20 Ağustos 2025 Çarşamba

MÜRİDİZME DAİR

a.Mahiyeti


Çeşitli açıklama denemeleri olmuşsa da müridizmin mahiyeti tam anlamıyla belirgin hale getirilip ortaya konulmuş değildir. Konu hakkında bir kısmı açıkça birbiriyle çelişir nitelikte olan  açıklamalar da yapılmıştır. Mesela, Kundukh ile Özbek’in Müridizm ve Şamil’in Çerkeslerle ilişkileri konusundaki anlatımları neredeyse birbirinin zıttıdır. Küçük örneğinde olduğu üzere, yazılanlardan bazıları ise tam anlamıyla uydurmadır.


Müridizm kısaca 1780’lerde Rus saldırılarının yoğunlaştığı Kuzey Kafkasya’da Çeçen lider İmam Mansur öncülüğünde Ruslara karşı başlatılan ve “Ğazot” yani gazavat adıyla kutsal savaş olarak bilinen “dini-milli” bir direniş hareketi şeklinde tanımlanabilir. Dini bir temele dayanan ve Kuzey Kafkasya’nın toplumsal yapısına özgü özellikler taşıyan bu hareket çeşitli çevrelerde müridizm olarak adlandırılmıştır.


Dini temelli aktif bir siyasal harekettir.


Öz olarak kendi varlığını ve bağımsızlığını savunmaktır.

*

Müridizm: Kuzey Kafkasya müslümanlarının XVIII. yüzyıl sonlarında Ruslar’a karşı başlattıkları tasavvufî kökenli siyasî hareket.

Tasavvuf: Tanrı’nın varlığını, birliğini, niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliğiyle, yaratılanla yaratanın bir oluşu, aynı kaynaktan gelişi anlayışıyla açıklayan dinsel ve felsefi akım, İslam gizemciliği. Tasavvuf veya Sûfîzm ya da Sûfîlik, İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.

Mistik: Gizemci, gizemsel.

Mürit: Bir tarikat şeyhine bağlanıp ondan gizemciliğin yollarını öğrenen, onun öğretisini yaymaya çalışan kimse.

*

“Nakşibendî tarikatı mensupları öncülüğünde başlatılan bu dinî-millî direniş hareketini Rus müellifleri müridizm olarak adlandırmış, hareket Rus ve Batı literatüründe bu adla yaygınlık kazanmış, müslümanlar ise giriştikleri bu mücadeleye gazavât adını vermişlerdir. Çeçen asıllı İmam Şeyh Mansûr’un 1785’te Çeçenistan’da başlattığı gazavât, Nakşibendîler’in önderliğinde Kādirîler’in de desteğiyle ve çeşitli aralıklarla 1920 yıllarına kadar devam etmiştir. İmam Mansûr’dan önce Çar rejimine bağlı kişilerce Kafkasya’ya özerklik verilmesini savunan bir hareket başlatılmışsa da başarıya ulaşamamıştır. Müridizm, başlangıcından kısa bir süre sonra millî bir nitelik kazanarak bağımsız Kafkasya idealinin ortaya çıkmasında başlıca etken olmuştur.”

https://islamansiklopedisi.org.tr/muridizm

*

"Tasavvufun mahiyetini belirlemek mümkün değildir". "Demek ki tasavvuf Dağlılar için dünyasal yaşamdaki rolüne ve görevine ilişkin talimatın bir kaynağı oluyordu." (Aytek Kundukh, s. 18, 19)

*

İran ve Osmanlı devreden çıkınca Rusya Kafkaslılarla başbaşa kalmış ve “devamlı olarak yıpratıcı ve yokedici bir katliam savaşı” uygulamış, Dağlılarda da “özgürlük aşkının Dini inanç ve ruhla kaynaşmasıyla” Müridizm ortaya çıkmıştır. Müridizm Sufizmle aynı denebilir ve Azerbaycan’dan Dağıstan’a gelmiştir, Kumuk lideri Tarku Şamhalı 1786’da gönüllü olarak Rus hakimiyetini kabul etmiştir. Düşmanın hakimiyetini kabul etmek islamiyete ters olup, mistizmin Kafkasya’da İran düzlükleri ile Hindistan’da olduğu gibi kabul edilmemesi normal sayılmalıdır, istenen özgürlük oluyor, politik özgürlük dinden ayrılamıyor ve bir lider gerekiyor, ilk İmam Gimrili Gazi Molla oluyor. (Baddeley, s. 228-235)

*

"Müridizm... dini olduğu kadar da politik bir yapı kazandı.../ Müridizm'in ateşi, bir zamanlar Hıristiyan olmuş Çeçen kabilelerini bile etkisi altına aldı." (Luxembourg, s. 208)

*

“1828-1829... "Edirne Antlaşması" ile Bab-ı Ali, Kafkasya'daki bütün haklarından vazgeçti.” Çerkesler "siyasi bakımdan Osmanlı'ya hiç bir zaman bağlı olmadık" demek suretiyle tanımıyorlardı. “Rusya, hukuken kendisine ait kabul ettiği Kafkasya'yı, fiilen de ele geçirebilmek için... hakimiyetini kan ve ateş ile gerçekleştirmeye teşebbüs etti. Kafkasyalılar ise... İmam Mansur'un yaktığı hürriyet ateşi ile istiklal mücadelesine giriştiler.” Daha sonra “tekrar başlayan... Müridizm'in hedefi "din uğruna cihat yapıp hür ve müstakil yaşamak" idi.” “Din duygusu... enerjiyi birleştiren yegane kaynak oldu”, “bu hareket... Kafkasya'da... dünyevi-uhrevi bir nitelik kazanmıştır.” Gazi Muhammed, Hamzat Bey, Şamil. “Allen, Dağıstan'da doğan ve Çeçenistan'da büyük bir kuvvet kazanan Müridizm'in eşitlik prensibini "bir nev'i iptidai komünizm" diye nitelemketedir ki, aslında bu prensip müridlerin savundukları dinin temel prensiplerinden biridir.../ Şamil... Çerkesler, İngiltere'den ve Osmanlı Devleti'nden bekledikleri yardımı göremeyince saldırılarını yavaşlatmaya başladılar." (Saydam, s. 44-50)

*

"Kuzeydoğuda Dağıstan olarak bilinen bölge... Sekizinci yüzyılın sonlarında başlayan Müridizm, başlangıçta Rus işgaline karşı muhafazakar bir direnişti ancak, kısa sürede ideolojik içeriği değişti. Toplumsal adalet adına köylülerin feodal kölelikten kurtulmasını ve eski, barbar geleneklerin ortadan kaldırılmasını talep eden Sünni, köktendinci bir İslam hareketi oldu. Hızla halkçı bir kitle hareketine dönüştü. Daha sonra Çerkez beyleri ve diğer feodal beyler de Müridizm yanlılarının kendi çıkarlarına Rus işgalcilerden daha iyi hizmet edeceğine karar vererek bu harekete katıldılar. Müridistler, animizme inanan pek çok aşiretin İslamiyete geçmesinde ve bilhassa Şeyh Şamil'in önderliğinde 1834-1859 yılları arasındaki dönemde, yandaşlarının İslamiyet bilincini, İslam dünyasının başka hiçbir yerinde görülmemiş bir düzeyde keskinleştirmelerinde aracı oldular." (Karpat-GÖÇLER, s. 335)

*

Kundukh Müridizmi kendine özgü bir şekilde anlatmaktadır. Ona göre Müridizmin Nakşibendilikten geldiği belirtilmektedir, ancak bu doğru değildir, Müridizm Nakşibendiliğe benzemektedir, ancak ondan gelmemektedir, ayrıca ikisi de fanatik ve bağnaz değildir. Kundukh Müridizmi Nakşibendilikten kaynaklanmayan Kafkasya’nın özgün bir hareketi olarak tarif etmekte, üstelik bu hareketin demokratik olduğunu savunmakta ve Kafkasya’daki bu harekette eski Yunanlılardakine benzer bir anlayışın hakim olduğunu vurgulayarak “Yunanlıların insanı yetkinleştirmeye çalışmalarıyla Kafkasya müritlerinin uğraşıları aynıydı”, "Yunanlılarla, daha doğrusu Ispartalılarla, Kafkasya dağlıları arasında uygarlık açısından bir benzerlik de vardır” demektedir. "Kafkasya müridizminin" amaçlarından biri "Bütün dağlı uluslarını bir araya getiren Kuzey Kafkasya ulusal devletini kurmak"tı. "Rus yazarları tüm gerçekleri bildikleri halde, Dağlılarda asla varolmayan "din uğrunda cihad"ı art niyetlerinden dolayı gazavatla karıştırıyor ve yalan dolana kaçıyorlardı./ Onlar artık var güçleriyle gizleyemedikleri büyülü gazavat sözünü din rengiyle boyamaya çalışıyorlardı. Bunun sonucu olarak da Kafkasya Müridizmi "dinsel bağnazlık" biçiminde betimleniyordu... aynı Rus yazarları müridlerin fiiliyatta Dağlıların ulusal varlıklarını koruyan, onların siyasal birliklerini sağlayan ve ulusal devlet yaşamlarını oluşturan bir etmen olduğunu susarak geçiremediler. Bunu... Fadayev bile itiraf ediyor". "Müridizm artık bir parti değil, bir devlet olmuştu." "Fadayev... Şamil'in imamlığını "Tanrı'nın yeryüzündeki naibi" anlamında yorumluyor. Fakat... Dağlılardaki İmamın Şiilerde kullanılan anlamdan çok ayrımlı olduğunu unutmuştur." "Halid Süleyman'ın, Kafkasya dışı Doğu müridizmi mistik sınırları asla taşmıyordu." "Kuzey Kafkasya'da ise müridizm dünyaya ilişkin bir biçim aldı ve tamamıyla yaşamsallaştı. Müridizm burada yaşamın, sosyal, ekonomik ve siyasal reformatörü rolünü aldı. Dinsel sorunlar bile yaşamın sosyo-ekonomik sorunlarını gerçekleştirecek bir rol oynamaktaydı. Fakat din aynı zamanda temel mahiyetini de koruyordu." Ardı "arkası kesilmeyen savaşlarda tüm aydınlarını yitiren Dağlılar, savaşın tarihini yazma olanağında değillerdi. Dağlıların Muhammed Tahir gibi çok sayıdaki yazarları, çoğunlukla molla olduklarından, müritleri "Allah'ın kulları"... Rusları ise "Allah'ın düşmanları", "gavur" gibi adlandırmakla eserlerine, doğal olarak dinsel bir mahiyet veriyorlardı.../... Dağlıların güvenebilecekleri tek kuvvet Allah olabilirdi." Bazı yazarlar müridizmi dinsel değil özgürlük için mücadele eden siyasal bir yurtsever hareket olarak görmektedir. Eğer müridizm başarılı olsaydı "mutlak adalet, güvenlik ve disiplin bakımından tam demokratize anlamında, ülkenin tüm sosyo-ekonomik yaşamı da otomatik surette ıslah edilmiş olacaktı." (Aytek Kundukh, s. 22-29, 45, 48-51)

*

"Müritlerin gözünde şeyhler sonsuz derecede saygın kimselerdir. Ön Asya'da onlardan bazıları Kur'an-i Kerim'i bile ortadan kaldıracak kadar kendilerinin hakikat olduğunu söylerler. Hatta bu kelimenin Allah'ın sıfatlarından biri olduğunu ifade ederler." "Şeyh Muhammed Yaraği övülerek göklere çıkarılmaktadır. Gücü genellikle Allah'ın gücüdür, nefesi ve sesi İslam'ın "hakikat"i olur." (Al Kadari, s. 171-Not: 197, 199)


*

b.Bilme İhtiyacı ve Yaşamın Tanzimi


İnsan her zaman bilmek istemiş ve öncelikle varlığını tanımlamaya odaklanıp çeşitli sorulara cevaplar aramıştır. Sonrasında da yaşamını bulduğu cevaplara göre tanzim etmiştir. Nasıl yaşanacağı bulunan cevaplara bağlıdır. Kuzey Kafkasya’da da sorulara kendilerine özgü cevaplar bulunmuş ve yaşam bu cevaplara uygun şekilde sürdürülmüştür.

*

Tao ve kâinatın sırları 23 Eylül 2023, 09:51 2B Metin MÜNİR TÜM MAKALELERİ “Uzakdoğu’da doğan inançlar arasında bana en ilginç gelen Tao veya Taoculuk’tur. Tao “Yol” veya “Doğanın Yolu,” olarak çevrilebilir. Nedir bu yol?   Bu yol kâinatın tümüne hâkim olan, her şeyin ondan doğduğu özdür. Her şeyi o düzenler. Bütün varlığın kaynağıdır. Anlatılması, anlaşılması, tanımlanması olanaksızdır. Şekilsizdir, sınırsızdır ve ebedidir. Bir tanrı veya bir varlık değil, kâinatı kapsayan bir prensiptir. İnsan aklının kavrayamayacağı gerçektir.  Taoizm Tao’yu çelişkili deyimlerle tarif eder: Aktif ve pasiftir, boş ve doludur, geçici ve ebedidir. Onu anlamak ve çözmek ve anlatmak insanın yeteneğinin dışındadır. Sanıyorum anlatılmak istenen şudur: Neden kâinat var? Neden yaşama uygun bir dünya oldu? Neden ben varım? Bütün bunların açıklaması nedir? Bu gibi soruları sormaktan vazgeç, çünkü cevap yoktur ve asla olmayacak. Bunlara kafa yoracağına Tao’ya, Doğanın Yolu’na uygun yaşa. Çünkü: Tao ile uyum içinde yaşayanlar ahenk, denge ve mânevi aydınlanmaya ulaşırlar. Bunun için kişinin kendini hayatın doğal akışına bırakması, sadeliği,  kendiliğinden olmayı, “çabasız çabalama”yı benimsemesi ve merhamet, tevazu, hakiki olma gibi erdemlere sahip olması gerekir. Taoculuğun başlangıcı Milâttan Önce VI. Yüzyıl’da yaşayan Lao-tzu’ya (Laozi) ve ona atfedilen Tao Te Çing adlı esere dayandırılır. Taoculuk bir felsefi akım olarak başladı ve Budizm gibi dine dönüştürüldü. Bu konuda İslam Ansiklopedisi’nde güzel bir özet bulabilirsiniz (https://islamansiklopedisi.org.tr/taoculuk). Tao’nun önerilerini Budizm’den Sufizm’e ve onlardan önce antik Yunan feylesoflarına ait birçok inançta bulmak mümkündür. Beni daha çok ilgilendiren Tao’nun kâinatın insan tarafından anlaşılamayacak kadar karmaşık olduğunu ve onu anlamaya çalışmanın boşuna olduğunu söylemesidir. Dünyanın da içinde yer aldığı Samanyolu Galaksisi’nde yüz milyarlarca yıldız var. Kâinattaki galaksi sayısı trilyonlarcadır. Bu çokluğu açıklamak bir yana, büyüklüğünü kavramak bile imkânsızdır. Bütün bu yıldızlar ve galaksiler kâinatın var olduğu 13.8 milyar yıl içerisinde nasıl meydana geldi? Bunu bırakın milyar yılı kafanız alıyor mu? Kâinatla ilgili bilimsel tespitlerin birçoğu kesin olmaktan uzaktır.  Olması da mümkün görünmüyor.  Bir başka konu daha var: Görünen kâinat, yıldızlar galaksiler falan, kâinatın yüzde beşini meydana getiriyor. Geriye kalanı, yüzde doksan beş, “karanlık madde” ve “karanlık enerji”dir. Bunların ne olduğuna dair en ufak bir bilgimiz yoktur. Bir bütünün yüzde doksan beşinin ne olduğunu bilmeden yüzde beşini kesin olarak anlamak mümkün mü? Varlık hep “İnsan aklının kavrayamayacağı gerçek,” olarak mı kalacak? Kesin olan bir şey var ama… Kâinat içinde canlıların yaşayabileceği bir biçimde var oldu. Bu soruları sorabilelim diye mi.”


www.diyaloggazetesi.com ==> OKU, YORUMLA ve PAYLAŞhttps://www.diyaloggazetesi.com/tao-ve-kinatin-sirlari-makale,12330.html

*

“Din insanları masalsı ve gerçeklikle ilişkisi olmayan anlatılara… inandırır… Aztekler gibi bazı topluluklar, dinleri doğrultusunda tanrılarına insan kurban ettiler.” “Ritüeller ve yoğun duygularla insanlar bu anlatıları… sanki reelmiş gibi hissetiler ve bu onların sahiden gerçeklikleri oldu. Cine inananları gerçekten cin çarptı. Fala inananların da falı çıktı. Kısacası tarih boyunca en etkili propaganda en yaygın biçimde dinler üzerinden etkili oldu.” “İnanmak, karmaşık sorunlara basit açıklama bulmak insanın arzusudur. Bilmek, karmaşık ve uzun çaba isteyen yorucu bir çalışma gerektirir. İnanmak ise daha basit bir yoldur.” “İnsanın güvenme, birilerine inanma gereksinimi vardır ve propaganda bu gereksinimi sonuna kadar kullanır.” “Sınırları ihlal edebilme özgürlüğü.” “Öldürmek radikal özgürlük sanılıyor.” “Bir Arap atasözünde dile gelendir: Düşmanımın düşmanı dostumdur.” “Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır?” “Soykırımın hazırlık aşamasında devlet ve kurumlar düşman öldürmeye toleranslı bakarak, katilleri koruyarak katilleri cesaretlendirir ve teşvik eder. Soykırıma katılanlar cezalandırılmayacaklarını bilirler.” “Tarihin bir yerinde zulüm olmuşsa fail bu zulmü "unutarak/unutturarak", "yok sayarak" "inkar ederek’ yaşanmamışa, hiç olmamışa dönüştürmeye çalışır. Zulüm, soykırım, travma unutulamayandır. Ayrıca soykırımı oluşturan anlatıyı kendisine anlatarak kendisini ve gelecek kuşakları zulmü haklı nedenlerle yaptığına ikna etmeye çalışır. Çoğu kez de bu zulüm onun kahramanlık anlatısına dönüşür.”

Eraslan, (Şahap Eraslan, https://artigercek.com/makale/irkcilik-yazilari-iii-ruanda-ve-yugoslavyada-soykirim-308176), 16 Haziran 2024 Pazar 00:01

*

"Din... insana her zaman gereklidir." "Çünkü din olmayan yerde ahlak da olamaz. Dini olmayan imansız bir insanın hayvandan asla ayrımı olamaz." "Eski Yunanlıların dinleri ile tanrıları belirli bir manevi ilintinin kurulmasını isterdi... yetkinliğe kavuşmak için çalışırlarken... güzellik kültünün de temelini atmış oldular... şimdiye değin eşi kimse tarafından yaratılamayan antik Yunan estetiğini doğuran da bu oldu." "Kısaca Yunanlıların insanı yetkinleştirmeye çalışmalarıyla Kafkasya müritlerinin uğraşıları aynıydı." (Aytek Kundukh, s. 49, 50)

*

c.Müridizmin Oluşumu ve Gelişimi

Çeşitli metinlerde Müridizmin 1820’li yıllarda Dağıstan’da ortaya çıktığı belirtilmekte ise de bu doğru değildir, Müridizm 1780’li yıllarda Çeçen bölgesinde İmam Mansur öncülüğünde Ruslara karşı kutsal savaş olarak ortaya çıkmıştır. Aradan kırk yıl geçtikten sonra Dağıstan’da tekrar canlanmıştır.

Bir başka yanlış da Ruslara karşı direnişin Müridizmin Dağıstan’da tekrar canlandığı 1830’da başladığının belirtilmesidir. Oysa Ruslara karşı direniş Çeçen bölgesinde aralıksız süregelmiş ve özellikle de 1816-1827 yıllarındaki Yermolov’un vahşeti döneminde daha da yoğunlaşmıştır. Ve hatta Yermolov’un bu vahşet dönemindeki sınırsız zulmü genellikle Müridizmin Dağıstan’da tekrar canlanmasını sağlayan en önemli faktör sayılmaktadır.

Müridizmin dinsel kısmı da Dağıstan’a Azerbaycan üzerinden gelmiştir, denebilir.

Burada vurgulanması faydalı olabilecek bir husus da şudur: Müridizmin 1780’lerdeki ortaya çıkışı 1783’de Kırım’ın, 1820 sonlarındaki yeniden canlanışı da 1829 tarihli Edirne Antlaşmasıyla tüm Kuzey Kafkasya’nın Ruslara ait olduğunun Osmanlı tarafından kabul edilişinin hemen sonrasına denk gelmiş ve Osmanlı açısından sanki bir tür tanrının lütfu olmuş gibidir.

*

Yermolov Acem ve Tatar hanlıkları ile Dağıstan’ın büyük bir kısmını çok az kayıpla Rusya’ya bağlamasına karşın sürekli katlettiği Çeçenlere baş eğdiremiyor, onun metodları Dağlılar arasında dini ve milli bağımsızlık fikirlerinin fışkırmasına ve “Müridizm” adıyla Dağıstan ve Çeçenistan’ın birbirlerine düşman ve tek başlarına zayıf bir halde bulunan kabilelerinin birleşip kuvvetlenerek sonraki 40 yıl boyunca sürecek mücadelenin ana kaynağı haline gelmesine yol açıyor. Şimdiye kadar Rusların haydutlar dediği bağımsız liderler tarafından “yağma” amacıyla sürdürülen mücadele bundan sonra en az Yermolov kadar yetenekli bir lider tarafından yönlendirilerek bir milletin bağımsızlık savaşı haline getiriliyor. Şamil de Gimrili ve Gazi Muhammed’in arkadaşıydı. Müridizm’in Dağıstan’da  ilk olarak 1822-23’de Yaragl camiinde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Molla Muhammed “Şeriat kurallarının yeniden uygulanmasında ısrar ediyor, bunun sonucu olarak da adetlerin yasaklanmasını getiriyordu.” Şamil’in zamanına “Şeriat Zamanı” da denilmiştir. Savaşa katılan müritlerin sayısı büyük ihtimalle fazla değildir, “Şamil’e bağlı Müridlerin sayısı 132’den fazla değildi”, mürid kelimesiyle Ruslara karşı savaşan Dağlılar ifade edilmiştir.  (Baddeley, s. 165-172, 236-238, 242)


*Nakşibendi İsmail Hakkı Efendi'nin müridlerinden "birisi olan Muhammed, Dağıstan'a geçti... Molla Muhammed, Buhara'lı Muhammed'in müridi oldu, daha sonra şeyh olarak tanındı." "Hamzat ölmeden evvel "Benden sonra imamlık ve reislik Şamil'indir" demişti", ama Şamil kabul etmek istemiyor, ısrar üzerine "geniş yetki" isteyip kabul edilince İmam oluyor. "Bu önemli hadise 1834 senesi Eylül'ünün ikinci günü oluyordu." (Kaflı, s. 139, 149, 150)


"Şirvanlı Has Muhammed Efendi adlı bir alim, Kürdemir'de ikamet eyleyen Nakşbendi Tarikatı'nın mürşidi Şeyh İsmail Efendi'nin yanına gidip icazet aldıktan sonra tekrar Şirvan'a dönmüş ve bu tarikatı yaymaya başlamıştır; ardından Yukarı Yarag köyüne gelerek (Nakşbendi Tarikatı'na) postnişin olmuş, eski hocası (Şeyh Muhammed Efendi) de dahil halka ilim öğretmeye başlamıştır. Adı geçen Muhammed Efendi de ta'lim ettiği bu tarikatın usul ve erkanını tedris eyledi, sonra da tarikatın mürşidi sıfatıyla postnişin olunca halk, kütleler halinde gelerek ondan eğitim görmeye koyuldu. Mesela yukarıda anlatılan Gazi Muhammed Efendi ile Şamil Efendi de ona gelmiş ve bu tarikatın usul ve erkanını tedris eyledikten sonra memleketlerine dönmüşlerdir. Fakat Gazi Muhammed Efendi kin ve nefretle Rusya'ya karşı savaşa başlayınca... Yermolov... Yaraglı Muhammed Efendi'nin tutuklanması için Aslan Han'a emir verdi... hapse konuldu. Fakat... kaçarak Tabasaran'a gitti... Avarya'ya geçti... (M. 1838) yılında Sogratl köyünde vefat eyledi". (Al Kadari, s. 144)


“Dağıstan ahalisi Rus yönetimi tarafından, gaspın, zorbalığın, Gürcistan'ı yağmalamanın ve oradan esir almanın yasaklanmış olduğunu bilmekteydi./ Fakat... (M. 1824) senesinden sonra Dağıstan'da yeterince makul düşünmeyen bilginlerle gerçekleri hesaba katmayan sufi yandaşları, Perslerle Türklere kapanan Dağıstan'ı Ruslardan kurtarmayı ve bağımsızlığı düşündüler. Rusların Gazi Mulla adını verdikleri... Gazi Muhammed Efendi harekete geçti.” “Yukarı Yarag köyünden Muhammed Efendi hem müsbet ilimlerde, hem de Nakşibendi Tarikatı'nın mürşidi olarak Dağıstan'da çok şöhret yapmış bir kimseydi. Gazi Muhammed ile Şamil Efendi Yukarı Yarag köyüne gelerek bu mürşidden tarikat ilmini öğrendiler. Muhammed Efendi'nin kendisi Şirvanlı Has Muhammed Efendi'den, Has Muhammed Efendi de Kürdemirli Şeyh İsmail Efendi'den icazet almıştı." Gimri'ye döndüklerinde "müritleri gittikçe arttı.” "Halk da... nezaket kurallarına uymak... kibar olmak ve şeriata göre davranmak zorundaydı./... topraklar otuz iki naibliğe taksim olunmuş, bu naiblere de aylıklı memurlar verilmişti." Özel kıyafetler, madalyalar ve hazine bulunuyordu. "Aylık alan kayıtlı asker sayısı 60.000 kadar vardı. İhtiyaç halinde... gönüllü milis güçler de... savaşmak zorundaydı".../... Rus ordusundan kaçan 300 soldat (asker) Avarya'da toplanmıştı.../... Şamil Efendi... hocalık yapacak, yol gösterecek seviyede bir alimdi, daha üstün olan niteliği, sevkülceyş gücüne ve siyasi bilgiye sahip olmasıydı, çağının müstesna şahsiyetlerinden birisi olarak olağanüstü derecede yiğit, son derece de cesur bir kimseydi. Topu birden bir vilayetin yarısı kadar olan Lezgi halklarıyla birlikte, zengin ve çok güçlü bir devlete... karşı durması onun bu vasıflarını yeteri kadar ispatlamaktadır. Bütün savaşlara katılan yardımcıları ve kahramanları şehit düştüler, yerlerini dolduracak kimse kalmadı. Rus yönetimine kendi koşullarındada teslim olması da onun kahramanlığının ispatıdır./ Şamil Efendi... şer'i akaidi yerleştirdikten sonra Nakşbendi Tarikatı'nın düzenli ve kurallara uygun olarak yürütülmesi için de çaba sarf etti; Dağıstan'daki çeşitli yönetim gruplarını şeriat ve tarikat yolunda yekvücut eyledi. Yönetim sırasındaki ilim sahipleri bir kategoride kayıtlıdır." "Şeyh Cemaleddin Gazikumuki... Gazikumuk ve Kura vilayetlerinin hanı Aslan Han'ın yanında sekreterlik görevi yapmıştır. Kura vilayetinin Yukarı Yarag köyünde Muhammed Efendi (Nakşbendi) tarikatının postnişini olunca halkı etrafında toplamaması için Aslan Han da adı geçen efendiyi ikna etmek üzere onu yollamıştır. Fakat kendisi de bu tarikate ve mürşidine intisap etmiştir... Şamil Efendi'nin yönetiminde tarikatın mürşidi olarak ileri derecede hüsni kabul görmüş... Şamil Efendi teslim olduktan sonra... Rusya Devleti'nin izniyle Türkiye'ye gelmiş, İstanbul'da vefat etmiştir." "Şamil Efendi... Medine-i Münevvere'ye geçti ve orada öldü. Büyük oğlu Gazi Muhammed Efendi ailesi ile birlikte orada yaşamaktadır. Küçük oğlu Muhammed Şefi Efendi de Rusya'da, Rus yönetiminde general rütbesiyle görev yapmaktadır." (Al Kadari, s. 111-113, 119-121, 126)


"Molla Muhammed, halkı hazırlamak için yedi yıl 1823-1830 çalıştı... Yermolov'un ordusu Dağlıları yok etmek için vahşetini sürdürüyordu./ Gralevski şöyle yazıyor./ "Molla Muhammed komşu kabilelerin en tanınmış temsilcilerini yanına davet etti... Avar hanlığından Şeyh Şaiban, Tarki/Tarku/Tarko şamkhallığından Molla Hacı Yusuf, Gazi Kumuk hanlığından Molla Khan Muhammed de bu çağrıya gelmişlerdi." "Bu yüzden bu toplantıda, seçimle, Gazi Muhammed'in imamlığı kabul edildi... halka gazavat ve bağımsızlık savaşımı fikrini aşılamaya koyuldular./ Çağrıları olağanüstü bir başarıyla sonuçlanmaya başladı. Halk takım takım onlara katılıyordu." "1830 yılında... herkes savaşa can atıyordu." "Gazavata çağrı sesi Hazer'den Karadeniz kıyılarına değin bütün Dağlıların kalbine işledi." "Bu halklar tek başlarına o denli azdılar ki, Rusya'ya karşı bir başarı ve zafer elde etmelerini düşünmek de gülünç olurdu. Ancak bir yol vardı: Manevi zafer, onurlu ölüm." "Her tarafta ölüm kalım savaşı başlamıştı. Dağıstan'a ve Çeçenistan'a savaş ateşi yayılmıştı." (Aytek Kundukh, s. 55-57)


Mürid savaşı 1819 yılında başlamadan evvel Kafkasya’daki devamlı Rus savaş kuvvetleri ellibin kadardı… Yermolov’un baskısıyla birlikler yetmişbeşbine çıkarıldı.” “Benkendorff “Rus erleri için savaş bir kutsal olaydı. O savaşa tıpkı kiliseye gider gibi giderdi” demektedir. (Blanch, s. 99, 100)


“Halidiliğin kuruluşu Yeniçeri ordusunun kaldırılmasına denk geldi. Saray Yeniçeri Ocağı ile birlikte ocakla iç içe geçmiş Bektaşi-Mevlevi tarikatları ile bir hesaplaşma içine girmişti. Bu iki tarikatın devletten tasfiyesi Halidiliğin önünü açtı. Bu dönemde aynı zamanda Kürt feodalizmi II. Mahmut’un müdahaleleri ile  yıkılıyor, bölgede merkezden atanan memurlar öne çıkıyordu. Halidiliğin yapısı Osmanlıların bu ikili tasfiye girişimi ile şekillendi. Tarikat bu fırsatı değerlendirerek Kürtleri Halidiliğe ikna etti. Molla Halid Kürt mirlerinin isyanına destek vermedi. Onun davası İslam davasıydı, Osmanlı devletini “İslam’ın muzaffer varlığının garantisi” olarak görüyordu. Onun için Sünni olmak, aşiretinden, dilinden, doğduğu bölgeden, hatta yaşadığı ülkeden daha önemliydi. Halid, bölgede Osmanlı gücünün temsilcisi sayılıyordu. Bu sayılmadan o da memnundu. Diğer tarikatların “gavur sultan” dediği II. Mahmut onun için “Allah’ın gölgesi, fakirlerin ve alimlerin sığınağı”ydı.” “Osmanlı da Nakşiliğin Kürtleri bölmesinden memnundu, böylece “Kadiri Tarikatı” mensubu Kürt beyliği Berzenciler’e karşı sadık bir müttefik bulmuştu. Molla Halid, bu ittifaka yaslanarak etkisini genişletti. Önü devlet marifetiyle açılan Halidiler, Osmanlının yıkılışına kadar sadece bir tarikat değil bir siyasi parti gibi örgütlendi, bir idare aygıtı gibi davrandı. Osmanlının tasfiye ettiği aşiretlerin yerini artık Halidiye dolduruyordu.” “Halidiyenin desteklediği küçük aşiretlere de gün doğmuştu. Barzani aşireti, Halid’in halifesi Şeyh Taceddin’in yol açmasıyla Halidi tarikatına katıldı. Aşiret reisi artık aynı zamanda Halidi mollasıydı. Molla Barzaniler ve Barzani ailesi tarih sahnesine böyle çıktı. Özerk Kürt Yönetiminin kökeninde bu tarikat-aşiret ortaklığının büyük payı var.” “İngiltere, 19. yüzyıl boyunca Rusya’nın güçlenmesine önlemek için Osmanlıyı ayakta tutma politikası güttü. Osmanlı toprakları içindeki egemenliğini de hızla arttırdı. Halidiliğin yeşerdiği coğrafya, petrol vb. nedenlerle asıl ilgi alanlarıydı. Haliyle İngilizlerin onayı olmadan adım atmak mümkün değildi. O tarihten sonra Kürt şeyhlerinin üzerinde hep bir İngiliz gölgesi oldu. Halidilik onlar için de uygun bir yapılanmaydı. Halidi şeyhleri birer mehdi görünümündeydi. Bu özellikleri Kürt halkını gütmek için eşsiz bir fırsat yaratıyordu. Daha küçük halkları yönetmek için de elverişli bir aletti bu. Ezidiler, Süryaniler, Ermeniler Halidilerin elindeki Kürt sopasıyla güdülecekti.” 


(Orhan Gökdemir, Sayı 165|Haziran 2025) https://gelenek.org/asiret-tarikat-siyaset-istanbuldan-suleymaniyeye-naksi-halidi-kardesligi/

*

“Tabii bildiğimiz bir miladı var. Sonunda devletlu Bektaşilik de devletle yüzleşmek zorunda kaldı. Saray 1826’da, Vakayı Hayriye vesilesiyle, Yeniçerilerle birlikte Bektaşileri bertaraf edip Nakşilikte karar kılınca bunun başka etkileri de oldu. Milattır. Şimdiki sentez olan Alevi-Bektaşi inancı, bu müdahaleden sonradır.” “Nakşiliğin uzantısı olan Halidilik de o devlet desteği vesilesiyle ortaya çıktı. Süleymaniyeli Kürt kökenli Molla Halid, geleceğin başka bir yolu işaret ettiğini hissetmişti. Eski inançlarını bir yana bıraktı, Nakşibendi oldu. Süleymaniye’den İstanbul’a sıçradı. Saray da onda kullanışlı bir aparat bulduğunu fark etmişti. Molla Halid’in tarikatı o yoldan ilerledi. Bektaşilerin el konulan bütün mal mülkleri Halidi tarikatına aktarıldı. Halidilik devletlu bir tarikattır. Ama bununla birlikte Nakşibendiliğin en gerici, en yobaz, en şeriatçı halidir. Molla Halid talebelerinin yakın tarihin bütün karşı devrimlerinde bir şekilde dahli var haliyle. Bugünkü bu gericiliğin, bu Neo-Osmanlıcılığın, bu yeni Yavuz Selim Projesinin maddi temeli de bu tarikatın uzantılarıdır.”  

ORHAN GÖKDEMİR  02.08.2025 https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/saraya-sunni-cepheye-kurt-kirima-alevi-gerek-400288

*


"Molla Muhammed, canlandırılan müridizme güçlü bir temel hazırlamak için Kürdemirli Şeyh İsmail'e danışmaya karar verdi. Kürdemirli Şeyh İsmail, bu tarikatın başkanı olan Bağdatlı Halid Süleyman tarafından "mürşid" olarak görevlendirilmişti. Kafkasyalı müritler de Halid Süleyman'a bağlı bulunuyorlardı... Şeyh İsmail, dönüşünde Azerbaycan'ın Kürdemir kasabasına yerleşmiş ve burasını tarikatın merkezi durumuna getirmişti.../... Molla Muhammed bir kaç arkadaşıyla beraber, Şeyh İsmail ile görüşmek için Kürdemir'e gitti." "Molla Muhammed'in... anlattıkları, vaktiyle Mansur'un söylediklerinden ayrımlı değildi." "Dağlının ilk görevi özgürlük uğrunda gazavat, yani kutsal cihat olmalıdır." "Çeçen naiblerinden Tamik, Şuayb Molla, Taşef Hacı ve onlarla beraber Qabet Mahoma ve Şamil'in büyük oğlu Gazi Muhammed de gazavatın en ileri ve başlıca kahramanlarındandılar... müridizm her yere giriyordu... Çünkü müridizm demokratik ilkelere dayanıyordu. Gerçi Dağlıların sosyal örgütleri her yerde müridizmin demokratik ilkelerine uygun değildi; bir çok aristokrat... müridizme direniyordu... sağduyuları üstün geldi ve müridizmin batı Kafkasya'da da halk hareketi durumuna girmesini sağladı." (Aytek Kundukh, s. 42, 43, 91)

*

1840'ta yani bir yıl sonra Baddeley'in anlatımına göre "Müridizm, Samur'dan Terek'e ve Vladikavkaz'dan Hazar'a kadar bütün ormanlarda ve dağlarda tekrar muzaffer oldu." (Luxembourg, s. 211)

*

“Rusların zulmüne tepki olarak doğan mürit hareketi Ruslara düşman çok sayıdaki bölünmüş halkları bazı yerlerde “askeri şekilde organize edebildi ve devletsel bir yapıyı meydana getirdi", "Avrupa jandarması ve Asya celladı olan Rus çarlığı" karşısında çeşitli başarılar gösterdi, "20'li yıllarda ortaya çıkıp zirvesine 40'lı yıllarda ulaştı" ve 1859'da son buldu.” “Mürit hareketi "Dağlıların uzun zamandır iyi bildikleri ama uygulamada zayıf kaldıkları bir İslam öğretisi idi". Bir yoruma göre, müritlerin başarıları onların gücünden daha çok Rusların bölgede uyguladığı ekonomiyi çökertme politikası nedeniyle oluşan “dağlıların Rus yönetimine karşı besledikleri düşmanca duygular”dan kaynaklanıyordu ve mücadelenin müritçilik bayrağı altında geçmesi de "dini fanatizmden değil… bu yörelerin tarihi özellikleri” yüzündendi. Buna göre, bölge uzun zamandır dünyada meydana gelen ekonomik gelişmelerden uzak ve kendi içinde kapalı haldeydi, halklar arasında yeterli dayanışmanın olmaması gelişmeyi engelliyordu ve bölgede o sırada var olan “uzak geçmişte” kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiler de “19. asrın birinci yarısında oluşan yeni tarımsal ve siyasi amaçlara uygun düşmüyordu", yerel ataerkil düzeni sarsan Rus kapitalizminin etkisinin görülmeye başladığı bölgedeki Hunzah, Derbent, Tsudahar gibi "bazı siyaset merkezleri” islami hareketlerin etkisinde gelişiyordu ve ayrıca dağlılar Rus çarlığı tarafından tam bir ekonomi yıkıma sürüklenmişti.” "Müritçilik tarihini konu alan bazı tarihsel çalışmalarda Buhara ve Şirvan'ın müritçiliğin beşiği olduğuna dikkat” çekilmektedir ve islam gelenekleri ile dağlıların bağımsızlık mücadelesinin ilişkisi açıkça ortaya çıkmaktadır. "Dağıstan'da ve Çeçenistan'da, Buhara ve Şirvan'da seyahat eden onlarca müritçi önder ve vaiz” bulunduğu, bunların köyden köye dolaşarak çok basit ve kullanışlı bir formülle "müminler ve kafirler” diyerek inanmayan gavurun düşman olduğunu anlattıkları belirtilmektedir. Sonuçta “küçük kanallar müritler tarafından tek bayrak altında toplandı” ve gazavat denen kutsal savaş için büyük bir güç oluşturuldu." Başarının nedeni "kafirlerin işgal ettikleri ülkede kafirlere karşı nefret"ti. Dini lidere tam itaat artık mecburi olmuştu. “Hayat kelimesinin tam anlamı ile çevredeki insanların hayatlarını tam kontrol altına almış olan müritçilik hareketi, onları tanrının buyruğu dedikleri amaç için kör alete dönüştürdükten sonra, çevresini, müritçiliğe kapalı gözlerle gelen ve emir verildikçe işaret edilenleri son nefesine kadar kesmeye yemin etmiş olan ve hayatlarını bu harekete bağlamış olan, toplumdan ayrı yaşayan takipçilerle çevrelenmişti. Bu insanlar dini tarikatın üyeleri olup, insan sürüsünün çobanları haline geldi ve iktidar ile saygıyı kendi ellerinde toplamıştı. Müritçilik hareketin başında imam durup, kendisi 'tanrı ile insanlar arasında aracı' rolünü oynuyor ve elinde dini, askeri ve devlet yönetimi bulunduruyordu." "Molla Magomet müritçiliğe ilk defa siyasi önem aşıladı." "Ermolov'un... barbarca politikasının korkunç sonuçları, müritlerin yeni dinin tohumlarını ektikleri saban izleri oldu.” Ermolov'un caniliklerine dağlılar kitlesel ayaklanma ile cevap verdiler. “Yarag' köyünden molla Magomet ve Kurdomir (Şirvan) köyünden Hacı İsmail, 20. yıllarda... kendi arasında birliği olmayan ve devamlı çatışmalar halinde bulunan kavimleri birleştirmek ve çarlığın... istila politikasının korkunç gerçeklerine karşı savaşmak üzere dağlıları kaldırmak için İslam'ın reformunu başlattılar." Şeriat bölgede güçlü köklere sahipti. "Bu dini kabuk altında dağlıların Rus çarlığına karşı gösterdikleri protesto gizleniyordu. Dağlıların bağımsızlık mücadelesi birbirine ters düşen ideolojilerden geçiyordu: İslamcı gerici kabuğun altında olumlu bir faktör gizlenmişti-özgürlük seven dağlı halkın bağımsızlık için verdikleri mücadele." İran'ın bozguna uğratılmasından sonra Ruslar Orta Doğu'ya ilerlemede büyük başarılar kaydetme umudu taşıyıp Dağıstan'ın istilasına büyük hız verirken dağlılar 1828 yılında Gazi Muhammed önderliğinde bir araya geldiler. Gazi Muhammed dini bilgileri Molla Magomet ve Hacı İsmail sayesinde kazandı, ilimlerde mükemmelliğe erişmek için “Süleymaniye'den ünlü şeyh Halit'ten gelen Halidiye Nakşibendi tarikatına girmek istedi”. Magomet Efendi kendisine cihat icazeti verdi ve başladı. Dağlarda Adat yerine Şeriat uygulamasına geçildi ve feodallerle mücadele edildi. İki önemli düşman vardı: “Rus çarlığı ve uşakları-Dağıstan'ın feodal üstlerin temsilcileri.” Gazi-Muhammed Avar han soyunun kökünü tamamen kurutmaya karar verdi, Şubat 1831'de Hunzah'a saldırdı, ama “Pahu-bike” tarafından engellendi. (Yaşurka, s. 66-83)

*

Şamil müridizm "sayesinde Kafkas tarihinde emsali görülmemiş bir birliktelik sağlamıştır. Fakat yine de Dağıstan halklarının ve Çeçenlerin bireyselliği, ilk fırsatta tekrar kendisini göstermiştir." (Luxembourg, içinde Takdim, Özden, s. 13, 14)

*

"1834 yılının sonunda... Şamil üçüncü İmam oldu." "Her on aile bir savaşçı... temin etmekle mükellef tutuldu... Şamil, her an için... yirmi beş bin kişilik bir süvari ordusuna sahip olabilecekti... düzenli bir vergi sistemi oluşturdu... Şamil'in baskıları birçok kimsede düşmanlık hisleri uyandırdı. Fakat Rusların tavrı, Şamil'in bir çok potansiyel düşmanının ona sadık kalmasını sağladı." (Luxembourg, s. 71, 215, 216)


*

"Bu koşullar altında... çocuklar ve... yaşlılar... da müritler gibi kahramanca ölüyorlardı./ Dağıstanlılar gazavatın arslanları, Çeçenler ise kaplanlarıdır." Fadayev diyor ki: "Bir kaç bin insan feda etmeden bir köyü alamıyorduk." "Ruslar tarafından Çokh, Saltı, Gergebil, Ahhulgoh... gibi aulların kuşatılmaları sırasında Dağlıların gücü hiç bir zaman 200'ü, 400'ü, 600'ü geçmediği halde, Rusların elinde her türlü top ve başka silahlarla donatılmış 15-20.000 kişilik bir kuvvet varolmuştur. En önemli ayrım, bu aulların teslim olmamasındadır. Ruslar... aulun sadece enkazını işgal ediyorlardı." "Çokh aulu ise kuvvetli toplarla desteklenmiş 20.000 kişilik Rus ordusuna asla teslim olmadı. Bu kuvvetli Rus ordusu... geri çekilmek zorunda kaldı." (Aytek Kundukh, s. 58, 59)

*

"Türkiye'ye geniş Çerkes kavminden Çeçenler çok az göç etmişler; gelenler, genellikle bizim Çerkes dediğimiz... olmuştur... özetle, Türkiye'ye... müslüman ve çoğunluğu Adige Çerkes göçmüş olmaktadır./ Belki de Türkiye için asıl "lütuf" buradadır; çünkü, Çeçenler'in tümü nakşibendi ve kadiri tarikatı mensubudurlar ve Rusya'ya karşı savaşlarında şeriat yönetimini getirmek en baş amaçları arasındadır.. Çarlığa karşı mücadelesi ve gözüpekliği nedeniyle pek çok süslenmiş Şeyh Şamil, aslında, şeriatı gerçekleştirmek isteyen bir tarikat mensubundan başka bir şey değildir". (Küçük, Sırlar,  s. 94, 95)

*

d.Sonraki Bazı Gelişmeler


Gazavat anlayışı sonraki dönemlerde de sürmüştür.

*

“Pek çok Çeçen genci açısından Hattab bir internet yıldızından fazlasıydı: İzinden gidilecek yeni bir örnek, bir şehitti. Hattab, Çeçenistan’ın dinî DNA’sını değiştirmişti. Geçmişte Çeçenler Moore’un ortaya koyduğu üzere “Sufi bir sömürgecilik karşıtı savaşa benzeyen” gazalara katılmıştı. Savaşçılar Sufi veya Şeyh Mansur ya da Şeyh Şamil’in “müritleri”ydi. Her ikisi de Büyük Katerina ya da İkinci Aleksandr’ın emperyalist yayılmasına direnmişlerdi. Sufizm, Çeçen geleneğiyle öyle kaynaşmıştı ki 19. yüzyıl savaşları Mürid Savaşları olarak biliniyordu. Şeyh Şamil ile omuz omuza savaşanlar Nakşibendi Sufi tarikatı ya da diğer tarikatlara bağlıydı. Artık gençler de Hattab’ın beğenilerinde vücut bulan Selefi cihatçılıkta yeni bir “düzen” görüyorlardı. Dolayısıyla pek çok Çeçen’in kahramanları gibi gezgin savaşçılar olması şaşırtıcı değildi; Suriye kadar uzak bir cepheye gidip zanaatlerini icra etmiş, güvenlik analistlerinin soğuk terler dökerek uykularından sıçramasına sebep olmuşlardı.” “16 Ocak’ta New Lines Magazine’de yayımlanan bu yazı Fatma Büşra Helvacıoğlu tarafından Ajans Kafkas için Türkçeye çevrildi.”

31 Mart 2023, Tam Hussein, https://ajanskafkas.com/gorus/cecen-bagimsizlikci-putinin-adamini-koltugundan-etmeyi-kafasina-koydu/

*

“Altmış yıl sonra 1918’de Chevalier Gardes’in bir subayı Ural Kazaklarıyla omuz omuza Orenburg-Teşkent demir yolunu Kızıllardan almak için savaşıyordu. Ağır yaralanmıştı ve esir düşmüştü. Ona karşı tabancasını çekmiş olarak Tatarların komutanı silahını bırakması için tehdit ediyordu. Direnmesine devam etmekle beraber subay sonunda Mareşal Baryatinski’nin hediye ettiği mükemmel bir büyükbabasından kalma kılıcını teslim ediyordu. Genç subay bu kılıcı savaşta beraberinde tutuyordu. Bu Şamil’in kılıcı, onun “Cennetin kılıcı” idi./ Acaba bugün bu kılıç nerede olmalı?.. Belki… Yahut İstanbul’da… satışa çıkarılmıştır?” “Şamil Rusya’da yaşarken… 1861 şubatında kölelerin özgürlüklerine son verilmişti. Amerika’da bu esnada köle sorunu yüzünden bir iç savaş çıkmıştı.” Mısır'dan “dönerken Şamil için çıkarılan efsaneler onun esrarlı kuvvetine yeni bir katkı yaptı. Yolda fırtına çıkmış ve gemi batacaktı. Şamil fırtınayı durduracağına söz verdi. Bir kağıt üzerine kabbalastik (gizli yahudi ilmi) işaretleri yaptı, bir kaç kelime söyledi ve bunu fırtına ile kaynaşan dalgalara attı ve hemen sonra rüzgar kesilivermişti.” “1944’de bazı azınlık gruplarının Kafkasya’dan uzaklaştırılmaları uygun bulunmuştu. Nazilerle beraber hareket etmiş ve direnmeleri Sovyetler için tehlikeli görünen… Çeçenler 1930 ve 1941’de ayaklanmışlardı-iş kamplarına veya Orta Asya’ya sürgün yerlerine götürüldüler. Bu iş 24 saatte yapılıvermişti… Kırım Tatarları Ukrayna’ya dağıtılmış ve bir kısım Ukraynalılar Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’ya gönderilmişti. Bu kitle halindeki yer değiştirmeleri yedi halk grubuna yapılmıştı./ Stalin’in ölümünden sonra Kafkasya’nın azınlıklarına ve “Şamil meselesi”ne karşı olan resmi görüşte yine değişme oldu. Sovyetler Birliği bugün… İslam halkları açısından dördüncü büyük memlekettir ve bu yüzden Sovyetler Birliği içinde Şamil’e ve Müridizme karşı düşmanca bir davranışın akıllı bir hareket olmayacağı anlaşılmıştı. Bu sebepten Şamil bügün yine “Dağıstan Aslanı” oldu./ Şimdi avullarından ve vadilerinden çıkarılmış olan Kafkasyalılar geri getirilmektedir… Şamil tekrar şanlandırılmıştı.” (Blanch, s. 364-367, 399, 405-409, 425, 426)

*

***
EK:
Şamil de Gimrili ve Gazi Muhammed’in arkadaşıydı. Müridizm’in
Dağıstan’da  ilk olarak 1822-23’de Yaragl camiinde ortaya çıktığı
sanılmaktadır. Dağıstandaki kan davası anlayışı dinden değil
adetlerden kaynaklanma olup, “Şamil, Şeriat’ı yaymak için ateş
ve kılıca bütün şiddetiyle baş vurdu. Kan davalarının üzerine sert
bir şekilde yürüdü.” Gelenekler güçlüydü, Şamil’den sonra geleneklere
dönülmüştür. Şamil’in zamanına “Şeriat Zamanı” da denilmiştir. Savaşa
katılan müritlerin sayısı büyük ihtimalle fazla değildir, “Şamil’e bağlı
Müridlerin sayısı 132’den fazla değildi”, mürid kelimesiyle Ruslara karşı
savaşan Dağlılar ifade edilmiştir. (Baddeley, s. 236, 237, 241, 242)
28.9.2025
***

ÇEÇENLERE DAİR 15: GÜNÜMÜZDE ÇEÇENLER

Daha önce kamuoyunda pek fazla bilinmeyen Çeçenler ilk defa günümüzdeki son Rus saldırısından sonra bir ölçüde bilinir olmuş, ancak çoğu kez de yanlış bir şekilde Çerkez olarak bilinmişlerdir. Özellikle ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra daha yoğun bir şekilde olmak üzere Çeçenlere haksız olarak terörist yaftası da yapıştırılmıştır.

Oysa tarihte yaşananlara benzer şekilde günümüzde Aralık 1994’te başlayıp 2010’lara kadar süren son Rus silahlı saldırılarında Çeçenlerin yüzbinlercesi katledilmiş, yüzbinlercesi de evlerini/vatanlarını terketmek durumunda kalmıştır. Yani aslında Çeçenler günümüzde de mağdur durumdadırlar. 

Ancak genelde reel politik olan dünya Çeçen mağduriyetini hiç dert etmemiştir.

Reel politika izleyen ülkemiz de bu dönemde muhtemelen Rusya ile gayet uyumlu olan ilişkilere gölge düşürmek istemediği için 1999 yılı sonlarında sayıları sadece bin civarında olan Çeçeni dahi ilk aşamada sığınmacı olarak kabul etmemiş, ancak daha sonra menfaatine uygun görüp milyonlarca Suriyeliye kapılarını açmasını takiben ülkedeki çok az sayıdaki Çeçene yönelik tavrını Suriyeliler dolayısıyla 2010’larda değiştirmiştir. O döneme kadar evleri bombalarla başlarına yıkılan yüzbinlerce Çeçenden sadece 2000 kişi kadarı, o da turist olarak, Türkiye’de barınma imkanı bulabilmiş, diğerleri genelde Avrupa ülkelerine sığınmıştır. Avrupa da, “insan” kavramı nedeniyle kaçınamadığından olmalı, onları zoraki olarak çok zor koşullarda ve olabilecek en az sayıda kabul etmiştir.


p.1. Her Yerde Rus Terörü


Çeçenlere terörist yaftası yapıştırılmış, ancak asıl terör Ruslardan gelmiştir. Öyle ki Çeçenler sığındıkları Çeçenistan dışındaki ülkelerde de Rus saldırılarından kurtulamamışlardır. Ruslar tam anlamıyla terör niteliğinde olmasına karşın cezasız kalan saldırılarla çeşitli ülkelerde Çeçenleri katletmişlerdir.

*

Çeçen sanatçı İmam Alim Sultan 11.10.1996 tarihinde Ukrayna’nın Odesa kentinde kaldığı mekanda yapılan silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmiş, ancak kimlikleri “belirsiz” bırakılan katiller cezasız kalmıştır.

Çeçenistan’ın 2. Cumhurbaşkanı Zelimhan Yanderbiyey 13.02.2024 tarihinde saat 13.00 sıralarında Katar’ın Doha Kenti’nde el-Defna yerleşim bölgesinde Cuma namazı sonrasında aracına bomba yerleştirilerek düzenlenen tam anlamıyla bir terör saldırısı ile katledilmiştir. Saldırının failleri olan iki Rus ajanı yakalanarak Katar makamlarınca yargılanmış ve yargılama sırasında yargıç, “Yandarbiyev’in öldürülmesi emrinin Rusya hükümeti üst düzey yetkililerinden geldiğini ve emri yerine getiren iki Rus ajanının ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığını” açıklamış, ancak çok geçmeden Katar makamlarınca Rusya’ya teslim edilen katiller Rusya’da kahraman gibi karşılanmışlardır. 

“Türkiye'de 7 Çeçen cinayetini örgütlemekle suçlanan ve gerçekten casus olduğu anlaşılan 2 Rus, OHAL sultanlığından yararlanarak, Putin’i memnun etmek için tahliye ediliyor, kurtarılıyor.” (Kazan

Mayıs 2013’te Türkiye’de Ankara’nın merkezinde Medet Önlü’nün katledilmesi de sadece tetikçi ve yardımcılarının ceza alıp, cinayeti organize edenlerin karanlıkta ve dolayısıyla cezasız kalmasıyla sonuçlanan olaylardan biridir. 

Rus gizli servisi eski görevlisi Alexander Litvinenko'nun 2006'da Londra’da zehirlenerek öldürülmesi de aynı şekilde cezasız kalan cinayetlerden bir diğeri olmuştur. Rus oligark Berezovski’nin daha sonraki bir tarihte Londra’da gerçekleşen ölümü de elbette benzer nitelikteki olaylardan birisidir.

Almanya’da parkta bir Çeçeni öldürdüğü kesin olan Rus görevlisi bir katil Temmuz 2024’de Ankara’da gerçekleştirilen “esir” takası sırasında Moskova’da tutulan bir batılı gazeteciye karşılık olarak Rusya’ya teslim edilmiş, Moskova’da Putin tarafından kahraman nitelemesiyle karşılanmış ve dolayısıyla sonuçta katil cezasız kalmıştır. 

Tarihin en büyük rehine takaslarından biri Türkiye'de gerçekleşti.” “ABD, Almanya, Polonya, Norveç, Slovenya ile Rusya ve Belarus'ta cezaevinde bulunan Batı ülkeleri vatandaşları ile Rusya vatandaşları arasında gerçekleştirilecek takas faaliyetinin müzakereleri yapıldı. MİT, müzakerelerin başından sonuna kadar arabuluculuk faaliyetini yürüttü. Operasyona taraf olan ülkelerin uzun süredir istediği takasta önemli isimler yer alıyor. Rusya Federasyonu'nda cezaevinde bulunan The Wall Street Journal muhabiri Evan Gershkovıch ile ABD Deniz Piyadesi Paul Whelan, Belarus’ta cezaevinde bulunan Almanya vatandaşı paralı asker Rico Krieger, Rus muhalif İlya Yashin ve Almanya’da cezaevinde bulunan FSB subayı Vadim Krasikov gibi kamuoyunda adı sıkça duyulan isimler takas listesinde yer aldı.” (https://www.youtube.com/watch?v=JWx_TmqXlaI)

“Ankara'da rehine takası: Putin, dönenleri havalimanında karşıladı

Ankara'da gerçekleşen esir takasının ardından 23 rehine Almanya ve Rusya'ya döndü. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, dönenleri Moskova'da havalimanında karşıladı. Putin, kendilerine devlet nişanı verileceğini açıkladı.” (02.08.2024 - 05:00, Haberler - Anadolu Ajansı

https://www.ntv.com.tr/dunya/ankarada-rehine-takasi-putin-donenleri-havalimaninda-karsiladi,ITDgq197N0mDq1NlopD5rg#google_vignette)

*

Cezasız kalan bütün bu cinayetler ve benzeri olaylarla bir yönüyle bugün 2020’lerde Ukrayna’da yaşananların yolu da döşenmiştir.


p.2. İki Yüzlü Dünya

Bir kişi ya da kurumun Çeçenlere bakışı o kişi ya da kurumun insani yönü açısından bir tür turnusol kağıdı niteliğindedir.

Güncel Rus saldırısı döneminde Çeçenistan’da yaşananlar yüz yıldır sürekli ağızlarda sakız olan “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kavramının/ilkesinin, duruma göre politik olarak kullanılan, nasıl bir yalan olduğunu da netlikle göstermiştir.

Öncelikle, istisnai olan bazı vicdanlı şahıs ve kurumlar dışında, temelde apaçık ortada olan Çeçenlerin haklılığını sözde dahi olsa teslim eden pek fazla kimse çıkmamıştır.

İkinci olarak, özellikle 2001’deki “ABD’nin 11 Eylülü”nden sonraki dönemde daha belirgin bir şekilde olmak üzere, Çeçenler terörle özdeşleştirilmiştir.

Türkiye de aralarında olmak üzere genelde devletler yüksek “reel” politika izleyip “Çeçenistan Rusya’nın içişi” demiş ve görüş açıklayanların çoğunluğu Çeçenlere kabahat bulma konusunda yarışmıştır.

Sadece örnek olması için söylenecek olursa, 1801’de gönüllü olarak Rusya’ya katılan Gürcistan ve tüm yakın geçmiş boyunca itirazsız Rusya bünyesinde yer alan Ukrayna 1991’de Sovyetler dağılırken bağımsız olmaya hak kazanırken tüm tarihi boyunca Ruslarla birlikte olmaya karşı çıkmış olan Çeçenlere, sadece esas itibariyle Stalin’in öngördüğü statü gerekçe yapılarak, bağımsızlık reva görülmemiştir.

Hatta bu hak daha sonra Kosova için uygun görüldüğünde dahi, Çeçenler açısından durum değişmemiştir. 

Bu da dünyada başka eşi bulunamayacak durumlardan bir diğeridir. 

*

1990'larda “bir türlü sindirilemeyen aynı Çeçenler... eşi benzeri görülmemiş bir şekilde savaştılar.” “Birkaç şerefli istisna dışında, tüm dünya dağlardaki bu kıyıma kayıtsız kaldı.” “Çeçenler, diğer yandan, jeopolitik kurbanlardır. Onların bazı liderleri bağımsızlık kazanmak için yapılan çabaların sonucu olarak çok kötü şiddete maruz kalmalarına neden olacak kadar aptallıklar yapmışlardır. Dünya, tüm Çeçen halkını terörist olarak etiketlemiştir ve tüm dünya Çeçenlerin kendi kendilerini yönetme isteğini bastırmak için Moskova'nın kullandığı korkunç stratejiyi eleştirmekten imtina etmiştir. Cehalet umursamazlığı getirmiştir, o da daha derin bir cehalet ile sonuçlanmıştır.” "Ekim 1999'da... Mashadov NATO'ya başvurarak yardım istedi... altı ay önce... batıya ait uçaklar Kosova Arnavutları'nı korumak için Sırp mevzilerini bombalamışlardı.../ Çeçenler'in durumu da çok benzerdi.../... NATO Çeçenleri desteklemeyecekti... Çeçenler dünya politikasının kurbanı olmuşlardı.” “Ocak 1995... ABD... bir yandan "bu zor iç hesaplaşma" ile uğraşıyor diğer yandan da Rusya'nın yanında oldukları konusundaki desteklerini açıkça ortaya koyuyorlardı. Grozni'de yaşanan katliam Amerikan İç Savaşı ile karşılaştırılmıştı..../ Yalnızca bir yıl sonra, çoğunlukla "Avrupa'nın önde gelen insan hakları organizasyonu" olarak tanımlanan Avrupa Konseyi, Çeçen kan gölüne rağmen Rusya'nın üyeliğini onayladı./ "Bu 1989 sonrası Avrupa'sına daha derin bir boyut kazandıran bir karardı," dedi, organizasyonun genel sekreteri, "yeniden bölünmüş bir Avrupa tehlikesini ortadan kaldırıyor ve Avrupa'daki istikrara katkıda bulunuyor."/ Çeçenler, yeni Rusya'yı çaresizlik içinde ellerinde tutma çabasında olan batılı devletlerin politik arzularına kurban edilmişti./... Avrupa Konseyi hiçbir şey yapamaz mıydı?.. yalnızca üç yıl önce Rusya, kendi topraklarında temel değerleri uygulayacağına söz vermişti. Grozni'ye sürekli havadan saldırarak yerle bir etmek şüphesiz bu anlaşmaya aykırıydı./... Avrupa Konseyi'nin genel sekreteri bu savaşın "insan hakları ihlali" anlamına geldiğini... açıklamıştı... organizasyon, Çeçenistan'daki sivillere karşı işlenen suçları araştırmak için özel bir araştırma komisyonu atamıştı.../ Zaman akıp gitti./... Haziran 2000'de... Avrupa Komisyonu'nun dışişleri bakanları bir araya gelip Rusya'ya karşı harekete geçeceklerini ilan ettiler. Ama sonuçta hiçbir şey yapmadılar./ Söylediklerine göre de hiçbir şey yapamazlardı... olumlu herhangi bir etkileri kalmayacaktı... bu söylem organizasyonu komik duruma düşürüyordu.” (Bullough, s. 17-28, 416, 417)

Rusların Çeçenistan'daki vahşeti konusunda, Aleksander Litvinenko ile Yuri Felştinsky'nin ortak çalışması olan “Rusya’yı Havaya Uçurmak” adlı kitabın giriş bölümünün bir yerinde şöyle söyleniyor: “Günbegün, FSB ya da SBP’nin ajanı olarak çalışan veya casusluk yapan gazetecilerin ve basit arzuları için ahlaki değerleri hiçe sayan bir yazarlar ordusunun yardımıyla, Rus iş dünyasında yer alan az sayıdaki “oligark” hırsız, dolandırıcı ve hatta katil olarak ilan edildiler. Bu arada, hakiki oligark gücünü elde etmiş ve hiçbir banka hesabında görünmeyen milyonlarca ruble parayı ceplerine indirmiş gerçek ciddi suçlular, FSB, SBP, FSO, SVR, Merkezi İstihbarat Dairesi (GRU), Başsavcılık, Savunma Bakanlığı (MO), İçişleri Bakanlığı (MVD), gümrük birimleri, vergi polisi ve benzeri Rus devletinin baskı rejimi kurumlarında yönetici masalarının ardında oturuyordu./ Rus iş dünyasının ve ülkenin siyasi hayatının gerçek oligarkları, gri kardinalleri ve gölge yöneticileri işte bu insanlardı. Kontrolsüz ve sınırsız gerçek güce sahiptiler. Çalıştıkları birimlerin kimlik kartlarının kendilerine sağladığı sağlam himayenin arkasında, gerçekten dokunulmazlardı. Muntazaman resmi pozisyonlarını suiistimal ediyor, rüşvet alıyor, çalıyor, astlarını suç faaliyetlerine bulaştırıyor ve haksız bir şekilde elde ettikleri tüm bu paraları biriktiriyorlardı./ Bu kitap, modern Rusya’nın en mühim problemlerini, devlet başkanı olarak Yeltsin’in liberal dönemlerindeki radikal reformlarının sonuçlarından yola çıkarak değil, bu reformlara karşı Rus gizli servisleri tarafından açıkça ya da el altından gösterilen direnişleri açıklayarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Rusya’yı demokrasi yolundan çıkararak diktatörlük, militarizm ve şovenizm istikametine sokmak için Birinci ve İkinci Rus–Çeçen Savaşlarını çıkaranlar da onlardı. Birinci ve İkinci Rus – Çeçen Savaşları için gerekli koşulları sağlamak için Moskova’daki ve diğer Rus şehirlerindeki bir dizi gaddar terörist saldırıları da operasyonlarının bir parçası olarak organize edenler onlardı./ Eylül 1999’daki bombalamalar, özellikle 23 Eylül günü Ryazan’da engellenen terörist saldırı bu kitabın ana konusunu oluşturmaktadır. Bu patlamalar, esas amaçları mutlak iktidar olan Rus devlet güvenlik kurumlarının taktik ve stratejilerini takip etmek için en belirgin ip uçlarıdır." (İçkerya)


"Evet, milletler camiası dediğimiz Birleşmiş Milletler’de nüfusu sadece 50 binlerde olan Saint Kitts ve Nevis, sadece 30 binlerde olan Liechtenstein, Monako ve San Marino, sadece 20 binlerde olan Palau ve sadece 10 binlerde olanTuvalu da eşit haklara sahip üye devletler…”

“Bugün 27 üyeli Avrupa Birliği’nde örneğin Lüksemburg, Malta, Kıbrıs, nüfusu yarım milyon civarında olan devletlerdir.” “47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, örneğin San Marino, Monaco, Liechtenstein, Andorra dört devlettir."

Doğan Özgüden, 31.7.2025, https://artigercek.com/yazarlar/dogan-ozguden/cine-turkistan-ya-buradaki-kurdistan-337594


“Dilbilimci Goichi Kojima aşağı yukarı 6 bin dilin gramerini biliyor. Zaten dünyada da aşağı yukarı 6 bin dil var. (Bunların pekçoğu bir iki kuşakla ölecek.)” “Sözlük 2072 sayfa, 50 bin kelime. Hazırlanmasında Goişi’ye 15 kişi eşlik etmiş, kendi Lazca lehçelerine hakim kişiler bunlar.” “Komutan şu bilgiyi veriyor ama: “Her zaman peşinizdeydik, nereye gitseniz sizi izliyorduk, yaylada, köyde, dağda…”” MUSTAFA ALP DAĞISTANLI, 

https://www.diken.com.tr/lazcaya-el-verip-gonlunu-kaptiran-japon/

*

Aslında özellikle “insan hakları” çağı sayılan bu son dönemde Çeçenistan’da yaşananlar dünyada var olan ikiyüzlülüğü/çifte standardı ve güç karşısında hak ve insanlık kavramlarının keyfi olarak kullanılan politik araçlar olma dışında pek fazla bir anlamı olmadığını başka hiçbir yerde örneği bulunamayacak bir açıklıkla gözler önüne sermiştir.

Pişkince ikiyüzlülüğün zirvesi sayılabilecek bir tavrı da, 1994 sonrasında en az on yıllık dönemde Çeçenistan’da defalarca yukarıda belirtilen türden sivil katliamları gerçekleştiren Rusların en önde geleni olan Putin, 2024’te İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlar karşısındaki samimiyetten yoksun olduğu kuşkusuz olan, ancak gayet doğru sözler içeren şu açıklamasıyla ortaya koymuştur.

*

“Putin, İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki katliamlarına sert tepki gösterdi. İsrail'in toplu cezalandırma yönteminin mazur görülecek bir yanı olmadığını söyledi.” “Putin’in kızı da "Rusya insan merkezli bir toplum" demiştir.” (Kanal 24)

*

p.3. Çeçenlerin Büyük Suçu: Organize Olamamak

Modern dünyanın şekillendiği son beşyüz yılın ikinci yarısında yaşananlar Çeçenlerin her türlü varlığını ve değerini tahrip etmiş ve Çeçenlere kendi değerlerini gereğince araştırma, muhafaza etme, yaşama, geliştirme ve anlatma imkan ve fırsatı tanımamıştır.

Çeçenlerin son iki yüz elli yıllık bu dönemdeki yoğun acıları, bölgesel ilişki ve koşulların yanısıra, elbette esas itibariyle büyük ölçüde Rus yayılmacılığından kaynaklanmıştır.

Ancak bu acılara ilişkin sorumlulukta önemli bir payın, birlikte olup kendi ülkelerinde asayişi sağlayarak sağlıklı bir iç düzen oluşturamayan Çeçenlerin kendilerine ait olduğu da kuşkusuzdur. Bu durumun en belirgin görünümü güncel olarak 1991 sonrasında ortaya çıkmıştır. Özellikle Rusların Çeçenistan’da bulunmadığı 1997-1999 döneminde Çeçenistan asayiş açısından yaşanamaz bir bölge haline gelmiştir. 1997 yılı başlarında Grozni’de 6 Kızılhaç görevlisinin öldürülmesiyle başlayan ve aynı dinin farklı iki anlayışı arasındaki çekişmeler eşliğinde süren olaylarda fidye için adam kaçırma ve insan öldürme günlük sıradan olaylar halini almıştır. Ne yazık ki Çeçenler bu dönemde ülkede asayişi sağlayamamış ve Rusların kendileri hakkındaki doğru olmayan olumsuz anlatımlarına inanılırlık kazandırmışlardır. 

Bu da Çeçenlerin, özü kimseye baş eğmemek olan, toplumsal anlayışından kaynaklanmıştır. 

Evrensel insan yapısı Çeçenlerde de elbette aynıdır. Olumlu da, olumsuz da vardır.

Çeçenlerin kendilerine özgü olan yanı ise toplumsal gelişmede geç, yani “ilkel”, kalmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Dağlık ve ormanlık bölgeye nüfuz etmenin zorluğu yüzünden yüzyıllar boyunca bölgeden gelip geçen saldırganların muhtemelen fazla uğraşmaya değer görmemesi nedeniyle, yani coğrafyanın sağladığı bir tür “imkan” nedeniyle, çeşitli saldırılara rağmen nispeten “özgür” kalabilen Çeçenler, nüfuz edilmeyen hiçbir yer bırakmama anlayışı ve bunu sağlamaya yarayan başta top olmak üzere teknik imkanların oluştuğu yeni dönemde Rus saldırganlığına karşı uzun yıllar boyunca direnirken toplumsal gelişmede geç, başka bir ifadeyle daha “ilkel” kalmışlardır.

Çok yetenekli insanları ve özelde de yazarları olmasına karşın gerekli imkanları sağlayıp kendi “Tolstoylarını” yaratamamışlardır.

Bilim adamlarını yetiştirememişlerdir.

Direnişin temel motivasyonu dinsel anlayış olmuş, dünyevi yaşam büyük ölçüde gözardı edilmiştir.

Çeçen kültüründe çok güçlü ve hatta gereğinden çok daha fazla güçlü olan bu kimseye baş eğmeme anlayışını çok iyi tespit eden Yaşar Kemal 4 kitaplık bir eserinde Osmanlı/Türkiye’nin küçük bir yerleşiminde nüfus memuru olan “Çeçen Hanı” Üzeyir Han/Bey ve Kabartay Poyraz Musa tiplemeleriyle Çeçenlerdeki belirtilen anlayışın bir yönüyle nasıl trajikomik bir hale dönüştüğünü de vurgular tarzda bir göçmen Çeçenin yeni yurdundaki durumunu çarpıcı bir şekilde şöyle ifade etmektedir. (Kemal, Fırat Suyu, s. 21-50, 283-285)

*

"Nüfus memuruna gelince gariban bir kişi. Onu öldürsen rüşvet yemez. Bes onu öveceksin. Onun dedesi Çeçen Hanı mıymış, Beyi miymiş neymiş. Diyeceksin ki ona senin soyunu bilmeyen var mı… Bunları duyunca senin ayağının altına toprak olur. Senin için canını bile verir." "Sonunda... başladı:/ "Muhterem Üzeyir Bey Hazretleri... biz Dağıstandan Anadoluya geldik, Toros dağlarının Uzunyaylasına, yani Binboğa dağlarının, Kayserinin Pınarbaşı kazasının Kaynar nahiyesine yerleştik. Biz Kabartay Çerkezleriyiz. Ne yapalım, biz Kabartaylar hep köleyiz... Poyraz Musayım. Buraya gelince duydum ki siz bir Çeçensiniz ve de Çeçen Hanlarının şecereli soyu, son Çeçen Hanının bihakkın evladısınız… Ne yapalım, biz Çerkez milleti, sizin gibi Hanlar da, bizim gibi köleler de bütün dünyaya sürüldük, dağıtıldık, perişan edildik... zulüm gördük, insanlığımız elimizden alındı."/... konuşuyor... titriyordu. Nüfusçuysa hiçbir tepki göstermiyor, gene öyle taş gibi hiç kıpırdamıyor... bekliyordu./ "Çarlar bizi... dağıttı... gene de başımızı dik tuttuk..."/ Başımızı dik tuttuk derken Poyraz Musa, Üzeyir Beyin gözleri önce derinden gelen bir ışıkla parladı, sonra ıslandı, sonra da göz çukurlarına birer damla yaş geldi oturdu. Poyraz Musa da neredeyse kendi anlattıklarına ağlayacaktı. Kendini zor tutuyordu./ "Evet, Han Hazretleri, şimdi ben burada, bir kasabada nüfus memurluğunun küçük bir odasında, kurt yemiş, bacakları kırık bir masaya oturmuş ali bir Hanla karşı be karşı duruyor, heyecanımdan tir tir titriyorum... O, ulu Kafkasın, ulu Çeçenin Hanıdır... Hanın karşısında hürmet ve sadakatle, bir teba olarak eğiliyorum."/ Poyraz Musa, önce masanın gıcırdayarak bir kalkıp bir indiğini, sonra sandalyenin devrildiğini, odanın sallandığını, arkasından dağ gibi posbıyığın üstüne abanıp onu kucakladığını gördü, başı döndü. Nüfus memuru aldı, onu masanın önündeki sandalyaye oturttu./ "Konuş oğlum. İşte biz böyle olduk. İşte bizi, Han olsak da, Kartal, Padişah olsak da kader bu hale getirdi."/ Buyuran bir sesle:/ "Konuş!" dedi.” (Kemal, Fırat Suyu, s. 21, 34, 35)

*

Anlatılan özellik trajikomiktir. Yaşar Kemal komikliğini öne çıkarmış, ancak trajik tarafını Çeçenler sürekli yaşamaktadır.

Tarihin geçmiş dönemlerinde kalmış olan bu anlayışı terketmekte Çeçenler geç kalmışlardır. Bu da organize olmaktan uzak kalmayı getirmiştir.

Dünyanın büyük değişim geçirip milletlere olağanüstü imkanlar sağlayan günümüz devlet yapılanmalarının oluştuğu bir dönemde Çeçenler bu geç kalma nedeniyle feodaliteye bile geçememişlerdir. Bölgede çoğu Ortadoğu ve Asya kaynaklı prens, pşı, kont, dük, bek, han, sultan, şemhal, masum/mahsum, molla, imam, şeyh, kadı, müftü gibi unvanlara sahip çok sayıda güç odağı olmasına karşın Çeçenlerde benzer bir güç odağı oluşamamış, yani Çeçenlerin bir “ağa”sı bile olmamıştır. Başka hiçbir modern siyasal yapıyı da oluşturamamışlardır. Dolayısıyla çok büyük bir imkan olan organizasyonun gücünden, başka bir deyişle derebeyleri dahil her türlü organizasyonun sahip olduğu game of thrones/“güç oyunlarında” gerekli olan diplomatik/politik esneklik ve yetenekten yoksun kalmışlardır.

Baş eğmeme anlayışıyla kendi güçlerinin oluşmasına fırsat tanımayan Çeçenler hep başkalarının gücüne boyun eğmek durumunda kalmış, hatta başkalarını kendileri getirip kendilerine baş yapmışlardır.

En büyük övünçleri olan “kimseye baş eğmeme” anlayışı Çeçenlerin en büyük handikabı olmuştur.

Bilim ve düzen konusundaki yetersizlikler benzer şekilde Osmanlı için de önemli bir sorun oluşturmuş olmalıdır. 1820’lerde Osmanlı’nın Anapa’daki yetkilisi olan Paşa için şunlar söylenmiştir: 

*

“Paşa… Avrupa’nın ne denli güçlü olduğunu bir türlü anlayamıyordu… Bunların hiçbir coğrafya bilgisi yoktu; onlara harita üzerinde bir şey anlatarak fikir vermem imkansızdı… Paşa hazretlerinin milyon hakkında hiçbir fikri yoktu. Yani milyon nedir bilmiyordu! Ona parmaklarının yardımıyla on kez yüzbini toplamasını öğretmeye çalıştım…/ Sonuç sıfırdı. Hiçbir şey anlamadılar ve hepsi iki eline bakıp kaldı. Sonunda bir çözüm buldular ve “çook” dediler.” (Marigny, s. 115)

*

En yetkili görevlilerden birinin durumu böyle olunca Osmanlı’nın Ruslar karşısında 18. asırdan itibaren sürekli mağlup olması elbette kaçınılmaz olmuştur, ki özellikle bilim ve iç düzen açısından durumun Çeçenler açısından daha vahim bir seviyede olduğu da kuşkusuzdur.

Tarihin hiçbir döneminde birlikte olamamış olan Çeçenlerin birlik olmalarını engelleyen kişilik/benlik özelliklerinin 1994’te başlayan güncel Rus saldırılarına karşı mücadele dönemindeki yansımasından bir kesit Ahmet Zakayev’in Zapt Et Ya Da Yok Et adlı eserinde içeriden birinin gözüyle çok çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır, ki ibretliktir. (Zakayev) 

*

“Çeçen direniş tarihinde yenilgilerin başlıca sebeplerinden birisi, bencilliğin, bireyselliğin, hasetin, çıkarcılığın öne geçmesidir. Her dönemde, belirtilen sebeplerle özdeşleşmiş Çeçen hainleri olmuştur.” (Kutlu-Direniş, s. 24)

Görünür hedefler aynı olsa da  “ideolojik uyumsuzluklar, çelişkili ya da çapraz ilişkiler, farklı öncelikler ya da tercihler bütünlüğü bozabiliyor.” (Taştekin)

*

p.4. Komşulardan Çeçenlere: Destek Değil Köstek

Çeçenistan’da güncel olarak yaşananlar bir çok açıdan sanki tarihte yaşananların bir bölümünün tekrarı gibidir. Rus saldırganlığı ve bölge halklarının tavrı aynen tekrarlanmıştır. Güncel Rus saldırıları sırasında Çeçenlerin batı ve kuzey komşuları olan Oset ve Kabartayların toprakları tarihte olduğu gibi Çeçenlere saldırı üssü olarak kullanılırken, Çeçenlerin doğu komşuları olan Dağıstanlılardan da, yine tarihte olduğu gibi Çeçenlere en büyük zararı veren, günümüzdeki adı Vahhabilik olan, destek görünümlü dinsel kaynaklı bölücülük gelmiştir. 

Ve ayrıca, ne acıdır ki, geçmişte olduğu gibi, güncel Rus saldırıları yüzünden sığınmacı oldukları durumlarda dahi, Çeçenlere, dünya genelindeki duruma benzer şekilde, bölgede de, İnguşlar dışında komşular dahil yardım eli uzatan olmamıştır. 

O dönemde zor durumdaki Çeçenlere bir ölçüde yardımcı olan ise, “din kardeşi” islam dünyası değil, zoraki de olsa sınırlı sayıda Çeçen göçmeni kabul eden Avrupa dünyası olmuştur. 

Güncel olarak yaşananlar, göç dahil diğer birçok açıdan da geçmişle benzerlikler taşımaktadır ve bu yüzden geçmişi anlamak için bugüne iyi bakmak gayet aydınlatıcı olacaktır.  

*

“Rusya'nın Kafkasya'ya yönelik tutumu ondokuzuncu yüzyıldan beri değişmemiş ve uluslararası toplumun tutumu da Rus-Çerkes Savaşı esnasındaki İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu'nun tutumundan çok da farklı değildir. Pek çok anlamda Kafkasya Savaşı halen devam etmektedir.” (Richmond, s. 229-237)

*

Elbette bölgede göz yaşartan fedakarlık ve dostluk örnekleri de görülmektedir. Bu dostluk örneklerinden biri, yine Zakayev’in eserinde yer almaktadır. Çatışmaların en yoğun olduğu Şubat 2000’de bir trafik kazasında yaralanıp ayağa kalkamayacak hale gelmiş olan Zakayev, kendi anlatımına göre, Rus müttefiki olan muhalif Çeçenler tarafından İnguşetya’ya götürüldükten sonra Oset ve Gürcü yardımlarıyla ülke dışına çıkıp hayatta kalabilmiştir. Bu durum insani temelli geniş kapsamlı bir Kafkasya Birliği umudunu canlı tutan somut bir örnektir.

*

p.5. Türkiye’den Çeçenlere Yönelik Yaklaşımlar


Son Rus saldırıları döneminde Çeçenler konusunda Türkiye’de görülen yaklaşımlar büyük ölçüde dünya genelindeki yaklaşımlarla benzer olmuştur.

Bu dönemde Türkiye’de görülen haksız/yanlış/ilginç yaklaşımlardan gelişigüzel bir şekilde seçilip, örnek olarak alınanlardan sadece bazıları şöyledir: 

*Öncelikle üzülerek belirtelim ki, silahlı Rus saldırısına maruz kalan Çeçenlerin bu dönemdeki yoğun acıları karşısında tamamı kuşkusuz içtenlikle üzülmüş olan Türkiye’deki Çeçen diasporası mensupları geleneksel anlayışlarına uygun bir şekilde paramparça bir görünüm arzetmiş, mevcut organizasyonlarda uyumsuzluklar yaşanmıştır.

Bunun sonucu da doğal olarak sağlıklı bir organizasyon yapılarak yardım konusunda yeterince verimli çalışılamaması olmuştur.

Öyle ki Çeçenlere en içtenlikle yardım etmek isteyen diaspora mensuplarından bazıları dahi bireysel olarak her biri ayrı bir organizasyonmuşçasına hareket etmiştir.

Bunlardan bireysel fedakarlıkları herkesten fazla olanlardan biri yaşamının 1994-2002 dönemini neredeyse tamamen Çeçenlere hasreden N. Gün, bir diğeri de yaşamını Mayıs 2013’te Ankara’da bir silahlı saldırıda kaybeden M. Önlü’dür. 

Bireysel davranan başkaları da olmuştur.

Bazı camiamız mensupları ise komite/dernek türü organizasyonlara destek vermekten özellikle kaçınmış ve hatta tersi yönde davrananlar da olabilmiştir.

Her türlü fedakarlıkta bulunanların yanında ne yazık ki camiamız mensuplarından parasal açıdan kuşku yaratacak söylem ve tavırları olanlar da olabilmiştir. 

Camiamız mensuplarının çoğunluğu ise gayet fedakarca bir şekilde davranmıştır. Bunlardan Rusların Çeçenistan’a yönelik silahlı saldırısının sürdüğü 1994-2007 döneminde Ankara’da birlikte yürüttüğümüz insani yardım çalışmaları sırasında her türlü takdiri hak eden özverili tutum ve davranışlarına şahit olduğum Haluk Kutlu, Ömer Akan, Riyazi Canbolat, Hamza Uğur, Şahsuvar Işık, Suphi Çeçen, Ali Işık, Ahmet Işık, Hasan Türk, Zafer Aydın, Ömer Faruk Kutlu, Barış Denge, Caner Denge, Leman Ekici, Dengiz Sönmez, Samet Aslan, Atila Doğan, İhsan Pilger, Dürdane Kurt, Nermin Aygün, Filiz Aslan, Sait Özaydın, Cevat Özaydın ve Mustafa Özaydın’a,

Belirtilen insan yardım çalışmalarımıza büyük katkı sağlayan siyasi destekleri için Abdüllatif Şener ile Mümtaz Yavuz’a,

teşekkür ediyor,

Çeçenistan’a insani yardım için yaptığımız çalışmalar sırasında çok değerli katkılarda bulunan müteveffa Reyyaz Canbolat, Necati Canbek, Şerafettin Uğur, Mustafa Önlü, Ertuğrul Akdoğan ve Burhan Erdoğan’ı,

Aynı dönemde aynı konuda müstakilen çok önemli faaliyetlerde bulunduklarına tanık olduğum yine müteveffa Nejdet Gün ve Medet Önlü’yü,

rahmet ve minnetle anıyorum.

*İlginç bir tavır da Ankara’daki Kafkas Derneği ve çevresi tarafından sergilenmiştir.

Aralık 1994’te Rus saldırısı başladığında Türkiye’deki Kafkas diasporası başlangıçta büyük ölçüde Çeçenleri destekler tarzda tutum almıştır. Bu tutumda elbette kısa bir süre önce yaşanan 1992-1993 dönemindeki Abhaz-Gürcü çatışmasında bazı Çeçenlerin fiilen Abhazların yanında savaşa katılması da etkili olmuştur. Ancak çok geçmeden Mart/1995’te bu tutum değişmiş ve Çerkezlerin büyük bir kesimini temsil eden dönemin Kafkas Derneği çevresi açıkça Çeçenlerden uzaklaşmıştır. Bunu da başta Kabartay olmak üzere Çeçenistan’a komşu bölgelerin Rus yanlısı yönetimleri sağlamış olmalıdır. 

Daha sonraları ise bu konuda daha üzücü bir durum gerçekleşmiştir. Bir toplantıda Uzak Asyalı bir “araştırmacı” imzasıyla birinci savaşta Çeçenlere destek veren Kafkas Derneği çevresinin ikinci savaşta radikal dincilik nedeniyle Çeçenlerden uzaklaştığı savunulmuş ve bu hususa Çerkesler adlı kitapta da aynen yer verilmiştir.

Bu konuda şunlar söylenmiştir:

*

"1990'lı yılların başındaki Abhazya ve Çeçenistan Savaşları'nda Kafkas diasporası birlikte hareket ederek büyük destekte bulunurken, 1999 yılındaki II. Çeçenistan Savaşı'ndan itibaren diaspora içindeki bölünmeler belirginleşmeye başlamıştır.../... 1990'lı yılların başında başlayan Abhaz ve I. Çeçen Savaşları'nda diaspora içindeki kimliğin güçlenmeye başladığı "ilk dönem", 1999 yılındaki II. Çeçen Savaşı ile başlayan ve Kafkas diasporası içinde ayrışmalara yol açan "ikinci dönem"..." "Türkiye diasporası; tıpkı Abhazya Savaşı'nda olduğu gibi, I. Çeçenistan Savaşı sırasında da birlikte hareket etmiştir". "Çeçenistan'daki savaşı yakından izleyen Türkiye diasporası ve örgütleri, 1994 Aralık ayından itibaren, Rusya'nın işgaline karşı Çeçenistan'a destek veren ve Çeçenistan lehine kamuoyu oluşturmaya yönelik faaliyetlerini artırmıştır. Bununla ilgili olarak Ankara'da; bünyesinde KADK'a benzer bir örgütlenmeye gidilerek Kafkas-Çeçenistan Dayanışma Komitesi oluşturulmuş... birinci savaş bitinceye kadar görev yapmaya devam etmiştir... Ancak bu arada KAF-DER bünyesindeki Çeçenler, dernek üyeliğinden ayrılmadan Ankara Gazi Mahallesi'nde ayrı bir yer kiralayıp, kendi derneklerini kurmuşlardır. Komite'nin en fazla ses getiren eylemlerinden birisi, 25 Aralık 1994 tarihinde Ankara'da gerçekleştirdikleri mitingdir." "Abhazya'daki bağımsızlık mücadelesi ile I. Çeçen-Rus Savaşı'nın önemli sonuçlarından birisi de şüphesiz ki; Türkiye diasporasındaki Kafkasya kökenli halklar arasında 1980'lı yıllardan itibaren başlayan ayrışmayı, geçici de olsa rafa kaldırması olmuştur. Çünkü Ayhan Kaya'nın belirttiği gibi; söz konusu yıllardan itibaren Karaçay-Balkar ve Kumuk diasporaları gibi Türk kökenli diasporalar formel Türk milliyetçiliğini benimseyerek Çerkes üst kimliğinden sıyrılma eğilimine girerlerken... bazı Çeçenler ve Dağıstanlılar da artık kendilerini "Çerkes" tanımı içinde görmemeye başlamıştır." "Türkiye'deki Kafkasya diasporasının, 11 Ekim 1999 yılında Rus askerlerinin Çeçenistan'a girmesiyle başlayan II. Çeçen Savaşı sırasındaki tutumları, I. Çeçen Savaşı'na göre daha farklı olmuştur... Abhazya ve Çeçenistan sorunları, başlangıçta Türkiye'deki diasporanın birlikteliğini sağlarken, sonradan bu durum tersine dönmüştür./ Bu dönemde KAF-DER, Abhaz dernekleri ve Demokratik Çerkes platformu gibi kuruluşlar ve inisiyatifler, radikal İslamcı bir çizgiye doğru yönelen Çeçenlerle aralarına mesafe koymaya başlamışlar ve sonuçta Kafkas Vakfı, Birleşik Kafkasya Derneği gibi kurumlara göre farklı bir yaklaşım içine girmişlerdir." (Wakizaka, Çerkesler-içinde, s. 357, 361-364)

*


Bazı doğruları içeren ancak daha önce kurulmuş olan Ankara Çeçen Derneği’nin bu dönemde kurulduğu şeklindeki anlatımda da olduğu üzere çoğunluğu yanlış olan bu anlatımda açık bir yanıltma bulunmaktadır. 


Türkiye'deki Kafkas diasporasının yazıda “KAF-DER, Abhaz dernekleri ve Demokratik Çerkes platformu gibi kuruluşlar ve inisiyatifler” şeklinde ifade edilen kısmının Çeçen “savaşları” karşısındaki tutumu yazıda anlatıldığı şekilde olmamıştır. 


Ayrılığın 1999’da ve radikal dincilik nedeniyle gerçekleştiği hususu gerçeğe tamamen aykırıdır. Hatta tam tersi daha doğrudur, bu  ayrılık yüzünden Çeçenlere verilen destek Türkiye’de radikal dinciliğe evrilmiştir. Yani sonuç ve neden terstir. En üzücü olan ise böyle bir yanıltmaya bir uzak Asyalı marifetiyle başvurulmaya çalışılmasıdır.


Aralık 1994’te Çeçenistan’a yönelik olarak başlatılan Rus silahlı saldırısına ilk anda tüm diaspora birlikte karşı çıkıp tepki vermiş, ancak çok kısa bir süre sonra, Mart 1995’te ayrışma gerçekleşmiş ve Kaf-Der çevresi açıkça Çeçenlerden uzak durmayı seçerek Çeçenleri itip kendilerinden uzaklaştırmıştır.


Mart/1995’te Ankara’da Kaf-Der merkezinde yapılan bir toplantıda net bir şekilde ortaya konulmuş ve Nisan/1995’te Eskişehir’de yapılan başka bir toplantıda da iyice pekiştirilmiş olan bu tutum radikal dincilikle de hiçbir şekilde ilgili değildir ve ayrıca o dönemde Çeçenlerde belirgin bir radikal dincilik de görülmemektedir. 


Bu tutum tamamen Rus etkisiyle oluşmuş olmalıdır.


Ruslar esas itibariyle Kafkasya’daki “Çerkez” bölge yöneticileri kanalıyla Kaf-Der çevresindeki bu tutum değişikliğini sağlamış olmalıdırlar.


Zamanında bir yayında Kafkasya’nın İki Yolu: Dudayev’in Yolu ve Rus Yolu denilerek bu konuya vurgu da yapılmıştır. (MARŞO Bülten, Ocak 1997, Sayı: 10, s. 38)


Durum böyle olduğu halde Kafkas diasporasının 1. savaşta Çeçenleri desteklediğini, ancak 2. savaşta “radikal İslamcı bir çizgiye doğru yönelen Çeçenlerle aralarına mesafe koymaya” başladığını söylemek doğru değildir, açık bir yanıltmadır.


Ayrıca anılan “araştırma” sahibi bu durumu bilmese de ilgili metnin sunulduğu toplantıdaki bir çok katılımcının gerçek durumu bildiğinden kuşku duyulmamalıdır ve bu duruma rağmen, söz konusu ifadelerin dile getirilmesi bir yana sanki gerçekmişcesine hiçbir itiraza uğramadan yayınlanması şaşırtıcı ve üzücüdür. 


Yapılan apaçık bir yanıltmadır.


Bu yanıltmaya Albayrak da katkıda bulunmuş ve bunu yaparken bir yandan da Kaf-Der çevresindeki söz konusu tutum değişikliğini sağlayan merkezin adresini sanki şu sözleriyle DÇB (Dünya Çerkez Birliği) olarak göstermiştir:

*

“Çeçen savaşının karakteri ve örgütün üye yapısı nedeniyle DÇB fazla müdahil olamadı.” (Albayrak, s. 273) 

*

*Muhtemelen büyük ölçüde Çeçen diasporasının sağlıklı bir şekilde organize olamamasının ve ayrıca Kafkas Derneği çevresinin belirtilen şekilde Çeçenlerden uzak durmasının da etkisiyle o dönemde Türkiye’de Çeçenlere destek çalışmaları Çeçenler dışındaki başka organizasyonların elinde yoğunlaşmış ve bunun sonucu da Çeçenistan’a olabilecek en kötü sonuç olan dinsel bölücülük şeklinde yansımıştır.

Türkiye’de genelde milli ve dini hassasiyetleri yüksek olan halk kesimi Çeçenleri desteklemiştir. Ancak Çeçenlere en büyük zarar, elbette niyetlerinin tersine, Türkiye’deki islami kesime mensup bazı gruplardan gelmiştir.

1995’te Rus saldırısının başlangıç döneminde günlük insani ihtiyaçları için bazı komutanlara çok küçük miktarlarda para verilmesi karşısında merhum Dudayev, böyle yaparak bizi Afganistan’a mı çevirmek istiyorsunuz, diyerek çok önemli bir hususu dile getirmiştir.

Ne yazık ki, Rusların Dudayev’i katlettikleri Nisan 1996 tarihinden sonraki dönemde tam da Dudayev’in vurguladığı tehlike gerçekleşmiş ve Çeçenistan adım adım Afganistan haline gelmeye başlamıştır.

Seçilmiş meşru Çeçen yöneticileri yerine dinsel anlayışları nedeniyle kendilerine yakın buldukları bazı Çeçenlere Dağıstan üzerinden bazı Araplarla işbirliği içinde destek sağlayan Türkiye kökenli Vahabi/Vahhabi anlayıştaki bazı gruplar bu süreçte çok önemli bir pay sahibi olmuşlardır. Bunların miktarı önemli sayılamayacak parasal yardımları esas itibariyle Çeçenler arasında “bölünmeye büyük katkı sağlamış” ve sonuçta iki farklı islami anlayışa sahip Çeçenler açıkça birbirleriyle silahlı olarak savaşır hale gelmişlerdir.

Bu da elbette Rusya’nın isteyip de bulamadığı şey olmuştur!

*

Sovyetler Birliği dağılmadan önce bölgeyi dolaştığını belirten dönemin MHP Muğla Milletvekili Metin Ergun TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun Şubat 2000 tarihli “Çeçenistan ile İlgili Rapor”unda yer alan beyanında Vahhabilikle ilgili olarak şunları söylemektedir: Bölgeyi “dolaştım ve yapılan çalışmaları gördüm, Vahhabilik hareketi vardır. Vahhabilik hareketinin temeli, 1986 yılında Tacikistan’da atıldı, hem de Nakşiler içerisinde atıldı, çok enteresandır, Ali Turani diye bir adama, Nakşi olduğunu iddia eden bir adama bu görev verildi, 1986 yılında bu görev verildi, Tacikistan’da. Önce bu Özbekistan’da yaygınlaştırıldı, daha sonra Dağıstan’da yaygınlaştırıldı ve belli merkezler kanalıyla Kafkasya’nın diğer bölgelerine yayıldı, ama, potansiyel az. Kafkasya’da potansiyel az, Özbekistan’da çok daha yoğun, onu söyleyeyim. Haa, burada etnik şey de olabilir, Özbekistan coğrafyasındaki Araplardan, Dağıstan coğrafyasındaki Araplardan temel bulmuş olabilir, Arap kökenlilerden temel bulmuş olabilir, öyle işaretler de var nitekim; ama, bu oyuna düşüldü./ Şimdi, Sovyetler Birliği dağıtılırken, her bölgeye problem bıraktılar, piyon olarak kullanılacak problemler bırakıldı.” (Ergun, TBMM Raporu, s. 89, 90)

*

*Tarihte Çeçenlerle benzer acıları yaşamış komşu halklardan olan bazı şahıslar bile esasta apaçık olan Çeçen haklılığını görmek yerine yalan yanlış bazı bilgilerde dile getirilen varlığı kuşkulu bazı Çeçen hatalarını abartıp Rus saldırısına haklılık kazandırır bir tavır içine girebilmişlerdir.

Bunun bir örneği Dudayev’i neredeyse savaş isteyen biri şeklinde tanımlayabilecek kadar ölçüyü kaçıran Kabartay kökenli Albayrak’ın UZUNYAYLA'DAN KAFKASYA'YA adlı kitabındaki şu anlatımlarda görülebilmektedir:

*

Dönemin Rus adalet bakanı olan “Yuri Kalmukov’un anlatımıyla Çeçen savaşı: ... Çeçenistan bağımsızlıkta ısrar ediyordu.” Bakanlar Kurulu’nda Yeltsin askeri müdahale dediğinde “Söz aldım; “bu anayasayı hazırlayan kurulun başkanı benim… Ordunun Parlamento kararı olmadan federal birr cumhuriyete müdahale hakkı yoktur. Anayasal suç işlemiş oluruz,” dedim. Yeltsin sinirlenerek “sorumluluk bana ait imzalamak istemiyorsanız yapacağınızı biliyorsunuz,” dedi./… “Bana beş gün müsaade edin Dudayev’le yüz yüze görüşeceğim. İkna edemezsem gereğini yaparım,” cevabını verdim. Bazı üyelerde beni desteklediler. Yeltsin kabul edince… Nalçık’a gittim… Grozni’ye gittik. Onbir saat boyunca Dudayev’i savaştan vazgeçirmeye çalıştım. Çeçenistan’a anayasada olmayan genişletilmiş siyasi ve ekonomik haklar verileceğini, sadece Rusya sınırları ve bayrağını tanıyarak ülke içinde kalmasını diğer bütün uygulamalarda tam bağımsız olacağını, bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım…/ Bazen yalvardım, bazen rica ettim… ama bir adım geri atmadı. Savaşmak için Yeltsin’den daha istekliydi. Beni Ruslardan korkmakla ve Rus taraftarı olmakla suçladı… döndüm./… istifa ettim.” (Albayrak, s. 201-212)

*

Burada anlatılana göre Rus adalet bakanı anayasaya aykırı davranan kendi başkanı Yeltsin’i anayasaya uymaya zorlamamış, nasıl oluyorsa, “Dudayev’i savaştan vazgeçirmeye” çalışmış!


Savaş isteyen de kendi iç hukukuna aykırı olduğu halde kendi halkı dediği sivil insanlara füze ve bombalarla saldıran Yeltsin değil Dudayev olmuş!


Ne demeli ki?

 

Yazar burada açıkça Dudayev'i savaş isteyen biri olarak resmediliyor: Böyle bir şey doğru olabilir mi? 


Dudayev'in tavrı savaş istemek değil, olsa olsa bağımsızlıkta ısrar sayılabilir. Bağımsızlık da o dönemde diğer birçok ulusa teslim edilen bir hak olduğu gibi Çeçenlerin de en doğal hakkıydı ve zaman da bu hakkı dillendirmenin tam zamanıydı.


Dudayev keşke biraz daha esnek ve "reel politik" olabilseydi, denebilir, ama bu durum, Dudayev'in ilkesel olarak çok doğru yerde durduğu ve yazarın mensup olduğu Adige’lerin Ruslarla ilişkilerinin bugün geldiği yere bakıldığında çok yerinde tavır aldığı gerçeğini değiştirmez, hatta Rusya'nın bugün geldiği yer Dudayev'in haklılığını açıkça kanıtlar.


İkincisi, Kalmukov, "bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım", demiş, ama peki, birçok yerde tekrarlana gelen bu görüş doğru mu ve bütün tarafların yeni anayasaya evet dediği o günkü ortamda artık bunun tutarlı bir yanı olabilir mi?


Burada dillendirilen görüş tamamen yanlıştır ve ayrıca burada Dudayev'e çok büyük bir haksızlık yapılmaktadır.


*Çerkeslerin bir bölümü 1990’larda umutla başladıkları Kafkasya yolculuk ve ilişkilerinde Çeçenlere Rus saldırısının başlamasından kısa süre sonra Mart 1995’den itibaren Çeçenlerden uzak durmaya özellikle özen göstermişlerdir. İlgililer bu durumu doğru olmayan bir şekilde Çeçen mücadelesinin radikal dinciliğe evrilmesi gerekçesine bağlamaya çalışmışlardır. Oysa asıl neden Rusları memnun etmek istemeleri olmuş olmalıdır ve sonrasında da memnun ettikleri Ruslar tarafından hayal kırıklığına uğratılmışlardır, Albayrak’ın anlattığı gibi 2010’larda Çerkeslerin umut ve hayalleri yok olup hüsrana dönüşmüştür.


Danışmanları Hatam ile Özbek’in birlik idealinin Kafkasya halklarına zarar vereceği şeklindeki ifadelerinin yanı sıra 4 Ekim 1996’da Maykop’taki bir toplantıda Rusya ile birlikte olduklarında iyi bir yaşama ulaşabileceklerine inandığı şeklindeki ifadelerinden Rusya’yla yaşamaktan mutlu olduğu anlaşılan Adıgey Cumhurbaşkanı Carım Aslan’ın sonunu da içeren sonraki dönemdeki ibretlik durumu Albayrak şöyle anlatmaktadır:

*

Rusya’da “1992 yılında özgür bir anayasa ile kurulan demokratik sistem 10 yılda iyi bildikleri otokratik çarlık düzenine evrilmişti… Rusya artık bir devlet değil sanki mafya organizasyonuydu.” “Anavatanla ilgili bütün umut ve hayallerimizi birer birer kaybederken sadece seyrediyorduk … vebalı muamelesi görüyorduk”, Adıgey’de “en tutarlı hümanist diplomat ve halkına yakın lider” olarak cumhurbaşkanı olan Carım Aslan yerinden oluyordu. 2002 seçimi doğrudan halkın yapacağı son seçim oldu. Federal “haklar kısıtlanmaya başlandı. Putin iktidarı güçlendikçe özgürlükçü insan hakları ve etnik özgürlükler kısıtlandı. Bu koşullarda DÇB’nin sivil ve liberal tavrı, etnik talepleri ve çalışma konularının çoğunun yeni Rusya’nın kitabında yeri yoktu.” 2006’da Kanokov seçilmişti, Kaffed ve bazıları “yeni Cumhurbaşkanını tebrik etmek istiyordu. Fakat bir türlü randevu alınamıyordu. Kaffed’den arandım ve bu konuda yardım istendi”, sorduğumda önüme “Kaffed’in yayınladığı bir dergiyi koydular. Kapak resminde Putin’in bir fotoğrafı ve “Katil Putin Çeçenya’dan defol” ibaresi yer alıyordu”, Kanokov’a Moskova’da gösterilmişti, “Bu nedenle randevu veremiyoruz” dendi, “Hemen bir çözüm bulduk… Tebrik programı Türk-Rus İş Konseyi adına düzenlenecekti”, Putin bu konseyin başkanı Turgut Gür’ü “bana Türkiye’yi sevdiren adam,” şeklinde takdim eder. (Albayrak, s. 235, 236, 245, 274,  278, 279; Marşo Bülten, Ocak 1997, s. 10, s. 38)

*

*Albayrak’ın yukarıdaki anlatımında da görüldüğü üzere bu dönemde Moskova’da Türk işadamları değerli görülür olmuşlardır. Öyle ki sanki doğru orantılıymışcasına Çeçenler direndikçe Türk işadamlarının Moskova’daki değeri artmış gibidir.

Bu duruma paralel olarak Türkiye ana akım medyasında da halkın büyük bölümünün aksi yöndeki eğilimine karşın Çeçenlerin itibarsızlaştırmasına yönelik yayınlar yapılmıştır.

Bu yöndeki çabanın bayraktarından biri dönemin basın amiral gemisindeki Özkök olmuştur. Çeçenistan’daki Rus vahşetine rağmen durumu “Çeçen terörü” olarak tanımlayan 11 Mart 2004 tarihli Hürriyet gazetesinde adıgeçenin bu konudaki çabasının ilginç bir örneği yer almıştır. O dönemde Ankara’ya gelen Putin’in Çeçenya konusundaki yalan yayıcısı konumundaki Rus görevli Sergey Yastrejemski ile görüşmek üzere ekibiyle özel olarak İstanbul’dan Ankara’ya gidip görüştükten sonra köşe yazısında “pahalı elbise” ve “iyi şaraplar” lafları eşliğinde eşi zor bulunur bir Rus güzellemesi yapmıştır. 

O Yastrejemski ki, uyuşturu kaçakçılarıyla işbirliği yaptığı iddia edilen ve “ara sıra, amacı ne olduğu belli olmayan, resmi görüşmeler yapmadığı ziyaretler için Türkiye’ye de” geldiği belirtilen biridir. 

*Türk medyasındaki belirtilen tavra ve Britanya’daki benzerlerine karşın dünyadan konu hakkında bir örneği aşağıda görüleceği üzere vicdanlı bazı sesler de yükselmiştir:

*

"Yeltsin'in Çeçenlere saldırısının ahlaksal savunulamazlığı barizdi ama Britanya basınında bile Rus hükümetinin eylemleri için geleneksel bahaneler bulunmuştu: "Uluslar kendi aralarında silahlı muhalefete hoşgörü gösteremez", sanki emperyal Rus Federasyonu Rus ulusuydu ve sanki Rusya "parlamentosu" kadar şüphe götüren bir otoriteye "karşı çıkmak", şu ana kadar epeyce tacize uğramış ufak bir ulusun tüm nüfusuna canice saldırmak için haklı nedenler olabilirmiş gibi. Fakat bazı Batılı gazeteciler... Rus basınında... Çeçenleri aşağılamak için kullanılan basmakalıp ifadeleri safça benimsemişlerdi: Bu "gangster devletin" insanları "kavgacı", "yasa tanımaz", "başa çıkılmaz" ve "sorunlu"ydu ve "korkusuz... hatta zalim olduklarına dair kötü bir ünleri" vardı; sanki son Rus hükümetleri bırakalım Kafkasya'yı, Moskova'da hukukun egemenliğini hayata geçirebilmişti! Bir sert eleştirinin vardığı sonuç "Çeçenistan'ın bağımsızlık iddiasının yasal geçerliliği olmadığıyla" kalmamış, "ahlaksal olarak iddiasının daha da geçersiz olduğunu" ileri sürmüştü; bunu söylerken Leninist-Stalinist iktidarın ortaya çıktığı andan itibaren açıkça ve utanmazca hukuk karşıtı olduğu (hukuksallık bir "burjuva" kavramı olarak bir kenara atılmıştı) ve SBKP'nin, Rus yurttaşlarına despotça davranışının hiçbir standarda göre yasal olmadığını göz ardı etmekteydi. Eğer yüzyıllarca sürmüş acımasız emperyal fetih, Bolşeviklerin tekrarladığı boyun eğdirme ve Sovyet rejiminin tehcir ve baskıları ahlaksal bir vakaya yol açmıyorduysa, başka neyin açabileceğini düşünmek epeyce zordur. Kafkasya'nın kan davası buyruğu bile... Rusya adına tabi olacakları, önceden planlanmış barbarlıktan daha saygıdeğer idi". "Çeçen ve İnguşların kendi kültürleri hakkında yazdıkları saygı sebebi olmaktadır.../ Birçok insan Vaynahların özelliklerinden birinin tez canlılık olduğunu düşünmektedir ki bu reddedilemez. Fakat belki de tam olarak bu yüzden Çeçenler ve İnguşlar sabır, sebat ve özkontrol gibi özelliklere her zaman hayran olmuşlardır... Vaynah toplumunda kolay öfkelenmek ve özkontrol yoksunu olmak, kendisine saygısı olan biri için yakışıksız bulunarak her zaman kınanmıştır. Zor şartlar, dayanıklı olmamak, rahatına aşırı düşkünlük ve açgözlülük Çeçenler tarafından iyi yetiştirilmemiş insan özellikleri olarak görülmüştür... diğer yandan, konfor ve yiyeceğe karşı talepkar olmamak, azla yetinmek, irade sahibi olmak ve zorluklara katlanmak... yüksek niteliklerdir... Bir Çeçen veya İnguş birisini "sabırlı bir insan" (sobare stag) olarak adlandırdığında bu büyük bir övgüdür". "Lieven onu ağırlamış olan Çeçenler hakkında şöyle yazmaktadır: Onları çoğu kez "rahatsız edici ve korkutucu" bulmuşsa da, "… Çeçenler arasına gitmenin... soğuk ve fırtınalı ama aydınlık ve bir bakıma normal varoluşu aşan bir sabaha gitmek olduğu... anlamına geldiğini hiçbir zaman yitirmedim... Çeçen halkına, neredeyse sanki cesaretin kendisine bakıyormuş gibi bakmaya alıştım; herhangi bir şekilde adalet veya ahlaka gerekli ilişki olmadan ama sadece görmek güzel olduğundan."..." "Putin, Çeçen halkını sonunda bir "terörizme karşı savaşla" ezmeyi kafasına takmıştı... Politovskaya'nın belirtmiş olduğu gibi, bunun "basit bir doğal sonucu vardı: Hiç kimsenin artık suçsuz olmaması. Bugünün Rusya'sında bu, güvenlik birimlerinin suç yüklemek istedikleri herkesin suçlu bulunması anlamına gelecekti. Hükümet bir 'terörist karşıtı' engizisyon, Beslan trajedisinden yararlanmaya çalışan Putin'in siyasi azgınlığı için bir terörist karşıtı terör hazırlamaktaydı."… okula saldırmaktan sorumlu tüm görevliler temize çıkarılmıştı.../... Putin... Acımasız Beslan "çocuk katillerini" kınarken, ikiyüzlüce bir şekilde, Çeçenlerin aksine, Rus birliklerinin acımasız çocuk katliamlarından suçlu olmadıklarını iddia etmiş, Rusya'nın... canice "temizleme" operasyonlarını göz ardı etmişti... En şaşırtıcı olan, "Çeçenistan'daki Rus politikaları ile Beslan'daki olaylar arasında bir bağlantı olmadığını" ileri sürmesiydi.../ Rus-Çeçen savaşı... İnguşya'yı... bir cehenneme çevirmişti... yoksun kalmış binlerce evsiz Çeçen 1999 Kış'ında Vaynah komşularına sığınmaya çalışmıştı. Onlara bir tür barınma seçeneği sağlanmıştı: "Mülteci kamplarında (tavuk ve eski hayvan yetiştirme çiftlikleri, mahzenler, çadırlar ve açıkta kamp ateşleri etrafında) geçirdikleri bir ay içinde, düzenli yemekleri veya yıkanacakları yerleri, herhangi bir işleri olmayan... çaresizce sadece sağ kalmaya çalışan binlerce insan hayata derinden küsmüştüler."… Karabulak yakınındaki bu yer, evsiz insanlara, Vladikavkaz ve Mozdok'tan fırlatılan, göğü yırtarak geçen ve günlük hedefleri olan Grozni'nin harap cadde ve kalabalık pazarlarında patlayan düzenli roket ve "Dolu" füzelerini seyretmelerini sağlamaktaydı". (Forsyth, s. 778, 779, 783, 784, 811-813)  

*

*Türkiye devlet olarak Çeçenistan’ı “Rusya’nın içişi” sayarak genelde aynı şekilde Rusya’yı üzmeyecek “reel” politika izlemeye dikkat etmiş ve özellikle 1999’dan sonraki dönemde Türk devlet görevlilerinin Çeçenlere karşı tavırları çoğunlukla olumsuz olmuştur.  

Öyle ki TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun Şubat 2000 tarihli “Çeçenistan ile İlgili Rapor”unun çalışmaları sırasında bir milletvekili tarafından Dışişleri’nin bir notuna atfen “bir yönüyle de, Rusya’nın, Çeçenistan’a müdahale etmesini mazur gösterecek bir tablo çiziliyor burada” bile denilmiştir. (TBMM Raporu, s. 77) 

Osmanlı döneminde olduğu gibi doğal ve haklı olarak siyasi anlamda gayet reel bir yaklaşımla hareket eden Türkiye maalesef 1999 yılındaki bir yaklaşımında görüldüğü üzere insani açıdan da Çeçenlere karşı zaman zaman katı tavırlar takınmıştır.

Günümüzde milyonlarca mülteciyi barındıran ülkemiz, 1999 yılı sonundaki yoğun Rus saldırısından kaçıp can havliyle Gürcistan’dan Türkiye sınırına gelen çoğu çocuk ve kadın olan “din kardeşi” Çeçenlerden sadece yaklaşık 1000 kişi civarında olan bir grubu tüm çabalara karşın pasaportları olmadığı için ülkeye kabul etmemiştir. Bu olaydaki tavrı nedeniyle bir yönüyle ülkemizin vicdanı sayılması gereken Besim Tibuk, bu Çeçen grubun ülkeye kabul edilmesi için gösterdiği çabaları ve sonunda ancak Rus istihbaratına rüşvet verip aldığı pasaportlarla onların ülkeye turist olarak girişlerini nasıl sağlayabildiğinin çarpıcı hikayesini Fatih Vural tarafından hazırlanan Besim Tibuk Asabı Bozuk Liberal Liberal Demokrat Parti ve Kıbrıs adlı kitabın Tibuk’un Çeçenleri başlıklı bölümünde anlatmaktadır. (Vural, s. 307-322) 


Kısa bir süre sonra 2010’larda Suriye “olayları” döneminde milyonlarca göçmene kucak açacak olan Türkiyede o dönemde çok zor durumdaki Çeçenlerden ne yazık ki sadece 2.000 kadarı, o da turist statüsünde barınma imkanı bulabilmiştir. O dönemde evleri başlarına yıkılan Çeçenlerin büyük kısmı din kardeşi islam ülkelerine değil Avrupa ülkelerine sığınabilmiştir.

*TBMM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1999 tarihli Çeçenleri konu edinen bir toplantısında dönemin hükümet ortağı MHP adına konuşan İsmail Köse “Rus lobisi” sözünü gerekçe yapıp, Çeçenlerden yana olduklarını söylemesine karşın, Çeçen karşıtı bir tavır sergileyerek, son derece ibretlik bir tutumla, sonraki iktidar dönemlerinde “unutmasına” rağmen o dönemde Çeçenleri savunan Abdüllatif Şener’e fiilen saldırmaya dahi kalkışmıştır.

*Türkiye’de sol kesim genelde çok yaygın olan kısır bir bakış açısıyla Rusya’yı sadece ABD emperyalizmi karşıtı bir güç olmaktan ibaret gören anlayışla değerlendirip insanlıkdışı Rus vahşetini mazur ve hatta haklı görmüştür. 

Çok çeşitli türlerde ortaya çıkan insanlık kavramından tamamen uzak bu anlayışın sadece ibretlik bir örneği Çeçenleri ABD’nin “vekaleten” savaşçısı olarak niteleyen Savran’ın hiçbir haklılığı olmayan şu ifadelerinde görülebilmektedir:

*

"ABD'nin Rusya'yı, başka güçlerin kendisi adına vereceği "vekaleten savaşlar" ile uğraştırarak... boğmayı hedefleyeceğini görmek gerekir. Elbette bu "vekaleten savaşlar"ı verecek olanlar, başlangıçta muhtemelen Çeçenistan vakasında olduğu gibi Rusya'nın içinden ya da "yakın çevre"sinden güçler olacaktır." (Savran, s. 235)

Aslında iddianın tersi daha doğrudur, muhtemelen ABD aparatı olan “vekalet savaşçısı” az sayıdaki siyasal islamcı Çeçenler arası savaşa yol açarak büyük ölçüde Rusyaya yarar sağlamıştır.

*


“Mashadov ismindeki subay, birbirine kin besleyen komutanlarını kontrol altında tutacak bir karaktere sahip değildi. Çeçenlere yardım için gelen Arap cihad savaşçıları paraları etrafa saçtılar, etrafta parlak yeni arabalarıyla gezdiler ve kolay para kazanmak isteyen insanlardan özel ordular kurdular./ Şiddet yanlısı olmayan yabancı sempazitanlar... Çeçenistan'dan uzaklaştılar... Kızıl Haç'ın altı yabancı yardım gönüllüsü uykularında öldürülmüşlerdi. Mashadov daha seçilmemişti bile./ Gelir kaynaklarının kısıtlı olması nedeniyle daha fazla kişi Basayev'in yönetimindeki aşırı uçtaki kişilerin ellerine düştüler. Mashadov şeriat kanunlarını kısmi olarak uyguladı... Bağımsızlık rüyası kanunsuz katliamların, adam kaçırmaların ve her türlü fenalığın bataklığında boğuldu./... Basayev'in Dağıstan'ı işgali... Rus halkı onların inkarlarına inanmadılar. Otoriteler ülkede katillerin örgütlenmesinden Çeçenistan'daki kargaşayı sorumlu tuttu ve Rus halkı intikam almak istedi.” “1999... yeni Çeçen savaşı Çeçen'i Çeçen'e düşürdü. Kardeşi, kardeşe. Her iki tarafın da ortaya koyduğu vahşet aileleri bölmeye ve bir ulusu parçalamaya yetti.” "1994-1996... Çeçen ulusal birliği uzun sürmedi. “Ahmet Kadirov... Basayev.” “İki adamın da barış zamanında büyük etkileri olmuştu... Şubat 1997'de, Kadirov devlet memuru olarak çalışan kadınların örtünmeleri gerektiğini ilan etti... Mashadov... İslami kuralları uygulamaya başladı./ Fakat, daha derinlerde, çatışmalar oluşmaya başlamıştı. Arap gönüllülerince ve  Suudi elçiler tarafından Çeçenistan'a getirilen İslam'ın daha tutucu biçimleri, Kadirov gibi Çeçenistan'da geleneksel İslam'ı yönlendiren ve yeni ortaya çıkan tavırları kendi pozisyonlarına tehlike olarak gören daha yumuşak Sufiler tarafından sevilmiyordu. Gerçek dini farklılıklar az gibi görülebilir ve çoğunlukla dua ederken çok küçük farklılıklar olabilir, fakat bunlar inanç sahibi insanların takip etmek istedikleri politikalar konusundaki büyük anlaşmazlıkları perdeleyen şeyler./ Sofu Vahhabiler, Suud parası ile beslenen, askeri uygulamalara yatkın ve barışta da savaş durumunu etkin olarak kullanmaya istekli çoğunlukla genç insanlardı. Şüphesiz başlarında... Basayev vardı. Suudi parasına erişme imkanı olan Khattab adında bir Suudi cihat savaşçısı ile işbirliği içindeydi. İkisi birlikte hatırı sayılır büyüklükte özel bir ordu oluşturabilmişler ve zaten savaşla zarar görmüş bir halkı tekrar birbirine düşürmek tehdidini ortaya atmışlardı./ Kadirov, Vahhabilere karşı olan Çeçenlerin başına geçmişti.../ Belki de ülkede yalnızca birkaç düzine yabancı Müslüman gönüllü vardı, fakat etkileri... büyüktü. Kadirov... Ekim 1998'de arabasında bir bomba patlayıp... Anlaşmazlık kişisel hale dönüşmüştü. Çeçenistan adam kaçırmalarla ve bombalamalarla... eş anlamlı hale gelmişti. Artık çatışmalar daha örgütlüydü. Mashadov çökme yaşanmasından korkuyordu... taraf tutmaktan kaçınmıştı./... Mashadov ne yaptığını bilmiyordu./... Ağustos 1999'da... Basayev ve Khattab savaşçılarını Dağıstan'a gönderdiler... ne yönden bakarsan bak, aptalca bir şeydi... barış anlaşmasının umarsızca bozulmasıydı”, “yüz binden fazla asker Çeçenistan'a girerken Mashadov ve Basayev'in güçleri Grozni'yi savunmak için birleştiler... İlk kez, saldırıya uğrayınca Çeçenler hep birlikte savunmaya geçmediler. Kadirov'un başka planları vardı./ O ve... Yamadayev ailesinin de içinde olduğu müttefikleri Gudermes kasabasını dövüşmeden verdiler.../ Daha sonra Kadirov, Moskova'ya gidip Putin ile görüştü. Belki de Putin ne kadar şanslı olduğuna inanamamıştır bile. Bu denli üst düzey ve saygı gören bir Çeçen liderin... baskı olmasına gerek kalmadan taraf değiştirmesi, bakanlar kurulu toplantısını yarıda bırakacak kadar önemli bir hareketti./ Ve 18 Kasım'da Putin de böyle yaptı. Bakanlarından onları beklettiği için özür diledi. "Gudermes halkının isteği üzerine yola çıkan, Çeçen Cumhuriyeti'nin müftüsü Ahmet Kadirov'un Moskova'ya ve hükümete gelişi ve bir toplantı isteğinde bulunması ile ilgili olarak beklenmedik bir olay yaşadık," dedi, Putin.” “Kadirov... Önerisi Çeçen halkını bölmekti.” “Kadirov'la birçok kez karşılaştım ve her zaman dürüst ve düzgün bir insan olduğunu düşündüm; fakat burada çok safça davrandığına inanıyorum.” “Mashadov, Kadirov'un bir işbirlikçi olduğunu ilan etti... cezası... ölümdü. Diğer yandan, Kadirov, Basayev ve Khattab ve diğer "haydutlar ve katiller" ölmeden huzur bulmayacağını söylemişti./... öleceklerdi. Ve 25.000 vatandaş da onlarla birlikte ölecekti... 200.000 veya daha fazla Çeçen... sürgüne gidecekti. Bir avuç adamın bir anlaşmaya varma konusundaki başarısızlığını tüm ülke çok ağır ödedi. Ve bunda herkesin suçu var./... Bu tamamen vahşet dolu bir savaş olacaktı." (Bullough, s. 372-374, 387, 391, 401-407)

*

*Türkiye’de Balta örneğinde olduğu gibi, Çeçenler arasındaki büyük ölçüde yapısal anlayıştan kaynaklanan ayrışmayı kaynak bölüşümü sorunu olarak tarif ederek meseleyi şematik hale getirenler de olabilmiştir.

*


“Çeçenleşmeyle birlikte çatışma, Çeçenler ve federal ordu arasındaki bir savaştan, kaynakların bölüşümü üzerinden yürüyen Çeçenler arası bir savaşa dönüştürüldü.” “Çeçen milliyetçiliği ile uğraşmak adına federal devlet, neredeyse bağımsız bir Çeçen devleti yarattı ki bu devlette egemenliğe ihtiyaç yoktu.” (Balta)


*

p.6. Son Durum


Günümüzde, 2020’li yıllarda, Çeçenler Rusya bünyesinde yer almakla birlikte büyük ölçüde asayiş sağlanan bir ortamda yaşamaktadırlar. Bu güncel Çeçenistan’ın çok olumlu bir yönüdür.

Ancak, ne yazık ki hukuk ve insan hakları yönünden arzulanan/istenen bir düzen sağlandığını söyleyebilmek henüz zordur, temennimiz hak ve insanlık kavramlarını değerli gören bir anlayışın yönetimde bir an önce egemen olmasıdır.

*