Bu bir köy hikayesi.
Bence pek de güzel anlatılmış.
Köyün güzelliği de s. 1’deki şu anlatımda görüldüğü üzere
çok güzel ifade edilmiş:
“Sık ormanların gizemli güzelliğine bürünmüş görkemli bir
dağın hemen eteğinde kurulmuş küçük bir köydü, Musa köyü. Köyün ortasından,
doğanın o kendine özgü albenili güzelliği içinde parıldayarak dağın bağrından
fışkıran pınarlardan oluşan ve çılgınca homurtularla devinerek, köpükler içinde
akan dere geçiyordu.
Akşamları bu köyde olağanüstü bir güzellik yaşanır; hırçın
akan derenin sesi, kuş cıvıltıları, yaylımdan dönen koyun ve keçilere doğru
koşan kuzu ve oğlakların melemeleri, çocukların neşeli çığlıkları birbirlerine
karışırdı. Tüm bu sesler köyün içerisinde hoş bir ahenk oluştururdu. Dağlar bu
sesleri kucaklar, besler, büyütür ve vadilerinde, sert yamaçlarında
yankılandırırdı.”
Ancak bu köyde Tovsari adında acımasız bir kadın var, daha
doğrusu, hasta ruhlu bir kadın!
Ve bu kadın çevresine hayatı zehir ediyor.
Hikaye de bunu anlatıyor.
*
Hem anlatım hem de çeviri bence güzel.
Mesela, s.33’deki Kemaldin’in Samadi’ye yazdığı mektubun
girişindeki şu cümleler: bence çok güzeller, ve, herhalde edebi de sayılmalı.
“Dağların derin uçurumlarında kendinden emin, korkusuzca
yavruları için yuva hazırlayan şahin kanatlarına benzer iki kaşın, ilkbahar
sabahı doğan güneşin sıcak ışınlarında inanılmaz güzellikte parlayan yüzündeki
sevecen pırıltılarla bakan kömür siyahı gözlerin, kulaklarımda hâlâ çınlamakta
olan ve beni tutsak etmiş beyaz çakıllar üzerinden sessizce süzülen dağın
pırıltılı pınarı gibi içimi rahtlatan şen şakrak sesin, görür görmez tüm
benliğimi sarmış olan güzelliğin içimi dağladı ve beni tarif edilmez sıkıntılara
boğdu Samadi. Biliyorum, bunun ilacı sadece sende ve sen benim baht
yıldızımsın. Seni gördüğüm günden beri, senin de beni düşünüyor olmana dua edip
duruyorum.”
Bir de yazıldığı dilde okunabilse, muhtemelen, daha da
güzellerdir!
*
Kırsal alanda kendine özgü bir yaşam var.
Birçok önyargı, takıntı ve gelenek yaşamın nasıl olacağını
belirliyor.
Çağ değişince bazı pratiklerin de değişmesi gereği doğuyor.
Aksi halde yaşam zorlaşıyor.
İnatlaşmadan aklın yolundan gitmekse yaşamı kolaylaştırıyor.
Hikayede, Mahmut’un ağzından s. 38’de dile getirilen şu düşünceler
akıl yolunu öğütlüyor ve, sanırım, bu düşünceler hikayenin de ana fikrini oluştuyor:
“Anne ve babanın arzuları yeterli değil. Bu konuda yalnış
yolda olduğumuzun farkına nihayet vardım; ama ne yazıkki çok geç oldu. (Mahmut
misafirlerin şaşkın bakışları içinde ayağa kalktı.) Meğer, çocuklar
birbirlerini sevmiyorlarsa bu tür bir meseleyi konuşmak da, eğer seviyorlarsa
onlara engel olmak da çok yanlışmış. Örf ve adetler zamanın şartlarına göre
oluşuyor. O nedenle birçok örf ve adetlerimiz zamanın çok gerisinde kalmış.
Şimdi anlıyorum ki, tüm hata, eskimiş adetlerimizi dayatıp, bu çağa uygun
yaşamak isteyen insanlara izin vermeyen bizlerdeymiş.”
Buna uyulmaması halinde ortaya çıkabilecek sonuçlar ise Tovsari’nin
tavrının muhasebesi sayılabilecek nitelikte olan s. 63’deki şu ifadelerde de
görüleceği üzere ibret olabilecek acılıkta ifade edilmiş;
“… ama Abdurahman ve Rasu’nun külleri dahi bulunamadı.
İnsanın düşmanı için bile tasvip edemeyeceği bu olayın kara
haberi Tovsari’ye çabuk ulaştı. Birden çığlıklara boğulan Tovsari, olduğu yerde
dönerek boylu boyunca yere yığıldı. Aynı anda Amınta da bayılarak yere düştü.
Tüm komşular toplanmıştı. Aradan birkaç saat geçmeden Amınta’nın kalbi durdu. O
anda, can cekişmekte olan Tovsari'nin de sol tarafına felç indi. Öyle
görünüyordu ki diğer odada beşiğinde yatan küçük Rüstem artık yalnız
kalacaktı.Öyle de oldu; yatağa düşüp ölmeden geçirdiği o ay içinde çektiği
tarifsiz acılar, önceki acıların Tovsari’de yarattığı tüm tahribatı unutturmaya
yetmişti. Sürekli kendisini rahatsız eden vicdan azabı bir türlü onu rahat
bırakmıyordu. Onu rahatsız eden düşünceler son anlarında nasıl da
yoğunlaşmıştı: “Havadi’yi sevdiğinden ayırıp onu bu dünyadan koparan kim? Onu
da bizi de seven Yunus’un düşmanlığını kazanan kim? Onu sevgiden, dünyadan
mahrum edip, akıldan yoksun bırakarak evin bir köşesinde büzüşüp kalmasına
neden olan kim. Oğlu bu hallere düşen zavallı annesini acılara boğan kim?
Oğlumu ve gelinimi birbirinden ayıran kim? Samadi’nin arzularına karşı, çakmak
taşından oluşan dik yamaçlar gibi durarak o minicik kalbi parçalayıp sonunda
kaybolmasına neden olan kim? Kendi aileni helak ettin. Hep elin arzularını
dikkate aldın, arzular denilen o Allah’ın belalarını. Şimdiye dek bu aykırı
düşünceleri bir şey sanıp neden peşinden koştum? Ben de ölürsem küçük Rüstem’in
hali nice olur? Bu koca evin ocağı nasıl da sönüp gidiyor. Keşke tüm bunları
görmeden ölmüş olsaydım. Lanet olsun bu ters kişiliğine, lanet olsun sana hay
şeytan, hay Allah’ın belası. Sen…Sen…” Gözlerinin önünden Tüm yaşamı su gibi
akıp gidiyordu.”
*
Hikayede kırsal yaşam var.
Ancak, bilim yok, kent yaşamı anlayışı yok.
*
Kırsal yaşamın kendine özgü bir güzelliği olsa da, bir
toplumda kent yaşam anlayışının olmayışı, bence, önemli bir eksiklik.
Zira, çağımız kentsel yaşam çağı!
Artık, kırsal yaşam, bilimsel bir yaklaşımla ve akılla aşılıp
dönüştürülmeli!
Her yerde hasarsız bir şekilde yapılıyor mu?
Hikayedeki anlatım ibret olur mu?
Benzer haller için ders çıkarılır mı?
Temenni edilir ki, ibret olsun, ders çıkarılsın!
*
Öte yandan, bence, kurgu daha iyi olabilirdi!
Ortada, Samadi’ye ne oldu, gibi bir soru bırakılmayabilirdi?
Bir de, tercümede, s. 58’deki tarım mühendisliği yerine
ziraat mühendisliği denseydi, keşke.
*
Yazarın ve tercümanın kalemlerine sağlık!
*
26.1.2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder