LERMONTOV, Türkçesi: Ülkü Tamer, Aralık 1967, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul
İskoç asıllı ünlü bir Rus şairi olan yazar 1814 doğumlu.
Moskova’da gereksiz görülüp sürgüne gönderildiği Kafkasya'da coğrafyayı çok seviyor, ancak bölgedeki halkın katliamına fiilen katılan biri oluyor. Ruslar bölgede yerli kılığında, yerlilerin kılavuzluğunda kirli faaliyet yürüten katliamcı çeteler organize ediyorlar, Lermontov da bir Rus "subayı" olarak bu çetelerden birinin başına geçiyor, Çeçen bölgesindeki kirli savaşın bir parçası olarak katliamlara katılıyor.
1841'de Kafkasya'da Pyatigorsk yakınlarında bir düelloda ölüyor.
*
Yazar bu kitapta konusu Kafkasya'da geçen bazı hikayeler anlatıyor ve bir ölçüde bölgenin o dönemdeki yaşamından kesitler de yansıtıyor.
Ve coğrafyasını sevdiği bölgenin insanı hakkında genelde bölge insanını haydut gören Rus bakış açısına uygun şekilde şöyle söylüyor:
"Ne olacak, Asya işte, ırmağına olsun, insanına olsun, güvenilmez!" "Bu Çerkeslerin hırsız sürüsü olduğu herkesçe bilinir. Ellerinin uzanacağı ne varsa çalmak isterler; işlerine yarasın yaramasın kapıp götürürler." (Lermontov, s. 39-53)
Körlük mü demeli, hadsizlik mi?
Kendisi-kendileri gelmiş, o insanların evleri dahil tüm varlıklarına zorla el koymuş, sonra da onlara hırsız diyor!
Yazarın seyahati bile asker eşliğinde yapabildiklerini vurgulayarak o toprakların kendilerine ait olmadığını belgeleyen şu satırları asıl hırsızın kendileri olduğunu apaçık ortaya koymuyor mu?
"Handa üç gün geçirmem gerektiği bildirildi: Uğursuzlar, Yekaterinograd'dan gelmemişti daha, biz de yola çıkamayacaktık... Uğursuzlar, Kabarda bölgesinde, Vladikafkas'tan Yekaterinograd'a kadar ulaştırmayı yöneten piyadelerle toplarına verilen addır." (Lermontov, s. 55-58)
*
Kitaptan diğer bazı notlar da şöyle:
"I BELLA". "... benim boş arabamı şu Osetlerin yardımıyla altı öküz kıpırdatırken, nasıl oluyor da, sizin ağır arabanızı dört öküz kolayca çekiyor?" "... bu Asyalılar müthiş düzenbazdır! Bağırıp çağırmayla hayvanlara yardım ettiklerini mi sanıyorsunuz?.. Yolculardan para sızdırmaya bayılırlar... Şımarttılar bu haydutları!" "Osetler gürültüyle çevremi sarıp bahşiş istediler, ama yüzbaşı onları öyle bir haşladı ki, hepsi bir anda dağılıverdi./ -Ne herifler, dedi yüzbaşı... Bana kalırsa, Tatarlar daha iyidir, hiç olmazsa içki içmezler./... gariptir, burada yıldızlar kuzeyde olduğundan daha yükseklerde duruyorlar sanki." "Kafkasya'daki yolculuklarımın tek lüksü olan dökme çaydanlığım vardı yanımda", "... kulübe insanlarla doluydu. Yerde bir ateş yakılmıştı... yaşlı iki kadın, birsürü çocuk, bir de sıska Gürcü oturmuştu ateşin çevresine, hepsi paçavralar içindeydi", "pis ev sahiplerimizi göstererek,/ -Ne zavallı insanlar, dedim yüzbaşıya./ -Son derece salak insanlardır bunlar, diye cevap verdi... ellerinden hiçbir iş gelmez... Bizim Çeçenlerle Kabardalılar soyguncudurlar, ipsizdirler ama hiç olmazsa hepsinin gözüpektir; bunların silahla en ufak ilgileri yok... Ne olacak, Oset işte!/ -Çeçenlerin bulunduğu yerde çok kaldınız mı?/ -Kamenniy Brod yakınlarındaki bir kalede... on yıl kaldım", "oradaki haydutlarla uğraşmaktan canımız çıktı. Neyse ki, işler biraz düzeldi şimdi; eskiden olsa, kale duvarından on adım uzaklaşsan yolunu gözleyen bir Allahın belasına rastlardın; bir an boş bulunsan, tamam: ya boynuna bir kement sarılır, ya da ense köküne kurşunu yerdin. Ama yiğit adamlardı!" (Lermontov, s. 9-14)
"Çerkesler... bozayla kafayı buldular mı hemen hançerlerine sarılırlar. Bir keresinde canımı zor kurtardım, üstelik de arkadaşım olan bir prensin evinde." "Bölüğümle birlikte Terek'in ötesinde bir kalede bulunuyordum... postada bir de subay, yirmibeş yaşlarında bir delikanlı vardı". "Adı... Peçorin'di." "Kaleden dört mil kadar uzakta dostumuz bir prens oturuyordu. On beş yaşlarındaki oğlu... Azamet.../ Bir gün yaşlı prens... bizi bir düğüne çağırdı... prens Tatardı ama gitmemek olmazdı", "ev sahibinin on altı yaşındaki küçük kızı", "Bella". "Peçorin, gözlerini kızdan ayıramıyordu... canlı, ateşli bir çift göz daha dikilmişti Bella'nın üstüne... Kazbiç... Kuban ırmağının Rus tarafında Abreklerle düşüp kalktığı söylenirdi... tam da hayduta benzerdi... Atı... Tam haydut atı!" (Lermontov, s. 16-19)
"Titreyen bir sesle, "Atını bana satmazsan ölürüm Kazbiç!" dedi Azamet." "Kazbiç kahkahayla cevap verdi." "Azamet, kararlı bir sesle" "İstersen sana kızkardeşimi kaçırayım... Türk padişahının bile böyle karısı olmamıştır... Bella da senin atından değersiz değildir ya?" (Lermontov, s. 22, 23)
"Bu haydutların sırtları, yere gelmez. Onları döğüşürken gördüm... isterse gövdesi kalbura dönsün, hala kılıç sallar." (Lermontov, s. 24)
"Azamet bizim kaleye uğradı... Peçorin'in yanına çıktı... Söz... atlara geldi; Peçorin, Kazbiç'in atını övmeye başladı." "Azamet ne zaman kaleye gelse hep bu konu açılıyordu.../ Sonunda" "bu atı sana verene karşılık olarak sen ne verirdin?" "Ne isterse", "bu at senin olacak; ama karşılığında kızkardeşin Bella'yı istiyorum." "Tamam... Ne zaman?" "Kazbiç'in buraya ilk gelişinde". "Böylece anlaşmışlar... berbat bir anlaşma... Bunu Peçorin'e söyledim... Çerkes kızının kendisi gibi bir koca bulduğu için talihine şükretmesi gerektiğini söyledi... Kazbiç gelip koyuna ya da bala ihiyacımız olup olmadığı sordu. Ertesi gün getirmesini söyledim./ Peçorin, "Azamet", demiş, "Yarın Karagöz elinde olacak; Bella'yı bu gece getirmezsen bu atı hiç göremezsin..."/ "Peki", demiş Azamet". "Azamet'in eyerinde bir kadın... elleriyle ayakları bağlıymış kadının". "Kazbiç geldi", "Karagöz'ün sırtına atlamış giden Azamet'ti... Kazbiç... sordu... Azamet'in adını duyunca... prensin oturduğu köye doğru yola çıktı." "Azamet'in babası ne yapmış?" "Kazbiç bulamamış onu... altı gündür köyde değilmiş; yoksa Azamet kardeşini kaçırabilir miydi?" "Peçorin" "Bizim hancının karısını tuttum; Tatarca biliyor, Bella'ya bakacak, kendisinin bana ait olduğunu iyice sokacak kafasına." "Peçorin her gün bir hediye veriyordu ona; ilk günlerde hiç ses çıkarmadan kibirle geri çevirdi hediyeleri... Uzun zaman Peçorin kızla uğraştı durdu." "Çeçenin birine tutkun değilsin, değil mi? Tutkunsan söyle hemen bırakayım seni." "Bella çok hafif titreyerek başını iki yana salladı." "Siz bu Çerkes kızlarını bilmezsiniz... Bunlar ne Gürcü kızlarına, ne de Uzak Kafkasya'daki Tatar kızlarına benzerler... Bunların kendi kuralları vardır", "hediyeler, beklenen amacın ancak yarısını sağlayabildi... Peçorin de son bir çareye başvurmaya karar verdi", "gidiyorum", "Bella sıçrayarak boynuna dolandı onun, hıçkırarark ağlamaya başladı", "mutluydular." "Kazbiç, Azamet'in, atı babasının rızasını alarak çaldığını sanıyordu bana kalırsa... ihtiyar da kızını aramaktan dönüyormuş köye... Kazbiç ansızın kedi gibi bir çalılıktan fırlayıvermiş... ihtiyarı hançerlemiş." (Lermontov, s. 25-33)
"Bir Rusun, aralarında yaşadığı kişilerin adetlerine uymakta gösterdiği bu ustalığa hayran olmadan edemedim... bu, aklın esnekliğini ve gereğine ya da ortadan kaldıramayacağına inandığı yerde kötülüğü bağışlayan berrak bir sağduyunun varlığını gösterir", "yol gökyüzüne çıkıyor gibiydi, gözün görebildiği kadar tırmanıyordu çünkü, sonunda da... bulutun içinde kayboluyordu... dünyanın bu kadar tepesinde olmaktan sevindim", "böyle bir manzaraya başka yerde kolay kolay raslayamam... insan neden ömrünün sonuna kadar burada kalamayacağına kendisi bile şaşıyordu", "öyle derin bir uçurumdu ki bu, dibinde bulunan koca bir Oset köyü kırlangıç yuvası gibi görünüyordu". "Arabacılarımızdan biri... Rus, öteki de bir Osetti." "Haklıydı... insan bir şeyin üstünde çok kafa yorsa, bir de bakar ki, hayat uğrunda tasalanmaya değmiyor", "yüzbaşı,/ -İşte Krestovaya! dedi... dorukta, taştan bir haç kapkara görünüyordu... Dönemeçte altı Oset'e rastladık; bize yardım ederek tekerleklere yapıştılar... iki saatte iki kilometre... Bu haça dair... bir söylenti vardır: Kafkasya'dan geçerken Büyük Petro dikmiş o haçı. Ama aslına bakılırsa, Büyük Petro Dağıstan'a gitmiştir, bu bir; ikincisi de, haçın üstünde koca koca harflerle oraya General Yermolov'un buyruğuyla 1824'de dikildiği yazılıdır." (Lermontov, s. 34-38)
"Ne olacak, Asya işte, ırmağına olsun, insanına olsun, güvenilmez!" "Arabacının biri", "Osetlerden birini göstererek,/ -Bahşiş verirseniz kılavuzluk edecekmiş, dedi./ Yüzbaşı,/... Ah bu alçaklar! Bahşiş fırsatını buldular mı hiç kaçırmazlar", "Sinekten yağ çıkarırlar", "derme çatma bir sığınağa vardık. Üstleri başları paçavralar içinde ev sahipleri güler yüzle karşıladılar bizi... hükümet, fırtınaya yakalanmış yolcuları barındırmak şartıyla kendilerine para ve yiyecek veriyormuş." "Tatlı bir kızdı şu Bella! Zamanla ona kendi öz kızım gibi alıştım... Bize türküler söyler, lezginka oyunları oynardı... Peçorin... onu süsler püslerdi... o kadar güzelleşti ki", "babasının öldüğü söylenince de bir kaç gün ağladı, sonra da unuttu./ Dört ay, bütün işler yolunda gitti... Peçorin... Bir gün... ava çıktı... sık sık tekrarlamaya başladı.../ Bir sabah... Bella... oturuyordu.../ "Peçorin nerede?" diye sordum./ "Ava gitti", "dün gitmişti", "bir Çeçen tarafından dağa kaçırıldıysa dedim." "Eğer sevmiyorsa... giderim; ben kölesi değilim onun, bir prens kızıyım!", "manzar çok güzeldi... boz bir atın üstüne binmiş biri.../ "Bir baksana Bella... kim bu zıpır atlı.../ Baktıktan sonra, "Kazbiç bu!" diye haykırdı", "Altındaki de babmın atı"... titriyordu". "Benim nöbetçi... ateş etti... vuramadı... Kazbiç atını bir yana sıçrattı... kayboldu." "Peçorin avdan döndü. Bella onun boynuna attı kendini." "Bella'ya karşı soğuk davrandığını... söyledim", "Peçorin'e./ "Bana bakın..." diye cevap verdi, "kötü bir huyum var benim... paranın satın alabileceği her zevki çılgıncasına tatmaya başladım, hepsinden de bıktım tabii... sıkıldım... en mutlu insanlar bilgisiz insanlardır... bunalmaya başladım... Kafkasya'ya gönderildim; hayatımın en mutlu anıydı bu. Çeçen kurşunları arasında bunaltının yeri yoktur sanıyordum. Boşunaymış! Bir ay geçti, kurşun vızıltılarına da, ölümün yanı başımda dolaşmasına da öyle alıştım ki... Bella'yı evimde gördüğüm zaman... bana acıyan kader tarafından gönderilmiş bir melek olduğunu sandım onun, ne budalaymışım!.. Yine yanılmışım. Yabani bir kızı sevmek, kibar bir kadını sevmekten pek farklı değilmiş; birinin hoppalığı insanı nasıl bıktırıyorsa ötekinin de bilgisizliği, basitliği o kadar bıktırıyor. Yine de hoşlanmıyorum ondan; mutlu anlar yaşattı bana; onun uğruna canımı bile veririm- ama arkadaşlığı renksiz bir arkadaşlık. Budala mıyım, kötü bir insan mıyım, bilmiyorum; bildiğim bir şey var: ben belki de ondan daha çok acınacak haldeyim. Şu anlamsız dünya ruhumu bozmuş; kafam tedirgin, yüreğim doymak bilmiyor; hiçbir şeyle yetinemiyorum; zevke nasıl alıştıysam, acıya da öyle alışıyorum, hayatım gittikçe boşalıyor; bir tek çare kaldı benim için: yolculuk etmek. En kısa zamanda yola çıkacağım- ama Avrupa'ya değil... Amerika'ya, Arabistan'a, Hindistan'a gideceğim- belki de yolda bir yerlerde ölürüm..."/ Uzun zaman buna benzer şeyler söyledi", "toplumun yüksek katlarında başlayan bunaltı, her moda gibi, aşağı katlara da yayılmaya başladı; artık eskiyordu". "Bunalma modasını çıkaranlar da herhalde Fransızlardır./ -Hayır, İngilizler./ -Ya... Zaten eskiden beri ayyaştır onlar./ Byron'un bir ayyaştan başka bir şey olmadığını ileri süren Moskovalı kibar bir kadını hatırladım." "Kazbiç bir daha görünmedi." "Peçorin bir domuzu öldürmeden dönmek istemedi." "Bir silah sesi duyduk ansızın... bir atlı vardı tarlada, atının eyerine beyaz bir şey atmış, dört nala gidiyordu. Peçorin tıpkı Çeçenler gibi bir nara attı... ileri fırladı... Sonunda Kazbiç'i tanıdım", "arayı açamıyordu", "Peçorin nişan alıyor", "kurşun Kazbiç'in atının arka ayağını kırdırdı... Kazbiç sıçradı... kollarında yaşmağa sarılmış bir kadın var. Bella'ydı bu... hançerini kızcağızın üstüne doğru kaldırdı Kazbiç... ateş ettim... kolunu aşağı indirdi... yerde at yatıyor, yanında da Bella var: Kazbiç... yamaçtaki çalılıklara tırmanıyordu... Bella'nın yanına koştuk... hançerini... sırtına... saplamış... Peçorin... öptü Bella'yı- ama faydasız", "iki gün yaşadı." "Bella kaleden çıkıp dereye gitmiş... o sırada Kazbiç sinsice yaklaşıp kucaklamış kızı". "Peki Kazbiç kızı niye kaçırmak istemiş?/ -Bu Çerkeslerin hırsız sürüsü olduğu herkesçe bilinir. Ellerinin uzanacağı ne varsa çalmak isterler; işlerine yarasın yaramasın kapıp götürürler." "Bella öldü", "iyi ki öldü... Peçorin... Nasıl olsa günün birinde bırakacaktı." "Peçorin... yüzü her zamanki gibiydi, bu zoruma gitti benim; yerinde olsam acıdan ölürdüm." "Peçorin... Gürcistan'a gitti." "Kazbiç mi?.. bilmiyorum... Şapsıların sağ kolunda Kazbiç adında bir adam varmış... gözüpek bir yiğitmiş bu, bizim ateşlerimizin altında dolaşıp dururmuş... ama aynı adam değildir herhalde!" (Lermontov, s. 39-53)
"II/ MAKSİM MAKSİMİÇ" "Terek boğazıyla Daryal boğazını hızla geçtim. Kazbek'de öğle yemeği yitip Lars'da çay içtim, akşam yemeği vaktinde de Vladikafkas'a vardım", "bir handa ben de mola verdim... idaresi öyle budala, öyle ayyaş üç harp mamülüne verilmişti ki.../ Handa üç gün geçirmem gerektiği bildirildi: Uğursuzlar, Yekaterinograd'dan gelmemişti daha, biz de yola çıkamayacaktık... Bella hikayesini yazmakla vakit geçiririm dedim... Uğursuzlar, Kabarda bölgesinde, Vladikafkas'tan Yekaterinograd'a kadar ulaştırmayı yöneten piyadelerle toplarına verilen addır." "Terek ırmağının kıyısında ötede beride tek katlı evler vardı; uzaklarda girintili bir duvar gibi görünen mavi dağların ardından bembeyaz kardinal başlığıyla Kazbek dağı beliriyordu. Onlardan artık ayrılacağım için bayağı üzülüyordum." "Birkaç araba dolusu pasaklı Ermeni girdi avluya, arkalarından da boş bir yol landosu geliyordu"."Ne enfes bir araba! Mutlaka Tiflis'e teftişe giden bir memurdur. Bizim daracık dağ yollarımızı bilmiyor galiba... araba İngiliz malı olsa bile civataları gevşer!" "Kimin arabası", "Peçorin." "Uşak, Peçorin'in akşam yemeği ve gece yatısına Albay N...'lerde kaldığını söyledi." (Lermontov, s. 55-58)
"Altın bulutlar, sıradağlar gibi toplanmıştı tepelerin üstünde... sırtlarında küfelerle petek balı taşıyan Oset delikanlılar başıma üşüştü, hepsini kovdum." (Lermontov, s. 60)
"İran'a gidiyorum". "Kağıtlarınızın bazıları bende kalmıştı... Onları ne yapayım?/ -Ne isterseniz, diye cevap verdi Peçorin", "Hiç dönmeyeceğim." (Lermontov, s. 63-65)
"Biizim gibi bilgisiz ihtiyarlar sizin gibilerle bir olabilir mi hiç? Sizler kibarsınız, kibirlisiniz. Burada Çerkes ateşi altında dost olabilirsiniz bizimle... ama ileride karşılaşınca elimizi bile sıkmaya utanırsınız./ -Ben bu taşları hak edecek bir şey yapmadım". "Biraz soğukça ayrıldık... boynuna atılmaya hazırlanırken, Peçorin... kendisine sadece elini uzattı diye!" (Lermontov, s. 67)
"PEÇORİN'İN GÜNLÜĞÜ/ ÖNSÖZ/ Peçorin'in İran'dan dönerken öldüğünü öğrendim geçenlerde. Bu haber sevindirdi beni". "Bu notları okurken, kendi kusurlarını, kötülüklerini hiç acımadan ortaya seren bir adamın içtenliğine inandım." "Biz, anladığımız hemen her şeyi bağışlarız./ Bu kitaba Peçorin'in yalnız Kafkasya anılarını koydum." (Lermontov, s. 69, 70)
"1/ TAMAN/ Taman, Rusya'daki kıyı kasabalarının en kötüsüdür. Az kalsın açlıktan ölecektim orada." (Lermontov, s. 71)
"Bir süre, pencereden yırtık bulutları ve beyaz bir deniz fenerinin tepesiyle birleşen mor renkli uzak Kırım kıyılarını hayranlıkla seyrettikten sonra, Gelincik'e hareket saatini öğrenmek üzere... gittim", "Belki üç dört gün sonra posta gemisi gelir, dedi komutan". (Lermontov, s. 76, 77)
"2/ PRENSES MERİ/ 11 Mayıs/ Dün Pyatigorsk'a geldim... Üç tarafta da harika bir manzara var; batıda, beş tepeli Beştuğ "yatışmış bir fırtınanın son kara bulutu" gibi masmavi uzanıyor; kuzeyde, Maşuk dağı kıvırcık tüylü bir Acem kalpağı gibi, boydan boya kapatıyor ufkun o kesimini; doğuda, daha iç karartıcı bir manzara var; tam aşağıda rengarenk, tertemiz, yepyeni küçük bir kasaba; maden suyu kaynakları köpük köpük... şehrin ötesinde ise, sıra sıra dağlar yükseliyor, nasıl mavi, nasıl tepeleri bulutlu dağlar, oysa ufkun son noktasında karlı doruklardan biri dizi uzuyor gözalabildiğine, Kazbek'le başlayıp çifte tepeli Elbrus'la biten bir dizi. Böyle bir ülkede yaşamak ne güzel! Bir çeşit sevinç yayılıyor damarlarıma. Hava, küçük bir çocuğun öpüşü gibi saf ve taze, güneş pırıl pırıl, gök mavi; kişinin, bundan fazla ne istenebilir, diyeceği geliyor. Kim tutku, özlem ya da pişmanlık ihtiyacı duyar burada? Herneyse, vakit tamam. Elizabet Kaynağı'na gideceğim... sabahları, kaplıcalardaki bütün kibarlar orada toplanıyorlarmış." "Önce kaputumun Petersburg modasına uygunluğu yanılttı onları, ama sonra alelade bir subay olduğıumu belirten apoletlerimi görünce tiksintiyle başlarını çevirdiler./ Mahalli yüksek memurların hanımları, yani bir bakıma kaplıcaların ev sahibeleri... onların el gözlükleri vardır". "Basbayağı züppe bunlar". "Birtakım yaralı subaylar". (Lermontov, s. 87-89)
"Bu kibirli asiller biz askerlere yamyamlara bakar gibi bakıyorlar." "Moskovalı züppelerden Rayeviç!" (Lermontov, s. 93)
"Kafkasyalı bir asker Moskovalı bir prensesi denetlemeye nasıl cesaret edebilirdi?" (Lermontov, s. 96)
"Kadınların hakkını vermeliyiz; ruh güzelliğini anlama güdüsü vardır onlarda." (Lermontov, s. 98)
"Romalı kahinler gibi kahkahaları koyverirdik". "... budalalar olmasaydı bu dünyanın yaşanacak hali kalmazdı." (Lermontov, s. 99)
"... bu güzel aldanışı..." (Lermontov, s. 101)
"Anlaşıldığına göre, Moskova'da genç kızlar bilime vermişler kendilerini... Erkeklerimiz... öyle kaba saba ki, onlarla oynaşmak akıllı bir kadın için katlanılmaz bir şey olsa gerek. Yaşlı prenses, delikanlılara pek düşkün; oysa genç prenses, bir çeşit küçümsemeyle bakıyor onlara. Moskova alışkanlığı! Moskova'da, yaşı kırkı bulmuş dahilerle görüşürler." (Lermontov, s. 102, 103)
"Durmadan konuşuyordum; anlattıklarım budalalığa varacak kadar zekiceydi... genç prenses, birkaç kere bana baktı; kayıtsız olmaya çalışırken sinirliliğini saklayamayan bakışlardı bunlar", "işler son derece yolunda gitti. Genç prenses, kelimenin tam anlamıyla, nefret ediyordu benden... En çok şaştığı da, benim... kendisiyle tanışmaya çalışmamasıymış", "karşılaştık; eşi bulunmaz bir Acem halısı için pazarlığa girişmişti... Kırk ruble fazla verip pazarlık dışı ettim onları; beni, derin bir öfkeyle yanan bakışıyla mükafatlandırdı. Öğleye doğru, Çerkes atımın bu halıyla örtülmesini ve onun penceresinin önünden geçirilmesini emrettim." "Her duygulu genç kızın gözünde, er kaputu bir kahraman haline sokar seni." "Ah kibir! Arkhimedes'in dünyayı yerinden oynatmada kullanmayı tasarladığı kaldıraçsın sen!" "Rus genç kızlarının çoğu platonik aşkla beslenirler, evlilikle birleştirmezler bu duyguyu: oysa platonik aşk, aşkların en tatsızıdır... Belki de suskunluğun, merakını uyandırıyordur; konuşman, asla doyurmamalıdır bu merakı; her an onu tedirgin etmelisin". "İçimden kahkahalarla gülüyordum." "Tutkun olduğu gün gibi ortada, her zamankinden daha kolay kanıyor... Zorla itiraf ettirmek istemiyorum, istiyorum ki kendisi sırdaş seçsin beni... Maşuk'un tepesi sönmüş bir meşale gibi tütüyordu." "İnsan sevinçlerini unutur da, acılarını asla unutmaz." "Hoşça vakit!.. bir tutkuyla sevmeye ihtiyaç duyduğu dönemi atlatmışım ben. Şimdilik, bütün isteğim sevilmek", "şimdiye kadar sevdiğim hiçbir kadının esiri olmadım; tersine, onların iradeleri ve kalpleri üstünde tartışılmaz bir egemenlik kazandım... Neden?.." "Evet, bir zamanlar iradesi çetin bir kadın sevmiş, asla altedememiştim onu. Düşman olarak ayrılmıştık". "Kazaklar... giyinişime bakınca beni Çerkes sanmışlardır... Bu soylu savaş giysisiyle... züppe oluyorum... Kafkas usulü ata binişimdeki ustalığı kabul etmek her şeyden fazla gururlandırır beni... Pyatigorsk'tan kaplıca sosyetesinin sık sık piknikler düzenlediği Alman köyüne giden yola vardım... her yanda mavi kütleler... erkeklerse, Çerkes üslubuyla kaba Rus biçiminin karışımından meydana gelen bir kıyafetle.../ Kaplıcalardaki bayanlar; Çerkeslerin güpegündüz saldırıya geçebileceklerine inanırlar hala", "bir nogay arabasının gıcırtısıyla içli bir Tatar şarkısı", "Gruşnitski, tam bir gölge gibi, genç prensesi her gittiği yerde izliyor; durmadan konuşuyorlar: bakalım ne zaman onu bezdirmeye başlayacak?", "konuşması, hiçbir zeka özentisi taşımadan zekiceydi... Dolambaçlı yollardan, kendisini çoktanberi beğendiğimi söyledim", "kayıtsız tavrımın genç prensesi sinirlendirdiğinin farkındaydım, öfkeyle yanan bakışlarından anlayabiliyordum bunu". "Siz erkekler bir bakışın, bir el sıkışın ne tatlar verdiğini bilmezsiniz". "Vera... Neden beni böylesine seviyor-gerçekten bilmiyorum; üstelik beni tamtamına, bütün aşağılık zaaflarımla, bütün kötü tutkularımla anlayan tek kadın o. Kötülük bu kadar çekici olabilir mi?" "Çoğu zaman kendi kendime sorarım, neden baştan çıkarmayı aklımdan bile geçirmediğim, evlenmeyi düşünmediğim bir genç kızın aşkını kazanmak için böylesine üsteliyorum? Neden bu kadınca cilveler?", "henüz günışığına çıkmamış bir ruha sahip çıkabilmek sınırsız bir sevinç verir kişiye!/ Yolu üstüne çıkan her şeyi yalayıp yutan bu doymaz bilmez iştahı duyuyorum. Başkalarının acılarıyla sevinçlerine ruhumu besleyen bir gıda olarak, kendimle ilgili olduğu sürece ilgi gösteriyorum... bence hırs, egemenlik isteğinden başka bir şey değildir... Başka birinin acılarının ya da sevinçlerinin kaynağı olmak... gururumuzu bundan çok besleyen bir şey düşünülebilir mi? Peki mutluluk ne? Doyma noktasına ulaşmış bir gurur... Kötülük, kötülüğe yol açıyor; ilk sızı, başkalarına acı çektirmenin zevki hakkında bir ipucu veriyor bize... fikirler organik yaratıklardır.../ Heyecanlar, evrimlerinin ilk dönemini yaşayan fikirlerden başka bir şey değildir... bütün hayatı boyunca onların etkisinde kalacağını sananlarsa bulalalardır. Durgun ırmakların çoğu gürül gürül akan bir çağlayan olarak başlar, ama hiçbiri coşup köpürerek denizlere ulaşamaz. Ama bu durgunluk, çoğu kere, gizli bir gücün belirtisidir... fırtınalar olmasaydı, güneşin sürekli sıcaklığı gücünü kuruturdu". "Yerli bilginlerin dediğine bakılırsa, "mağara", sönmüş bir yanardağ ağzından başka bir şey değilmiş", "hayat biliminde ustalık kazandım", "bana soğuk davrandığından ötürü kızıyor kendine... İlk zafer, asıl zafer bu işte!/ Yarın gönlümü almak isteyecek. Bunları ezbere biliyorum-işin can sıkıcı yanı da bu", "neden... umutlandırıyorsun onu?", "bayramlık kılığı, gururlu yürüyüşü beni kahkahalarla güldürebilirdi-eğer tasarılarıma uygun düşseydi tabii", "benim hayatta tek işim başkalarının umutlarını yıkmaktan ibaret mi?.. sanki kimse bensiz ölemezmiş ya da acı çekemezmiş gibi!", "bütün delikanlılar gibi o da yaşlı olmak iddiasında". (Lermontov, s. 104-117, 121, 124-139)
"Hıristiyan anlamında olmasa bile düşmanlarımı severim... kurnazlığın o karmaşık yüce dokusunu yerle bir etmek", "hastalar böledir işte, bilmedikleri yoktur." (Lermontov, s. 141, 143)
"Nazran'a boşuna Hayat Çeşmesi dememişler." (Lermontov, s. 144)
"Aşık mı oldum acaba?.. Öyle budala bir yapım var ki benden beklenir./... Erkeğini paylaştığı sandığı kadını çileden çıkarmak için nelere başvurmaz kadınlar? Hiç unutmam, bir keresinde, sırf başka bir kadına aşığım diye bir kadın aşık olmuştu bana. Kadınkafasından daha çelişkili bir şey yoktur; kadınları herhangi bir şeye inandırmak güçtür: onları öyle bir noktaya getirmelisiniz ki kendi kendilerini inandırsınlar", "aynı şairlerin Neron'u bile para uğruna yarı-tanrı katına çıkardıklarını unutarak", "Kadınlardan böylesine kinle bahsetmek, benim gibi gözü dünyada onlardan başka hiçbir şey görmeyen birine düşmezdi; ben onların uğruna iç rahatlığımı, amaçlarımı, hayatımı feda etmeye hazırdım", "onlardan duyduğun korkuyu yeneliberi, onların küçük zaaflarını anlayalıberi yüz kat daha çok seviyorum onları" "hastalıklı bir neşe... oysa kızı tam bir sinir buhranı geçiriyordu. Bütün gece uyumayacak, ağlayacak. Bu düşünce, sonsuz bir sevinç veriyor bana", kaledeki nöbetçilerle çevre kulelerdeki Kazaklar, birbirlerine uzun uzun sesleniyorlardı." (Lermontov, s. 146-150)
"Zehirli bir kinin bütün benliğimi doldurduğunu duyuyordum." (Lermontov, s. 152)
"Hırsızlar!.. Çerkesler!../... Kaleden dörtnala bir Kazak geldi. Herkes ayaklandı: çalılıklar arasında Çerkes aramaya başladılar-ve tabii tek Çerkese raslamadılar.../ Bu sabah, kaynakta, geceki Çerkes baskınından başka laf edilmiyordu. Nazran suyundan doktorun öğütlediği kadar içtikten... sonra... karşılaştım." "Gerçekten Çerkesler miymiş? dedi birisi", "birinin Ligovskiy'lerin oturduğu eve gizlice girdiğini söyledi", "Şu Moskovalı kızlar da az değillermiş!.. Herifi yakalamak istedik, ama elimizden kurtuldu". "Ama vicdanla gurur arasındaki çatışma uzun sürmedi." (Lermontov, s. 157-159)
"... altı adım aralıkla durup birbirinize ateş edeceksiniz. Bunu Gruşnitski istedi. Öldürülen, Çerkeslere bırakılacak", "neden yaşamışım sanki, ne amaçla dünyaya geldim?.. ruhumda sonsuz bir güç hissediyorum... Cellatın baltası gibi, çoğu kez kötü bir niyet gütmeden ama hiçbir zaman da pişmanlık duymadan mahkumun başına indim. Aşkım, hiç kimseye mutluluk getirmedi, çünkü sevdiklerim uğruna bir şeyi gözden çıkarmadım. Kendi adıma sevdim, kendi zevkim için; onların duygularını... iştahla tüketerek kalbimin garip bir ihtiyacını karşıladım-hiç doymak bilmedim.../ Belki yarın öleceğim!.. Dünyada beni tamtamına anlamış hiçbir yaratık kalmayacak... Yine de insan yaşıyor-merak yüzünden. Yeni bir şeyler bekleyip duruyor". "Nazran suyunun soğuk köpüklerine gömülürken gövdemin ve ruhumun yepyeni bir güçle dolduğunu duydum... diri çıktım sudan", "külot pantolanla bir Kafkas yeleği vardı; başına bir Çerkes kalpağı takmıştı." "Daha mavi, daha duru bir sabah düşünemiyorum." "Hayatın kasıtgası içinden birkaç fikirle çıktım ben-duygu aramayın. Uzun süredir kalbimle değil kafamla yaşıyorum zaten." (Lermontov, s. 162-167)
"Bugüne kadar hep o anda yüreğimde kabaran duygunun kesinlikle ne olduğunu çözmeye çalışmışımdır; bir yandan yaralanmış gururumun uyandırdığı öfkeyle karışık tiksinti duygusu, öte yandan o anda büyük bir güven ve son derece sakin bir saygısızlıkla yüzüme bakan şu adamın iki dakika önce, üstelik kendini hiç tehlikeye atmadan, beni bir köpek gibi öldüreceğini düşünmekten doğan öfke." "Ateş ettim./ Duman dağıldığında Gruşnitski yerinde değildi." (Lermontov, s. 173, 175)
"Hiç kimse senin gibi durmamacasına sevilmek isteyemez; kimsede kötülük bunca çekici değildir". (Lermontov, s. 177)
"Çerkes atıma atlayarak dört nala Pyatigorsk'a doğru yola çıktım." "Çerkes kaputum". "Gizli bir üzüntü kemiriyor onu". "Meri içeri girdi." "Prenses, dedim, sizinle alay ettiğimi biliyorsunuz, değil mi? Beni küçümsemeniz gerekir./ Hastalıklı bir kırmızılık sardı yanaklarını." "Oradan geçen bir Kazak eyeri çalmış olmalıydı." (Lermontov, s. 178-184)
"3/ KADERCİ" "İnsanın alınyazısının gökte yazıldığı konusundaki Müslüman inancının biz Hristiyanlar arasında da birçok taraftar bulduğu gerçeğini tartışıyorduk", "bir subay... Soyadından da anlaşıldığı gibi Sırp asıllıydı./ Üsteğmen Vuliç... Bunların hepsi, kaderin kendisine arkadaş olarak verdiği kişilerle hiçbir düşünceyi, hiçbir tutkuyu paylaşamayan özel bir yaratık havası veriyordu ona./... Kazak kızlarına ilgi göstermezdi.../ Sır olarak saklamadığı tek tutkusu vardı-kumar." "Vuliç, Çeçen kurşunlarına, kılıçlarına aldırmadan şanslı kumarbazı aramış. Sonunda, onu, düşmanı ormandan püskürtmekte olan avcı hattında görmüş:/ "Yedili kazandı!" diye haykırmış, yanına giderek ona cüzdanına uzatmış... Bu tatsız ödevi yerine getirdikten sonra peşine askerleri de takarak ileri atılmış ve harekatın sonuna kadar serinkanlılığından bir şey kaybetmeden Çeçenleri ateş yağmuruna tutmuş". "... yüzünde ölümün izlerini görebiliyordum. Sık sık raslamışımdır... bir-iki saat içinde ölecek birinin yüzü, genellikle, kaçınılmaz yazgısının garip izlerini taşır". "... iki Kazak koşarak geliyordu... domuz kovalayan sarhoş bir Kazağa raslayıp raslamadığımı sordu.../ -Serseri! diye kaykırdı ikinci Kazak... peşinden gidelim Yeremiç; onu bağlamak gerek, yoksa..." "Yaşlı bir Kazak çavuşunun evinde oturuyordum... genç ve güzel kızı Nastya yüzünden de sevdiğim bir adamdı bu." "Vuliç öldürülmüş." "Vuliç tek başına, karanlık bir yolda gidiyormuş. Domuzu biçen sarhoş Kazak karşısına çıkmış... Kazak... kılcını savurmuş, omuzundan ta kalbine kadar yarmış Vuliç'i. Benim karşıma çıkan, kaatili aradıklarını söyleyen Kazaklar yetişmişler... zavallının kaderini bilmişim; sezgim yanıltmamıştı beni, değişik bir anlam taşıyan yüzünden sonunun geldiğini okumuştum./ Kaatil, köyün dışındaki boş bir kulübede saklanmıştı", "suçluyu yakalamak şarttı... kimse ilk atılımı yapmaya cesaret edemiyordu", "yaşlı bir Kazak yüzbaşı... seslendi", "Teslim olmaktan başka çaren yok", "Tanrı'dan kork! Dinsiz bir Çeçen değil, namuslu bir Hristiyansın sen, iyi düşün. Günaha girdinse yapacak bir şey yok; kaderin dediği olur", "içeri daldım... kaatil yakalanmış". "Bütün bunlardan sonra kaderci olunmaz mı?.. Üstelik sık sık duyularımızın aldanışını, mantığımızın yanlışını inanç sanmaz mıyız? Ben şüpheci olmayı severim". "Asya tabancaları, horozları iyi yağlanmadığı, yahut parmakla kuvvetlice bastırılmadığı takdirde, ateş almaz... ben Çerkes tüfeklerini pek sevmem... Ama kılıçlarına diyecek yok doğrusu!" (Lermontov, s. 185-197)
*
17.4.2025
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder