Ahmet Ümit, 1. Basım: Haziran 2010, Everest Yayınları, İstanbul
İstanbul'un tarihi ve eski eserleri hakkında bolca bilgi veren bir polisiye.
Rahat okunuyor.
İyi kurgu.
Ve sürprizli son.
*
Kitaptan birkaç not şöyle:
"... terör gruplarının büyük bölümünün istihbarat örgütleri tarafından yönlendirildiğini biliyordum." (Ümit, s. 12)
"... zamanla yüzlerini bile hatırlamakta güçlük çekeceğimiz sevdiklerimizin ruhumuzdaki etkileri... ağır ağır silinip giderdi belleğimizden." "Normal insan diye bir şey varsa..." (Ümit, s. 18)
"Cinayetin çözüm olmadığını düşündüğü halde tavuk boğazlar gibi insan öldüren o kadar çok katil görmüştük ki..." (Ümit, s. 32)
"Eskiden tarih yaşamının amacıydı, şimdi ise sadece zenginlik getirecek bir araç olmuştu." (Ümit, s. 34)
"... müzmin bir kederi mutluluğuna vurulmuş bir zincir gibi her zaman yüreğinde taşıyan bir adam..." (Ümit, s. 67)
"Çektiğin acı seni büyütüyor." (Ümit, s. 77)
"Semtlerin eski isimleri unutuluyor, şehir hızla geçmişinden koparılıyor. Oysa şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar." (Ümit, s. 90)
"Size gerçekleşmesi zor, neredeyse imkansızmış gibi görünen bir olayın, bağlantılar ortaya çıktığında ne kadar da basit bir açıklaması olduğunu görürsünüz." (Ümit, s. 98)
"İşte bu yüzden dürüst polis bulmak zordur." (Ümit, s. 108)
"Ve askeri yönetim bütün polisleri adeta içtimaa çağırıyor... Koca İstanbul, sıkıyönetim komutanlarının av sahasına dönüştürülmüştü. Bizler de av köpeklerine..." (Ümit, s. 128)
"Ama birini öldürmek öyle herkesin yapabileceği bir iş değildir. Hatta çoğu insan, başka birine vurmayı bile beceremez." (Ümit, s. 131)
"Yok... bu insanlardan hiçbir şey olmaz... Fatiha'yı doğru dürüst okuyabilen kaç kişi vardır bunların arasında. Fakat aynı insanlar dinlerine laf geldi diye önlerine çıkan herkesi cayır cayır yakarlar... Bu ülkenin ihtiyacı olan şeyi söyleyeyim sana. Birey, kendinden emin, kendine güvenen, ideolojiyle, dinle, ahlakla, hukukla kendini sınırlamayan birey." (Ümit, s. 132, 133)
Fatih "Bakışlarını kaldırımda yürüyen beş kişilik siyah çarşaflı kadın grubuna dikmişti." "Burası Türkiye'den çok İran'a benziyor". (Ümit, s. 138)
"... evdeki yaşamın odaya sinen kokusu mu..." (Ümit, s. 147)
"... odadaki herkes için eski bir solcudan daha iyi bir ortak düşman olamaz kanısıyla verip veriştiriyordu cerraha." (Ümit, s. 290)
"... derin bir özlem, müzmin bir keder, kabullenilmiş bir acı vardı gözlerinde ama aynı zamanda katı bir kararlılık." (Ümit, s. 337)
"... mesleği üzerine sinen insanlar..." (Ümit, s. 383)
"Aslında tapınaklar Tanrı'dan çok, yaptıran imparatora saygınlık kazandırıyor. Hükümdarı Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olarak tescil ediyor. Sadece Tanrı'ya ait olması gereken iktidarın yeryüzündeki ortağının hükümdar olduğunu hatırlatıyor. Tapınaklar, yaptıranların isimlerini ölümsüzleştirdiği gibi, halklarının gözünde de saygınlıklarını arttırıyor... Yani bu tapınakları yaptıranlar, dini kullanarak kendi iktidarlarını sağlamlaştırıyorlar aslında... Yani Ayasofya bir mabet olduğu kadar, aşktan gözü dönmüş bir imparatorun, sevdiği kadın için yaptırdığı devasa bir anıttır da..." (Ümit, s. 389)
"Ama yeryüzündeki iktidarla Tanrı düşüncesi uyuşmaz. Konstantin'in bu yüzden ölüm döşeğinde vaftiz edildiği söylenir. Çünkü o da her hükümdar gibi gerektiğinde kan dökmekten çekinmiyordu. Oysa öldürmek hakkı sadece Tanrı'ya aittir." (Ümit, s. 390)
"Ama insanoğlu boşboğazdır." (Ümit, s. 416)
"Afiş astığımız, yürüyüş yaptığımız, dernek kurduğumuz için bizi terörist sayıyorsunuz. Her kötülüğü yapabilecek eli kanlı katiller olarak görüyorsunuz." (Ümit, s. 441)
"Fatih tıpkı Konstantin gibi, bu yıkılmış, talan edilmiş kentten bir payitaht yaratmak için adeta seferberlik ilan etti. İmparatorluğun her yanından ustalar ve savaş esirleri getirtti. Mesela Trabzon'dan beş bin aile toplandı. Edirne, Bursa, Gelibolu ve Filibe'den Rum zanaatçılar çağrıldı. Türkler, Slavlar, Yahudiler, Ermeniler başkente göçe zorlandı. Her kent en az yüz zanaatçıyı ve zengin aileyi Konstantiniyye'ye yollamakla görevliydi. Gitmek istemeyen insanlar da oldu tabii ama kimse Fatih'in buyruğuna karşı koyamazdı. Büyük bir imar hareketi başlatıldı. Ve Doğu Roma'nın yaşlı, yorgun, ümitsiz kentinden yepyeni bir Osmanlı payitahtı yaratıldı." (Ümit, s. 454)
"Aslında Osmanlılarda arma geleneği yokmuş. Bazı tarihçilere göre, armanın yaratılmasına Kırım Savaşı neden olmuş. O dönemde Osmanlı'yla arasını iyi tutmak isteyen Fransa hükümeti Sultan Abdülmecid'e 'Legion' nişanı vermiş. Fransa'nın bu jestini gören İngiltere, meydanı boş bırakmamak için hemen harekete geçmiş. Ve İngiltere Kraliçesi Victoria, Abdülmecid'e Dizbağı Nişanı'nı sunmuş. Fakat önemkli bir mesele varmış. Dizbağı Nişanı'nın geleneğine göre, bu onura layık görülen hükümdarların armaları Saint George Kilisesi'nin duvarlarında sergilenmek zorundaymış. Ancak Osmanlı padişahının arması bulunmamaktaymış. Bunun üzerine Kraliçe Victoria, Prens Charles Young'ı Osmanlı için arma tasarlamak üzere İstanbul'a göndermiş. İstanbul'a gelen İngiliz tasarımcı, işte bu gördüğünüz armayı oluşturmuş. Ama Sultan Abdülhamit döneminde son halini almış. Abdülhamit'in tuğrası, terazi ve silahlar eklenmiş üzerine." (Ümit, s. 458, 459)
"Dil yeteneği başka bir şeymiş. Ya da bu işlere gençken başlamak lazımmış. Bir süre sonra akıl öğrenmeyi reddediyor." (Ümit, s. 459)
"Kendilerinin çok güçlü olduklarını zanneden insanların başkalarının kaderi hakkında karar verirken gözlerine vuran o soğuk ışık." (Ümit, s. 459)
"Ben büyük bir aşiretin çocuğuyum. Öldürmeyi bilen bir aşiretin çocuğu. Dedemin babasının adı Kanlı Seyfo'ydu. Belki abartıdır ama öldürdüğü adamların kanıyla abdest aldığı söylenirdi." (Ümit, s. 466)
"Samuel Amca'nın Kapalıçarşı'daki kuyumcu dükkanında çalışıyordum. Hiç bir iktisat okulunun veremeyeceği ticaret bilgilerini orada öğrendim." (Ümit, s. 467)
"Salı Pazarı'ndaki, Ayasofya'nın küçük bir kopyası olan Kılıç Ali Paşa Camii... O caminin inşaatında Don Kişot'un yazarı Cervantes'in amelelik yaptığını biliyor muydunuz?" (Ümit, s. 491)
*
10.5.2024
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder