23 Nisan 2024 Salı

MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU

Bernard Lewis, Güncel İngilizce III. Edisyon Çevirisi, 10. Baskı, 2018, Çeviri: Boğaç Babür Turna, arkadaş Yayınevi, Ankara


Arka kapak yazısına göre, ilk baskısı 1961 tarihli olan kitapta “Türklerin son 250 yıllık çağdaşlaşma serüveni” yorumlanmıştır.

“Türk milletinin bin yıl önce Çin’den vazgeçip İslamiyet’e yöneldiğinde başlamış olan Batı’ya doğru yürüyüş, şimdi de İslami mirasın büyük bir bölümünden vazgeçerek Avrupa’ya yönelmiş, artık Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın Türkler için aynı anlama gelmesiyle Avrupai hayat tarzı Türklerin gündelik yaşamında yer etmiştir.”

*

Büyük ölçüde önemli bilgiler ve ilginç yorumlar var.

Ve büyük ölçüde İttihatçı-Kemalist bakış açısı egemen.

*

Kitaptan bazı notlar şöyle:


“Adadolu’da kapsamlı ve sistemli bir Türk kolonizasyonunun olduğu kesindir. Ancak bu sırada yerli halk ne yok edilmiş ne de tamamen sürülmüştür. Rumların üst sınıfı ve kültürel katmanı yerinden olurken, eski yerleşimciler de zamanla, bu kez İslami ve Türk unsurlar içinde eridi. Aslında kendi kültürlerinin bir kısmını… sürdürdüler.” (Lewis, s. 7, 8)


“Osmanlı sultanları… bir bölgeden başka bir bölgeye sürgün etme yöntemine sıklıkla başvurdular. Bu zorunlu göçler zaman zaman cezalandırma maksadıyla, bazen de siyasi, ekonomik ve askeri amaçlar için yapılıyordu. Örneğin yeni fethedilmiş topraklara ya da yeterince ilgi görmeyen bölgelere nüfus kaydırılırdı.” (Lewis, s. 15, 16)


“Osmanlı ordusu İran’ın içlerine ilerleyemedi…/ Doğu denizlerinde ise Portekizlilerin cüsseli gemileriyle karşılaştılar… Müslüman filolarını Hint Okyanusu’ndan silip atan da işte bunlar oldu./ Kırım ve daha ötesinde ise onları durduran Ruslardı. Osmanlılar Kefe’yi 1475 yılında ele geçirmişlerdi. Kırım kıyıları kısmen Osmanlı hakimiyetine geçti… 1569’da Osmanlılar Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açmak amacıyla büyük bir projeye başladılar, böylelikle Orta Asya’ya ulaşan bir deniz yolu tesis ederek Portekiz cenderesinden kurtulmak mümkün olacaktı. Ancak burada da Osmanlılar yolların kapatıldığını gördüler… 1502’de bir zamanların kudretli Altın Ordu Hanlığı nihayet tamamen ortadan kalkmış ve topraklarının büyük kısmı Rus toprağı olmuştu. Ardından gelen Kazan, Astrahan ve Kırım Hanlıkları zorlukla da olsa bir süre daha ayakta kaldılar. Ama çok geçmeden Ruslar Kazan ve Astrahan’ı alıp Kırım üzerinde sürekli artan bir baskı kurmayı başardı. Artık Karadeniz, Kuzey Kafkaslar, Hazar ve Sibirya’ya giden yol açıktı ve Rusların ilerleyişi… Osmanlıların önünü kesip onları kuşattı.” (Lewis, s. 35, 36)


“On yedinci yüzyılda Avrupa ordularında karşımıza çıkan muazzam teknik ve lojistik ilerlemeleri takip etme konusunda Osmanlılar geç ve yetersiz kalmışlardı.” (Lewis, s. 37)


“Ateşli silah ve top kullanımı büyük ölçüde artmış, bu da daha profesyonel orduların oluşturulmasını gerektirmişti. Böylece tımarlı sipahilerin görece önemi azaldı.” (Lewis, s. 43)


“1653’e gelindiğinde Katip Çelebi… İmparatorluğun dört bir yanında sahipsiz ve metruk köylerin mevcut olduğunu rapor etmektedir.” (Lewis, s. 47)


“Batılıların ve yerli Hıristiyanların, bankerlerin, tüccarların ve zanaatkarların hiçbiri adam yerine konmuyordu.” (Lewis, s. 51)


“Kırım’ın kaybedilmesi sayısız iç hesaplaşmalara ve tartışmalara yol açtı. 1787 yılında Türkiye ile Rusya arasında yeni bir savaş patlak verdi ve bir yıl sonra Avusturya bu savaşa dahil oldu. Ancak bu kez Polonya, Prusya ve Fransa’da çıkan karışıklıklar yüzünden Ruslar ve Avusturyalılar öncekiler kadar şiddetli bir baskı uygulayamadılar ve sonuçta Türkiye 1791-92 Avusturya ile Ziştovi’de, ve Rusya ile Yaş’ta birer barış anlaşması imzalamayı başardı… öncekilere nispeten daha hafif şartlar içeriyordu.” (Lewis, s. 56)


“1783’te Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edilmesi, yeni bir reform programının hareket noktası oldu. Osmanlı hükümetini Fransızlar cesaretlendiriyordu, zira Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının Rusya tarafından tehdit edilmesi ihtimalinden dolayı endişeliydiler.” (Lewis, s. 70)


“Moltke’ye göre” “Rusya’da belki yabancılardan nefret edilir, Türkiye’de ise yabancılar aşağılanır. Bir Türk Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına dahi getirmez.” (Lewis, s. 116)


“1826 Haziranında… sivil memurlara ve aslında diğer bireylere de bir tür hayat ve mülkiyet hakkı güvencesi veriliyordu. Bu, insanların o ana kadar pek de haberdar olmadığı bir şeydi”. (Lewis, s. 126)


“Osmanlı… gayrimüslim tebanın himayesini ve hoşgörü gösterilmesini öngörmüştü… Ne var ki bu hoşgörü, kendilerine hoşgörü gösterilen bu cemaatlerin ayrı ve ikinci sınıf olduğu ve dahası, açıkça bir şekilde damgalanmış oldukları varsayımına dayanıyordu. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık ilkesini bırakabilmek adına Müslümanların harcaması gereken çaba, üstün ırk anlayışının verdiği tatmin duygusundan vazgeçmeleri için bugünkü Batılılardan beklenen çabadan daha az değildi.” “Ancak vahşi kafirlere karşı takındıkları o eski küçümseyici tavır, bir boyun eğme söz konusu olduğunda, meydanı imrenme değil kin duygusuna bırakıyordu.” (Lewis, s. 150, 178)


“Paris anlaşmasının ön şartlarından biri olarak 18 Şubat 1856 tarihinde Padişah tarafından yeni bir reform bildirgesi (Hatt-ı Hümayun) ilan edildi. Bu Islahat Fermanı, ayrıca, Avrupa Mutabakatı (Uyumu) olarak bilinen şu uyumsuzluk zincirine Türkiye’nin üye olarak kabul edilmesi için de gerekiyordu. Hatt-ı Hümayun, İngiliz, Fransız ve Avusturya büyükelçilerinin şiddetli baskısı altında hazırlanmıştı… din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebasının tam eşitliği kuralını getiriyordu.” (Lewis, s. 162)


“Mustafa Kemal… sözleri” “Türk milleti bu haddini aşanların haddini bildirerek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor.” (Lewis, s. 347, 348)


“Üç yıl içinde isyancı bir çeteden milli bir parlamento haline dönüşmüş olan Büyük Millet Meclisi, 16 Nisan’da yeni seçimler için kendini feshetti.” (Lewis, s. 350)


“Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre” “Tatarlar… dinsel ve mezhepsel işlerini Padişahın hakları gereğince tanzim edeceklerdir.” “Osmanlı padişahının kendi tebaasının dışında, diğer Müslümanları da kapsayacak türden bir çeşit papalık benzeri yetki alanı iddiası yeni ve daha önce benzeri görülmemiş bir şeydi… Sınırları aşan bir dinsel otorite iddiası köklü bir yenilik anlamına geliyordu.” (Lewis, s. 438)


“Rusya 1783’te Kırım Hanlığı’nı da ele geçirdi ve Kafkasların içlerine doğru ilerlemek üzere hazırlanmaya başladı. 1806’da Ruslar Bakü’yü de aldı, Bakü’nün ardından Derbend, Şirvan ve diğer bazı toprakların da kaybı, mağlup İran ile yapılmış 1813 Gülistan Antlaşmasıyla kesinleşmiş oldu. Rusya, İran topraklarında ilerlemeye devam etti ve 1828 Türkmençayı Antlaşması ile İran’ın bu kayıpları resmileşmiş oldu.” (Lewis, s. 439, 440)


“İslam politikasının temel amacı Daru’l-Harb-i Daru’l-İslam içine dahil etmek… en önemli sınıflandırma buydu: Müslüman, Zımni, Harbi… bu üçlü sınıflandırma… Türk, Rum ve Slav… İranlı ve Arap gibi ayrımlardan çok daha önemliydi. Bir mekana bağlılık biliniyordu, ancak bu bir ülkeye değil, bir köy ya da bir mahalle, en fazla, bir vilayet ile olan bir bağdı. Kişinin soyuyla arasındaki kan bağı ise eski ve güçlü bir bağdı. Ancak bu da millete değil, aileye ya da kabileye olan bağdı. Kişinin kardeş ya da yabancı olarak tasnif edilmesini sağlayan ölçü, nihai bağ, din idi. Bir Müslüman’ın dindaşı… onun kardeşiydi. Hıristiyan komşusu… yabancıydı./… Türkler kendi İslam öncesi geçmişlerinden pek az hatırayı ellerinde tutmuşlar, Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir ırk engeli yerleştirmemişlerdir.” (Lewis, s. 445)


“Arapça bir kelime olan ve doğum yeri veya ikamet edilen yer anlamına gelen vatan… Kullanıldığı bağlama göre, kişinin vatanı bir ülke, bir bölge, bir şehir veya bir köy olabilirdi. Bu anlamda vatan bir duygu ve bağlılık uyandırabiliyordu”. “Millet kelimesi ise, kökeni en nihayetinde Aramice’ye dayanan Arapça milla’dan geliyordu. Kur’an’da ise din anlamında kullanılmaktaydı. Bu anlam daha sonradan dini topluluk, özellikle de İslam ümmeti anlamına gelecek şekilde genişlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise… dini cemaatler için de kullanılmaya başladı. Ayrıca genişletilerek Frenklerin farklı “milletleri”ne de uygulandı. Frenk milletleri için kullanılırken dahi… dinsel bir içeriğe sahip olduğu kabul ediliyordu… İmparatorluk’ta Müslüman bir millet vardı, ama Türk veya Arap veya Kürt milletler yoktu. Rum ve Ermeni ve Yahudi milletler de vardı, ama bunlar etnik milletler değildi dini cemaatlerdi…/ Vatan ve millet kelimelerinin ikisi de 1839 Gülhane Hattı’nda yer alır.” (Lewis, s. 452-454)


“Osmanlı… Batılı ve liberal kamuoyunu etkilemek haricinde, gayrimüslimlerin askere alınması meselesini uzun zamandır ciddiyetle değerlendirmekteydi. Zira bu durum, tükenmiş Osmanlı ordularına yeni insan gücü temin etme yolunda cazip bir kaynaktı. Fuad Paşa’nın sadareti sırasında özel bir komisyon meseleyi tartıştı.” (Lewis, s. 457)


“Turancılık veya Türkçülük… önündeki en büyük engel olan Rusya ise Batılı ülkelerin yardımıyla alt edilecekti./… Osmanlı Türklerinin görüşü başlangıçta daha temkinliydi. 1914’te savaş patlak verdi ve Türkiye… Rusya’ya karşı savaşa girdiğinde, daha büyük ve kapsamlı umutlar uyandı. 1914 yılında Ziya Gökalp Kızıl Destan adlı şiirini şu beyitle açıyordu”, “Türkiye büyüyüp Turan olacak”, “umutlar 1917’de tekrar alevlendi. Zira Rus Devriminin gerçekleşmesi ve Rus İmparatorluğu’nun çöküşüyle Türk halklarını özgürleştirmek ve onları birleştirmek yolunda cazip bir fırsat doğmuş gibiydi. Böylece Pan-Türkist rüya da başarılabilirdi. Kısmen bu tür fikirlerin etkisiyle Enver Paşa o talihsiz planı, yani Kafkasları ele geçirme planını ve ardından gelecek Orta Asya maceralarını 1918’de başlattı.” (Lewis, s. 475, 476)


“Kırım Savaşı’nı takip eden… Reforma Avrupalı vaftiz babaları tarafından gösterilen ilgi, özellikle İmparatorluğun Balkanlar’daki eyaletlerine yönelmişti. 1859-1860 yıllarında Rumeli eyaletlerinde uluslararası bir teftiş heyetinin kurulmasına dair teklif, ancak Sadrazam… bizzat oraya gitmesiyle önlenebildi./ Balkan Hıristiyanları arasındaki hoşnutsuzluk ve isyan, İmparatorluk’ta gündelik hayatın alışıldık bir parçası olmuştu. Ancak düzensizliğin 1860-1861’de tamamen Müslüman olan Suriye bölgesine de sıçramış olması ve bunun doğurduğu yabancı müdahale göz ardı edilemeyecek bir tehlike işaretiydi. Devrin Hariciye Nazırı Fuad Paşa bizzat Suriye’ye soruşturma yapmak üzere gidip suçluları şiddetle cezalandırdı… taşra idaresinin içine düşmüş olduğu bu zafiyet ve itibarsızlık çok ciddi tehlikelere yol açmaktaydı./ Taşradaki idare sorunu Fuad Paşa ve çevresindekileri meşgul etmeye devam etti… özel bir komisyon kuruldu./ 1864’te Fuad Paşa yeniden Sadrazamlığa getirilmiş ve yeni Vilayet Nizamnamesi’ni bulduğu çözüm olarak ortaya koymuştu.” (Lewis, s. 522, 523)


“On dokuzuncu yüzyıldaki Avrupa istilasına karşı oluşan öfkede tarikatlar etkin bir rol oynadılar. Bu eylemlerin bir çoğu Türkiye’nin dışındaydı; örneğin Nakşibendiler Rus Kafkasya’sında, Sunusiler Kuzey Afrika’da, Hatemiler Sudan’da. Modernliğe ve Batı hakimiyetine karşı mücadelelerinin Türkiye’de yankı bulması kaçınılmazdı.” (Lewis, s. 549)


“On dokuzuncu yüzyılın başına gelindiğinde Anadolu’nun tamamı çeşitli derebeyi ailelerinin kontrolündeydi. Sadece iki eyalet, Karaman ve Anadolu eyaletleri, Bab-ı Ali’nin doğrudan idaresi altındaydı./ III. Selim’in saltanatı sırasında derebeyler güçlerinin zirvesine ulaştılar… 1808’de… Sened-i İttifak… isteği dışında olsa da Sultan Mahmud tarafından onaylandı.” (Lewis, s. 603, 604)


“On dokuzuncu yüzyıl Türk halk edebiyatında ve yirminci yüzyılın hikaye ve romanlarında… toprak ağaları arasındaki şiddetli mücadele kendini göstermektedir. Köylünün yegane savunucusu eşkiyadır. Dağa çıkan ve zalimler ile, onları besleyen devlet kuvvetlerine karşı savaşan kaçak köylüler.” “Göçebe aşiretlerin hayatlarını zamanın toplumsal ve ekonomik değişimlerinden ötürü rayından çıkmış ve parçalanmış bir halde bulmaları tesadüf değildir. Bunun en dikkat çekici örneği… Çukurova’dır.” “1886’da Padişah’ın hükümeti barışı sağlamaya ve yerleşimi teşvik etmeye yönelik bir program başlattığı zaman yeni bir döneme girilmiş oldu. İskenderun’a yerleştirilen Fırka-i Islahiye olarak bilinen askeri bir birlik Toros ve Amanos dağlarının içlerine doğru ilerledi. Bu dağlar ve… ovalık bölge kısmen… derebeyi ailelerin, kısmen de Türkmen aşiretleri ve eşkiya çetelerinin kontrolü altındaydı…/ Bölgede kontrol sağlandı. Artık yeni yerleşimcilere ihtiyaç vardı… üç bin Nogay Tatar ailesi Misis’in yukarısında, Ceyhan ırmağının her iki kıyısında iskan edildi ve yeni pamuk tarlalarında çalıştırılmak üzere Mısır’lı fellahlar getirildi. Daha sonra… gelen Müslümanlar bu bölgeye yerleştirildi. Aşiret isyanları bastırıldı”. (Lewis, s. 608, 609)

*

23.4.2024

***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder