padişah, Halife olarak koruma arayan bütün Müslümanlara yardım etmeyi görevi olarak görüyordu. Ayrıca, kendi nüfus azlığını gözönünde tutan hükümet, Çerkeslerin iskanının, Rumeli (yani Balkanlar) ve Anadolu'da Müslüman nüfusu arttıracağını ve ordu için mükemmel bir savaşçı güç sağlayacağını düşündü./ Çerkeslerin Kafkasya'dan kitlesel göçü 1862'nin sonlarında başladı, 1864'de en yoğun noktasına ulaştı ve 1860'ların sonuna kadar aralarla devam etti. Hem (1856'daki) ilk Çerkes göçünün, hem de 1862'de başlayan ikincisinin, Padişah ve Rusya arasında imzalanan bir anlaşma ile düzenlendiğini belirtmemiz gerekiyor; fakat göçün büyüklüğü, anlaşmada öngörülenden çok daha fazla olmuştur." 1862-1870 döneminde göçen "toplam Çerkes sayısı 1.2-2 milyon arasındadır." Büyük kısmı deniz yoluyla, bir kısmı da karadan gelmiştir. "Yaklaşık 500.000 Çerkesin yolculuk sırasında denizde veya vardıkları limanlarda... öldüğü tahmin edilmektedir. Buna karşın yaklaşık bir milyon Çerkes... yaşamını sürdürdü ve Rumeli ve Anadolu'ya yerleşti./ Rumeli'de Çerkesler genellikle Sırp-Osmanlı sınırındaki ve Dobruca'ya kadar Danub (Tuna) nehri boyunca stratejik bölgelere Sırp ve Ruslara karşı savunma hattı oluşturmak için yerleştirildi... veriler... bakış açısına göre değişmektedir. Fakat 400.000'den fazla Çerkesin Rumeli'ne geldiği açıktır." Bu göç yeni gelenlerle eskiler arasında "sürtüşmelere ve çatışmalara yol açtı... 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı... Çerkeslerin yeniden yerlerinden olmasına yol açtı. Savaşın en önemli nedeni, Çar'ın 1856 Paris anlaşmasıyla Rusya'ya kabul ettirilen kısıtlayıcı hükümlerin kaldırılmasını sağlamak ve özerk Bulgar devleti kurarak ve Sırbistan'ın bağımsızlığını sağlayarak Balkanlarda Rus etkinliğini arttırmak isteğiydi. Rus ordu komutanları savaşı... bir Haçlı Seferi olarak tasvir ediyordu... ilerleyen Rus ordusunun yolu üzerindeki... Müslüman nüfus kitlesel olarak katlediliyor ve kaçmaya zorlanıyordu. Silahlı Bulgar çeteleri Rus birliklerine karşı bütün direniş sona erdikten sonra bile Müslümanları öldürmeye ve kovmaya devam etti." Bu dönemde "200 Müslüman sivil öldürülmüş ve bir milyon kişi Bulgaristan ve Sırbistan'da evlerini teketmek zorunda bırakıldı." Berlin anlaşmasından sonra bunların bir kısmının evlerine dönmesine izin verildi. 1878-81 döneminde "birleşmiş Arnavutlar kasabalarının Montenegro tarafından işgali üzerine silahlı direnişe geçti... Balkanlardaki bu direniş hareketleri İslam dünyasında sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı gelişen politik hareketliliğin bir parçasıydı./... Müslümanlar arasında sömürgeciliğe karşı direnişin ve yaygın politik eylemlerin İslam adına yürütüldüğünü ve, bu nedenle, Avrupalılar tarafından "bağnaz Müslümanlar" olarak adlandırıldığını de hatırlatmamız gerekli. Ruslar da aynı görüştedir." Günümüzde bile pek çok konu "dini fanatizm"e veya Abdülhamid'in Pan-İslamist propagandasına bağlanmaktadır. "Bu nedenlerle, Çerkeslerin 1862-1870 döneminde Kafkasya'dan, 1877-78'de Balkanlardan göçleri, daha geniş bir tarihsel ve politik bağlamda, yani Müslümanların yükselen bilinçliliği, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı direnişteki kararlılıkları ve kültürel ve politik bütünlüklerini koruma çabaları bağlamında incelenmelidir." "1878'de bir kaç ay içinde Balkanlardaki Çerkeslerin çoğu köylerini ve kasabalarını terketti. Böylece Avrupa'nın büyük bir kesiminde Çerkes varlığı sona erdi." "Kuzey Kafkasya'nın yeni işgal edilmiş bölgelerinde vatandaşlık değiştirme hakkı 1888'de kalktığı ve Padişah da Müslümanların göçünü destekleme politikası uyguladığı için... Çerkesler dahil, Müslüman Kafkasyalı göçmenlerin sayısında önemli bir artış oldu." "Orta Doğu'ya Müslümanların göçleri 20. yy'da da devam etti." "Osmanlı hükümeti ve özellikle II. Abdülhamid, etnik köken ve dil farklılığı gözetmeksizin gelen bütün Müslüman göçmenlere aynı muamele göstermeye özellikle dikkat etti." (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 67-73)

13.2."Kırım göçlerini, 1864'te başlayan Kafkas göçleri izlemiştir. Şeyh Şamil'i... 1859'da kanlı bir şekilde bastıran Rusya... Direnenleri acımasız bir şekilde öldürdükten sonra geride kalanları Osmanlı topraklarına göçe zorlamıştır. Deniz yolu ile gelmek isteyenlerin birçoğu bu yolculukta hayatlarını kaybetmiştir... bir kısmı... hastalığa, açlığa kurban gitmiştir. Kafkaslar'dan 1864-70 arası sürülenlerin sayısı iki buçuk milyon olarak tahmin edilmektedir. Bunların bir milyonu hastalık, yolculuk esnasında denizde boğulma gibi nedenlerle hayatlarını kaybetmiştir." "1991'den sonra ekonomik güce dayanarak Vahhabiliği Bosna'ya zorla sokmak isteyen Suudi Araplara karşı Bosnalılar kendi İslamiyetlerini (Türklüklerini) korumak için "milli" direniş göstermişlerdir." "Osmanlı topraklarına 1856-1916 arası gelen takriben yedi milyon göçmenin... hemen hemen tümü Müslümandır ancak takriben 75-85.000'i Yahudidir... bu zorlamaların nedenleri dini, siyasi ve kültüreldir.../... Osmanlı topraklarına gelen göçmenler dil ve etnik köken bakımından... farklılıklar gösterseler de Müslüman... oldukları için kendilerini Osmanlı-Müslüman camiasının bir parçası olarak görmekte idiler. Üstelik sökülüp atıldıkları ve ana vatan saydıkları toprakların büyük bir kısmı göç anına kadar Osmanlı idaresinde olduğu için bir bakıma bu göç, bir Osmanlı bölgesinden diğerine gitmek demekti... dikkati çeken... göçmenler ile yerli... halkın... birbirlerinden farklı yani "öteki" gibi görmüyor olmalarıydı. Her ne kadar... anlaşmazlıklar ve hatta çatışmalar olmuşsa da... ayni siyasi idare altında yaşamış olmaları yani benzerliklerinin farklardan ağır basması ayrılıkları gidermiştir... göçmen de yerli halk da aynı camiaya ait olduklarını kabul ediyor ve öyle hareket ediyordu... devlet... ayrımları ve çatışmaları önlemeyi amaçlayan bir iskan planı uygulamıştır. Göçmenlerin tek bir grup halinde belirli bir yere yerleşmesini ve farklı bir kitle yaratmasını önlemek için hükümet, onları küçük gruplara ayırarak farklı bölgelere yerleştirmiştir... Göçmen... bir dönem için kendini farklı, kısmen dışlanmış, marjinal biri olarak hisseder... bazen aşırı milliyetçi olabilirler. Bunun tersi de olabilir... göçmenlerin, geldikleri ülkenin elitleri arasında yer almaları... onların asimilasyonunu kolaylaştırmaktadır. Türkiye'de... fark... az olduğu için asimilasyon nispeten kolay olmuştur. (Aslında göçler Türkiye'de asimilasyon değil, sosyo-ekonomik değişimi hızlandırdığı için yeni bir toplum oluşmuştur...) Tekrar edelim, göçmenlerin tümü uzun süre Osmanlı tebaası olarak yüzyıllarca yaşamıştır... Kafkas ve Balkanlardan gelen göçmenler... Başlarına gelen felaketlerin ana nedeni Müslüman olmalarından kaynaklandığı için ve onları öldürenler ile baskı yapanların Hıristiyan olduklarını bildikleri için yabancılara karşı kuşkulu bir yaklaşım geliştirmişlerdir... Ermeni milliyetçi çetelerin Anadolu'daki Müslüman köylerini basarak birçok kimseyi katletmeleri, Avrupa ülkelerinin Ermeni çetelerinin yaptıklarını görmezlikten gelmeleri, hatta bu eylemleri haklı bulmaları göçmenlere, Kafkaslarda ve Balkanlarda yaşadıkları katliamları hatırlatmakta, Anadolu'da da aynı akibete maruz kalacakları korkusunu aşılayarak yabancılara karşı duydukları şüpheyi ve öfkeyi daha da güçlendirmekte idi." “Göçmenler... gelişlerini... adeta "anavatan"a dönüş olarak değerlendirmişlerdir." "Göçler, Osmanlı devletine... Kafkaslardan... Çerkez... gibi eski Osmanlı tebaasına mensup fakat dilleri Türkçe olmayan gruplar getirmiştir." Kafkasya’dan "bu kadar farklı insanı göçe zorlayan şey, onların Müslüman olmalarıdır. Aynı neden, yani Müslüman oluşları, bu insanları Osmanlı devletine getirmiştir... Ancak, göçmenleri Osmanlı devletine çeken gücün yalnızca din olduğunu söylemek hem yetersiz, hem de yanıltıcıdır.../... Müslümanlığın bu insanlara ortak bir kimlik vermesine rağmen, onların bir arada yaşamalarını sağlayan asıl güç, Osmanlı devletinin tebaası olarak Osmanlı siyasal kültürünü benimsemeleri ve ortak bir hukuk düzenini ve bu düzenin yarattığı ortak değerleri ve tutumları paylaşmalarıdır." "Göçmenler arasında yerli sultan hanedanlarından (bilhassa Kafkaslılar) gelen kimseler yanında, büyük alimler, zenginler ve sanatkarlardan tutunuz da çeşitli meslek sahiplerine, askeri kumandanlara (örneğin 1878'de Ruslara karşı çarpışmış Çeçen General Musa Kundukav) ve tarikat şeyhlerine varıncaya kadar çeşitli kişiler vardı. Bu liderler kendi grupları arasında sahip oldukları itibar ve etkiye yerli Osmanlı halkı arasında da sahip olmuşlardır. Çünkü onlar yabancı sayılmıyorlardı." -"Kırımlıların... göç etmeleri belki de Osmanlı devletine yönelik ilk Müslüman göçüydü.” 80.000’i 1783/84’de olmak üzere “1783-1922 yılları arasında Osmanlı topraklarına göç eden Tatar... 1.800.000 civarındaydı.” “Çerkez göçüne katılmış olanların sayısıyla ilgili tahminler, 700.000 ile 1 milyon arasında değişmektedir." "Şeyh Şamil'in Rus işgaline karşı uzun süre yürüttüğü (1830-1859) köktenci-müridist isyan ki eşitlikçi bir toplumsal felsefeye dayanıyordu... Müslümanlar için ortak bir kimliğin oluşmasında önemli bir rol oynamıştı." “1862 yılında Çerkezistan işgal edilmişti... dağlardaki büyük direniş 1865 yılında bastırılmıştı.” Rusya Çerkezleri Kuban’a yerleştirerek "medenileştirmeye" çalıştı. “Çerkezler bu programı kabul etmeyerek... göç etmeye zorlandılar./ 1850'li yılların başında bazı Çerkezler... gönüllü olarak göç ettiler ya da barışçı yollardan göçe ikna edildiler. Kırım Savaşı sırasında göç, kitlesel bir harekete dönüştü ve 1862-1865 yılları arasında doruk noktasına çıktı; 1877-1878 ve 1890-1908 yılları arasında yoğunluk kazanan bu göç 1920'li yıllarda duruldu.” "Sekizinci yüzyılın sonlarında başlayan Müridizm… Şeyh Şamil'in önderliğinde 1834-1859 yılları arasındaki dönemde…" "Göçmenler genelde köktendinci hareketin içindeki toplumsal ayrışmayı hızlandırarak bu harekete sınıfsal bir boyut kattılar... çoğu büyük toprak sahibi olan çok sayıda bey ve diğer nüfuz sahibi kişiler İstanbul'a gelirken beraberlerinde önemli miktarda sermaye de getirdiler... bu göçmenler... seçkin Osmanlı kentli sınıfına dahil oldular... ortaya çıkmakta olan girişimci sınıfın büyümesine neden oldukları gibi ona Müslüman bir boyut da kattılar./... iki örnek... Karadağlı hükümran hanedanın... bir Müslüman üyesi... az bir maaşla yaşamak üzere İstanbul'a gelmişti. Olayı bütün ayrıntılarıyla kaydeden... İngiliz elçi, bu Slav aristokrat nezdinde her türlü unvan ve mal varlığı yerine inanca sahip çıkmanın daha değerli olduğunu gözlemlemişti. İkinci örnek ise, çarın ordusunda çok yüksek bir konuma gelmiş olan Çeçen General Musa (Kundukov) idi. Bir araştırma ekibine katılma bahanesiyle sonunda Osmanlı devletine gelmiş, ordunun bir birliğinin idaresini üstlenerek burada kalmıştı. Daha sonra da Kafkaslar'da Ruslara karşı savaşmıştı. Rütbelerini ve ayrıcalıklarını kaybetme pahasına Müslüman bir devletin vatandaşı olarak yaşamayı yeğleyerek Rusya'dan ve Balkanlar'dan Osmanlı topraklarına gelmiş olan Müslümanların yüzlerce örneği vardı." (Karpat-GÖÇLER, s. 14-17, 20-23, 56, 96-98, 103, 162-169, 335, 346, 347)

Buradaki film senaryosunu andıran anlatımda bir yanlışlıklar silsilesi yer almaktadır! Doğrulardan bir kısmı şöyle: Çeçen değil Oset asıllı emekli Rus generali Musa Kundukhov, bahaneyle değil Rus yönetiminden onay alarak, İstanbul'a gelip Osmanlı yöneticileriyle göç konusunda görüşmeler yapmış, bu görüşmelerde daha sonra 1865 yılında gerçekleşecek olan Çeçen göçü konusunda mutabakat sağlanınca Ruslardan bolca para almış, Osmanlı'da paşa yapılıp kendisine Osmanlı ordusunda görev verilmiş, 1877-1878 yıllarındaki savaşta da Ruslara karşı Osmanlı ordusunda görev yapmıştır.

13.3.Karpat ayrıca, Osmanlı’nın meseleyi tartışıp Çerkezlere konukseverlik göstermekten kaçınmamaya karar verdiğini, Sultan’ın halife olarak görevinin kendisine bağlılığını sürdürmüş olan bütün tebaasını korumak olduğu kanısında olduğunu da belirtmektedir. (Karpat, GÖÇLER, s. 162-169)

13.4."1859-1879 yılları arasında çoğu Çerkez olmak üzere yaklaşık 2 milyon Kafkas'ın Rusya'yı terk ettiği tahmininde bulunmak akla yakın görünmektedir. Ancak, bunlardan sadece 1.500.000'i hayatta kalmış ve Osmanlı topraklarına yerleşebilmişti. 1881 yılından 1914 yılına kadar... yarım milyon Çerkez daha, çok sayıda Müslümanla birlikte Rusya'da Kazan'dan ve Urallar'dan göç etmişti.” (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 112)

13.5."1880 yılında... Zor'un (Deir) bir bölümü Halep'e ve Şam'a bağlanırken, Halep kendi içinde Halep ve Adana olarak bölündü." (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 46)

14.Kaynak olarak alındığı anlaşılan tek bir metin Blanch’ın aynı eserinin iki farklı çevirisi ile Baddeley’in eserinde Türkçe’ye farklı aktarılmakta ve hatta  “Bizim Tatarlarımız (Ruslara kaçanlar) başları yaralanmış olarak eğerleri üzerinde dönerlerdi” ifadesi ile “Yerli Tatar müttefiklerimiz, eyer kayışlarına bağlanmış kesik başlarla geri dönüyorlar” ifadesinde olduğu gibi tam zıt anlamlı olacak şekilde ifade edilmektedir:


14.1.“General Tornau bu seferlerde geçen normal bir günlük yaşantıyı şöyle tasvir etmiştir:/ “Bir yürüyüşten sonra birlikler bir gün kadar kamp yaparlardı. Burada kalışın süresi bu çevrede tahribedilmesi icabeden ne kadar sayıda avul varsa ona göre idi. Asilerin tarlalarını ve evlerini tahribetmek ve ürünlerini mahvetmek, avullarını kundaklamak için ve direnen kabilelere karşı küçük gruplar gönderilirdi. Akşamlayın yaralılarımızı ve ölülerimizi karargaha geri getirirdik. Bizim Tatarlarımız (Ruslara kaçanlar) başları yaralanmış olarak eğerleri üzerinde dönerlerdi. Esir olmak yoktu, hiç kimse merhamet dinlemiyordu. Çoğu zaman çocuklarını ve kadınlarını hiç kimsenin aramaya cesaret edemeyeceği yerlerde saklıyorlardı. Tam şimdi karargaha birliğin başı dönüyordu... Çeçenler gaddar, hiç yorulmayan düşmanlardı.”” (Blanch, s. 91) 

14.2.”General Tornau şöyle yazıyordu:/… Askerler ölüyor ama ortalıkta düşman görünmüyordu… keskin nişancılarımız… ana koldan ayrılırlardı. İşte o anda Çeçenler, birden ortaya çıkar ve yalnız kalan adamlara saldırırdı. Silah arkadaşları yetişemeden askerlerimizi parçalara ayırırlardı.” ”Çeçenler, silahlarını son ana kadar kullanmıyordu. Müthiş hir hızla düşmanlarına taarruz ediyor… şaşkalarıyla düşmanlarını biçiyorlardı.” ”Bu nedenle özel eğitimli Finlandiyalı keskine nişancılar Güney Ordusu’nda görevlendirildi.” ”General Tornau, seferde geçirdikleri sıradan bir günü şöyle anlatıyor:/… Küçük birkaç bölük, isyancıların evleri ve tarlalarını yakıp yıkmaya gönderilirdi. Mahsuller yok edilir, avullar ateşe verilir ve direnen aşiretler vurulurdu… Ölü ve yaralılar akşamları kamp yerine getirilirdi. (Rusların tarafına geçen) Tatarlar, aldıkları kelleleri eyerlerine asardı. Esir alınmazdı. Kimse merhamet istemezdi zaten… Çetin bir düşman olan Çeçenlerse yılmak nedir bilmiyorlar.” ”Düşmanlarını özellikle Çeçenler olarak tarif eden General Tornau, fevkalade net konuşuyor. Ruslar ”O” diye bahsettikleri… Şamil’i Tatar sanmaları gibi Kafkas aşiretlerini, karmaşık soyları ve farklılıklarına rağmen genel olarak ”Tatarlar” diye tanırdı. Napolyon’un ”Hangi Rus’u kazısan altından Tatar çıkar” sözü hatırlatıldığında Ruslar çok kızmıştı. Tatarlarla hiç alakaları yoktu…/ Tatarlara gelince… ”Tatar kokusu”… Farklı ten renkleri, tahammül edilmez görülür… Bir Rus olan Tolstoy, Kafkasyalı savaşçıların kendilerine has, kayış gibi kekre kokusundan bahsediyor ancak Müslüman Müritler de domuz yiyen Hrıstiyanların kokusundan tiksiniyordu. 1846 Rusyası’na Dair İfşaat adlı eserin anonim İngiliz yazarı, Rusların kendilerine has bir kokusu olduğunu söylüyor… başka bir Batılı seyyah şöyle yazıyor: ”Eskiden ıtır ve çiçek kokulu İranlı cariyelerin yaşadığı bu yerde, şimdi Rus askerlerin tuhaf kokusu yayılıyor.”/… Tatarlar da parfüm istihkakı dağıtıyorlardı…/ Çeçenler, Mürit savaşlarında son derece önemli bir rol oynayacaktı. Bu güzel, cesur ve hür halk, Şamil’in ordusunun göz bebeğiydi. Bereketli vadilerinde bol miktarda büyükbaş hayvan, meyve, tahıl ve ağaç yetiştirirlerdi. Köklerine dair pek bir iz taşımıyorlardı. Bölgeyi fetheden Araplar, Çeçenlerin efsane ve tarihlerinin yerine Kur’an’ı koymuşlardı. Avarlar ve Dağıstan’ın diğer dağ aşiretleri gibi Çeçenlerin de Asya’dan ziyade Avrupa kökenli olduğuna inanılıyor. Çeçenlerin sağladığı tahıl, hayvan, yem ve yakıt olmasa, Şamil bu kadar uzun süre mücadelesini sürdüremezdi. Rusların… Şamil’in elinden bu kıymetli imkanı almaları 1850’lerin ortalarını buldu.” ”Avullarını kıyasıya müdafaa eden Çeçenler hakkında General Tornau’nun kaleme aldığı aşağıdaki hikaye, bölgede yaşanan korkunç çatışmalara örnek teşkil ediyor. Bir avula baskın düzenlenmişti… bir avuç köylü, mücadeleye devam ediyordu. Etrafları çevrilmişti. Düşman sayıca fazlaydı…/ Cesur köylülere acıyan komutan Volkovski, tercümanına silahlarını bırakırlarsa canlarını bağışlayacağını söylemesini emretti… Teklifi dinleyen köylüler kendi aralarında konuştuktan sonra, dumandan kapkara olmuş bir Çeçen, dışarı çıkıp kısa bir konuşma yaptı… şöyle demişti: ”Siz Ruslardan istediğimiz tek iyilik, yabancıların boyunduruğuna girmeyi reddettiğimizi ve yaşadığımız gibi öldüğümüzü ailelerimize söylemeniz.”/… dört bir yandan ateş açılması emri verildi… Ölmeye kararlı olan Çeçenler, ölüm şarkılarını söylemeye başladı… Yanarak ölmek, korkunç derecede ızdıraplı bir sondu… Bir Çeçen, elinde kılıcı bize doğru koşuyordu… on adım yanımıza yaklaşmasına izin veren Artarşikov sessizce nişan aldı ve Çeçen’i göğsünden vurdu…/ Beş dakika sonra aynı sahne bir kez daha tekrarlandı… O gün bir tek Çeçen sağ ele geçirilemedi. Yetmiş iki adem alevlerin arasında can verdi.” (Blanch, ŞŞE, s. 137-142, 390, 391)

14.3.1832 Ağustosunda "Rozen ve Velyaminof, Nazran'da 9.000 asker ve 28 top toplayarak Aşağı Çeçenistan'ı basarak talan etmek için harekete geçtiler. Bu sefere katılmış olan Kont Tornau, bu seferde karşılaşılan zorlukları ve subayların sorumluluklarını canlı bir dille anlatmıştır." "Bir günlük yürüyüşten sonra askerler, yeniden kamp kurmuş bulunuyorlar. Çevredeki köyleri ve avulları yoketmek için onların kuvvetine göre, gerekli sayıdaki askerler sağa sola gönderiliyorlar. Köyler, alevler içinde kalıyor, ürünler de yakılıyor, tüfek sesleri aralıksız işitiliyor, toplar gürüldüyor ve sonunda yaralılarımız ve ölülerimiz geri getiriliyor. Yerli Tatar müttefiklerimiz, eyer kayışlarına bağlanmış kesik başlarla geri dönüyorlar. Fakat hiç esir alınmıyor. Erkeklere kesinlikle merhamet edilmiyor; kadınlar ise, çoktan gerilere gönderildiğinden onlara pek rastlanmıyor." (Baddeley, s. 257-259)


15. Bölgedeki önderlerin en önemlilerinden biri sayılması gereken İmam Şamil’in batıda Çerkes bölgesindeki naibi Muhammed Emin’in kimliği konusunda da farklı anlatımlar vardır. Zanoğlu/Zaniko Sefer Bey/Paşa ve onun bölgede güç savaşı yaptığı rakibi Şamil’in Naibi/Temsilcisi Muhammed Emin ile ilgili olarak şunlar söylenmekte ve ikisinin de kökenleri konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir:


15.1."Sefer bey zeki, bilgili, uyanık bir adamdı. Tek kusuru fazlaca ihtiraslı olması... Türkiye ve İngiltere ile ilişkileri vardı, her iki devletten silah yardımı alıyordu... padişahın valisi sayılıyordu." "Zaten yaşlı ve yorgun olan Muhammed Emin hastalandı. O zamana kadar Türkiye'ye göçün aleyhinde bulunduğu halde kendisi göç etti." "Şamil 1859 Ağustos'unda esir düşünce... Muhammed Emin hiç tereddüt etmeden red cevabı verdi. Hatta Sefer bey ile... anlaşmayı yaptı ve mücadeleye devam etti." (Kaflı, s. 172, 173, 176)


15.2.1828'de Rus Filosu "2 Mayıs'ta Anapa önüne geldi", Haziran'ın "12'sinde birlikler kale tabyalarını ele geçirdiler." "Esirler arasında sonradan ünlenen, hayatı dönüşlerle dolu Şapsığ Sefer Bey de vardı. Esir alınanlardan bir diğeri de romantik kaderiyle ünlü Amalat Bek'ti.” “Seferbey Zaniko, İstanbul'daki İngiliz elçiliğiyle sahildeki kavimler arasındaki baş aracıydı. Bir süre sonra telkinlere... yakında Türk birliklerinin de geleceği... eklendi. Türk mollalar da Çerkesleri, Dağıstanlı Lezgiler ve Çeçenler gibi kutsal savaş açmaya ikna etmeye çalışıyorlardı." 1834'de Longwort, 1837'de Bell bölgede göründüler. Sonuçta sahil Çerkesleri birleştiler ve direnmeye karar verdiler. "Muhammed Emin, Vubıhlara ve Şapsığlara yöneldi... etkisini... yaymayı da başardı. Fakat Vubıhlar, Şapsığlar ve Natuhaylar bu etkiden rahatsız oluyorlardı ve 1853-1856 Doğu savaşı öncesinde, o zamana kadar Türkiye'de bulunan Çerkes prensi Seferbey Zan onlar arasında ortaya çıkınca Naip'le ilişkilerini kesin olarak kopardılar." Şaşalı bir ünvan kullanan Seferbey bir zamanlar Rus saflarında yer almış, sonra dağlara kaçıp "1830'lu yıllarda İstanbul'da, Türk hükümetinin himayesi altında bulundu. 1854 yılında, bütün sahil kavimlerini Türkiye tarafına çekmek amacıyla Abhazya'ya gönderildi. Anapa'yı terk etmemizden sonra Seferbey oraya gitti ve kendini Anapa paşası olarak adlandırmaya başladı. Dağlıları genel bir ayaklanmaya teşvik için Anapa'ya gelen Fransız, İngiliz ve Türk subayları Seferbey'e tam yetkili bir komutan gibi davrandılar. Bu da Dağlılar arasında onun önemini arttırdı. Natuhaylar onun etkisine girdiler ve bunu, onu Muhammed Emin'in karşısına koymak için bilerek yaptılar. Avrupalı subaylar Muhammed Emin'in yanına da geldiler, fakat onu Seferbey'le ortak hareket etmesi için ikna edemediler./ Dağlı kavimlerin iki önderi arasında düşmanlık doğdu." Mühammed Emin eşitlik vaadederken, Seferbey asilzadelere "yitirdikleri eski haklarını yeniden kazanma umudu veriyordu... anlaşmazlık açıkça çatışmaya bile vardı./ Birliklerimiz tarafından Anapa alınmadan hemen önce Seferbey önce Novorossiyysk'e (Tsemez) kaçtı, sonra Şapsığlar ve Natuhaylar arasına yerleşti... ona ünlü oğlu Karabatır da yardımcı oluyordu./... bizimle delice savaştılar."... 1859 yılının sonuna doğru hakimiyetimizi tanımayan diğer kavimlerden Şapsığlar ve Natuhaylar kalmıştı. Natuhaylar'ın... 40 000 kişilik bölümü... uğratıldıkları yenilgiden ve önderleri Seferbey Zan'ın ölümünden sonra, 12 Ocak 1860'ta aynı şekilde Çar'a sadakat yemini ettiler." (Esadze, s. 18-21, 31-33, 70-72)


15.3."Şeyh Şamil'in Çerkesleri kendine bağlayarak dini bir savaşa sokabilmek amacıyla Adige'lere gönderdiği Hacı Mehmet, 1842'de diğer müritlerinden Hacı Süleyman 1944'de, Adigeler tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülme nedenleri ise, binlerce yıllık Adige geleneklerini kaldırarak, dogmatik şeriat kanunlarını uygulamaya kalkışmalarıdır. Bu naiblerin bilmedikleri gerçek; içlerine girdikleri halkın çoğunluğunun hıristiyan olması ya da hıristiyanlık öncesi tanrılara halen tapmaları idi. Hatta Ubuh'lar islamiyetten söz açılmasını bile istemiyorlardı. Şamil'in en son gönderdiği Naib M. Emin ise Abedsech'lerin arasına yerleşerek, hiçbir çıkış yapmadan, birkaç yıl Abedsech'leri inceler. Onları tanır... sonra naibliğini ilan eder./ M. Emin sözde Şamil'e bağlı, gerçekte ise tamamen geleneklere göre yönetilen bir yönetim biçimi kurarak, şeriatten hiç söz etmeden kendisini kabul ettirmiş, böylece başarı sağlayabilmiştir... Şamil savaşı kaybedeceğini anlayınca, M. Emin'e mektup yazarak Abedsech bölgesine gelmek istediğini bildirir. M. Emin ise ona şu yanıtı yazar: "Sakın buraya gelmeye kalkışma, Abedsech'ler şeriat düşmanıdır. Senin katı dini kurallarını kabul etmezler. Buraya gelirsen yaşamını güvence altına alamam". Şamil de... gelmekten vazgeçer. Bu olaylar Şamil'in Çerkesler indinde bir kahraman olmadığını, Çerkeslerle yakın bir ilişki içine girmediğini, açıkça ortaya koymaktadır." "1846 Hacı Mehmet ve Hacı Süleyman'dan sonra, Şamil Naib Muhammed Emin'i Abedzech'lere gönderir. M. Emin diğer naiblerin hatasına düşmez. Daha akıllıca bir yol izler. İlk iki yıl sesini çıkartmadan halkı tanımaya çalışır. Şeriat kurallarını Abedzech'lere kabul ettiremeyeceğini anlayınca, sözde Şamil'e bağlı, gerçekte ise Adıge gelenek ve göreneklerine uyan bir yönetim sistemi kurar. Abedzechler bu yöntemi benimser." "1848 Sefer Bey'in Osmanlılarca Çerkesya'nın Başkomutanı olarak kabul edilmesi ve bu nedenle M. Emin ile aralarının açılması." Ekim 1848 M. Emin'in "görünüşte Şamil'e bağlı, gerçekte ise Abedzech halk meclisine bağlı, geleneklere göre yönetilen bir idare kurması." Nisan 1848 Şapsığ'lar islamı kabul etmeyince M. Emin inananları "Şapsığlara karşı cihada" çağırır. 2000 Abedzech ve 1000 Şapsığ bu çağrıya uyar. Sonra sayıları 6000'e yükselir. Bu kardeş kavgasında 26 Nisan'da islamiyeti kabul etmeyen Şapsığlar bozguna uğratılırlar. Her iki taraftan 500'e yakın ölü olur. "(Ne ilginçtir ki, iki tarafın komutanları Adıge kökenli değildi, Sefer Bey Tatar, M. Emin ise Dağıstan kökenli idiler. B.Ö.) Naib savaşa devamla Ubın, Azıps, İl, Hopl, Ançır ve Bogandır nehirleri kıyılarında yerleşik Şapsığlarla kanlı savaşlar yapar ve hepsini kazanır. Böylece 25 000 savaşçıyı komutası altında toplar. Daha sonra Natuchauc bölgesine girer, onları da kendisine bağlar. Anapa ve Sucuk kalelerine saldırır. Ancak başarılı olamaz." Eylül-Kasım 1849-1850 Dağlarda yaşayan Şapsığlar ve Ubıh'lar istemedikleri halde kardeş kanının dökülmesini önlemek için M. Emin'e katılırlar. 1849 Polonyalı Kaptan Gordon Şamil'e gitmek için Ubıh bölgesine çıkar, Hacı Geranduk ve kölesi ile ava çıkan Gordon'un cesedi bulunur, "Geranduko büyük bir olasılıkla kölesine Gordon'u öldürtür." 1850 İstanbul'a kaçmış olan bazı soylular (Verkler) yurtlarına dönüp ellerindeki fermanlarla "halkı Sultana bağlamaya çalışırlar. M. Emin'i padişah düşmanı ilan ederek onunla mücadele etmeye başlarlar. Böylece M. Emin tarafından kurulan birlik, Padişah'ın maşası haline gelen Verkler tarafından bozulur. M. Emin'e gönülsüz bir şekilde bağlanmış olan Şapsığlar ve Ubuhlar derhal ondan koparlar. Cami ve mescitlerini yakıp yıkarlar. Yeniden haçlarını dikerler. Ancak, bu hareketlere önderlik eden birkaç vatan haini Abedzech bölgesinde başarı gösteremezler." "Nisan 1851 M. Emin 30 000 civarında asker toplayıp Batı Çerkesya'nın yeniden tek hakimi haline gelmesi." 1853 Sefer Bey İstanbul'a M. Emin'in planlarını bozduğunu yazar ve Çerkeslerden de Sultan'ı dinlemelerini ve kendisine güvenmelerini ister. "Bu arada Sefer Bey İngiliz, Osmanlı ve Fransız tacirlerine komisyonculuk yaparak yüklüce bir servet kazanır." "Osmanlılar hatalarını anlamazlar ve sonuna kadar Sefer Bey'i desteklerler." Çerkes Genel Kurultay'ının görevlendirmesi ile M. Emin'in başkanlığında "260 kişilik bir heyet yardım isteği ile İstanbul'a gider." Batı Çerkesleri bu dönemde şu 3 gruba ayrılmışlardır. Abedzech'ler çoğunlukla M. Emin'e bağlıdırlar. Şapsığlar bölünmüş durumdadırlar. Ubuhlar kendi ticari çıkarlarını düşünmektedirler. 2000 Türk askeri ile birlikte "Mustafa Paşa ve Sefer Bey... Abedzech eyalet sınırlarına kadar" gelir, Çerkesler "Türkleşmiş bu iki paşa ile alay ederler", "Paşalar M. Emin ile görüşmek isterler, M. Emin hastalığını ileri sürerek görüşmek istemez", oysa 3 saat önce "askerlerinin başında bulunmaktadır. İki Paşa M. Emin'e tutsak olup gülünç düşmekten korktukları için askerlerini acele toplayıp geldikleri yere dönerler." Bu döenmde Osmanlı "M. Emin'in başarılarına sevinmelerine rağmen ayrıca da bu başarılardan endişe duymaktadırlar. Çünkü M. Emin Sultanın adını hiç kullanmıyordu. Bu endişeden kaynaklanan bir yaklaşımla Zanoğlu Sefer Bey Çerkesya'ya genel vali olarak gönderilir. Sefer Bey 1813-1815 Platov Savaşına Ruslarla birlikte gönüllü müslüman birlikleri kurarak katılmıştı. Bu birliklerde Adıgeler yoktu. Daha sonra Anapa'da Osmanlı yönetimine girerek Paşalık ünvanını almıştır. Theophil Lapinsky'e göre Çerkes olmayıp Tatar kökenlidir. Sultana bir ayda 100 000 savaşçı toplayabileceği sözünü verir... Ancak kendisine bağlı, emirlerine uyan dört Çerkes askeri bulamaz. Müşir Mustafa Paşa da bu iş için ayrılan 2 000 000 Piyaster'i cebine indirir... Sefer Bey Verkleri (soylu) M. Emin'e karşı kışkırtır... başarı sağlayamaz... bir Türk tüccar da Şapsığ eyaleti valisi olarak atanır." Fethi Paşa divanda Sefer Bey ile Behçet Paşa'nın Çerkesya'ya gönderilmelerinin hatalı olduğu belirtip M. Emin'in desteklenmesini savunur, ama görüşü kabul edilmez. "Müşir Mustafa Paşa da M. Emin'i haydut, Çerkeslerin ise yaramaz bir halk olduğunu İstanbul hükümetine bildirir." (Özbek, s. 11, 91-98)


15.4.Sefer Bey'in kabilesi "bütün Çerkesya'nın en eski ve asil sülalesi olarak kabul edilmektedir.. Fakat Sefer Bey'in annesi sadece bir asildi", başka bir kadından doğmuş olan ağabeyi "kanlarının kirlenmesini önlemek için Sefer'i köle olarak satmak" isteyince Sefer "yakınlardaki bir asilin koruması altına sığındı. Bu kişi de... onu Anapa'daki Rus kale kumandanının yanına yerleştirdi... ihanet dolu beyin yıkamalarından nefret eden Sefer, bir gece kumandanın yanındaki yerinden ayrıldı... asil arkadaşına sığındı. Daha sonra Memluklara katılmak için Mısır'a yelken açtı... ana vatanına döndü, bir Nogay Prensesi ile evlendi ve o sırada Anapa'nın tekrar Türk hakimiyetine geçmesi üzerine, Anapa Paşası'nın hizmetine girdi ve onun emri altında ikinci komutan derecesine yükseldi... verdiği tavsiyeler, hain üstü tarafından reddedilmeseydi kaleye yapılan Rus saldırısının başarısızlığa uğraması büyük ihtimaldi... Onun ve arkadaşı Kadı Mehmet'in yardım için yaptıkları ilk başvuru Sultan'a yönelikti. Fakat bu cevabın gelecek için bir takım umutlar içermesine rağmen olumsuz olması üzerine, tecrübeli politikacılar gibi Mehmet Ali'ye yöneldiler." (Bell, s. 373, 374)


15.5.1866’da Rusların tam manasıyla nihai zaferinden sonra pek çok Çerkez Türkiye’ye göç etmişti… Çerkezler Mohammed Emin’in komutasında kuvvetli düşman birlikleri tarafından mağlup edilinceye kadar savaş sürdürülmüştü. Mohammed Emin nihai bir savaş yapılırken Rusların tarafına geçmiş ve Çerkezlerin askeri sırlarını haber vermişti. Buna karşılık büyük bir bahşiş almış ve emniyet tedbirleri yüzünden Türkiye’ye gönderilmişti ve orada Rus elçiliğinde yeni bir dostunun himayesinde yaşamıştır. Fakat orada da Çerkezlerin intikam almasına karşı emniyette olmadığından yıllarca Anadolu’nun uzak illerinde kalmış ve ancak akli dengesini bozarak delirince onu izleyenler ona dokunmamışlardı.” (Blanch, s. 402)

Benim notum: Sanki bir casus romanı yazılmış. Neresi gerçeğe uygun, acaba? Bu şekilde yazılan kitabın neresine, ne ölçüde güvenilebilir? Yine de bölgeyle ilgili en temel bilgiler İngilizlerden alınabilmektedir!


15.6.“Çerkes halkının padişaha sunduğu arz-ı mahzar (toplu dilekçe)” konulu 20 Haziran 1857 tarihli belgeye göre, “Yedi sekiz seneden beri Osmanlı Devleti memuru olduğunu söyleyen Çeçenistan dağlılarından soyu sopu belirsiz Naib Muhammed Emin Efendi, memleketimize geldiğinde önce kendisini dış görünüş itibarıyla zahid ve salih bir adam gösterdi. O zaman biz kendisine: “Osmanlı Devleti’nin gerçekten memuru olduğuna yemin etmezsen sana itaat etmeyiz” dedik. O da: “Osmanlı Devleti’nin memuruyum” diye yemin etti… Bizler de… uyduk… yanına üç beş yüz kadar süvari kattık. Bunun üzerine durumu kontrol altına aldı. Birkaç seneden beri politikasını değiştirdi. Sertlik yanlısı bir tutumu benimsedi. Bir kısım hırsızları yanına aldı. Haksız yere atılan iftiralarla insanları idam ederek nüfusu yok etti… birçok kişinin mallarını ve esirlerini yağmaladı… ceza kesti… Araştırılmaya başlandığını öğrenir öğrenmez… Ubıh tarafına savuştu. Ancak orada da yüz bulamadı. Bizim tarafımızdan Rusya ile gizlice konuştuğu ve memleketimizi teslim etmeye çalıştığı duyuldu… idam edeceğimizi anladığı gibi… önceden İstanbul’a kaçtığı gibi tekrar kaçarak İstanbul’a gitti.Trabzon’da Rusya konsolosunun konağına girip kaldığını ülkemiz halkından gözleriye görenler gelip bize haber verdiler./ Gerek bu şekilde, Osmanlı Devleti memuruyum, diye Ruslarla görüşüp casusluk eden adama ve gerekse Çeçen ve Dağıstan tarafı adamlarına boyun eğmeyip kabul etmeyeceğimize yemin ettik.” (Özsaray, s. 157, 158)


15.7."İmam Şamil Kuzey Kafkasya'da yüksek ahlak ve hürriyet mücadelesi prensiplerine dayanan bir devlet kurarak milleti yeniden teşkilatlandırdı." "Liberal Avrupa'nın sempatisi, vatanlarının her karış toprağını coşkun kanlariyle sulayan Kuzey Kafkasyalılardan yana idi... Karl Marks bile 1848 de şöyle yazmıştı:/ "Hürriyetin nasıl elde edilmesi lazım geldiğini Kafkasya Dağlılarından ibretle öğreniniz. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görünüz. Milletler, onlardan ders alınız!"/ 1848 yılında Batı Kafkasya'da Adagum'da toplanan Adige Milli Meclisi İmam Şamil'in gönderdiği Naib Muhammed Emin'i riyaset makamına geçirdi. Mücadele en had safhaya girmişti. 1854 Kırım Harbinde Dağlılar Karadeniz sahili boyunca uzanan Rus istihkamlarını imha ettiler Fakat bütün kuvvetini Kırım'da toplayarak manasızca bir davranışla Svastopol Kalesinin muhasarasına tahsis eden müttefik kumandanlığı, Kuzey Kafkasya'daki vaziyeti takdirden aciz bulunuyordu. Rus emperyalizminin hakiki manasını anlayamayan İngiliz, Fransız ve Osmanlı kumandanları gaflet içinde yüzüyorlardı. Dağlılara yardım maksadiyle İstanbulda teçhiz ve esliha ile yüklenen bir donanma Ahmet Paşanın emrine verilmiş, yola çıkarılmıştı... Donanma, İngiliz amirali J. W. D. Dundas'ın kaprisleri yüzünden Karadenizde Varna önlerinde günlerce dolaştırıldı; bir türlü Kafkasya'ya gönderilemeyerek perişan edildi." (Hızal, s. 40, 41)


Bu konudaki bazı hususlar Naip/b Muhammet/Mehmet Emin İle Safer/Sefer Bay/Paşa’ya Dair adlı metinde yer almaktadır.


16. Şamil’in Kabardey seferi konusunda yılı bile farklı verilerek şöyle söylenmektedir:


16.1.Kabardeyler, 1828 yılında Rus otoritesini kabul etmişler ve o günden beri de açık olarak isyan etmekten kaçınmışlardı”, ama 1846’da bazı Kabardey prensleri Şamil’i davet etmişlerdi. İki tarafın da casusları vardı ve karşı tarafın hareketlerinden haberdar oluyorlardı, ama ana hedef son ana kadar belli olmuyordu, Freitag Grozni’de Nisan ayında müridlerin toplandıklarından haberdar oldu, Nikola’nın kesin emirlerinin de hilafına olarak bazı önlemler aldı, Tatartub yakınlarındaki bir noktada Terek’in geçilebileceği bir yerde bulunan kaleyi takviye etti, burası Timurlengin Toktamış’ı yendiği ve Şeyh Mansur’un da Ruslara yenildiği bir noktaydı, batıya gitmek isterse Şamil’in Terek’i buradan geçeceğini tahmin ediyordu, tedbirleri çok önemli ve stratejisi doğru olan Freitag Alman asıllı olmasından dolayı bugünün Rusya’sında pek hatırlanmamaktadır, unutulmuştur, Şamil’in müridleri için seçtiği buluşma yeri Şali idi, müridler 13 Nisan’da Argun’u geçtiler, Freitag hedefin Kabardey olduğuna kani olup ona göre tedbir aldı, bu olayda Şamil’in 14.000 kişiyle Sunja’yı geçtiği sanılmaktadır, ayın 16’sında Şamil’in Sunja’yı geçip Terek’e doğru ilerlediğini haber alan Freitag hedefin Kabardey olduğundan emin olarak buna göre iletişim ve harekette bulunuyor, Şamil 17 Nisan’da gece Kupra ırmağı kenarında kamp kurup Küçük Kabardey halkının kendisini izlemesini istiyor, Ruslar ayın 18’inde yetişiyor, Şamil’in planına göre burada ayaklanacak olan Kabardeyler Rusları oyalarken kendisi batıdaki Çerkeslere ulaşacaktı, planın bir parçası da Naiblerden Nur Ali’nin Daryal geçidini kontrol altında tutmasıydı, planın bu parçası tesadüfün etkisiyle başarısızlığa uğradı, Kabardeyler de Rusların Şamil’in peşinde olmaları yüzünden tereddüt ettiler, Osetler de bu olaylar sırasında Ruslara bağlı kaldılar ve bu durumun “olayların gelişimi ve sonrası hakkında çok önemli etkileri olduğu açıktır”, çekiliş yollarının kapalı olduğu bir noktada savaşa girmekten çekinen müridler hızla geri çekiliyorlar, Şamil Kabardeylerin yanısıra onların komşuları Balkarlara da haber gönderiyor, “Balkar şeflerinin Şamil’in teklifini reddetmelerinin çok önemli olduğu” yazılmaktadır, Şamil 20 Nisan’da Çörek ırmağına ulaşıyor, 25 Nisan’da Kabardeylerin halen ayaklanmadığını gören Şamil Gürcistan’dan da takviye kuvvet geldiğini haber alıyor, bu da Nur Ali’nin başarısızlığı anlamına geliyor, Şamil Terek’e doğru çekilmeye karar veriyor, Rusya’ya dönmekte olan Gurko’nun tesadüfen Daryal geçidinde olması Şamil’in bu muhteşem planını başarısızlığa mahkum ediyor, hızla geri çekilerek 24 saate 100 kilometre yol alan müridler de ırmağı sorunsuz geçmeyi başarıyorlar, Freitag 27 Nisan’da takibi sürdürüyor, ama müridler uzaklaşıyor, Kabardeylerin sözlerini tutmaması sayesinde Ruslar büyük bir tehlikeden kurtuluyorlar, büyük pay da Freitag’ın oluyor, aynı yıl Ruslar Kassaf Yurt ve Atçoy’da kaleler yapıyor, Hacı Murad 26 Mayıs’ta Gimri’den gelip Şura’yı basıyor, 13-14 Aralık’ta da Ahmet Han’ın dul karısını Rusların gözü önünden kaçırıyor, Şamil Kutişi’de yenilince Dargi bölgesi de Rus otoritesini kabul ediyor. (Baddeley, s. 389-401)


16.2.Şamil Terek nehrini aşıp Kabardeye ulaşmaya karar verdi, ama Kabardeyler katılmadan önce onun somut başarılarının ispatını görmek istedi. (Luxembourg, s. 230)


16.3.Şamil “1848 yılında… Kabartaya yayılmaya başlamaya karar verdi. Bu çok cür’etkarane bir teşebbüstü… Çerkez kabileleriyle irtibat kurulacaktı…/ Kabartay’da hala derebeylik sistemi yürüyordu. Çar yabani olan bu halk kabileleri 1822’de Ruslara teslim olmakla beraber Şamil bunlara düşman gözüyle bakmıyordu. Son zamanlarda Ruslara karşı gitgide artan bir memnuniyetsizlik hissediliyordu… Kabartayın hakim olan prensleri ona yaptıkları tekliflerle cesaretlenerek… müridleri sefere çıkarmak üzere toplamaya başladı. 1846 nisanında Rus casusları müridlerin birliklerinin Çeçenistan’da toplandıklarını bildiriyorlardı.” “Freitag Şamil’in Kabartay’a ulaşmak için Terek nehrini Tatartub geçidinden karşıya geçeceğini tahmin ediyordu… Tatartub’un ıssız kayalıklı arazisi ötedenberi bir çok kez kesin savaşlara sahne olmuştu. Orada Temerlan Toktamış mağlup edilmiş, orada 1785 yılında Mansur bey Potemkin’in birlikleri tarafından bir minarede esir edilmiş ve orada Ruslar ve müridler birbirleriyle yeniden korkunç bir savaşa girişiyorlardı.” “Şamil Kabardinlerle şu anlaşmaya varmıştı: Onların destek olması halinde karşılık olarak Terek ve bütün yurttaki Rus kaleleri yerle yeksan edilecekti. Beraberce dinsizler sınırlar dışına kovulacak ve beraberce Kabartay müslüman geleneklerine göre idare edilecekti. Ancak elebaşıları Rusların General Freitag tarafından sevkedildiklerini görünce ondan korktukları ve saydıkları için adeta felce uğramışlardı ve silahları ellerinden düşmüştü. Bununla Şamil’in parlak ve cesaretli planı hiç olmuştu. Her iki kuvvet olan Kabardinler ve Müridler bekliyorlardı. Onlar birbirleriyle ilgiliydiler ve yalnız başına bir hareket yapamıyorlardı… Şamil Freitag’ın inad edercesine onları izlemesini hesaba katmamıştı.” “Birlikler geri çekiliyor… başarısızlığı Kabardinlerin kararsızlığına atfediyorlardı.” “Şamil bu arada düşmanını biliyordu… bu düşmanına karşı başka taraftan yabancı bir yardım olmadığı takdirde hakkından gelemeyeceğini biliyordu. Zaman zaman naiplerine İngiltere’den ve Türkiye’den yakın zamanda beklediği yardımın gelebileceğini hatırlatıyordu. Kraliçe Viktorya ve Sultanla irtibatta olduğunu söylüyordu.” (Blanch, s. 228-232)


16.4."1844 (1846) Şeyh Şamil 12 000 kişilik süvari gücü ile Kabardey'e akın düzenler. Bazı Adige köyleri Şamil'i destekler. Şamil açık ovada savaşmaktan çekindiği için, geriye dağlara çekilir. Adigelerin pek çoğu Çeçenleri topraklarına çekmek istemediklerinden savaşlarda tarafsız kalırlar." "Mayıs 1846 Şamil 20 000 süvari ile yine Kabardey'e saldırır. 60 Kabardey ve 20 Kazak köyünü yağmalayıp yerle bir eder." (Özbek, s. 90, 91)


17. Şamil’in Çerkezlerle ilişkisi konusunda farklı tarihler de verilerek şöyle denilmektedir:


17.1.“Şamil’e Çerkez kabilelerini bir hükümranlık şeklinde düşündüğü gibi birbirleriyle kaynaştırmayı hiç bir zaman başaramamıştı…/ 1843’de Şamil ilk arabulucuyu onlara gönderdi. Bunu 1850’de enerjik naip Muhammed Emin izledi..” (Blanch, s. 233)


17.2."Şamil Batı Adığe kabilelerinden bazılarının ısrarları üzerine 1842 yılında Hacı Muhammed'i temsilcisi olarak gönderdi... Fakat zamansız ölümü başlanan işin sona erdirilmesine olanak vermedi. Ondan sonra oraya görevini tam olarak yapamayan Süleyman Efendi gönderildi./ 1848 yılında Çerkes toplumları... bir adam yollanmasını istediler.../ Bu çağrı üzerine Şamil'in naibi olarak Muhammed Emin gönderildi. Söz geçerlikleriyle ayrıcalıklarının yiteceğinden korkan kimi seçkin Çerkeslerin muhalefetine karşın Muhammed Emin müridizmi temelli bir biçimde kurmayı ve... bir Çerkes ordusu oluşturmayı başardı." "Batı Kafkasya'da yönetim biçimini dikkatle inceleyecek olursak, demokratik temellerin egemen olduğunu görürüz." "Dağlıların bu savaşta yenilmelerinin başlıca nedeni... savaşın, örgütlenemedikleri ve birlik içinde bulunmadıkları bir durumda başlamasıdır." (Aytek Kundukh, s. 92)


 17.3.1842 Şeyh Şamil'in naibi Hacı Mehmet Çerkes "geleneklerini hiçe sayarak şeriat kurallarını tatbike kalkışınca Abedzech'leri kızdırır. Hacı Mehmet zehirlenerek öldürülür." "Yaz 1843 Şeyh Şamil'in naibi Ahverdi Mohaman'ın Kabardey'de Cherzurdsen köyüne akın düzenler. Ancak başarılı olamaz ve köylülerce öldürülür." "1844 Hacı Mehmet'in zehirlenerek ölmesinden sonra Şamil bu kez Hacı Süleyman adındaki naibini Çerkesya'ya gönderir. O da Hacı Mehmet'in düştüğü hataya düşer. Gelenekler yerine şeriat kurallarını uygulamaya başlayınca Abedzechlerce öldürülür. Başka bir söylentiye göre ise Rusların tarafına geçtiği belirtilmiştir. Rus bölgelerinde yayınlanan fetvaların Hacı Süleyman'a ait olduğu sonradan anlaşılmıştır." (Özbek, s. 89, 90)


17.4.1842'de Şamil Çerkeslere müridlerinden Hajı İsmail'i göndermişti, fakat başarılı olmamıştı. (Luxembourg, s. 229)


18. Öldürenler bile farklı ifade edilerek Tsitsianof’un öldürülmesi şöyle anlatılmaktadır:


18.1.Aslen Gürcü olan vali Tsitsianof’un entrikalarından kurtulmak için tutuklamak istediği Kraliçe Maria kendisini tutuklamaya gelen General Lasarev’i öldürüyor ve Rusya’ya sürülüyor. Yüzyılın başında Ruslar “Akıllı general Tsitsianof idaresinde” kolayca “Acem sınır illeri Bakü, Şirvan ve Karabağ’la Karadeniz’deki bir kaç Türk paşalıklarını işgal etmişti… fakat 1806’da onun ölümünden sonra (Kraliçe Maria tarafından öldürülmüştü) memnuniyetsizlikler başladı. Acemler Karabağ’a saldırdılar ve geri aldılar./ Acem ordusu sürgün Gürcü Prensi Aleksandr tarafından sevkedilmişti.” (Blanch, s. 38, 41, 42)


18.2.Mutsuz vatanını “geri kalmış ve öğretilmemiş bir halde” bulan Tsitsianoff “Kartvel ırkının geleceğinin ve emniyetinin, Rus himayesi altında birleşerek bir araya gelmekte oluğuna karar” veriyor ve İmeritya ile Mingrelya’yı Gürcistan’a bağlıyor. Teslim olan Kuba hanlığının anahtarını almak üzere 8 Şubat 1806’da Han Hüseyin Kulu’ya yaklaşan Tsitsianoff vurulup öldürülüyor, kafasıyla elleri kesilip zafer içinde Tahran’a gönderiliyor, Potto onun 3 yıl görev yaptığı Transkafkasya’nın haritasını tamamen değiştirdiğini, o dönemde Vladikavkaz’ın yeniden inşa edilip posta servisi kurulduğunu ve  Gürcistan’dan Hat’ta uzanan yolun yapımına başlandığını belirtmektedir. (Baddeley, s. 85, 91, 92)


18.3.1806'da "Tsitsianov, Baku'ya yakın kalede, yerli hanlardan Hüseyin Kuli Han, eski Derbentli Ali Bek Aga'nın oğlu İbrahim Bek ve İmam Kuli Han oğlu Mamed Hüseyin Hanla konuşurken öldürüldü./ Cinayet, Hüseyin Kuli Han oğlunun da aralarında olduğu yerlilerle konuşurken işlenmiştir. Katil işaretini kimin verdiği... açıklık kazanmamıştır. Hiç kimsenin engel olmadığı Derbentli, cinayeti işledikten sonra ölmüş olan prensin kafası katilin babası tarafından kesilerek Fatali Şah'a götürülmüştür./ Şamhal dışında bütün yerli idarecilerle liderler ve bütün Dağıstan yöneticileri Rusya'yı bırakıp Pers saflarına katıldılar. Rusya'nın himayesindeki Talış hanlığı da isyan edip İran uyruğuna girdi." Ayrıca Şirvan ve Nuha yöneticileri de "Ruslara düşman oldular." "Muhtemelen Prens Tsitsianov'un birlikleri sonunda Baku şehrinin yakınındaki Saru adasına çıkmıştır. Prens de o anda beklenmeyen bir hadise sırasında öldürülmüştür." (Al Kadari, s. 103, 167-Dipnot: 123)


19.Çok renkli denebilecek ilginç bilgiler içeren Blanch ile Yaşurka’nın eserlerinin Türkçe metinlerinde ne yazık ki ya tercümeden ya da yazımdan kaynaklandığı düşünülebilecek bazı anlatım sorunları bulunmaktadır ve bu durum da her iki kaynaktaki ilginç bilgilerin en azından tamamının doğruluğu konusunda kuşku doğurmaktadır.


Yaşurka’nın eserinde muhtemelen özensizlikten isimler karıştırıldığı için bir yerde şöyle deniyor:


"1840 yılın sonunda Rus hapishanesinden kaçışından sonra Taşı-Hacı Şamil'in tarafına geçti. bu çok önemli bir olaydı. Hacı-Murat, soylu Avar beydi. Önce Gamzat-Bek'e Avar hanların katliamı için intikamcı olarak sesini duyurdu, sonra Avar hanlığın yöneticisi olarak atandığında Rus çarlığı ile mücadele etmek için müritlerin tarafına geçti. elimizde olan kaynaklarla, Taşı-Hacı'nın neden Şamil'in tarafına geçtiğini anlamak zor. Tahminlerimize göre Taşı-Hacı aşağılandığı için ve Rus çarlığın halkını sömürdüğü bilincinde olduğu için de şahsi intikamını almak istemişti. Ne olursa olsun Taşı-Hacı gibi ünü olan birinin Şamil'in saflarına geçmesi, Şamil'in gücüne güç kattı, çünkü Avar hanlığın büyük bir bölümü şimdi Şamil'in tarafında idi." (Yaşurka, s. 102)


Burada diğer hususların yanısıra muhtemelen açık bir karışıklık da var, anlatıma göre, Hacı Murat’tan bahsedilmek istenirken araya “Taşı-Hacı” adı girmiş ve tamamen anlamsız bir anlatım ortaya çıkmış olmalıdır!

*

20.Bölgede vahşetiyle nam salmış olan Ermolov/f/Yermolov’un kimliği konusunda da farklı anlatımlar bulunmaktadır. 

20.1.“Kafkaslardaki Ermeni asıllı Rus Kumandanı General Yermelov”. (Taş; Göksun-Belediye)

20.2."1860'da... Şamil, 1506'da Rusların tarafına geçerek Ortodoksluğu kabul etmiş Altınordu Tatar prensi Arslan Murza Yermol'un soyundan gelen Yermolov'u ziyaret ederek saygılarını sunmayı ilk önceliği yapmıştı." (Forsyth, s. 317)


20.3.“Yermolov yalnız elçi değil, aynı zamanda Rus güney orduları başkomutanı idi… Onun Cengiz Hanın ahfadı olduğu iddiası Şah üzerinde büyük etki yapıyor ve Yermolov bunu ona her zaman hatırlatıyordu.” (Blanch, s. 46)


20.4.“Şah Feth Ali ve bakanlarının kişiliklerini iyi tahlil eden Yermolov” İran’lı yöneticilerin bir kısmına ve “özellikle de Bazurga karşı çok kibirli ve küstah bir tavır” takınırken Şah’a karşı övücü konuşup ondan nasıl etkilendiğini “gözlerimden yaşlar aktı. Bu duyguların etkisiyle eridim” diyerek anlatmıştır. Yermolov “hiç bir delil ve göstergesi olmadığı halde Cengiz Han’ın soyundan geldiğini“ ileri sürmüştür. Yermolov’un kişiliğinden etkilenen Feth Ali direnmekten vazgeçerken Rusların Kafkas Hat’tında “Hiç bir kişinin hayatı, kaleler ve stanistalar dışında emniyette değildi. Talan ve öldürme olayları doruk noktasındaydı.” Hat’tın kuzeyine “sızan Dağlılar, Rus çiftliklerini, tarlaları ve yerleşim yerlerini basarak yağmalıyorlardı.” Bu duruma son verilmeli diyen Ruslar güçlerine dayanarak saldırıp barışçı yolları hiç denemeden “kendileri saldırgan, işgalci ve zalim taraf olmalarına rağmen daima Dağlıları” suçlamışlardır. Yermolov’un kurmayı Velyaminoff başarılı ve korkusuzdu ve “kendi adamlarına karşı son derece sert ve düşmanlarına da o derece merhametsizdi.” Yermolov ve Velyaminof “iki kardeş tutkunun korkunç gücünü anlayamadılar. Bunlar, Dini inançlar ve özgürlük aşkıydı.” Velyamof barışçılığın yetersiz olduğunu, Dağlılara ancak silah zoruyla baş eğdirilmesi gerektiğini söyler, onlara gösterilecek her tür yakınlık “zayıflık alameti olarak yorumlanmaktadır.” Silahlı kuvvetler tek yoldur. Hat hazırlanıp hendekler ve lağımlarla yavaş yavaş ilerlenerek sonuca gidilecektir. Çeçenlere karşı 7.000 asker daha getirilirken 1825 Aralık ayında Yermolov’un kariyeri için önemli bir olay meydana geliyor, Çar 1. Alexander aniden ölünce yerine herkesin beklediği Konstantin değil de onun küçüğü 1. Nikola geçtiğinde tahta Konstantin’in geçtiğini tahmin eden Yermolov askerlerine ona bağlılık yemini ettiriyor ve daha sonra bu hatasını düzeltmesine rağmen 1. Nikola’nın kuşkuyla baktığı biri halini alıyor, yine de bir süre görevde kalıyor ve “Her zamanki gibi başarılı (!) bir şekilde Çeçenlerin köylerini yakarak, ormanlarını yokederek onları” cezalandırıyor, küçük çaplı çarpışmalarda yenilseler de “Çeçenler, asla bir “savaş”ı kabul ederek ona istediği zaferi tattırmadılar ve baş eğmediler, Yermolov “bazı merhamet gösterilerinde bulunarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı, Yermolov’un metodlarından biri “Çok sayıda Çeçen kadınlarını yakalamak ve bunların en güzelleriyle askerlerini evlendirmek ve kalanlarını da bir rubleye satmaktı.” 1826 yazında İran Karabağ’ı ele geçirdiğinde Ruslar hazırlıksız yakalanıyor, çeşitli yerler İran’ın eline geçerken Kürt süvarileri de bir Alman kolonisini yokedip halkı köle olarak satmak üzere merkezlere gönderiyor, Yermolov olayları seyredip hareketsiz kalınca Çar İran’a karşı hareket için Paskieviç’i atıyor, çeşitli çekişmelerden sonra da 29 Mart 1827’de Yermolov’un istifası kabul ediliyor, Yermolov Acem ve Tatar hanlıkları ile Dağıstan’ın büyük bir kısmını çok az kayıpla Rusya’ya bağlamasına ve onları devamlı katletmesine karşın Çeçenlere baş eğdiremiyor, onun metodları Dağlılar arasında dini ve milli bağımsızlık fikirlerinin fışkırmasına ve “Müridizm” adıyla Dağıstan ve Çeçenistan’ın birbirlerine düşman ve tek başlarına zayıf bir halde bulunan kabilelerinin birleşip kuvvetlenerek sonraki 40 yıl boyunca sürecek mücadelenin ana kaynağı haline gelmesine yol açıyor. Şimdiye kadar Rusların haydutlar dediği bağımsız liderler tarafından “yağma” amacıyla sürdürülen mücadele bundan sonra en az Yermolov kadar yetenekli bir lider tarafından yönlendirilerek bir milletin bağımsızlık savaşı haline getiriliyor. Hıristiyanlık ve insani açıdan bakıldığında kendisi de zalim olan Çar 1. Nikola’nın dahi rahatsızlık duyduğu Yermolov’un politikası ve davranışları “eleştirilebilecek olmasına rağmen, benzeri gelişme ve uygulamaların dünyanın bir çok yerinde de olduğu” görülmektedir. (Baddeley, s. 119-121, 126-129, 164-173)


21. Osmanlı’ya gelen göçmenlerden oluşturulan birliklerin 1877-1878’teki savaşta Ruslara karşı kullanılması konusunda şu tür şeyler yazılmaktadır:

 

21.1."Gazi Muhammed Paşa ile Sultan Abdülhamid Yıldız Sarayında görüştüler. Kafkasya'yı kurtarmak için yapılacak harekete Osmanlı devleti mümkün olan bütün yardımı yapacaktı. Bunun üzerine Gazi Muhammed Paşa, beyannameler hazırladı, direktifler vardi ve beş kişiyi gizlice gönderdi... Türk ordusu Kafkas cephesinde harekete başlar başlamaz Dağıstan, Çeçenistan ve Çerkezistan'da isyan çıkaracaklardı. Türk ordusu... Kuzey Kafkasya'nın yardımına koşacaktı. Bu sırada Türkiye'deki Dağıstanlılar arasından iki bin süvari toplanmış, Gazi Muhammed Paşa kumandasında denizden Trabzon yoluyla Kafkas cephesine gönderilmişti. Bunun birkaç misli Çerkes süvari kuvvetleri de karadan giderek Kars'da toplanacaklardı." "Çeçen ülkesinden bir gizli toplantı yaparak ilk kararları verdiler... Dağıstanlılar isyan edecekler, Çeçenler de Dağıstan'a geçeceklerdi." "24 Nisan 1877'de Rusya Türkiye'ye savaş açtı... reis olarak Abdurrrahman efendiyi seçtiler... Kendisi Dağıstan'ı, Şemşirli Ali Eldan bey de Çeçen ülkesini idare edeceklerdi", "dokuz Mayısta Dağıstan ayaklandı. On iki Mayısta Kuban şahlandı." "Kars'taki Türk ordusu teslim olmaya karar verdi. Gazi Muhammed Paşa emrindeki Dağıstan ve Çerkes kuvvetleri bu kararı kabul etmediler, kuşatma hattını yardılar ve Erzurum'a geldiler./ İki kardeşi Şamil'in mücadelesinde şehid düşen kendisi Rus ordusunda general rütbesine kadar yükseldiği halde vatanının ve milletinin felaketine tahammül edemeyen Musa Kunduk birkaç yüz yurttaşla birlikte Türkiye'ye göç etmiş... padişah onu paşa yapmıştı. 1877 savaşında... yararlıklar göstermişti." "Aralık ayının onunda Ali Eldan Bey teslim oldu." "On binden çok Dağıstanlı Çeçen ve Çerkes ailesi Rusya'nın buzlu bölgelerine sürüldüler." "Osmanlı hükümeti, bir günahları varmış gibi, Gazi Muhammed Paşa ile küçük kardeşi Muhammed Kamil Paşayı önce Bursa'ya sonra Medine'ye sürgün etti." (Kaflı, s. 186-189)


21.2."Şamil, 1866 yılında Çar'a karşı sadakat yemini etti. Oğullarından birisi Rus ordusunda general olurken diğeri, Osmanlı ordusu hizmetine girdi ve 1877-1878 tarihinde tekrar Kafkasya'ya dönerek bir kıyama sebep oldu." (Luxembourg, s. 260-Dipnot: 279)


21.3.“1874 yılında Gazi Mohammed Sultanın yaveri olmuştu… Türkiye’de Kafkasyalıların cesaret ve sadakati uzun zamandanberi şöhret almıştı. Sultan Gazi Mohammed’i Osmanlı devletinin paşası, bir alayın komutanı ve devletin en büyük sivil yer olan “Rumeli Beylerbeyi” yaptı. Bu yüksek lakaplar büyük bir gelirle ilişkiliydi… Koska’daki evini, Rusyadan iltica eden müridlere… Kervansaray yaptı… günün birinde Momammed Emin de çıkageldi… affını istiyordu. Gazi Mohammed dördüncü İmam olarak ilan edilmişti ve gitgide artan bir iktidar selahiyetine sahip oluyordu.” Muhammed Şefi “görmek üzere zaman zaman geliyordu. Habibat’ın en küçük kardeşi Mohammed Fazıl Dağıstanlı Rus askeri akademisinden hemşiresini İstanbul’a getirmek için ayrılmıştı. O da Gazi Mohammed’in hiç ayrılmayan arkadaşı olmuştu… paşa olmuş ve şeref payeleri almıştı.” 1877’de savaş çıktı. “Şimdi Gazi Mohammed’e iş düşmüştü… Bir Dağıstan alayına komutan olarak atandı… İkinci bir birlik kaynı Mohammed Fazıl Dağıstanlının komutasında idi. Her iki Kafkasyalı dağıstan’da ayaklanmalar yapmak için adamlar göndermişlerdi… yalnız kin beslenen dinsizlere karşı değil aynı zamanda kendi kanlarından bir çok insanların katillerine karşı savaşıyorlardı./ Gazi Mohammed’in beşbin atlısının teçhizatı fena idi… Şamil bir çok savaşları ihanet yüzünden kaybetmişti. Oğlu da aynı sebepten kaybediyordu. Türk saray mensupları onun Sultanın yanında kazandığı güveni kıskanmışlardı.” “Ruslar eski valisinin geri dönmesi için her şeyi yapıyorlardı. Gazi Mohammed bunu her seferinde reddediyordu. Bunlara rağmen Rus hükümeti ona bir zaman babasına olduğu gibi aynı maaşı vermeye devam ediyordu. Para İstanbul’daki elçiliğe gönderiliyor ve orada toplanıyor fakat alınmıyordu./ 1880 yılında Gazi Mohammed ve Mohammed Fazıl Dağıstanlı en sonunda bir sıra düşmanlarının oyunu ile kapana düşürülmüşlerdi. Bir vesveseli ve entrikacı olan Deli Fuat Paşa bir defasında geceleyin geç vakitte planlanmış bir hükümet darbesi için Gazi Mohammed’in yardımını istiyordu. Sultan tahttan indirilecek ve genç İttihat Terakki partisi iktidarı alacaktı. Gazi Mohammed yardım yapmayı kabul etmedi ve Sultan’a sadık olduğunu bildirdi. Mohammed Fazıl da aynını yaptı. Deli Fuad’ın kandırma kuvveti onlara istediğini yapmaya yetmemişti. Deli Fuad onların Sultanı uyaracaklarından korktuğundan acele saraya gitti ve kendisinin kurmuş olduğu hilekarlığı ile onların komplo hazırlamalarından konuştu. Sultan entrikalara ve karşı entrikalara o kadar girmişti ki Gazi Mohammed’i çağırttı ve ona… hükümet darbesinin… Gazi Mohammed’in yedibin adamı… yardımı olmadan engellendiğini onlara anlattı./ “Sana nasıl güvenebilirim ki sen Deli Fuad’ın komplosundan beni haberdar etmedin?” diye Sultan sordu. Gazi Mohammed “... ben askerim, casus değilim” diye cevap verdi… Gazi Mohammed ve Mohammed Fazıl İstanbul’dan bir daha dönmemek üzere kovuldular… Sultan onların bir arada olmalarından korkmuştu. Gazi Mohammed Medine’ye Mohammed Fazıl Bağdat’a gönderildi. Birbirlerini hiç bir zaman görmelerine izin verilmedi… Mohammed Fazıl bedevi kabileleri ve Kürtler arasında bir kahraman olarak itibar gördü. Ona Irak’ın tacını sundular… Ancak Mohammed Fazıl bunu reddetti, o kendini Sultan’a hala bağlı duyuyordu./ Fazıl’ın oniki çocuğundan en genci olan Tümgeneral Gazi Mohammed Dağıstanlı 1958’de Irak ordusunun komutan vekili olarak ölüme mahkum edilmişti. Kraliçe Elizabet, Başkan Eisenhower ve Nehru’nun girişimlerine rağmen 1961’e kadar hapiste tutuldu. Serbest bırakıldıktan sonra Londra’ya gitti. Orada onu buldum ve… konuşabilmek fırsatını buldum.”“(Blanch, s. 411-416)


22.Bazı konularda şu tür tutarsız ya da yanlış ifadeler bulunmaktadır:


22.1.“Kayıtlara göre ilk Çeçen göçmenleri 1863 de gelmiştir(2)” (1863’de Çeçenler’den) “(2)… 103 hane gelmiş, bunlar önce Sivas’da iskan edilmişler ise de Afşarlar ve Zeytun halkı ile anlaşamadıklarından Kars’da Soğanlı Dağına gönderilmişlerdi.” (Habiçoğlu, s. 86)

"İlk Çeçen grubu 1863 yılında kara yoluyla ve 103 hane olarak Sivasa gelmişler, burada Avşarlarla sürtüşmeleri sonucunda Kars'ın soğanlı yöresine yerleşmişlerdir.” (Aydemir, s. 114, 115)

Bu ifadeler 3 açıdan doğru değildir, 1863’den önce 1860’da Osmanlı’ya Çeçen göçmenleri gelmiştir ve ayrıca 1863’de Soğanlı Dağı’nda olan Çeçenler oraya birileri tarafından gönderilmemiş, tam aksine Osmanlı kolluk gücünü seferber ederek döndürmeye çalıştığı halde onlar oraya ülkelerine geri dönmek amacıyla kendileri gitmişlerdir ve o Çeçenler 1863’de gelenler değil daha önceki bir tarihte, muhtemelen 1860’ta, gelen Çeçenler olmalıdır. 

Ayrıca bunlar ülkelerine geri dönmek isteğiyle o bölgeye gitmiş olup, Soğanlı yöresine yerleştiklerine dair bir kanıt bulunmamaktadır. (Bolat, 38, 39)


22.2.Şeyh Şamil öncülüğündeki kabileler uzun süre direnmeye çalışmışlarsa da Şeyh Şamil’in hayatını kaybetmesinden sonra direnci kırılan bölge insanı özellikle 1864 yılında soykırıma dönüşen Rus saldırılardan kurtulmak için akın akın Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. (Köse-Lokmacı)


Göçlerin en yoğun olduğu 1864’de Şeyh Şamil hayatını kaybetmemişti, yaşıyordu ve göç 1864’den daha önce başlamıştı.


22.3."Ağustos 1864'te Çarın kardeşi olan Grandük Mihail Nikolayeviç, yayınladığı bildiri ile Kafkasya'nın bir ay içinde boşaltılmasını, geride kalan herkesin savaş tutsağı olarak Rusya içlerine sürüleceği tehdidini savurdu. 1864 güzünden başlamak üzere yıllarca sürecek bir göç böylece başlatıldı.” (Bice, s. 48)


Göç daha önce başlamıştı.


22.4.Çerkes direnişinin başladığı 1830’lu yıllarda denilmektedir. (Çiçek)


Oysa Kafkasya’daki direniş 1830’dan çok daha eski tarihlerden bu yana süregelmektedir.


22.5.Kesin “Rus hakimiyeti müridlerin son direniş noktası olan... dağlık Ahçipsu mahallinin 1865 Mayıs'ın düşmesiyle mümkün olacaktı". (Bice, s. 39, 40)


Oysa 1865’te değil 1864 Mayısında direniş bitmiştir.


22.6."1941 Eylül... Kızılordu'daki Karaçay, Balkar, Çeçen-İnguş birliklerinin 'düşman unsurlar' olarak savaş birliklerinden uzaklaştırılmaları emredildi... Bu işleme isyan eden bir Çeçen-Karaçay süvari alayı silahlarını teslim etmeyerek dağlara çıktı, bolşeviklerle mücadeleye başladı". (Bice, s. 95)


Bu anlatımdaki en azından Çeçen birlikleri olarak ifade edilen hususlar doğru değildir.


22.7.Birbiriyle de çelişen anlatımları aktaran Richmond’un ifadelerin göre, Ruslar sürme düşüncelerini Osmanlı’dan “saklamaya çalışarak ilk sürgünleri Mekke'ye yapılan kısa süreli ziyaretler olarak gösterdiler.” Osmanlı Rusya'nın amacını anlayınca göçmen sayısının kısıtlanmasını isteyen yazılar yazmaya başlamıştır. “Berje 1859'dan itibaren Türk ajanların Çerkesleri göçe teşvik ettiğini iddia” ederken, Lobanov-Rostovsky “Osmanlı Dışişleri Bakanı Ali Paşa'nın Ruslardan sürgünü yavaşlatmasını” istediğini belirtmiştir. 1863 sonbaharına kadar Türkler Çerkesya'ya “kalıp savaşmalarını isteyen ve onlara bir uluslararası yardım sözü veren bildiriler” göndermişlerdir. “Ne var ki, Haziran 1864'te, göçmenlerin sayısı tüm İmparatorluk görevlilerini şaşkına çevirirken, Osmanlı Devleti insanları göçe teşvik eden bir bildiri” yayınlamıştır. Bu “1864 bildirisi Osmanlı Devleti'nin büyük sorumsuzluğunun bir kanıtı”dır ve Osmanlı göçün sığınmacılar için ortaya çıkacak sonuçlarıyla ilgilenmemiştir. (Richmond, s. 79-99, 117-123)


Burada Richmond tarafından hangisini düzeltmeli denebilecek nitelikteki birbiriyle çelişen ifadeler çarpıcı bir şekilde bir arada aktarılmaktadır. Mesela sürme düşüncesinin saklanması ifadesi sözün bittiği yer gibi durmaktadır, zira Osmanlı’dan saklamak bir yana göçün Rus-Osmanlı mutabakatı ile gerçekleştirildiği genelde kabul edilmektedir.


Benzer bir çelişki aşağıdaki ifadelerde de mevcuttur, yani o ifadeye göre Osmanlı bir yandan göçü özendiriyor, bir yandan da durdurmak istiyor!

*

"Lord Napier'in yazdıklarına göre, Türkler casusları ile Çerkesleri göçe özendirmektedirler. Ancak, göçün zorluklarını gören üstesinden gelmeyen Osmanlı Devleti, Çar hükümetinden göçü durdurması için önlemler almasını rica eder. " (Özbek, s. 150, 151)

*

22.8.“1839 yılında Yüzbaşı Bell idaresinde kuvvetli bir Ubiker birliği beş bin Rus’a baskın yapmıştı”. (Blanch, s. 194)


Bell subay değildir ve kendisi 1839’dan önce bölgeden ayrıldığından bu ifadelerin doğru olmaması gerekir.


22.9.“Kafkasya göçmenleri büyük kargaşa ortamında ya da gayri resmi yollardan geldiklerinde çoğu zaman kayıtları tutulamamaktaydı. Örneğin 1865 yılında 2 bin Çeçen, atları ve sığırlarıyla birlikte karayoluyla Kars gelmiş olup kayıtlara geçmemiştir.” (Satış)


Sayı hakkında farklılıklar bulunmaktadır, çünkü "çoğu zaman kayıtları tutulamamaktaydı. Örneğin; 1865 yılında 2.000 Çeçen atları ve sığırlarıyla birlikte karayoluyla Kars'a gelmiş olup, kayıtlara geçmemiştir." (Satış, Çerkesler-içinde, s. 211)


"1865 yılında 2.000 Çeçen, atları ve sığırlarıyla birlikte karayoluyla Kars'a gelmiş ve anlaşılan o ki kayıtlara geçmemişti. Güneyde Muş ve Diyarbakır vilayetlerine gönderilecek olan 60.000 Çeçenin daha aynı yoldan gelmesi bekleniyordu." (Karpat-GÖÇLER, s. 170)

Osmanlı’da "istatistiklere karayoluyla gelmiş ya da ülkeye girerken kayıtlara geçmemiş olan çoğu göçmen genelde dahil edilmemiştir. Örneğin 1865 yılında 2.000 Çeçen atları ve sığırlarıyla birlikte karayoluyla Kars'a gelmiş ve anlaşılan o ki kayıtlara geçmemişti. Güneyde Muş ve Diyarbakır vilayetlerine gönderilecek olan 60.000 Çeçenin daha aynı yoldan gelmesi bekleniyordu.47” “47 New York Times, 24 Eylül 1865." (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 112)

“Muş ve Diyarbakır vilayetlerine sevk edilecek olan 60.000 Çeçen’in daha bu yolu kullandığı belirtilmektedir.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

Bir kaynakta muhtemel bir durumdan bahsedilerek “gönderilecek olan 60.000 Çeçen” denilirken başka bir kaynakta “60.000 Çeçen’in daha bu yolu kullandığı” şeklinde kesinlik içeren bir ifade ile anlatılan 60.000 Çeçenin gelmesi hiç söz konusu olmamıştır.

1865’te gelen Çeçenlerin kayıtlara geçmediği ifadesi de doğru değildir. Çünkü Osmanlı’ya Çeçen Göçü’nün ile ilgili çalışmada açıklandığı üzere 1865 yılında gelen Çeçenlerin özel olarak kayda alınması sağlanmış olmalıdır ve 1867 tarihli Erzurum Valiliğinin yazısına göre de kaç kişi oldukları tespit edilmiştir. (Bolat, s. 78)


22.10.“Çerkes kadın da köle statüsündedir." "Türkiye'ye geniş Çerkes kavminden Çeçenler çok az göç etmişler”. “Belki de Türkiye için asıl "lütuf" buradadır; çünkü, Çeçenler'in tümü nakşibendi ve kadiri tarikatı mensubudurlar ve Rusya'ya karşı savaşlarında şeriat yönetimini getirmek en baş amaçları arasındadır." (Küçük, Sırlar, s. 91-95)


Bunlar gerçekle ilgisi olmayan, dile getirilmesi dahi şaşkınlıkla karşılanması gereken ve neresini düzeltmeli denebilecek türden genellemelerdir, tam anlamıyla uydurmalardır.


Öncelikle Çeçenler Çerkes kavminden değildir ve ayrıca hepsi tarikat mensubu hiç değildir. Kadın da kesinlikle köle statüsünde değildir. Rusya’ya karşı savaşlarındaki amaç da kendi dinlerine de uygun olarak her toplum gibi kendi bildikleri şekilde özgürce yaşamaktan ibarettir.


Yine her toplum gibi Çerkesler de kendi geleneklerine uygun bir yaşam sürdürmektedir. Bu yaşamın Türkiye’deki kısmı Albayrak’ın, Kafkasya’daki kısmı ise Bell’in eserlerinde bir ölçüde anlatılmaktadır. Bu eserlerde de görüleceği üzere Çerkes yaşamı kadının köle, herkesin de tarikatçı olmadığı bir yaşamdır. Çeçenlerin yaşamı da çok büyük ölçüde benzerdir.


Belirtilen genellemeler 1944’de bazı halkların tamamını suçlu ilan edip cezalandıran Stalin anlayışıyla kıyaslanabilecek türden saçmalıklardır, uydurmalardır.


Bu konudaki bazı hususlar Çeçenlere Dair adlı metinlerde yer almaktadır.

22.11.“Nohçiler (Çeçenler, İnguşlar)". (Saydam, s. 17, 18)

Oysa Nohçi sadece Çeçen karşılığı bir kavramdır ve bu ifade yanlıştır.

22.12..Avagyan şöyle yazmaktadır: "Türkiye'de Çeçenler, İnguşlar, Dağıstanlılar kendilerini Çerkes olarak tanıtırlar." (Avagyan, s. 18)


Bu ifade doğru değildir. Çeçenler her yerde kendilerini Çeçen olarak tanıtırlar. Avagyan’ın iddia ettiği gibi kendilerini Çerkes olarak ifade etmek bir yana kavramlarla ilgili bölümde belirtildiği üzere Çeçenler kendi aralarında kendilerine Çeçen bile dememektedir.


Türkiye’deki kullanım konusuna gelindiğinde ise yaygınlık kazanmış bulunan genel ifade biçimi karşısında sadece zaman zaman konuyu uzatarak düzeltme yapmaya gerek duymayıp sessiz kalmaktadırlar. 

*

“7-Klahsteney/ Bölgede on Kabardey… iki Çeçen (Çardak, Küçüksu)... köyü yer almaktadır…/… farklı bölgelerden gelmiş olmalarına… rağmen herhangi bir kültür çatışması yaşanmıyordu. Tersine bu durumun renkli bir zenginlik ve tatlı rekabet ortamı yarattığını görebiliyoruz…/ Abazalar bölgenin sert ve nisbeten asabi halkıdır…/ Hatukoylar… em pragmatik…/ Abzehler… entelektüel…/ Çeçenler ise sayıca az ve Çerkeslerle ilişkileri mesafelidir. Çeçenler sinirlendiklerinde Kabardeylere boz köle derler… Çeçenler aynı zamanda kimlikleri ile ilgili çok korumacı ve serttirler…/ Uzunyayla halkı cenaze ve düğünlerde bir araya gelirler… civar köylerden gençler gece düğüne gelirler… Çeçen gençler geldiğinde herkes dikkat kesilir. Çeçenler grup olduğunda tehlikeli enerji türleri ortaya çıkar ve öngörülemez davranışlar gösterebilirler. Çeçen gençler düğünden ayrıldığında gerilim düşer herkes rahat bir nefes alırdı./ Abaza gençleri için de hadise ve küçük kavgalar çıkarmak görev ve gelenekti. Muhatap bulamazlarsa kendi aralarında sözlü sataşmalar yaşarlardı.” (Albayrak, s. 32-34)


1877-78’de Plevne’de Osmanlı ordusunda yer alan Çerkezler savaş “sırasında bir gün karşı cephede Çerkes kıyafeti giyen Rus askerini görürler”, ilişki kurup gece görüşür ve dans ederler. (Albayrak, s. 50)

*


22.13.”İslam… güney Kafkasya’da bulunan Dağıstan’da Müridizm hareketini besleyen bir damar olmuştur… Bu hareketin en bilindik isimlerinden Şeyh Şamil, Ruslarla 1859’a kadar sık sık ve şiddetli çatışmalar yaşadı ancak sonunda teslim olmak zorunda kaldı. Kuzey Kafkasya naibi Muhammed Emin ise 1864’de kadar direnişe devam etse de sonuç olarak Kafkasya Rus hakimiyeti altına girmiştir. (Kuzu)


Dağıstan güney Kafkasya’da değil, kuzeydedir.


22.14.“İlk bozgunluk birleşmede çıktı…/… Çerkezler ve elebaşıları Şamil’i büyük bir saygı ile karşıladılar, fakat her türlü birleşmeyi kabul etmiyorlardı.” (Blanch, s. 124)


Şamil’in Çerkeslerle öyle bir karşılaşması olmamıştır.


22.15.Hacı Murat Nuha’da "(M. 1853) yılının Nisan ayında şehir dışına grubuyla gezmeye çıktığı zaman, kendisini gizlice kontrol altında tutan bir uryadnik'i öldürüp diğerini de çok ağır şekilde yaraladıktan sonra, yanındaki Lezgilerle birlikte Dağıstan istikametinde firar etti... çarpışmada şehit düştü." (Al Kadari, s. 122, 123)


Hacı Murat’ın öldürüldüğü tarih 1853 değil 1852’dir.


22.16."1854... yaz mevsimi sonları” "Gürcü Generali Cavcavze'nin karısını Irakli Han'ın akrabasından bulunan kızlarını... mürebbiyesi bulunan İngiliz karısını... İlya'nın zevcesini... esir aldılar.” (El-Karahani, 163-167)


Burada sözü edilen mürebbiye İngiliz değil Fransız’dır.


Gürcü prenseslerinin kaçırılmasını anlatırken Anna Dracy’nin yazdıkları sayesinde “Şamil’in Temmuz 1854’den 1855 Mart’ına kadar olan zamandaki günlük yaşamı hakkında azçok bilgi ediniyoruz.” O dönemde Rusya’da İngiliz çocuk bakıcısı ve Fransız mürebbiye modaydı. “Gürcü asilleri Rus ordusunda subaydılar ve kendilerini Rus sayıyorlardı.” Bir Fransız mürebbiye olan Anna Dracy “Çavçavadse’nin evine girdi ve onun akla gelmeyen serüvenlerine katıldı.” (Blanch, s. 272-287)


22.17.10 Temmuz 1864 "Bugüne kadar Osmanlı'ya göç eden Çerkeslerin sayısı 258.000'i geçer... Bu rakamlara kontrolsuz limanlara çıkarak gelenler dahil değildir." Osmanlı gemicileri küçük teknelerle gelip gemiler açıkta diye Çerkesleri doldurup açılıyor ve "tekneleri devirerek götürmek üzere aldıkları Çerkesleri boğuyor ve tekrar kıyıya dönerek yenilerini alıyorlardı. Aynı vahşetle yaşlısı genci binlerce Çerkesi Karadeniz'de boğmuşlardır." (Özbek, s. 155)


Doğrusu buradaki insanların bile isteye özellikle boğulduğu şeklinde iddiayı inanılmaz buluyorum!

 

22.18.Şamil “İngiltere’den maddi ve manevi yardım bekliyordu. Bizzat kendisi Kraliçe Viktorya’ya İngilizlerin destek olmalarını rica ederek başvurdu. Şamil’in ismi bir kaç yıl içinde bütün dünyada özgürlüğün sembolü olan Garibaldi gibi adaleti temsil ediyordu. Şamil ve Kafkasya kabileleri için Kraliçe Viktorya bir inancın hangisi olursa olsun önemi olmayan bir inancın koruyucusuydu. O ezilenlerin korunmasını üzerine alan bir insandı. Şamil’in ona yazmış olduğu mektuplar tamamen içten gelen bir güvence ile dolu idi. Bu insana çok safca gelen bir şeydi… İngilizlerin bir düşman tarafından işgal edilen halkı anlayacakları görüşü çok şüpheliydi. Onlar yabancı memleketlere nüfuz etmeyi alışkanlık haline sokmuşlardı… İngilizlerin vakit kazanmak istedikleri aşikardı./ Fakat Şamil ne Avrupa adetlerini ve ne de batı politikasını bilmiyordu… Savaş kutsal ve haklı idi. Şamil işte Kraliçe Viktorya’ya bunları yazıyordu. Bu Türkçe-Tatarca yazılmış mektubun kraliyetin kahvaltı sofrasına eriştiği tesbit olunamaz… Asiler başlarında İmam Şamil gibi bir dini lider olsa da, yazdığı mektupları seksenden fazla asil adamları, muteber kişiler ve mollalar imzalamış bile olsa sarayda onlara o kadar değer verilmiyordu. Her nedense onlara bu Kafkasya liderleri sempatik gelmiyordu. Onlar çok zorbaca davranıyorlar ve bazan da bir bakıma açıkça, barbarca hareket ediyorlardı…/ “Ey Sayın Kraliçe, biz yıllardan beri topraklarımıza girmiş olan Ruslara karşı savaşıyoruz” diye Şamil yazıyordu”” ve sonra da haç-hilal ayırımından nazikçe kaçınarak “biz sizden acele yardım rica ediyoruz” diyordu. “Kraliçenin idealist liderlere ve neticesiz savaşlar karşısında zafiyeti olduğu biliniyordu… Kossuth ve Garibaldi ellinci yılda Londra’yı ziyaret ettikleri zaman… çok sıcak bir kabul gördüler. Kraliçe Avrupa’nın Rusya’ya karşı olan güvensizliğini bildirmişti. Kraliçe Çarları kibirli ve ikbal düşkünü olarak görmekte ve buna karşılık veliaht Aleksandr’ı çok seviyordu. Kraliçeyi 1839 yılında ziyaret etmişti.” 1846 yılında Times gazetesi savaştan söz ediyordu ve zamanla “Şamil ve onun korkulan maiyeti İngiliz kamuoyunun büyük bir kısmını kendilerine acındırmışlardı. Ellinci yılda Çerkez kabileleri Londraya bir heyet gönderdikleri zaman çok hararetli bir karşılama buldular. Kraliçe onların yardım ricalarını kabullendi ve… bir rapor istedi. Huşt Hacı Hasan Haydar başbakan “ve bir sıra politikada söz sahibi şahsiyetler tarafından” kabul edildi.” “Kafkasya savaşlarının sonuçları İngiltere tarafından bütün önemiyle kavranmamıştı./ 1854’te Kırım savaşı başlayınca… gecikmeleri telafi için tam zamanıydı ve Şamil açıkça desteklenebilirdi.” Ama yapılmadı. (Blanch, s. 233-236)


Şamil’in Kraliçe Viktorya’ya mektup yazması ve Kafkasya’daki durumun İngiltere tarafından bütün önemiyle kavranmaması şeklindeki ifadeler hiç inandırıcı gelmiyor!


22.19.1837'deki Klugenav ile Şamil'in görüşmesinde Şamil'in yanında bulunan mürit sayısı Baddeley'de 200 olarak belirtildiği halde El-Karahani’de 15'dir ve özellikle el sıkma konusu ile diğer ayrıntıların anlatımlarında da farklılıklar vardır. (El-Karahani, 59-62) 


22.20.Direnişin lideri olan Şeyh Şamil’in sürgüne gönderilmesiyle direniş sona ermişti. (Taşbaş-Antalya’da İskan)


Bu ifade iki yönden doğru değildir, öncelikle bilindiği üzere Şamil sürgüne gönderilmemiş Rusya’ya götürülmüştür, ikincisi Şamil Ruslara teslim olduktan sonra da direniş yıllarca sürmüştür.


22.21..“93 Harbi ve harp sırasında meydana gelen Çeçen, Dağıstan ve Abhaz ayaklanmaları Osmanlı topraklarına yeni bir göçü başlatan unsurlar olmuştur.” (Taşbaş-Antalya’da İskan)


Taşbaş böyle demektedir, ancak bu ifadedeki kurgu gerçeği açıklamaktan çok yanlış anlaşılmaya müsaittir, oysa önce Rusya’yla savaşa tutuşan Osmanlı o dönemde bölgede ayaklanmalar organize etmiş, katliamlar ve bölgeden yeni göçler Osmanlı’nın yenilgisi üzerine daha sonra gerçekleşmiştir.


22.22.Göçmenlerin “çoğu, tarım faaliyetlerini bilmemekteydi.” (Çakmak, s. 175)


Oysa başka bir kaynakta şu şekilde tam tersi söylenmektedir: 1865’ten itibaren Rasulayn bölgesine Çeçenler, 1872 yılında Hama ve Humus şehirleri civarına ve Havran Sancağı sınırları içindeki Golan Tepeleri’ne bine yakın Çerkes yerleştirilmiştir. Osmanlı bu iskanlarla yerli halka kıyasla daha yüksek tarım tekniğine sahip askeri gelenekleri güçlü göçmenlerden boş toprakları değerlendirmede ve asayiş konusunda yararlanmak istemiştir. (Topçu (Papşu))


Ve Osmanlı tarım üretiminin 1880’lerden itibaren göçmenler sayesinde arttığı genelde kabul edilmektedir


22.23.."Ağustos 1864'te Çarın kardeşi olan Grandük Mihail Nikolayeviç, yayınladığı bildiri ile Kafkasya'nın bir ay içinde boşaltılmasını, geride kalan herkesin savaş tutsağı olarak Rusya içlerine sürüleceği tehdidini savurdu. 1864 güzünden başlamak üzere yıllarca sürecek bir göç böylece başlatıldı.” (Bice, s. 48)


Oysa göç daha önce başlamıştı ve hatta o tarihte büyük ölçüde göçün sonuna yaklaşılmıştı.


23. Kaynaklardaki tutarsızlıklarla ilgili Taşo Hacı konusunda başka benzer bazı örnekleri de bulunan bir durumu merhum Tarık Cemal Kutlu şöyle ifade etmektedir:


23.1."İmam Şamil, 1834 yılında Dağıstan'da imam seçildiği zaman, Çeçenya'daki en ileri gelen gazavat önderi Taşo Hacı idi. Bu tarihlerde Çeçenler kendisini imam seçmek istemişlerse de, Dağıstan'daki olayları yakından izlemesi yüzünden, Şamil'in yaralı olduğunu, iyileştiği zaman Ruslara karşı yeniden eyleme geçeceğini ve birleşilmesi gerektiğini ileri sürerek halkın önerisini geri çevirmiştir.../ Fakat her ne hikmetse, merhum Tarık Mümtaz Göztepe (bk. Dağıstan Arslanı İmam Şamil...) romantik tarih anlayışına girmiştir. Yapıt... bazı yanılgıların bile doğru olduğu izlenimini uyandırtmıştır. Örneğin bu yapıtta Taşo Haci Gazi Muhammed'in kahraman naiblerinden biri olarak gösterilir. Hamzat'ı imam olarak tanımadığını ilan etmesinden ve adamlarıyla ayaklanmasından söz edildikten sonra Şamil'in 300 atlı ile Hamzat'ın imdadına yetiştiği, Taşof Haci ile avanesini baştan aşağı kılıçtan geçirmekte tereddüt göstermediği yazılıdır./ Bu olayın bir benzerini de biz merhum Oğuz Özdeş'in romanında görebiliyoruz.../ Çeçen-İnguş... İmam Mansur'dan sonra, 1812 yılında gazavatı İmam Hadis'in yürüttüğü görülür... 1816-1827 yılına değin de Çeçen halk ve ulusal kahramanı Taymin Biybuolt "Kafkasya'nın dehşeti" diye anılır... önderlerden birisi de Taşo Haci'dir... Taşo Haci'nin 1834-1845 yılları arasında etkinlik gösterdiğini saptamak mümkündür./ Biz, müridizme inananların dışındaki ova köylerinin -müridizmi manevi olarak destekleser bile- ve büyük çoğunluğu oluşturan Çeçen halkının 1829'dan 1839 yılına değin bir olaya karışmadıklarını, daha doğrusu bir hareketsizlik döneminde bulunduklarını saptayabiliyoruz. 1839 dan sonra ise, 1837 de Çeçenya'ya gelen İmparator Nikola I. nin koşullarının ağır olması karşısında topluca ayaklandıkları görülür.../... Toplu ayaklanmadan önce Çeçenya'daki gazavatın önderi Taşo Haciydi. Ünü ve saygınlığı da yaygındı. Ancak biz Dağıstan önderleri arasında 1839 yılına değin, kılıç zoruyla da olsa Çeçenya'ya ilk ve son girenin, hatta Vaynakhlarla ilinti kurmaya çalışan liderin İmam Gazi Muhammed olduğunu biliyoruz. Bu olay da... 1831 yılındaki Gazi Muhammed'in Çeçenya seferidir. Gazi Muhammed'in Çeçenleri şeriata bağlamaya çalışması kuşkusuz ayaklanmaya katılmalarını sağlamak içindir. Fakat İmam'ın Güdermes'te Rus birlikleriyle karşılaşması başarılı bir sonuç almasına engel olmuştur./ 1832-1834 yılları arasında imamlık eden Hamzat Bek'in ne Çeçenya'ya girdiği, ne de bir ilinti kurmaya çalıştığı görülür. Onun icraatları arasında Ruğuç seferi ile Khunzakh'taki Avar hanlığına son vermesi sayılabilir. Hatta İslamlık adına hanlık hanedanının bütün bireylerini öldürmek gibi bir soykırım gerçekleştirilir./ Tarık Mümtaz'ınkinin adeta bir özeti sayılan merhum Oğuz Özdeş'in romanı da... aynı sahneleri yazar duygusuna göre renklendirir. Hatta bunda Taşo Haci'nin Dağıstan'a girmesi işlenir. Bu da Hamzat'ın imamlığının ilanı sırasına rastlar ki tarihin 1832 olması anımsanır. Roman da olsa bunlar ne yazılacak, ne de bağışlanacak hatalardır.../ Taşo Haci'nin, Tarık Mümtaz'ın ve Oğuz Özdeş'in yazdıkları biçimde, imamlık için ayaklandığını doğrulayan tek bir kanıt yok. Yukarıda yazıldığı üzere Taşo Haci önerilen imamlığı kabul etseydi buna kimse ne hayır diyebilirdi, ne de önüne bir engel çıkabilirdi. Hatta bunu bütün Çeçenya da desteklerdi. Çünkü Gazi Muhammed, Hamzat ve Şamil (1839'a değin) savaşımlarını salt Ruslara karşı yürütmüyorlardı. Kendi ülkelerindeki hanlıklarla uruğların da korkunç direnişleriyle karşılaşıyorlardı. Oysa Şamil Çeçenya'ya geçtikten sonradır ki kendisine karşı hiç direnmeyen, hatta gönülden destekleyen bir halkla karşılaştı. Onların desteğiyle de kendi ülkesi Avarya'yı muti kıldı. Bu koşullar altındaki bir ülkede Taşo Haci elbette imamlığını ilan edebilirdi. Oysa Taşo Haci... Şamil'in imamlığını beklemekteydi ve desteklemeye de hazırdı. Nitekim yanında bulunan kırk müritle, kendi içinden gelerek Avarya'ya geçmiş, Şamil'in emrine girerek Ansal/Untsukul ve Tılıq/Tletl seferlerine katılmış... Naiblik göreviyle Çeçenya'ya da geri dönmüştür./ Doğal olarak ne Şamil böyle bir baskın yapmıştır, ne de Taşo Haci böyle bir ayrı baş çekmiştir. Şamil 15 Eylül 1839 yılında Ahulgoh savunmasında yenilince Çeçenya'ya geçmiştir. Üç dört ay herhangibir eylemi görülmaz... Şamil'in Çeçenya'da itibarla karşılandığını, halkın dalga dalga ona doğru aktığını izleyebiliyoruz... Bu durum ve Musa Kundukhov'un ileri sürdüğü nedenler tüm Çeçenlerin ayaklanmasından başka bir işe yaramamıştır.../ Sonuç olarak; Kafkasya savaşları binlerce canın yok olmasından ve oldukça büyük bir yekun tutan toplu göçten başka hiç bir yarar sağlamamıştır./ Savaşımın ilkeleri ne denli ideal olursa olsun bir kişinin altmış kişi karşısında vuruşması, hasmının gücünü bilememesi, olanaklarla fenni kaynaklardan yoksun olması en uygar inançların bile zaferini sağlayamaz. Geçmişteki bu inan ve uygarlık etkili olabilir. Fakat çağımız bir hak olarak utkuyu tinsel uygarlıktan çok nesnel gelişmelere tanımaktadır." "Kafkasyalıların yeniden gladyatörler arenasına inmesini beklemek, umut etmek, zırha bürünmüş bir leoparın önündeki yalın şövalyenin kan, et kemik artıklarına dönüşmesinden başka bir sonucu olamaz./ Bu küçücük halkları savaşa sokmak, ya da savaşın heyecanını vermek ne sağladı, ne sağlayacak, ne sağlayabilir?../ Kafkasyalıların görevi benim şimdiki inancıma göre artık savaşmak olmamalı, varlıklarını koruyabilme ve kuşaklarını yaşatabilme savaşımı olmalıdır. Bu da doğal olarak insan haklarına uygundur". (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 131-135)


23.2."Şamil'in tabiatı bağımsızlıklarıyla gururlanan Çeçen ulusunu Şamil'in karşısında boyun eğmek zorunda bıraktı." "Çeçenya'nın ulu ve cesur reisi Taşef Hacı Dağıstan'a gelerek, halkının adına Şamil'in önünde baş eğdi." (Aytek Kundukh, s. 89)


23.3."Müritlerin durumu Kaytag, Tabasaran ve Kyuri hanlığında dağlıların ayaklanması ile daha iyi oldu", bazı başarıları üzerine "Şamil imam olarak kabul gördü ve bu görevi kendisi için isteyen Taşı-Hacı, ona itaat etti". "Şamil'in iktidarı devamlı olarak büyüyordu... 1839 yılın sonuna doğru Andiya, Gumbet, Salatau, Koysubu ve Çeçenistan'ın bir bölümü Şamil'in imamatın idaresi altında bulunuyordu." 1839'da Grabbe "Ahulgo'ya saldırı düzenlemek istedi”, müritler bir ay boyunca çarın ordusuna ve ona yardım eden Tarki şamhalın milis kuvvetlerine karşı direndiler. “Şamil 'barış anlaşmasına' razı olmak zorunda kaldı... oğlu Cemalettin'i rehine olarak verecekti." (Yaşurka, s. 93-95)


23.4."Çeçenler bir kısım Avarlardan daha dürüst ve faal olmaya başladılar... Taşev Hacı'nın emrinde canla başla çalışıyorlardı." Grabe harekete geçti, "Ruslara göre bu kuvvet 3.000'i yerli olmak üzere 6.000 kişiden ibaretti." "Çeçenler ihtilale hazır bulunuyorlardı. Şamil de uzaklarda değildi. Çeçenler onu çağırdılar, gitmedi, yalvardılar, tereddüt etti... gitmeye karar verdi." (Kaflı, s. 150, 151, 153, 154, 159)


24. Osmanlı-Şamil münasebetleri konusundaki bir notta şöyle denilmektedir:


"Sultan Abdülaziz tarafından bütün teşrifat kaideleri çiğnenerek ta Dolmabahçe Sarayı'nın kapısında karşılanan ve "Babam Sultan Mahmut mezarından çıksa idi ancak bu kadar sevinç ve heyecan duyabilirdim" şeklinde samimi ifadelere muhatap olan Şamil'in", bu karşılaşmada Sultan'a, Tarık Mümtaz Göztepe'nin Dağıstan Aslanı İmam Şamil adlı eserinde, s. 449-450, yeralan, bana yapabileceğiniz yardım ordularınızla desteklemek iken yapmadınız ve hatta Kırım savaşı sırasında fırsatlardan istifade edilemeden Kafkasya yalnız bırakılmıştır, anlamındaki sözleri söyleyip söylemediği, "Veya Şamil'in Sultan II. Mahmut'un Tanzimat hareketine muhalefet eden Nakşi-Halidi şeyhleriyle sıkı irtibatının ve Tanzimat'a aşağı yukarı aynı gözlerle bakmasının Osmanlı Devleti tarafından kasıtlı olarak yardımsız bırakılmasına sebep olduğu şeklindeki iddialar" ve ayrıca Osmanlı'nın Rusya gibi bir düşman karşısında Kafkasya dolayısıyla yakalanan iyi bir şansı kaçırıp kaçırmadığı hususlarının doğru olup olmadığı "hala yeterince aydınlatılamamıştır." (El-Karahani, 116, 117) 


25.Tekin’in Çeçen göçüyle ilgili emek ürünü olan ve birçok önemli bilgiyi içeren çalışmasında ne yazık ki doğru ve yanlış içiçe yer almış ve bu durum da sonuçta o kıymetli çalışmanın değerini azaltmıştır. 


(Nursinem Tekin, “Çeçenlerin Kırım Savaşı Sonrası Sivas Vilayetine Göç ve İskânları”, Journal of Migration and Settlement Studies, C. 1, S. 1, Haziran 2023, s. 1-27. jomiss-3813-manuscript-090943.pdf) (Nursinem Tekin, Çeçenlerin Kırım Savaşı Sonrası Sivas Vilayetine Göç ve İskanları, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzincan 2021 isimli yüksek lisans tezinden üretilmiştir. ♦ irecnursinem@gmail.com, Orcid: 0000-0002-6600-806X, Türkiye.)


Bu çalışmadaki şu ifadelerin yer aldığı bölümler sorunlu gibi görünmektedir:

“1856 Kırım Savaşı’yla birlikte göç hadisesi başlamıştır. Göç hadisesine insani ve vicdanî bir tutum sergilemiş ve muhacirleri kabul etmiştir13. iki milyon” 

“Çeçenler daha çok 1863-1864 ve 1865-1877 dönemleri arasında Anadolu topraklarına göç etmiştir.” 

“1864 yılının yaz aylarında Osmanlı topraklarına Çeçenler de dahil

“1865 yılında Çeçen komutanı olan Musa Kundukhov’un, İstanbul’a gelerek”

“Çeçen …5000 Çeçen ailesinin gelmesi … Babıali bu isteği memnuniyetle karşılamış lakin gelecek muhacirleri iskân edileceği yerlere zorluk çekilmeden iskân ettirilmesi için aralıklarla gelmeleri gerektiğini bildirmiştir. 18 Daha sonra 27 Mayıs 1865’te Kundukhov’un önderliğinde 3.000 Çeçen ailesiyle Anadolu’ya göçe yönelmiştir. Fakat bu muhacirlerin ne kadarının geldiği şimdilik bilinmemektedir.19”

“Günümüzde Türkiye’de yaşayan Çeçen-İnguş halkının ise ortalama yüz binlerde olduğu düşünülmektedir.22 Gelen muhacirlerin bir kısmı Trabzon, Sinop

“1866 yılında Kafkasya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden 4.000 ile 5.000 civarındaki Çeçen muhacirlerinden olan 1200 aile Resulayn bölgesine iskân edilmiştir. Geriye kalanlar ise” 


“Şamil Mansur’a göre Türkiye’ye göç eden Çeçenlerin sayısı 100.000 civarında olup 22 vilayete dağıtılmıştır ve çoğunluğu Kayseri vilayetinde yaşamaktadır.”

“Direkt gelen Çeçen muhacirlerinin haricinde 1860 yılında Trabzon’a gelmiş olan 759 nüfuslu Çeçen ve Kabartay muhacirleri Sivas’a gitmek için Samsun’a sevk edilmiş” 

“Çeçen Muhacirlerinin İskân Edildikleri Yerlerde Karşılaştıkları Sorunlar Göçlerin yoğun olmadığı dönemlerde muhacirlerden bir grup, sevk edilecekleri yerlere önceden götürülerek o bölge gezdirilmiş ve muhacirlerin onayı üzerine iskân edilmeye başlanılmıştır. Lakin zamanla kitlesel göç sebebiyle oluşan yoğunluğun azaltılabilmesi için acil iskân yerlerinin belirlenmesi ihtiyacı söz konusu olunca bu uygulama bir kenara bırakılmış ve muhacirlere yerlerini belirleme konusunda imkân verilememiştir.66 Sivas vilayetinde de arazi kıtlığının oluşması ve göç sebebiyle oluşan yoğunluk Çeçen ve diğer Kafkas muhacirler için birçok sorunun meydana gelmesine neden olmuştur. Muhacirler önce boş ve sahipsiz yerlere, eski, yıkık-dökük köylere, mirî veya vakıf arazilere iskân edilmişlerdir. Buradaki arazilerin bitmesi üzerine meralara ve yaylalara yerleştirilmeye başlanmıştır. Bu ise böyle arazilerin, hukuken olmasa bile fiilen sahibi gibi davranan yerli halkın ve konar-göçer aşiretlerin tepkilerine, muhacir ve devletin o bölgede bulundurduğu kuvvetlerle çatışmasına neden olmuştur.” 

26.Recep Çelik’in iskanla ilgili Maraş Bölgesine Kafkasyalı Kavimlerin İskânı (Çerkes-Çeçenler), Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Kahramanmaraş 2019, adlı çalışmasında da yanlışlıklar mevcuttur.

Basit sayılabilecek konulardaki bazı hatalar emek ürünü çalışmadaki diğer hususlara da kuşkuyla bakılmasına yol açabileceğinden sanırım bu hatalar içerdikleri yanlışlıklardan çok daha önemli olabilmektedir.

Çelik’in çalışmasında Türkiye’deki en büyük Çeçen yerleşim yeri olan Çardak “köyü” (köyü/kasabası/mahallesi), Çardak’tan çok küçük olan Sisne köyünden daha küçük olarak gösterilmekte ve her üç köyde yaşayan Çeçen ailelerin kökeni “Dişnoy, Enginov ve Çörçley kabileri” şeklinde ifade edilmektedir, ki fazla önemli olmasa da bu bilgiler doğru değildir. 

Diğer hususlarla birlikte Türkiye’de en fazla Çeçen’in iskan edildiği yerlerden biri olan Kahramanmaraş yöresinde bulunan üç Çeçen köyünün hepsini konu edinen Çelik’in anılan çalışmasındaki Çeçen köyleriyle ilgili bilgilerden bazıları şöyledir:

Gücüsu Köyü’nün “kuruluşu noktasında sözlü tarih metodu ile elde edilen bilgiler, Köyün Kafkasya’dan zorunlu göçler ile Kars bölgesinden gelen Çeçen asıllı “Behlii Şeyh” ve 15 aile tarafından 1870 yılında kurulduğu yönündedir. Bu 15 Ailenin reisleri: Osman Bostan, Aslangir Aslan, Ersmik Bolat, Karaseydi Bolat, Paşa Bolat, Battal Özden, Çhonki Yavuz, Borz Bozkurt, Meen Çakıcı, Als Önce ve Seygıt Apaydındır. Bu aileler, Gürcistandan karayolu üzerinden Kars bölgesine gelmiş ve son olarak ta bugünkü Gücüksu köyüne yerleştirilmiştir./ İlk yerleşimler sırasında 15 hanesi olan Köyün, Günümüzde 140 hanesi bulunmaktadır. Bu haneleri oluşturan ailelerin tamamı Çeçen asıllıdır.” “Gücüksu köyünde bulunan Çeçen Aileler: Dişnoy, Enginov ve Çörçley kabileridir”.

“Çardak köyü, ilk kurulduğunda 6 hane olup günümüzde 80 haneye ulaşmıştır.” “Köyde bulunan Kafkas Kökenli aileler: Enginov, Çörçley ve Dişnovlardır”.

Sisne Köyü ilk “yerleşimler sırasında 9 hane olup, günümüzde 100 haneye ulaşmıştır.” “Sisne de, Kafkas Kökenli Çeçen aileler Dişnoy, Enginoy, Çörçleylerdir.”

Konuyla bir ölçüde ilgili olan biriyle biraz dikkat edilerek yapılacak kısa bir konuşmada dahi farkedilecek nitelikte olduğundan tamamen özensizlikten kaynaklandığı düşünülebilecek olan belirtilen iki yanlışlık konunun özü açısından önemsiz olmakla birlikte çalışmanın tamamındaki anlatımların doğruluğuna kuşkuyla bakılmasına yol açabilecek niteliktedir.

27.1865’deki Çeçen göçü konusunda ilk elden en temel kaynak sayılması gereken General Musa Kundukhov’un Anıları isimli kitapta yanlışlıklar bulunmaktadır. 


O göçte gelen göçmen sayısı bu kitapta 3.000 hane kadar şeklinde ifade edilmiştir.  Kitabı yayına hazırlayan Alihan Kantemir Bir Kaç Söz başlıklı sunuş yazısında Kundukhov “3000 hane kadar olan kabilesiyle” Türkiyeye geçti demektedir, ancak başka muhtelif bilgilerden bu sayının açıkça yanlış olduğu ve bahse konu tarihte göç eden aile sayısının 5.000 kadar olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca göç edenler Kantemir’in ifadesinde belirtildiği gibi Kundukhov’un “kabilesi” de değildir. (Kundukhov, s. 11)

Bu kitap hem bu şekilde yanlış bilgi vermekte ve hem de bence içeriğindeki diğer bazı çelişkiler nedeniyle kafa karıştırıcı bir niteliğe de sahip bulunmaktadır. 

Bu konudaki bazı hususlar General Musa Kundukhov’un Anıları Üzerine adlı metinde yer almaktadır.

*

“Abramov’un anlatımıyla Rus yönetimi, doğu Kafkasya halklarından en tehlikeli gördüğü Çeçenleri zayıflatmak istemiştir. Bu amaçla Rus ordusunda görevli Albay Musa Kunduhov, Çeçen halkı adına Osmanlı yetkilileriyle göç hakkında görüşmeler yapması için İstanbul’a gönderilmiştir. Osmanlı yönetimi görüşmelerde yeni gelecek göçmenlere Küçük Asya’da yer tahsis edeceğine söz vermiştir. Vladikafkaz’a dönen Kunduhov, 5.000 Çeçen aileyi göçe ikna etme karşılığında ödül olarak birkaç bin ruble almıştır.” (Güneş)

*


Diğer yandan buradaki yanlış olan 3.000 hane bilgisi başka çeşitli eserlerde de yer almış ve bu suretle bir bilgi kirliliği sözkonusu olmuştur. (Habiçoğlu, s. 80; Aydemir, s. 114, 115)

Aynı yanlışı daha önce yazdığım bir yazıda ben de aynen tekrarlayarak yanlış olan 3.000 aile sayısının doğru olduğunu iddia etmiş ve ayrıca aynı yazıda bir yanlış daha yaparak daha önce gelip Sivas’a yerleştirilen 103 ailenin geri dönmek istediği tarih 1863 olduğu halde bunu yanlış olarak 1865 yılı olarak ifade etmiştim. (Bayazıt) 

28. Güncel bir örnek olarak Dudayev ile ilgili şunlar söylenmektedir:


”Dudayev Moskova’nın Baltıklar’daki isyan eden halka ateş açma emrine karşı gelerek kendisine bağlı birliklerle Estonya’dan Çeçenistan’a gelerek Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti.” (Durmaz)


Oysa Dudayev Çeçenistan’a birliklerle gelmedi.


29.Kaynaklarda nitelik itibariyle çok önemli olup anlayış farkından kaynaklanan çeşitli anlatım farklılıkları da bulunmaktadır.

29.1.Albayrak’ın eserindeki bir ifadede şunlar söylenmektedir: Sovyetler de Kabardeylere operasyon yaptı, “Mezdog bölgesini Osetya’ya, petrol yatakları bulunan Melğebey (Koyun Şişiren) bölgesini Çeçenistan’a bağladı”, en değerli sıcak su kaplıca bölgesini Kazaklara verdi, Kazak ve Balkarlarla nüfus dengesini değiştirdi. (Albayrak, s. 30, 31)


Çok açıktır ki başlangıç için esas alınan tarihe bağlı olarak bölgede bu tür çok çeşitli söylemlerde bulunulabilir. Mesela bölgede daha büyük bir gücün olmadığı tarihin belli dönemlerinde feodalite ile güç devşiren Kabartayların kendileri kadar iyi organize olamayan komşusu Çeçenlerin ülkesinin belli bölgelerinde egemenlik kurduğu ve kendisinin olmayan bazı yerlere el koyduğu, aynı durumun Çeçenlerin diğer bir komşusu Avarlar için de geçerli olduğu ve geçmişteki bu tür uygulamaların sonucunda Hazar Denizi’ndeki Çeçenadası ve Vaynahx körfezi şeklindeki isimlendirmelerden de anlaşılacağı üzere bir zamanlar geniş bir alanda yaşayan Çeçenlerin bugünkü dar alana sıkıştırıldıkları söylenebilir. Esas alınan başlangıç tarihine göre bu tür söylemlerde doğruluklar da bulunabilir. Ancak bunların pratikteki sonucu komşu halklar arasında düşmanlık tohumu ekmekten başka bir şey olamaz.


Nitekim bilindiği üzere bu tür anlayış farklılıkları yüzünden bölgede  yakın zamanda başta Çeçenlerle İnguşlar arasında olmak üzere İnguş-Oset, Oset-Gürcü, Gürcü-Abhaz silahlı çatışmaları yaşanmıştır ve Kabartay-Balkar ve Karaçay-Çerkes başta olmak üzere bölgedeki tüm komşu halklar arasında doğal olarak bir kısmı belki de birileri tarafından bilinçli olarak yaratılan benzer “sorunlar” bulunmaktadır. Diğer büyük bir sürgün dönemi olan 1943/1944 sonrasında yaşananlar da ayrı bir yara olarak durmakta ve hala sıcaklığını korumaktadır. Büyük ölçüde çaresiz nitelikte görünen bu tür hassas sorunların fazla kurcalanmasından kaçınılmasında fayda görülmektedir. 


29.2."Osetler de, tüm ulusalcılar gibi, "büyük" ve güçlü düşünmekteydi. Kuzey Kafkasya bozkırının "onların" "her zaman" yaşamış oldukları (gerçi Vaynahlar da burası üzerinde en az Alanlar kadar iyi bir hak iddiasında bulunmaktaydılar) anayurdu olduğu varsayılmıştı.../ 50 Dzauji-kau adı muhtemelen "Dzawag'ın kenti" anlamına gelmekteydi." (Forsyth, s. 742) 


30.Gürcü prenseslerinin Temmuz 1854’den 1855 Mart’ına kadar süren kaçırılmasını anlatırken Blanch şunları yazıyor: 1850’lerde Kafkasya’da seyahat tehlikeliydi. İstanbul’dan Karadeniz kıyı yolu ile ihtiyatlı olarak seyahatte de aynı tehlike vardı, çünkü geminin kazaya uğraması halinde “ortalığı yağma eden Çeçen eşkiyalarının eline düşülebilirdi.” (Blanch, s. 272-287)


Çeçenistan’la sınırdaş olmayan bir bölgeden bahseden bu anlatımdaki Çeçen kelimesi tam anlamıyla uydurma olmalıdır!


Sanki bütün suçlar Çeçenlere anlayışının bir sonucu!


31.“Dağıstanlılar Rus idaresince topluca göçe zorlanmamışlar.” (Habiçoğlu, s. 85)


Kanımca bu ifade de gerçekçilik adına gerçeğin yanlış anlaşılmasına hizmet edecek ve hatta gerçeğin tam tersi olan bir ifadedir. Dağıstanlılar kelimesi çok genel bir ifadedir ve Dağıstanlılar denirken kastedilen aslında belirsizidr. O dönemde Çeçen ülkesi Dağıstan’ın bir parçasıdır ve Çeçenler elbette topluca göçe zorlanmışlardır. Ama elbette Ruslar kendi yandaşları olan Dağıstanlılardan bazı grupları göçe zorlamamışlardır. Bu ayrımı yapmadan yapılan genelleme tamamen yanıltıcıdır.


32.Karpat’a göre, 1850'li yılların başında bazı Çerkezler “gönüllü olarak göç ettiler ya da barışçı yollardan göçe ikna edildiler. Kırım Savaşı sırasında göç, kitlesel bir harekete dönüştü ve 1862-1865 yılları arasında doruk noktasına çıktı; 1877-1878 ve 1890-1908 yılları arasında yoğunluk kazanan bu göç 1920'li yıllarda duruldu.” (Karpat, GÖÇLER, s. 162-169)


Oysa Çerkezler açısından “Kırım Savaşı sırasında göç, kitlesel bir harekete” dönüşmemiştir.


33.Bağ’a göre, “1859’da Şeyh Şamil’in tesliminden sonra Doğu Kafkasya’da egemenliğin kurulması ile yetinilmiş, yerli halklar yurtlarından kitle halinde zorla sürülmemiştir.” Göç edenler kendileri karar vermişlerdir. Fakat Batı Kafkasya’da “18. yüzyıl sonlarında başlatılmış olan kolonileştirme ve Ruslaştırma politikası, 1864’te toplu ve zoraki göç uygulaması ile doruk noktasına ulaştırılmıştır.” İşgal kesinleştikten sonra Grandük Michel “Adiğe’lerin bir ay içinde yurtlarını terkederek Osmanlı Devleti’ne gitmelerini, aksi takdirde harp esiri muamelesi göreceklerini ilan” etmiştir. (Bağ, s. 9) 


Kanımca buradaki “Doğu Kafkasya” denilerek yapılan anlatım tamamiyle yanlıştır.


34.Tuna’ya göre ise, göç büyük ölçüde “kafir memleketinde” değil müslüman yönetiminde yaşamalıyız düşüncesine sahip Çerkez insanının bireysel ve toplumsal yapısından kaynaklanmıştır. Göçler sadece askeri yenilgilerin sonucunda düşünülmüş tedbirler olmayıp çok yönlü faktörlerin bileşimi ile oluşmuştur. Rusya’nın rakipleri İngiltere ve Fransa ile mücadele ettiği bu kapitalizm çağında dünya konjonktürünün yanısıra Çerkezler’de o sırada mevcut olan feodal anlayış da bu göçte önemli ölçüde etkili olmuştur. Güçlü devletlerce gerektiğinde kendi yararları için savaşa da tahrik edilerek kullanılıp Ruslarla uzlaşma imkanları yok edilen, ancak gerçek bir yardım yapılmadan sonunda kaderlerine terk edilen Kafkasyalıların başına gelenleri ve göçlerini “Dünya Politik Konjonktürü’nden soyutlayarak doğru neticelere” varmak mümkün olmayacaktır. Konunun bazı yönleri karanlıkta kalmaktadır. Savaşın devam ettiği 1858-59 yıllarında Petersburg’da kurulan Kafkasya Komitesi, Kafkasyalılara kesin olarak silah bıraktırılması, halktan dağlık bölgelerde yaşayıp savaşma karakteri yüksek olanların kontrolü daha kolay olan ovalara yerleştirilmesi, 1724 yılında başlatılmış olan Rus ve Kazak iskanıyla nüfus dengesi sağlanıp isyan etmelerinin önlemesi, Osmanlı’ya göçün teşvik edilmesi, karşı koymayı bırakanların içişlerinde serbest olarak yerlerinde bırakılması, ancak başka devletlerle birlikte Rusya aleyhine faaliyette bulunmalarının önlenmesi şeklindeki amaçlar için planlar yapmış ve birçok Kafkasyalı yerinde kalmıştır. Birbirini tutmayan bilgiler verilmektedir. Göç devam ederken Ruslar göçü önlemek için müdahale bile etmişlerdir. Kafkasyalılar sömürge politikasını iyice tanıyamamanın kurbanı olmuş, senelerce kendilerine ciddi maddi ve manevi hiçbir yardım yapmayan batı emperyalistlerinin ve onların müttefiklerinin Rusya’ya karşı jandarmalığını yapmış, kişisel şereflerini duygusal bir yaklaşımla değerlendirerek, gerçekçi hareket etmenin yollarını kendi elleri ile tıkamış ve bu çelişkilerle yaptıkları mücadeleye bir çıkış yolu bulamayacaklarını objektif olarak anlayamayıp yenik düşmüş ve sadece yenilmekle kalmayıp yenildikten sonra da en yanlış yolu seçerek yurtlarını terk etmişlerdir. (Tuna, s. 95, 125-131, 137, 138, 141-145)


Çoğu yerde rastlanmayacak çok önemli doğruları içeren Tuna’nın bu çok önemli anlatımında kanımca önemli doğruların yanında bir yanlış, daha doğrusu bir eksiklik de bulunmaktadır, ki o da bence bakış açısıdır. Tuna bakışını neredeyse tamamen doğru şekilde anlatılan iç hatalara yöneltilmiştir, oysa dışarıdan da hiç insani olmayan yaklaşımlar söz konusu olmuştur ve Tuna o kıymetli anlatımında bu insanlık dışı dış yaklaşımlara yeterince değinmemektedir, ki bu bence önemli bir eksiklik sayılmalıdır.


35.Pinson’un anlatımının bir kısmı şöyledir:


Osmanlı iskan işinde "önemli deneyim sahibiydi (Kırım'dan çekilirken ordu ile birlikte gelen az sayıda Kırım Tatarı ve 1860-1861 döneminde... gelen çok sayıda Tatar". Osmanlılar, 1860'larda... deneyimi olmalarına rağmen, yeni göçmenlerin yerleşimini... pek düşünmediği görülmektedir... / 1860'larda Çerkeslerin kitlesel olarak yerleştirilmesi kararını Osmanlıların (sonuçlarını göz önüne almaksızın) oldukça kısa bir zaman içinde almış olduğu görülmektedir. Mevcut sayılara göre kitlesel göç 1863'de başlamadan önce 100.000'den az, 1863-1866'da da 150.000'den fazla dağlı Osmanlı İmparatorluğu'na göç etti... 1860'lardaki göç... son derece yıkıcı sonuçlara yolaçtı./ 1864-1866'da göçmenlerin taşınması o kadar büyük bir operasyondu ki hem Osmanlı hem de Rus hükümetleri buna katılmak zorundaydı. (Bu operasyona İngiltere bile karıştı... Kerç'te... İngiliz Konsolosu Osmanlıların yerine bu işlere bakıyordu.) 1864 Ekim başlarında bir Rus kaynak (286.718'i Rus ve 21.350'si Osmanlı gemileriyle) 308.068 dağlının bu göç dalgasında gittiğini belirtmektedir. Bunlardan 61.395'inin ulaşım masrafları kısmen Ruslar tarafından karşılanmıştır. (Aynı kaynağa göre daha önce de yaklaşık 60.000 kişi ülkesini terketmişti; böylece 1864 Ekim'inde göç edenlerin sayısı yaklaşık 400.000'di ve göçler daha devam ediyordu.) Gemi ihtiyacını karşılamak için... silahları sökülmüş savaş gemilerinin de kullanılmasında anlaştılar. İki devlet de pek çok buharlı ve yelkenli gemi kiraladılar. Denize dayanıklı olmayan ve aşırı yüklü kullanılan yelkenli gemilerin kullanımına 1864 Kasım'ındaki bir faciadan sonra son verildi./... özellikle Trabzon ve Samsun... mülteciler yetersiz gıda yardımı aldılar ve yoksulluk ve sıkışıklık içinde yaşadılar. Tifüs ve çiçek salgını oldu; bu limanlarda 1864 bahar ve yaz aylarında günde 200'den fazla insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Sadece Trabzon'da, eksik bir ölüm sayısı 53.000'e ulaşmaktadır. O dönemde yaşamış bir gözlemcinin tahminine göre bütün göç süreci boyunca ölüm oranı %50'dir." "Bulgaristan'a gönderilen Çerkesler önce Köstence veya Varna'ya çıktılar. Bazıları bu limanlara Kafkasya'dan getirildi; bazıları da Anadolu'daki limanlardan aktarılmıştı... aşırı yığılma oldu. Haziran ortasında Köstence'de 35.000'den fazla Çerkes vardı ve çiçek hastalığı yaygındı./ Varna'daki koşullar daha iyi değildi... bir gözlemci yoksulluk içinde, ateşten, çiçek hastalığından ve kanlı basurdan perişan olmuş 80.000 Çerkesin Varna'ya geldiğini söylemektedir... hiç erzakı yoktu; ilacı olmayan sadece bir doktor vardı. Rüşvet ile kolaylıkla geçilebilen etkisiz bir karantina vardı... Plajlar ceset ile kaplıydı... Güneşin batmasından önce polis göçmenleri kasabadan kovalar, onlar da ertesi sabah dilenmek ve artık kırıntılar için mücadele etmek üzere dönerlerdi... Zamanla göçmenlerin bir kısmı yakın köylere gönderildi." Osmanlı göçmenleri iç bölgelere gönderdi, "buharlı gemi ve mavnalarla göçmenler nehir boyunca daha uzaklara taşındı." Göçmenlerin gönderildiği yerler Niş, Vidin, Silistre ve Svistov'du. "Bu verilere göre Bulgar vilayetlerine 1860'ların ilk yarısında 40.000'den fazla aile (250.000'e yakın insan) göç etmiştir." "Osmanlıların dağlıları önceki nüfus arasına eşit dağıtmayıp... belirli bir plana uygun olarak bazı bölgelerde yoğunlaştırması... huzursuzluğu arttırdı." Bir İngiliz komitesi ile Osmanlı saray mensupları da göçmenlere yardımlar yaptılar. "Bir İstanbul gazetesinin 1865 başlarında yazdığına göre 1860'tan itibaren Osmanlı devletine 520.000 Çerkes gelmiş ve bunlar için 6.931.225 "fr." (frank) harcanmıştır." Trabzondaki Rus konsolosunun değerlendirmesinde olduğu gibi "çok fazla (para) harcanmış fakat harcamalar iyi yönetilmemiştir." Çerkeslerin karşılanışı iyi organize edilmemişti. Nehirden taşıma yapılırken mavnalardaki koşullar bir gözlemcinin "yüzen mezarlar" benzetmesine hak verdirecek konumda olmuştur. Çok Çerkes öldü. Osmanlı için en kolay çözüm göç akışını kaynağında kesmekti, ancak "1864-1865 kışında da sürgünün durdurulması için Ruslarla anlaşmaya varamadılar./ Genel olarak önceki Tatar göçü ile uğraşmak için kurulmuş Muhacir Komisyonu üyesi Nusret Paşa (Nusret Paşa Tatarların 1860-1861'de Bulgaristan'a yerleştirilmelerinde faal rol almıştı), 1864 Yaz'ında en önemli iskan bölgelerinde, Dobruca ve batı Bulgaristan'da tekrar faaldi." Mecidiye'de hastane ve başka çeşitli işler yaptırdı, ancak göçmenler için olumlu koşullar yaratamadı. "Yeni oluşturulan Tuna (Danub) vilayetine vali olarak atanan Midhat Paşa (18 Ekim 1864) Nusret'in yöntemiyle ilgili suçlamalarda bulundu. Nusret görevden alındı ve yerine Ahmed Şakir atandı." Konut inşaası konusunda köylülere şikayetlerine yol açan sorumluluklar yüklenmiştir. "Çerkes göçü, Tatar göçünün yol açmadığı pek çok diğer sorunlara da neden oldu." Bir sorun da köle ticareti olmuştur. "Abdülmecid imparatorlukta köle ticaretini yasakladı... kadınlarını ve çocuklarını satmak isteyen çok sayıda Çerkesin gelmesiyle (Padişahın memurlarının bazılarının bile karıştığı) yoğun bir ticaret gelişti." Çerkesler "Bulgar, Yunan ve Türk kızlarını kaçırmaya" da başlamışlardır. En önemli sorun "kamu düzeninin büyük ölçüde bozulmasıydı... yerleşik yaşama Çerkeslerin yaklaşımı, daha önce gelen Tatarlarınkinden farklıydı." Tatarlar "hemen yerleşik yaşama geçtiler", ekonomik katkıda bulunmaya başladılar. "Tatarlar, sakin, sebatkar ve girişimci bir gruptu... Çerkesler oldukça farklıydı. Korsan yaşamına olan eğilimleri şüphesiz en çok bilinen özellikleriydi.../ Hırsızlıktaki hafifletici nedenler ne olursa olsun, yasa tanımazlığın arttığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu durum, Türk, Tatar ve Bulgar öğeleri yeni gelenlere düşman etti... köylüler ürünlerini olgunlaşmadan (çalınmaması için) toplamak zorunda kaldı. Çerkesler... tarımı küçümsedikleri için bu durum daha da kötüleşti... yoksulluktan çıkmak için çalışmadılar." Osmanlı Bulgarların silah taşıma yasağını devam ettirerek "Bulgarların Çerkeslerin baskılarıyla başa çıkabilmelerini daha da zorlaştırdı." Bulgarların hayvan yetiştirdiği "Svistov kasabası, otlakların önemli bir kısmının Çerkes göçmenlere verilmesi sonucu 1870 başlarında büyük bir ekomomik krize girmişti." İskanın her aşamasında Osmanlının "hazırsızlık düzeyi açık olarak görülmektedir." Osmanlı Tatarlardan nüfus dengesini değiştirmelerini ve iş gücü açığını azaltmalarını beklemiş ve bu beklentiler büyük ölçüde gerçekleşmiştir. "Osmanlıların Çerkes göçünden beklentileri açıkça asker ve polis gücünün arttırılması yönündeydi. Savaşçı dağlılar, Doğu Anadolu'ya ulaşmalarından itibaren orduya katılmaya teşvik edildiler. Göçmenler yirmi yıl askerlikten muaf oldukları halde, Osmanlılar derhal gönüllü süvari birlikleri oluşturmaya başladılar. Yeni gelmiş yoksulluk içindeki göçmenler için yiyecek ve giyecek sunan bu birliklere katılmak çekiciydi... Dağlıların kural-tanımazlığı ordu için de sorunlar yarattı... teşvik etmek için önceleri oluşturulan ulusal birlikler, dağlıların başlarına verilen Türk subayları öldürmesi üzerine dağıtıldı." Tatarlar gibi Çerkeslerin de nüfus dengesi değişikliğinde yararlı olacağı düşünülmüştü, "Çerkesler hem Bulgaristan'ı komşularından ayırmak, hem de gelebilecek Rus işgaline karşı direnişte kullanılmak üzere çit-şeklinde aşağı-Tuna boyunca Sırbistan sınırına kadar yerleştirildi... önemli ulaşım yolları boyunca... birbirlerinden bir günlük uzaklıkta, bütün ülkeyi kapsayan bir ızgara (şebeke) şeklinde yerleştirildi." Ayaklanmaları ezmekte kullanma politikası 1867-1868'lerdeki "Bulgar ayaklanmalarına karşı Çerkeslerin kullanılmasında kısmen görülmektedir... düzenli Osmanlı birlikleri yağmacıları engellemek için kullanılmıştır." "Çerkesler bazen Osmanlı yetkililere karşı da silahlandı; 1867 Mayıs'ında batı... ve merkezi Bulgaristan'da (Pazarcık) Çerkes grupları ayaklandılar ve yüzlerce askerin ayaklanmaları bastırmak için gönderilmesi gerekti." Çerkes iskanı büyük hataydı, "bunun sonucu, tebaanın devlete karşı düşmanlığı arttı." Bu iskan tesadüfi ya da az rastlanır değildi. "Osmanlıların sadık öğelerin devlete karşı olan nüfusun arasına yerleştirilmesini uzun bir dönem kontrol aracı olarak kullandı... Bu iskan planlarının kesin olarak kim tarafından oluşturulduğu bilinmemektedir; Osmanlı devlet adamları yazılı anılarını bırakmamışlardır". İskan planlarıyla ilgili bilgiler "Tanzimat ile ilişkisine de ışık tutacaktır." Osmanlı göçün küçük ölçekli olacağını ve yük getirmeyeceğini varsaymış, ancak hızlı ve fazla göç olmuştur. İskan kararı "sadece genel demografik ve stratejik kaygıları yansıtıyordu... Bütün kanıtlar geniş ölçekli bir planın ve hazırlığın yokluğunu göstermektedir." Yükü "yerli halk çekiyordu. Bu dönem Tanzimat çağıydı; yöneticiler ve tebaa arasında yeni ilişkilerin kurulması için çok şeyin yapıldığı bir dönem. Çerkeslerin Rumeli'ndeki iskanının sonuçları, Tanzimat'ın değerlendirilmesi için daha fazla açıklamayı gereksiz kılmaktadır." (Pinson, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 42-54)


Sayılar konusunda diğer birçok kaynakla çelişen rakamlar veren Pinson’un bu ifadeleri kanımca çok değerli sayılmalıdır, ancak burada da ne yazık ki genelde geçerli olan Çerkezleri suçlayan yaklaşım egemen olmuş ve suçlandıkları hususlar tamamen doğru olsa bile asıl mağdur oldukları kuşkusuz olan Çerkezlerin mağduriyetleri göz ardı edilmiştir.  


36.Doğru ile yanlışları birlikte içeren Blanch’ın aşağıdaki anlatımı da kanımca Pinson’un yukarıdaki anlatımıyla benzer şekilde değerlendirilebilecek niteliktedir:


“Rusların galebesinden sonra Çerkezler Türkiye’ye kaçmışlar ve Sultan onlara yuva kurmuştur. Rus makamları ilk kaçanların emrine denize pek yatkın olmayan gemileri tahsis etmiş ve bunlar daha Çerkez kıyılarının açıklarında batmışlardı.” Onlara kardeşler olarak hitabeden “Sultan onların emrine bir filo vermişti. Bu suretle büyük göç başladı. Üçyüzbin insan vatanlarını terketmişlerdi.” “1864’de Türkiye’ye göçeden Çerkezlerle beraber Çeçenistan’dan ve Dağıstan’dan bir çok insan da gelmişlerdi. Onların direnme yuvaları Gunib düştükten sonra savaşları sürmüş, fakat… Çerkezlere katılmışlar ve Türkiye’de müslüman hükümdara sığınmayı aramışlardı. Çok sonraları meydana çıktığına göre onların bazı başları Ruslardan her göçedenden belirli bir para almıştı. Ruslar onlardan boşalan memlekete onlara bağlı olan Kazakları yerleştirmeyi yeğ görmüşlerdi. İngiltere’nin de bu işte parmağı olsa gerekti ve bu suretle Sultanı kaçanları kabule cesaretlendirmişti, zira gelecekler fanatik, savaşçı tecrübesi olan müslümanlar olarak Osmanlı devletini meydana çıkan Rus tehdidine karşı en iyi savunacaklardı. Bir Panslavizm dalgası Rus dış politikasını tayine başlamıştı… kiliseye uygun bir milliyetçilik gayreti yer alıyordu./ Türkiye’ye kaçan… Çerkezler bir eşkiya gibi hükmediyorlar ve her türlü özgürlüğe karşı gözü kapalı çıkıyorlardı. Nihayet Bulgaristan’ın hıristiyan kısmında bir sıra işkencelerin yapılması başlayınca Avam kamarasında Gladiston’un şikayetleri yer almıştı… “Bunların yarı uygar bir millet olduğunu biliyoruz” Disraeli alaylı olarak Bulgaristan’a göçeden Çerkezlerin bu memleketteki ilgilerini yağmacılıkla ispat etmişlerdi. Bununla beraber Britanya’nın menfaatleri Yakındoğu’da korunmalıydı ve bu gibi önemsiz işler için Türkiye ile savaşmak akıllıca bir iş değildi. Bu iş aynı hıristiyan dinden olan Rus kardeşlere bırakılmıştı. Ruslar 1877’de Türkiye’ye savaş ilan ettiler./ Şimdi Gazi Mohammed’e iş düşmüştü… Bir Dağıstan alayına komutan olarak atandı… İkinci bir birlik kaynı Mohammed Fazıl Dağıstanlının komutasında idi. Her iki Kafkasyalı dağıstan’da ayaklanmalar yapmak için adamlar göndermişlerdi… yalnız kin beslenen dinsizlere karşı değil aynı zamanda kendi kanlarından bir çok insanların katillerine karşı savaşıyorlardı./ Gazi Mohammed’in beşbin atlısının teçhizatı fena idi… Şamil bir çok savaşları ihanet yüzünden kaybetmişti. Oğlu da aynı sebepten kaybediyordu. Türk saray mensupları onun Sultanın yanında kazandığı güveni kıskanmışlardı…/… 31 Ocak 1978’de (benim notum: 1878’de olmalı) Türk hükümeti barış istedi./ Balkanlardaki harita değişmişti. Rusya tarafından dikte edilen San Stefano muahedesi hıristiyan azınlığı kurtarmıştı. Fakat diğer Avrupa memleketlerinin düşüncesine göre Türkiye çok zayıf düşmüştü. Boğaziçindeki hasta adama yardım edilmeliydi. Bu Rusya’nın istila planına karşı yardım edecekti. Bismark, Disraelis ve Andrassys’in liderliğinde Avrupa’nın başlarından bir grup Berlin anlaşması denen ikinci bir anlaşma daha getirdiler. Balkanların haritası yeniden değişti ve bu sefer Avrupa’nın isteğine göre idi…/… Ruslar eski valisinin geri dönmesi için her şeyi yapıyorlardı. Gazi Mohammed bunu her seferinde reddediyordu. Bunlara rağmen Rus hükümeti ona bir zaman babasına olduğu gibi aynı maaşı vermeye devam ediyordu. Para İstanbul’daki elçiliğe gönderiliyor ve orada toplanıyor fakat alınmıyordu.“(Blanch, s. 402, 411-416)


37.“Diğer yandan Osmanlı topraklarına göç eden Kırım ve Kafkas gruplar dil ve etnik köken olarak: Çerkes, Abaza, Çeçen, Dağıstan, Tatar ve Nogay gibi farklılıklar gösterse de Müslüman olmaları sebebiyle Osmanlı-Müslüman toplulukların bir parçası sayılabilirler. Üstelik göç etmeye zorlandıkları toprakları daha önce Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında olan yerlerdi. Bu sebeple göç eden gruplar geldikleri Osmanlı coğrafyasında kendilerini çok farklı ya da dışlanmış olarak hissetmemişlerdir.” (Polat-İhtilaf)


Buradaki  Kafkasyalıların “göç etmeye zorlandıkları toprakları daha önce Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında olan yerlerdi” şeklinde ifade edilen husus bir çok yerde tekrarlanmaktadır, ancak bu husus doğru değildir.

*

"1840-1842 Rus Çarı, I. Mahmud'a yazdığı mektubunda" Çerkesya hakimi ünvanını kullanıyor, ama buna itiraz edilmiyor. 1844 İstanbul'daki Rus büyükelçisi bir mektubunda "Sultan ve büyük vezir (sadrazam) Çerkesya ile insan ticaretinin yasaklanmasından memnun değillerdir. Türkler, Kafkasya'dan kadın esir satın alamadıklarını, hatta Sultan'ın haremine cariye bulmakta zorluk çektiklerini, bu nedenle öfkelendiklerini belirtmektedirler. İnsan ticaretine yeniden müsaade edilmesinin politik yönden faydalı olacağı" tavsiye edilmektedir. (Özbek, s. 86, 90)

*


38.Günümüzde olduğu gibi sol genelde Ruslara karşı direnişe nasıl bakılacağı konusunda bocalamış ve bunun sonucu olarak zaman zaman tam zıt yönde değerlendirmelerde bulunmuştur.

*

"Karl Marx, 1843'te şöyle yazıyordu: "Hürriyetin nasıl elde edilmesi lazım geldiğini Kafkasya Dağlılarından ibretle öğreniniz. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görünüz." Sovyet araştırmacıları Şamil'i ve taraftarlarını, ihtilalin ilk yıllarında, Çarlığın baskısına karşı koyan "tipik Sovyet kahramanları', diye benimserken, II. Dünya Savaşı'ndan sonra onun "İngiltere ile Osmanlı Devleti'nden aldığı yardımlarla isyan eden Batı emperyalizminin bir ajanı" olarak tanıttılar.../ 1849'da... Rawlinson... "... Şamil'in bayrağı kafkasların zirvesinde dalgalandıkça İran, Rus ordularının işgalinden korunacaktır." Ancak İngiltere'den... destekleyici bir teşebbüs görülmedi." (Saydam, s. 51-54)

*

39.Kaynaklarla ilgili bir husus da bazı kaynakların içeriğindeki düşmanca değilse de en azından Çerkez/Çeçen karşıtı olduğu söylenebilecek olan yaklaşımdır, ki bu durum, bence, hem bu belgelerin içeriğine/güvenilirliğine kuşkuyla bakılmasına yol açabilecek ve hem de dolayısıyla ilgili konunun doğru olarak anlaşılmasını zorlaştırabilecek niteliktedir. 

Esasen Osmanlı görevlileri genellikle başta Çeçenler olmak üzere Kafkasyalıların tamamı için olumsuz düşüncelere sahip olmuşlardır.

“Mizaçlarında “huşûnet” (hainlik/saldırganlık) bulunan Kafkas muhacirleri”. (Berber-Manisa; ve ayrıca, Bolat, 38, 39, 45, 46, 78- 81; Osmanlı-I, s. 362, 363; Polatkan, s. 45, 46; Taşbaş; Erdoğan) 

*

39.1.Olumsuz içerikli belgelerden ilginç sayılabilecek bir örnek Kars mutasarrıfının 1862 tarihli bir yazısıdır.

Kars’tan yazılan 12 Aralık 1862 tarihli bu yazıda şöyle denilmektedir: “Rusya devletinin Kars Konsolos vekiline;/ Çeçen ve Çerkes ta’ifesi halkından yüz elli hane Rusya tarafına geri dönmek için dilekçe ile başvurduklarından, adı geçenlerin geri dönmelerine izin verilmesine muhalefet olunması hususu tarafımıza dostane bir şekilde bildirilmiştir. Adı geçen ahali bundan üç yıl evvel ülkemize gelmişlerdir. Bunlara Sivas da yerleşmeleri için uygun yerler gösterilip, kalacakları haneler inşa edilmiş, kendilerine çeşitli yardım ve ziraat yapmaları için zahire ve öküz verildiği gibi yerli halk tarafından çeşitli yardımlar yapılmıştır. Adı geçenler cibilliyetleri gereği dek durmayarak devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef eyleyerek bu tarafa gelmişlerdir. … Böyle katl suçlusu kimseleri hukuki gereği yapılmadıkça Rusya devletinin kabul etmeyeceği, kabul etse bile gereğini yapacakları umulur…./ Mutasarrıf-ı liva Kars 12.Aralık.1862” (Bolat, 38, 39)

Görüldüğü gibi bu yazıda “cibilliyetleri gereği dek” durmayan göçmenlerin “devlet-i aliyyenin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef” eyledikleri belirtmektedir, ki özellikle “sadık teb’a” kısmı gerçek durumu yansıtmaktan çok uzak olan bu ifadelerin Osmanlı görevlilerinin Çeçen göçmenlere düşmanca ve buradaki haliyle nefretle bakışını gösteren bir örnek olduğu söylenebilir.

Yine Kars’tan yazılan 13 Temmuz 1863 tarihli başka bir yazıda da aynen şunlar söylenmektedir: “Sivas taraflarında ikamet etmekte olup bu kere yerleştirildikleri yerden ayrılarak Kars’la Erzurum arasında bulunan Soğanlı dağına gelmiş olan yüz üç hane Çeçen ahalisinin Sivas tarafında Afşar ve Zeytun ahalisiyle mücadele içinde olduğundan bu tarafta barınamayarak bu kere Hınıs tarafından geçerek adı geçen Soğanlı Dağı’na gelmiş … göçmenlerin ileri gelenlerinden Kavlad? ve Ahmed ve Mehmed beyler, yerlerini terk eden göçmenlerin iadeleri maksadıyla görevlendirilerek, geri döndürmeye çalışmış iseler de perişan hallerinden bahisle geri dönmeyeceklerini kesinlikle beyan ve ifade ve Soğanlı dağında iskan ettirilmelerini istirhamda olduklarından… İfadelerine göre; geri gönderilmelerine ısrar edildiği takdirde silahla karşı koyacaklarını ve bu tarafta iskan olmuş göçmenlerin dahi kendilerine yardım edeceklerini beyan etmişlerdir. Buna göre, hallerinden birkaç yüz silahlı kuvvetle karşı koyacakları anlaşılmaktadır… Grandük Kostantin cenaplarına vermiş oldukları dilekçeye göre göçmenlerin iadelerine müsaade olunarak kabul olunduklarından, geçmelerine mani olunmaması yazılarak bildirilmiştir. Bu yazıya cevaben göçmenlerin Afşar ve Zeytun ahalisiyle muharebe edip haylice adam öldürerek bu tarafa firar etmiş oldukları ve böyle katil ve uygunsuz adamları Rusya devket-i fehimesinin kabul buyurmayacağı ümid edilmektedir. Göçmenlerin ayaklanarak ve buradaki akrabalarından da birkaç hane katılarak Rusya tarafına gitmek üzere olduklarına dair … sözü edilen ahaliye anlayacakları lisan ile bir kıt’a nasihatname ile Kars’da ikamet üzere bulunan muhacirin-i meşayih (göçmenlerin şeyhi, pir, yaşlısı) azasından Şeyh Şamil Efendi’nin kayınpederi fekahetlü (anlayışlı-zeki) Cemaleddin Efendi hazretleri bizzat gelip vaaz ve nasihat ederek geri dönmekten vaz geçirmeye çalıştı. Ondan başka göçmenlerin ileri gelenlerinden Ömer bey getirilerek… ve… Mehmed ağa göçmenlerin içine gönderilmiş ve kendilerine yapılan nasihat ve açıklamalara itibar etmeyerek, kendilerine memleketler verilse geri dönmeyeceklerini, kesin olarak bildirmişlerdir. Hepsi bu yolda canlarını vereceklerini söylediklerinden, bunların geri döndürülmesi için güç kullanılırsa, burasının Rusya devletine yakınlığı ve konsolos vekilinin yazı ile bildirmiş olması dolayısıyla burada gürültü çıkarılmasından kaçınılmıştır. Göçmenler kesin kararlı olduklarından her türlü vaaz, nasihat ve iltifata rağmen geri dönmemişlerdir… Göçmenlerin bu kararı ve isyanları Sivas eyaletinden beridir. Yüz otuz saatlik uzak bir mesafeden Kars yakınlarına gelmişlerdir. Bu inatçı insanların iyilikle geri dönmeleri mümkün olmayacağından, rahatlığın kıymetini bilmeyen bu taifenin isyan ve hareketlerini önlemeye çalışan eyalet ve sancak hükümetleri tarafından, padişah iradesine uygun olarak geri döndürülmesiyle ve sınıra yakın bu hassas bölgede toplanmalarının önlenmesini isteyen sadaret emrince düzenlenen tutanağımızdır. Ol babda ve her halde emir ve ferman padişahındır./ Kars 13. Temmuz. 1863” (Bolat, s. 45,46)

Bu yazıda da “rahatlığın kıymetini bilmeyen… taife” olarak nitelenerek göçmenlerden hoşnutsuzluk belirtilmekte, ancak kıymeti bilinmeyen “rahatlığın” ne olduğu belirsiz kalmaktadır.

*

39.2.Aynı konudaki bir diğer örnek Erzurum Valiliği’nden yazılan bir yazıdır.

Temmuz 1867’de Erzurum’dan yazılan bir yazıda şöyle denilmektedir: “Çeçen muhacirlerinin rahatsızlık vermelerinden dolayı bölgenin eski halkı kendilerinden gücenmiş olduğu ve bunların daima hükümete yük olduğu … Sivas ve Kürdistan tarafında iskan olunanlardan onar on beşer hane iadelerine ve gelenlerin sevki için araba ve malzeme temin etmekten dolayı ahali bütün bütün bıkkın ve tahammül edemez hale gelmişlerdir. Bu durum hazineye de yük olduğu gibi; bölgede topluca iskanları da uygun olmamaktadır. Rusya bu göçmenlerin kendi sınırlarından, karadan yüzeli iki yüz saat uzak mesafelere yerleştirilmelerini istemektedir. Geçenlerde telgrafla bildirildiği üzere; “bunlar bize gönül arzusu ile bakmıyorlar” şeklindeki şikayetleri ile asıl vatanlarına geri dönme arzusuyla Sivas dan kalkıp bu tarafa gelmekte bulunan göçmenlerin rahatsızlık vermesinden kurtulmak maksadıyla gelecek olan hanelerin bu havaliden geçmelerini önlemek için Rusya içinden doğruca Poti ve Batum iskeleleri yoluyla Rumeli taraflarına ve başka bölgelerde ayrı ayrı yerleştirilmeleri, Sivas ve Mamuratulaziz (Elazığ) ve Diyarbakır da bulunan göçmenlerin yerleşmelerinin kendi iyiliklerine ve geri dönmek isteyenler olursa bir şikayete yer bırakmadan dördüncü ordu komutanlığının emrine göre hareket edilmesi./ Bende/ Vali-yi vilayet-i Erzurum/ Sene 1867 Temmuz 6” (Bolat, s. 78, 79)

Bir başka yazıda da şunlar söylenmektedir: “9.Kasım.1867/…/ Erzurum vilayetine,/ O havaliden geçen Çeçenlerle Erzurum Sivas ve Diyarbakır taraflarında daha evvel iskan edilmiş olup oradan kaçarak Erzurum taraflarına geçen Çeçen muhacirlerinin bazıları hakkında soruşturma bulunduğu, bu muhacirlerin geçtikleri yerler halkına rahatsızlık verdiklerinden dolayı, daha sonradan gelecek hanelerin de bu durumları yaratmaması için Rusya içinden gelecek olan muhacirlerin Batum ve Poti iskelelerinden doğruca Rumeli taraflarına gönderilmeleri, ayrıca daha evvel gelmiş olanlarında kaçmalarına izin verilmemesi ve bunlardan asli vatanlarına dönmek isteyenlerin de önlenmesi… hakkında talimattır.” Bu yazıya eklenen Bolat’ın notu da şöyledir: “Bu belgeye göre; 1868 yılında Kafkasya’dan gelmeye devam eden Çeçen ve diğer muhacirlerin olduğu ve bunların/bir kısmının doğrudan Rumeli taraflarına gönderildiği ve ayrıca daha evvelden gelip iskan olunmuş olan Çeçenlerin bazılarının asli vatanlarına geri dönmek teşebbüsünde bulundukları, bu konuda Osmanlı-Rus anlaşması uyarınca geri dönmelerine izin verilmediği anlaşılmaktadır. (Bu konu A. Aydemirov’un Uzun Geceler adlı eserinde ayrıntılı anlatılmaktadır.)” (Bolat, s. 80, 81)

Görüldüğü üzere Erzurumdan yazılan bu iki yazıda Çeçen muhacirlerinin “rahatsızlık” verdikleri, “hükümete yük olduğu”, halkın kendilerinden “gücenmiş” “bıkkın ve tahammül edemez hale gelmiş” bulunduğu, belirtilerek şikayette bulunulmuştur.

*

39.3.Resulayn’da iskan edilmiş olan Çeçen muhacirlerden bazıları Rusya’ya geri dönmek isteyince Hükümetten Diyarbakır Vilayeti’ne gönderilen bir yazıda bunlar “gördükleri iyilik ve yardımın kadrini” bilmeyenler olarak nitelenip “gitmek istiyorlarsa zorla tutulamayacakları” bildirilerek, 1 Ekim 1868 tarihli yazıda masrafların kendilerinden geri alındıktan sonra salıverilmeleri istenmiştir.(Taşbaş)

*

39.4.Bir başka ilginç örnek de Taşbaş’ın bir çalışmasıdır.

“DİYARBAKIR’DA ÇEÇEN MUHACİRLER VE SEBEP OLDUKLARI ASAYİŞ OLAYLARI” başlıklı olan Taşbaş’ın bu çalışmasında şunlar söylemektedir: “Çünkü asırlardır yaşadıkları ve terk ettikleri topraklar Osmanlı hakimiyetinde idi. Bu nedenle hem muhacirler hem de onların iskân edildiği bölgelerdeki yerli halk kendilerini birbirinden farklı görmüyorlardı. Arazi ve intibak gibi konularda bazı sürtüşmeler yaşansa da genel olarak büyük bir toplumsal soruna yol açacak olumsuzluklar yaşanmamıştır.” Bu tür olaylar Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde yaşanan sıkıntılardı. Diyarbakır civarında yerleşmiş olan Çeçenlerin neden olduğu olumsuzluklar ise genellikle “bu muhacirlerin eşkıyalık faaliyetlerinden” kaynaklanmaktaydı. “İskân edilen Kafkasyalı muhacirler ile yerli halk arasında sık sık köy halkının mallarına ve canlarına kastedilmesi nedeniyle huzursuzluklar yaşanmaktaydı. Devlet bu konuda önlemler alsa da bu olayların arkası kesilmemiştir. Resülayn’da ve onunla komşu olan Diyarbakır ve Halep vilayetleri civarında Çeçen muhacirlerin neden oldukları asayiş olaylarının sık sık meydana geldiği görülmektedir.” Ayrıca sonuçta “Çeçenlerin yağma, hırsızlık, saldırılar, kaçakçılık gibi faaliyetleri nedeniyle bölgede huzur ve asayişin bir türlü sağlanamadığı” ve bu yüzden güvenlik için bunları başka yere nakletmek zorunda kalan Osmanlı’nın “yeniden sevk ve iskan masrafları yapmak zorunda” kaldığı belirtilmektedir. 

Doğrusu bu ifadelere şaşmamak mümkün değildir. 

Bölgede hiçbir zaman asayiş sağlanamadığı apaçık olduğu halde  “Çeçenlerin yağma, hırsızlık, saldırılar, kaçakçılık gibi faaliyetleri nedeniyle bölgede huzur ve asayişin bir türlü sağlanamadığı” dahi ifade edilebilmiştir. 

Oysa olan tam tersidir. Çeçenler iskan sırasında asayişsizliğin hüküm sürdüğü bölgenin ortasına sanki kurban gibi atılarak onlardan asayişin sağlanmasına katkı beklenmiştir.

Yani gerçekte Çeçenlerin işlediği suçlar Taşbaş’ın iddiasının aksine asayişsizliğin nedeni değil daha çok sonucudur.

Çeçenler suçlu olmaktan çok mağdur durumundadır.

Taşbaş’ın çalışmasıyla ilgili bir diğer şaşırtıcı husus da başlığıyla içeriğinin uyumsuzluğudur.

Taşbaş’ın çalışmasının başlığına bakıldığında çalışmanın çok sayıda güvenlik gücüyle nisbeten asayiş sağlanabilen Diyarbakır’la ilgili olduğu sanılabilir. Oysa çalışmanın içeriğine bakıldığında Çeçenlerin işlediği suçların çoğunluğunun başka yerlerde olduğu görülmektedir. Gerçeğin aksine sanki Çeçenler asayişin hüküm sürdüğü bir bölgeye gelmiş ve asayişsizliğe neden olmuşlar gibi bir tablo yaratılmıştır. Ve tabii ki bu tablo kasıtlı olarak yaratılmamışsa önemli bir araştırma hatasının sonucu sayılmalıdır. 

1866’dan 1918’e uzanan bir döneme ve Diyarbakır’dan ziyade tarih boyunca  asayişsizliğin egemen olduğu geniş bir bölgeye ilişkin olup bir kısmı açıkça birbiriyle çelişkili şekilde yorumlanabilecek farklı nitelikteki olguları ele alan Taşbaş o tablodan neredeyse sadece bir tek Çeçen suçlarını görebilmiş ve nüfusa göre suç işleyenlerin oranını irdelemeden Çeçenlerin hepsini Rusların yaptığı gibi neredeyse “ırsen” suçlu gibi resmetmiştir.

Elbette diğer benzeri yayınlarda olduğu gibi Taşbaş’ın çalışmasında da Çeçenlerin suçları dosdoğru bir şekilde anlatılmaktadır, ancak yukarıda değinilen iki hususa ilave olarak bu anlatımlarda bir şey eksik kalmaktadır, ki o da Çeçen açısıdır ve o açıdan görüntü alınmadığında resim eksik kalmakta ve yanıltıcı bir tablo ortaya çıkmaktadır.

Bu ve çok sayıda olan benzeri anlatımlar bu Çeçen göçmenler haydutluk/eşkiyalık yapmak için mi gelmişlerdir, şeklinde bir soruyu akla getirebilmektedir. 


Büyük umutlarla geldikleri Osmanlı’da çok büyük acılar yaşadıklarına kuşku olmayan bu Çeçen göçmenlerin Osmanlı’da işledikleri suçlar konusunda inceleme yapılmış, ancak onların ne acılar yaşadığı hiç incelenip ortaya konulmuş değildir. Zulümden kaçıp normal bir hayat kurmak amacıyla geldiklerinden kuşku duyulamayacak olan bu göçmenlerin geldikleri yerde çok çeşitli sorunlar yaşadığı apaçık bilinen bir gerçekliktir. Özellikle Osmanlı’da yaşanması çok zor bir sürgün bölgesi olan Deyr-Zor yöresinde iskan edilenler son derece olumsuz bir tablo ile yüzyüze kalmışlardır. 1917’ye gelindiğinde dahi aralarında muhtaç durumda bulunanlar olmuştur. İskan için bölgeye gönderilenler çeşitli hastalıklar, saldırılar ve diğer nedenler yüzünden burada barınamayarak çoğunluğu farklı yerlere dağılmışlardır. En fazla Çeçenin yerleştirildiği Resulayn’da 40 yıl kadar sonra yok denecek kadar az Çeçen kalmıştır. İskanları sırasında yaklaşık 14-20.000 şeklinde belirtilen o bölgedeki Çeçen sayısı 1880’lerde 5.000 olarak ifade edilirken 20. asrın başlarında yüzlerle, 21. asırda onlarla ifade edilen sayılara düşmüştür. Başlangıçta tahminen 13-14.000 civarında olan nüfusları 30-40 yıllık bir zaman içinde neredeyse tamamen “yok olup” iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur.


Bir kısmı gelmelerinden hemen sonra ve hatta iskan edilmeden önce ülkelerine dönmek istemiş, ancak engellenmişlerdir. Bütün engelleme çabalarına karşın ülkelerine geri dönenler olmuştur. 

Aslında Çeçen göçmenlerin 1865’te iskan edildikleri bu bölgede barınamayacakları başlangıçta da açıklıkla tahmin edilebilecek bir husustur. Zira bölge Rus, İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere çeşitli dış güçlerin kendi yararları açısından  en azından bir kısmını destekleyip kullanmaya çalıştığı Arap, Bedevi, Urban, Dürzi, Ermeni, Kürt, Türkmen ve benzeri grup ve aşiretlerin yaşadığı, günümüzde dahi süregiden çatışmalardan da görüleceği üzere “ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” anlayışının geçerli olduğu ve o dönemde Osmanlı merkezi yönetiminin tam olarak kontrol sağlayamadığı son derece karmaşık bir bölgedir. Göçmenler tam bu yapının ortasına merkezi idarenin otoritesi için sonuçta kendi çapında epeyce başarılı olduğuna kuşku olmayan Osmanlı’nın bilinçli bir “mühendislik” çalışması sonucunda gönderilmişlerdir. Yapılan Osmanlı açısından çaresizce medet umulan bir çaba sayılabilir.

*

“Deyrizor'da bir Kürt-Arap savaşı mı yaşanıyor?” “Arap aşiretleri de Kürtler de petrol ve diğer gelirler konusunda geri adım atmak istemiyor.” (Öztaş)

*

Richmond’a göre, İmparatorluktaki en sorunlu ve Arap milliyetçilerinin bağımsızlık talep ettiği yer olan Suriye’de KK’lı sürgün toplulukları yerleştirip, bu asi bölgelerle Osmanlı'nın merkezi arasında bir bariyer olarak kullanma fikri Osmanlı Devleti'nde çok önce ortaya çıkmış, 1860'ların ortalarında binlerce Çeçen Bedevi ve Kürt saldırılarını püskürtmek üzere doğu Suriye'de iskan edilmişler ve Çeçenlerin kaderi de Çerkeslerinkinden iyi olmamıştır. Hastalık, savaş ve sürgün 1880'de beş bin kişi dışında hepsini öldürmüş ya da dağıtmıştır. Osmanlı Çerkeslerden bir hat oluşturulmasının göçebe saldırılarını püskürtecek temel bir askeri güç oluşturacağını ve imparatorluğun merkezini koruyacağını düşünmüş, sığınmacılar açlıkla yüzyüze kalıp, bazıları eşkiyalığa başlarken bir kısmı da kendi çocuklarını satmaya zorlanmış, Osmanlı yeterince tohumluk ve donanım sağlamayınca pek çoğu ilk birkaç yıl içinde açlıktan ölmüşlerdir. (Richmond, s. 149-163)

Saydam’a göre de, göçmenlerin iskan yerlerinden başka bir yere giderek yeniden yardım almaya teşebbüs etmeleri bir sorun oluşturmuş ve böylelerinin asıl yerlerine iade olunacakları bildirilmiştir. Ancak Zor’da yerleştirilen 14.000 kişiden sadece 4.000'inin yerinde kalmış olması bu konuda başarı sağlanamadığını göstermektedir. (Saydam, s. 191-199)

Çeşitli sorunlar yaşanan süreçte Osmanlı merkezi yönetimi yerel görevliler ile eşraftan farklı olarak genelde ılımlı ve sertlikten kaçınan bir tavırla muhacir sorunlarının giderilmesinde öncelikle tatlı dille ikna ve teşvik yöntemini kullanmış ve 1868’deki bir ordu yazısı örneğinde olduğu üzere günümüz yazıcılarınınkinden daha makul tutumlar sergilenerek suç işleyenler olsa da bunun sorumluluğunun Taşbaş’ın çalışmasında verilen izlenimde olduğu gibi tüm topluma mal edilemeyeceği vurgulanmıştır, ancak sonuç değişmemiş, göçmenler “tükenmiştir.”

1 Ekim 1868 tarihli yazıda şöyle denilmiştir: "Rezilliği ve edepsizliği yol edinen hafif beyinliler bozgunculuktan ve düzenbazlıktan menedilmeli... Diyarbakır vilayeti tarafında olan göçmenlerin başkanlarından olup yerlerinde rahat durmayan ve nasihat de kabul etmeyen ve daima kabilesini, topluluğunu bozan/bozgunculuğa sevk eden birkaç kişiden ibaret bu şahısların davranış ve tabiatları hakkında bilgi sahibi bulunmaktayım. Durumları ayrıntılı olarak büyük Diyarbakır vilayetine ayrı bir yazıyla bildirilen göçmenlerin pek çoğu Diyarbakır ve Sivas vilayetlerinde olduğundan... gerekli bazı bilgileri elde etmek üzere... subaylarım görevlendirilmiş ve gönderilmişlerdir. Bu konuda asıl olan... haydutluk yaptıkları ortaya çıkan muhacirlerin terbiye edilerek yola getirilmeleri ve diğer namuslu ve şerefli çoğunluğun huzur içinde yaşamalarının sağlanmasıdır.../ Dördüncü Ordu Mareşali/ İbrahim Derviş". (Polatkan, s. 68, 69)

*

39.5.Oran’ın aşağıdaki yanlışlarla malul ve ayrıca tabiatı gereği içeriği kuşkulu ifadelerinde de son derece haksız bir yargı yer almaktadır. 

*

“Şeyh Şamil isyanının 1859’da Ruslara yenilmesi üzerine Güney Kafkasya halkları Osmanlı’ya silahlarıyla birlikte iltica etmişler ve yerleştikleri Anadolu’da en kolay karın doyurma yolunu buradaki Ermenileri soymakta bulmuşlardır. “9 yaşında tehcire gönderilen ve 91 yaşında ölmeden önce teybe okuduğu anılarını 2005’te yayınladığım (M.K: Adlı Çocuğun Tehcir Anıları, 1915 ve sonrası) Adanalı Manuel Kırkyaşaryan’ın, çektiği onca acıya rağmen en ufak kin üretmeyen bir tabiata sahip olmasına karşın, kimseden değil ama babasını bir gece döverek öldüren Çeçenlerden çok şikayet etmesi anlamlı olsa gerektir.” (Oran)

*

91 yaşındaki birinin çocukluğunun anılarını ne denli hatırlayabileceği bir yana yazar burada vatanlarından koparılan Kuzey Kafkasyalı göçmenleri kastederek “Güney Kafkasya halkları”nın “yerleştikleri Anadolu’da en kolay karın doyurma yolunu buradaki Ermenileri soymakta bulmuşlardır“ şeklinde objektiflikten uzak bir genelleme yapabilmiştir.


39.6.Duayen araştırmacı Karpat Çerkezleri  Balkanlar'da “büyük bir huzursuzluk çıkararak yerli Müslüman ve Hıristiyan halkın yakılmasına neden” olanlar şeklinde tarif etmektedir.

*

“Ayrıca daha önceden Balkanlar'a yerleşmiş olan ve burada büyük bir huzursuzluk çıkararak yerli Müslüman ve Hıristiyan halkın yakılmasına neden olan Çerkezler de Anadolu ve Suriye'ye yöneldiler." (Karpat-GÖÇLER, s. 162-169; ve ayrıca, Erşan)

*

Kanımca Karpat’ın bu yaptığı nedeni kolay anlaşılamayacak bir çarpıtma ve büyük bir haksızlıktır.


Sanki asayişsizliğin egemen olduğu o bölgede asayiş varmış da Çerkezler huzursuzluk çıkarmış şeklindeki tamamen gerçeklerden kopuk olan bu ifadelerde Çerkezlere açıkça haksızlık da yapılmaktadır.

*

39.7."VIII. yüzyılın ortalarına doğru... Rusya... yağma ve baskınlarla geçinen Çeçenleri baskı altında tutmaya başlamıştı.” “Osmanlı Devleti'nin 1768-1774 yıllarında... Çerkesler ile Çeçenleri Kafkas hattına gönderme çabaları başarıya ulaşamadı. Ruslar, Daryal geçidini ilk defa, hem de bir araba yolu inşa ederek aştılar." (Saydam, s. 33)


Buradaki “yağma ve baskınlarla geçinen Çeçenler” ifadesi tam anlamıyla Rus ağzıdır! Ve böyle bir genelleme doğru da olamaz. Bu ifade ile tanımadıkları bölgeye apaçık işgal için gelen Rus saldırılarına tamamen haksız olarak bulunmaz bir mazeret de sağlanmaktadır. 

*

“1830'dan önce Çerkesya "Ruslar için bir terra incognito (bilimezler ülkesi) idi",  daha önce bu bölge ile ilgili bilgi veren Avrupalılar 1215'de ziyaret eden Carpini ile ile 1502'de gelen İnterianu'dan ibarettir.” (Luxembourg, s. 74, 75-Dipnot: 61 ve 76, 77-Dipnot: 64, 81, 88-Dipnot: 77, 89-Dipnot: 78, 116)

*

Bölge insanını vahşi, eşkiya gibi kavramlarla niteleyen başka çeşitli kaynaklarda da Rus işgal ve vahşetine aynı şekilde bir tür kapalı destek sağlanmaktadır.

*

“Türkiye’ye kaçan… Çerkezler bir eşkiya gibi hükmediyorlar”, “yağmacı” olarak nitelenmektedirler. (Blanch, s. 411-416)


"Gürcistan, Rusya'nın dikkatini tekrar Kafkasya'ya çekti ve onun bölgeye hakim olması için anahtar vazifesi gördü... Müslüman komşuları... vahşi Lezgi kabilelerinin baskınları yüzünden güçten düşen Hıristiyan Gürcistan, güçlü bir koruyucunun ihtiyacını hissetmeye başladı. Coğrafi konumundan ve dininden dolayı Rusya, tabii seçenekti." (Luxembourg, s. 21-28)

*

İşgal için geldikleri bölgeyi 1830’larda tanımayan Rusların günümüzdeki tavrı ise Albayrak’ın anlatımıyla şöyle oluyor:

*

2000’lerde havaalanına getirilen Kazak polis kontrol için Kabartayın dışişleri bakanını donu dışında soyunduruyor, sonrasında bakan “Bu Kazakların Çerkeslere düşmanlığı hiç bitmeyecek” diyebiliyor. (Albayrak, s. 187)

Rusya dönmek isteyenler için 5 yıl süreli geçici bir yasa çıkarıyor, vatandaşlık veriyor, pek fazla olmasa da bir ölçüde bu yasadan yararlananlar oluyor, süre sonunda yasa yürürlükten kalkıyor, ayrıca Rus anlayışı da tamamen değişip engelleyici hale geliyor. (Albayrak, s. 192-196)

*

39.8.Bu konudaki bir diğer örnek İpek’in Rumeli’den göçler konusundaki kitabıdır, bu kitapta genelde Çerkez denilmesinden bile kaçınılmakta, ancak sadece olumsuzlukları/saldırıları/protestoları anlatılırken Çerkez sözcüğü kullanılmaktadır. (İpek-Rumeli’den Göçler, s. 237-239)

*

39.9.Batılılar ve Osmanlılar ilginç bir şekilde Rusların Kafkasyalılarla ilgili olumsuz değer yargılarını paylaşmaktadırlar. (Oral)

*

“Kafkasyalı liderler, nedense Batılılara pek sempatik gelmiyordu… Çok şiddet yanlısıydılar… Bazı bakımlardan gerçekten vahşiydiler. Ah o haremler yok mu? O kadar gereksizlerdi ki.” (Blanch, ŞŞE, s. 343-351)

Diyarbakır paşası Mustafa Paşa Kafkas göçmenlerini kastederek "muhacirin-i merkumenin gayet anud ve meşevviş takım olması" demektedir. (Saydam, s. 147-149)

*

“İntikam ve zorbalık Kafkasyanın hazin tarihine hükmetmişti” ve “zalim Kafkasya”. (Blanch, s. 13-15)

*

Blanch öyle bir tablo çiziliyor ki, sanki savaştan ve zorbalıktan zevk alınıyor, sanki savaş zorunluluktan, yaşamın doğasından doğmuyor! Olabilir mi?

*

“Doğa kaos içinde görünür.” Kimine göre “bir didişme , çatışma şiddet dünyasıdır, dişleri ve pençeleri kanlı.”  Ama tersine, düzen içindedir. Zalim değil yansızdır. Tek amacı yaşamı sürdürmektir. Bu yaşam hangi yaratıkları ihtiva eder, kim yok olur, kim kalır, kim sivrilir umurunda değildir.” 


“https://www.diyaloggazetesi.com/doga-na-mukemmel-insan-ve-elektronik-tanri-makale,11961.html”

*

40.Bölgeyi izleyen biri olduğu anlaşılan Albayrak’ın şu anlatımları da çok sorunludur:

40.1.Teslim olduğunda “Grozni’den yola çıkan Şamil başkente üç ayda varabilmişti… kiminle savaştığımı yeni öğrendim” demişti, “silahları geri verilmiş ve serbest olduğunu nereye isterse gidebileceği söylenince Mekke ve Medine’ye gitmek istediğini dile getirmiş.” “Çeçenler Afganistan işgalinde gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle üstün hizmet madalyası almış emekli General Cahar Dudayev liderliğinde bağımsızlık… istiyordu.” “Uzunyayla’dan tanıdığım iki işadamı fidye için kaçırıldı./ Net Holding’in Çeçen liderliğine verdiği plaket ve yardım çekini teslim etmek için Çeçenistan’a gidecek iki Çeçen arkadaşımız yola çıkarken İstanbul’da bir grup Uzunyaylalı bir araya geldik. Kaçırılan arkadaşlarımızın serbest bırakılması için Çeçen liderliğine bir mektup hazırlayarak giden görevlilere verdik. Bir hafta sonra giden iki Çeçen’in de fidye için kaçırıldığı haberini aldık.” “Çeçenistan savaştan önce iki milyon iki yüz bin nüfusuyla Rusya Federasyonu’nun en zengin ve anayasal hakları daha fazla iki cumhuriyetten biriydi. Önce ikiye bölünerek İnguşetya ayrıldı. Savaşta hayatını kaybeden ve ülkeyi terk eden Çeçen sayısı sekiz yüz bini geçti. Kalan yedi yüz bin Çeçen Viladimir Putin’in dostu ve kuklası, tarikat lideri bir adam tarafından İslami diktatörlükle yönetiliyor.” “Dudayev iki defa Türkiye’ye gelmişti… Güreş… Çiller ile… buluşturmuştu… bir milyon dolar nakdi yardım ve askeri teçhizat yardımı almıştı. Tansu Çiller’in örtülü ödenek harcamaları ile ilgili savunma yaparken “açıklarsam savaş çıkar” dediği belki de konu bu yaşananlardı.” (Albayrak, s. 71, 194, 195, 212, 214)

Çok özensizce olan bu ifadeler yanlışları daha çok olmak üzere doğru ve yanlışları birlikte içeren yanıltıcı ifadelerdir.

40.2.“Yuri Kalmukov’un anlatımıyla Çeçen savaşı:... Çeçenistan bağımsızlıkta ısrar ediyordu.” Bakanlar Kurulu’nda Yeltsin askeri müdahale dediğinde “Söz aldım; “bu anayasayı hazırlayan kurulun başkanı benim… Ordunun Parlamento kararı olmadan federal birr cumhuriyete müdahale hakkı yoktur. Anayasal suç işlemiş oluruz,” dedim. Yeltsin sinirlenerek “sorumluluk bana ait imzalamak istemiyorsanız yapacağınızı biliyorsunuz,” dedi./… “Bana beş gün müsaade edin Dudayev’le yüz yüze görüşeceğim. İkna edemezsem gereğini yaparım,” cevabını verdim. Bazı üyelerde beni desteklediler. Yeltsin kabul edince… Nalçık’a gittim… Grozni’ye gittik. Onbir saat boyunca Dudayev’i savaştan vazgeçirmeye çalıştım. Çeçenistan’a anayasada olmayan genişletilmiş siyasi ve ekonomik haklar verileceğini, sadece Rusya sınırları ve bayrağını tanıyarak ülke içinde kalmasını diğer bütün uygulamalarda tam bağımsız olacağını, bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım…/ Bazen yalvardım, bazen rica ettim… ama bir adım geri atmadı. Savaşmak için Yeltsin’den daha istekliydi. Beni Ruslardan korkmakla ve Rus taraftarı olmakla suçladı… döndüm./… istifa ettim.” (Albayrak, s. 201-212)


Yazar burada ve Güreş ile Türkeş'i tanık gösterdiği bu konudaki diğer anlatımlarda açıkça Dudayev'i savaş isteyen biri olarak resmediliyor: Böyle bir şey olabilir mi? Bu doğru olabilir mi?


Dudayev'in tavrı savaş istemek değil, olsa olsa bağımsızlıkta ısrar sayılabilir. Bağımsızlık da Sovyetlerin dağıldığı o dönemde diğer birçok ulusa teslim edilen bir hak olduğu gibi Çeçenlerin de en doğal hakkıydı ve zaman da bu hakka sahip çıkmanın tam zamanıydı.

Bugünden bakıldığında Dudayev keşke biraz daha esnek ve "reel politik" olabilseydi, denebilir, ama bu durum, Dudayev'in ilkesel olarak çok doğru yerde durduğu ve Rusya-Adıge ilişkilerinin bugün geldiği yere bakıldığında da çok yerinde tavır aldığı gerçeğini değiştirmez, hatta Rusya'nın bugün geldiği yer Dudayev'in haklılığını açıkça kanıtlar.

İkincisi, Kalmukov, "bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım", demiş, peki, birçok yerde tekrarlana gelen bu görüş doğru mu, bütün tarafların yeni anayasaya evet dediği bir ortamda artık bunun tutarlı bir yanı var mı?

Bence burada yazılanlar gerçeklerle uyuşmuyor ve Dudayev'e çok büyük bir haksızlık yapılıyor.

*

41.Bu çalışmada yararlanılan kaynaklar Osmanlı’ya Çeçen Göçü adlı kitabımın kaynaklarıyla aynıdır. Bu kaynaklardan bazılarının niteliği hakkında da şunlar söylenebilir:

Çeçen göçü söz konusu olduğunda bilgi edinebildiğim kaynaklardan en önemlisi Osmanlı arşivindeki Çeçen göçüyle ilgili bir kısım belgelerin günümüz Türkçesine çevirilerini içeren Ali Bolat’ın yakın bir zamanda yayınlanan Osmanlı Arşiv Belgelerinde ÇEÇEN GÖÇÜ adlı ve bence alanında tartışmasız öncü bir çalışma olan çok kıymetli eseridir.

Çeçen göçü bir yana Çeçen kavramı söz konusu olduğunda Türkçe yazılmış en kıymetli eser ise bence merhum Tarık Cemal Kutlu’nun olağanüstü bir emek ürünü olduğu kuşkusuz olan Çeçen Direniş Tarihi adlı eseridir. Yazarının “ömrünü verdiği çalışmasını” yayınlanmış olarak göremeden yayınlanma çalışmalarının sürdüğü bir sırada vefat etmiş olduğu bu kitabında Çeçen göçüne de yer verilmiştir ve sadece 1865 göçü büyük ölçüde Kundukhov’un anlatımına paralel bir şekilde anlatılmıştır. (Kutlu-Direniş, s. 5, 309-332)

Ahmet ÖZTÜRK ile Serap TOPRAK’ın KAFKASYA’DAN MUŞ YÖRESİNE GÖÇLER VE GÖÇMENLERİN İSKÂNI (1856-1905) adlı çalışmasından da çalışmanın adından anlaşılacağı üzere Muş yöresine yapılan iskanlar konusunda bilgi edinilmiştir.

1865 göçünde gelen Çeçenlerden bazılarının Osmanlı’daki yaşamları konusundaki en önemli bilgi kaynağı ise Hakan ASAN’ın KIRIM VE KAFKASYA’DAN DİYARBAKIR VE ÇEVRESİNE GÖÇLER (1876-1914): ELAZIĞ, MALATYA, MARDİN VE DİYARBAKIR ÖRNEĞİ adlı çalışması olmuştur.

1865 göçünde gelen Çeçenlerin neden olduğu asayiş olaylarından bir kısmı da Erdal Taşbaş’ın DİYARBAKIR’DA ÇEÇEN MUHACİRLER VE SEBEP OLDUKLARI ASAYİŞ OLAYLARI adlı çalışmasında anlatılmıştır.

Ayşe Pul’un TOMARZA’YA GELEN ÇEÇEN MUHACİRLERİNİN İSKÂNI HAKKINDA BAZI GÖZLEMLER adlı çalışmasında da Çeçen göçmenler konusunda çeşitli bilgiler bulunmaktadır.

1865 yılındaki Çeçen göçünü ayrıntılı bir şekilde ele alan ve kurgusal olmakla birlikte hayal gücünün harekete geçirilmesi  suretiyle göçmenlerin yaşadıklarının gözlerde canlandırılmasını ve böylece konu hakkında capcanlı bir fikir edinilmesini sağlayan bir eser daha vardır, ki bu da bence çok önemli bir eser olan Abuzar Aydemirov'un Çeçence'den Ali Bolat tarafından Türkçe'ye çevrilen Uzun Geceler adlı romanıdır.  Ciddi bir araştırmaya dayandığına da kuşku olmayan bu tarihi romanda Çeçenlerin 1865 göçünde yaşadığı zorluklar, gelinen yerdeki hayal kırıklığı, açlık ve açlıktan ölümler yürek dağlayıcı bir şekilde anlatılmış ve bir ölçüde abartı olduğu söylenebilirse de dönemin tablosu iyi bir şekilde canlandırılmış gibidir.

Bunların dışında genel olarak Kafkas göçlerini anlatan şu eserlerde de Çeçen göçlerine kısaca da olsa değinilmektedir:

-İzzet Aydemir’in GÖÇ/ Kuzey Kafkasya'lıların Göç Tarihi/ Muhaceretin 125. Yılı Anısına, Gelişim Matbaası, 1988, Ankara, adlı, ve bence, ciddi ve önemli bir çalışma olan kitabı,

-Tartışılabilecek yönleri olsa da gayet önemli ve ciddi bilgiler içeren bir yayın olarak gördüğüm, büyük ölçüde Osmanlı arşiv belgelerine dayanan, s. 14, Bedri Habiçoğlu’nun nart yayıncılık tarafından yayınlanan Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler ve İskanları adlı kitabı,

-En azından Osmanlı’nın iskan politikası ve köleliğe bakış konularında benim için ufuk açıcı olan ve çubuğu Çerkeslere ve sola doğru biraz fazla büktüğünü düşündüğüm N. Berzeg’in Çerkes Sürgünü, (Gerçek, Tarihi ve Politik Nedenleriyle), 1996, Takav Matbaacılık, Ankara, adlı kitabı,

-Abdullah Saydam’ın adını da anarak N. Berzeg’in Osmanlı ile ilgili bazı görüşlerine katılmadığını belirttiği büyük ölçüde Osmanlı belgelerine dayanan ve önemli bilgiler içeren Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2010, adlı kitabı,

-Arsen AVAGYAN’ın büyük ölçüde Rus kaynaklarına dayandığı anlaşılan Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler, (Çev: Ludmilla Denisenko), Belge Yayınları, İstanbul 2004, adlı kitabı,


-Epeyce ayrıntılı bilgiler içeren Habibe Polat’ın Osmanlı Devleti'nin Halep ve Civarına Çerkesleri İskanı (1856 - 1914), adlı doktora tezi,

-Ve Kaynakça’da isimleri belirtilen diğer muhtelif tezler ve eserler.

Göçün arka planı konusunda yararlandığım en önemli eser ise John F. Baddeley’in Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil adlı eseridir.

Tercümanının “tamamen batılı kaynaklar ve Rus arşivlerinden” hazırlandığını vurgulayarak yazarın “Kafkaslıları yarı-medeni kabul etmesi”nin bunun tesiriyle olduğunu belirtip “yeterliliği elbetteki savunulamaz” diyerek değerlendirdiği bu eser bence olayı doğru bir şekilde istila olarak da adlandırarak anlatan alanındaki çok kıymetli bir eserdir. (Baddeley, içinde Özden, s. 14) 

O dönemdeki çok şiddetli Rus vahşetinin anlatımı konusunda ise çoğunluğu daha önce incelenmemiş Rus kaynaklarındaki ilk elden önemli bilgilere dayanan ve capcanlı bir anlatıma sahip olan Walter Richmond’un Çerkes Soykırımı adlı kitabı bence önemli bir kaynaktır.

Çerkes tarihi konusunda Özbek’in, DÇ’ın sosyal yapısı ve müridizm konusunda Yaşurka’nın, Dağıstan tarihi konusunda Al Kadari’nin ve Şamil’in kişiliği konusunda El-Karahani’nin eserleri özellikle aydınlatıcıdır.

Kadari’nin eseri Arap, Pers ve Türk eserlerinden yararlanılarak hazırlanan  ve 1892'de yayınlanan 7-19. yy. dönemi Dağıstan tarihiyle ilgili bir eser.


Yaşurka’nın eserinin Sovyet tarihçi Bushuev’e ait olduğu belirtilmektedir. 


"Sovyet tarihçi S. K. Bushuev tarafından 1937-38 yılları arasında yazılan bu kitap 1939 yılında kitap haline getirildi. Kitabın yazılma zamanı, Bolşeviklerin Kuzey Kafkasya'nın Rusya tarafından sömürülme zamanını doğru gerekçelerle aydınlatmaya meyilli oldukları zamanına rast geldi./ Kafkasya'nın ve özellikle bazı milletlerin tarihi, genel tarihin çok zor ve yeteri kadar incelenmemiş bölümüdür." (Yaşurka, içinde Önsöz, Hadi Mansur, s. 1) 


Dağlıların "sosyal ve ekonomik hayatı çarlık zamanın belgesellerinde bu kadar zayıf bilgilerle açıklanmıştır... bilgi toplama teşebbüsleri... boğuluyorlar." Konu ile ilgili bilgilerdeki "materyalin tek taraflığını ve gerçekdışı olmasını", "Ermolov ile Paskeviç'in dağlılar üzerinde uyguladıkları aç kurt politikasını", "miliyetçi şovinist izlenmileri", "Engels'in dediği gibi 'kendilerini Rus çarlığın mücadelesinde en büyük şanla kuşatan' Dağıstan ve Çeçenistan'ın halkı, bu belgelerde sadece 'vahşiler', 'canavarlar', 'asi çete haydutları' ve 'imansız fanatiklerle', 'buyruk dinlemez barbar kalabalıkları' olarak" adlandırıldıkları şeklindeki ifadeler düşünülünce, mevcut materyalin denetlenmesi gerektiği açıktır. "Bu resmi evrakların tek taraflığı ve eksikliği... bizi diğer tarafın, yerel halkın önderlerinin belgelerini incelemeye zorladı." Abdurrahman, Karahlı Tahir ve Hacı Ali'nin yazdıkları "tarihi olaylarını yansıtmada çok önemli rol oynuyorlar." Konuyla ilgili Avrupalıların yazdıkları da önem taşıyor. "Ortaya atılan örnekler, tarihsel belgelerin ve kaynakların hali böyle iken, Dağıstan ve Çeçenistan'ın 19. asrın çok az incelenmiş birinci yarısının çok taraflı ve doğru tarihi tablonun çıkarılmasının ne kadar zor olacağını göstermektedir." (Yaşurka, s. 3-8)


"Kafkasyalıların kendileri bile Dağlı tarihini, Dağlıların yurtseverliklerini, ulusal bilinçlerini ve geleceğe doğru gidişlerini inkar eden Fadayevlerin bu eserlerinden öğreniyorlar. Onlara göre "İslam'ın koyu fanatiklerinden başka bir şey olmayan Dağlılar, kendi bağımsızlıkları uğrunda değil, salt din uğrunda savaşmışlardır." "Rus yazarları tüm gerçekleri bildikleri halde, Dağlılarda asla varolmayan "din uğrunda cihad"ı art niyetlerinden dolayı gazavatla karıştırıyor ve yalan dolana kaçıyorlardı./ Onlar artık var güçleriyle gizleyemedikleri büyülü gazavat sözünü din rengiyle boyamaya çalışıyorlardı. Bunun sonucu olarak da Kafkasya Müridizmi "dinsel bağnazlık" biçiminde betimleniyordu... aynı Rus yazarları müridlerin fiiliyatta Dağlıların ulusal varlıklarını koruyan, onların siyasal birliklerini sağlayan ve ulusal devlet yaşamlarını oluşturan bir etmen olduğunu susarak geçiremediler. Bunu... Fadayev bile itiraf ediyor". "Müridizm artık bir parti değil, bir devlet olmuştu." Ardı "arkası kesilmeyen savaşlarda tüm aydınlarını yitiren Dağlılar, savaşın tarihini yazma olanağında değillerdi. Dağlıların Muhammed Tahir gibi çok sayıdaki yazarları, çoğunlukla molla olduklarından, müritleri "Allah'ın kulları"... Rusları ise "Allah'ın düşmanları", "gavur" gibi adlandırmakla eserlerine, doğal olarak dinsel bir mahiyet veriyorlardı.../... Dağlıların güvenebilecekleri tek kuvvet Allah olabilirdi." (Aytek Kundukh, s. 20, 22, 27)

*

"Akti veya Kafkasya Rus Arekoloji Komisyonu (Tiflis, 1887) ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yazışmaları hayati önem taşımaktadır." Akti özenli bir eserdir. İngiliz faaliyetleri de rapor edilmiştir. İngiliz bakış açısı İngiliz arşiv belgelerindedir. Anılar vardır. "İngiliz politikacıları, ne yaptıklarının çok iyi farkındaydılar." Kafkasya'da bulunup anı bırakan Bell, Edmund Spencer ve Longworth dikkate değer kişilerdir. Fransızca dilindeki 1887 yılına kadar olan belgeler verilmektedir. Baddeley müridlerin askeri yönünü iyi işlemiştir. Türk, Rus ve İran tarihine de bakılmalıdır. Diğer eserlerden de yararlanılmıştır. (Luxembourg, s. 283-288)

*


“Mareşal Prens Baryatinski 1862’de Kafkasya’yı terketmek zorunda” kalmıştır. “Eğer Baryatinski görevde kalsaydı 1864’deki Çerkezlerin kitle halinde göç etmelerine sebep olan durumun daha başka olacağına hiç kuşku yoktu.” 1879 Şubat’ında ölmüştür. Vasiyetinde bütün vesikaların ve mektuplaşmalarının mühürlenmesini ve ancak elli yıl sonra açılmasını bildirmişti. 1918’de Batryatinski’nin evi temel duvarlarına kadar yanmıştı. Muhtemelen bu suretle biricik kaynaklar mahvolmuştu. (Blanch, s. 419-421)

*

Kuzey Kafkasya konusunda "verilen hüküm ve yargıların "doğru" olanını izah ve ispat etmek gerçekten "yanlış" olanını düzeltmek ve izah etmekten daha zordur. Sözkonusu "Kuzey Kafkasya ve Kafkasyalılar" işte böylesine çetrefil ve sağlıklı bir cevap vermeyi zorlaştıran konuların başında gelmektedir." "Kafkasya hala bir yere yerleştirilememiştir." Bunun birinci sebebi yabancıların çalışmalarının olduğu gibi alınması, ikinci sebebi de bunların "hiçbir tefsire ve tenkide tabi tutulmadan" kabul edilmesidir. "I. Dünya paylaşım savaşı arefesinde petrolün önem kazanmasıyla o güne kadar uydurulan mitler (promete, Kafkas ırkı v.b. gibi" "Kavimler Kapısı" Kafkasya "halkının başına geçirilir... Kafkasya halkları da "promete" miti ile süslenmiş ve "en ari ırk" yalanıyla taçlandırılarak bölge halkı hiçbir yerle temas kuramamacasına tıpkı Promete gibi Kaf dağının başına tecrit edilerek zincire vurulur. Belki de bölge halkının asıl trajedisi de bundan sonra başlar... Kafkasya halkı Rusların insafına terkedilir./... insanın tek kökenli olarak yaratıldığına ilişkin Kitab-ı Mukaddes geleneğinin reddedilerek, farklı ırkların ayrı ayrı yaratılmış olduğu iddia edilmesi anlamını taşıyan -çokkökenlilik- Batı Avrupa ırkçılığı... bir sonuca ulaşabilmiş değildir.../ Konunun... Batı'nın bölge halkı arasına atmış olduğu politik amaçlı emperyalist bir anlayıştan başka bir şey olmadığı... yeniden Avrupa ırk ve uygarlığına eklemeler yapmak için Hititlere (Etiler'e) yönelmesidir." Kafkas halklarına ilişkin "eski Yunan efsanesinden, Nordik halklara, Hititlerden, Kafkasya'ya ve Hindistan'a kadar uzanan bu "Indo-Aryen sınıflandırması" bir yana "sahanın tek otoritesi olan Gumiliyev... onların tartışmasız Bozkır halklarından olduğunu ispatlamaktadır... Batı ile Doğu arasındaki, Batı'nın öngördüğü ayrımın ilişkisi emperyalizm ile sömürgeciliği tabii karşılama amacına dayanmaktadır. Nitekim 1830-1860 arası Ari modelin yükseliş döneminde, yenenler yenilenlerden daha ileri ve dolayısıyla "daha iyi" olarak görülmekte"dir. "Batılı Ari "ırk" tez'i, sakil bir şekilde zihin bulanıklığı yaratmadan başka bir şeye yaramadan öylece ortada durmaktadır." (Kaflı, içinde, Kuzey Kafkasya'nın Tarih Metodolojisi Üzerine, Erol Cihangir, s. 7,8, 14-16)


"Kuzey Kafkasya hakkında böyle derli toplu bir kitaba hiç bir dilde tesadüf mümkün değildir." (Kaflı, s. 18)


"En çok zorlandığımız konu "Çerkes Tarihi" konusudur." (Ersoy-Kamacı, içinde Önsöz, s. 10)


"Çerkesler... incelenmesi oldukça güç... halklardır. Ancak kültürleri ve tarihleri... konusunda netleşmemiş bir çok nokta vardır. Bunda... köklerinin insanlık tarihinin ilk dönemlerine kadar uzanmasının etkisi büyüktür... Çerkes terimi... üç şekilde tanımlanıyor." (Ersoy-Kamacı, s. 15-17)

*

42.Sonuç itibariyle doğruyu yanlıştan ayırmayı zorlaştırıp konuları gerçeklikten kopararak efsane haline dönüştüren kavram ve kaynaklarla ilgili belirtilen nedenlerin de etkisiyle bölge ile ilgili birçok hususun doğrusu tam olarak anlaşılamamaktadır.

Çeçen göçü ile ilgili çalışmamız sırasında da aynı durum geçerli olmuş ve öncelikle kim, ne zaman, nereden, nasıl gelmiş ve nerede iskan edilmiş türünden sorulara doyurucu cevaplar bulunamamıştır. 

***

29.9.2025

***

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder