Ruslar başta Çeçenler olmak üzere bölge halklarını tüm “medeni”lerin “öteki”lere yönelik uygulamalarında olduğu üzere genelde vahşi, barbar, ilkel, medeniyetsiz, asi, isyankar, yağmacı, çapulcu, haydut, eşkiya ve benzeri olumsuz nitelemelerle anıp anlatmıştır. Onlarca yıl Rusların bölgede işgal ve katliam yaptığı, isteseler bile bölge halklarının Ruslara aynı ölçüde zarar vermeye yetecek güçlerinin olmadığı açık olduğu halde genelde bu Rus görüşleri, muhtemelen dünyanın diğer bölgelerindeki egemen güçlerin uygulamalarıyla da uyumlu olduğundan, egemenlerin dünyasında aynen kabul edilmiştir.
*
1.Haksızlık
“Gerçekten de, 1878 Berlin Antlaşması’nda, Kırım Savaşı’ndan, özellikle 1864’ten itibaren Rusların Kafkasları istilâsı karşısında, Kafkas ellerinden göçüp yoğun olarak Osmanlı ülkesine sığınan Çerkeslerin, Kürtlerle birlikte, Ermenilere karşı taarruzunun durdurulması kayıt altına alınmıştı. Bu hüküm, Çerkeslerin, Osmanlı Birliği içindeki gayri-müslim azınlıklar açısından olumsuz bir şekilde değerlendirildiğinin önemli bir göstergesidir.” “Batılılar ve Osmanlılar ilginç bir şekilde Rusların Çerkeslerle ilgili olumsuz değer yargılarını paylaşmaktadırlar. Ruslar Çerkesleri medenileşmeyi benimsemeyen soyguncu barbarlar olarak tarif ederken, Batılılar bu görüşleri aynen tekrarlayıp, Çerkeslerin özelliklerini “insan alıp satmaları, hırsızlığa, vurgunculuğa, soygunculuğa mübtela sanılması, tabiat olarak sert tanınmış olmaları gibi” hususlar olarak ifade etmekte ve Osmanlı’da da buna paralel görüşler benimsenmektedir. Evliya Çelebi Çerkesleri anlatırken “Hâlâ işleri, güçleri birbirlerinin köylerini ve konaklarını vurup geçinmektir. Öylesine hırsızdırlar ki gözden sürmeyi çalarlar, göz yerinde kalır. Ta bu derece haramidirler” demekte ve bu görüşlerinin Osmanlı dünyasında genel kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Osmanlı tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa da “Ruslardan asla korkmazlar” dediği Çerkeslerin, “Devlet-i Aliye hizmetine lâyık ve acayip mahlûklar” olduğunu belirterek, bu acayipliklerinin başında hırsızlık, kölelik, vurgunculuk gibi özelliklerinin geldiğini ifade etmektedir. (Oral)
*
Konu hakkındaki bu tür laf kalabalığının özüne bakıldığında söylenen sözcük anlamlarıyla da uyumlu olmamasına karşın Rusların iyi, Kafkas yerlilerinin ise vahşi, saldırgan, yağmacı ve dolayısıyla kötü olduğudur.
Oysa yaşananlara bakıldığında bu değerlendirmenin büyük ölçüde haksız olduğu görülmektedir. Yerlilerin sözcük anlamı itibariyle barbar, yani ilkel oldukları ve davranışlarının da buna uygun olduğu elbette doğrudur, ancak söylenenlerin bundan sonraki kısmı gerçeklerden öz itibariyle tamamen kopuktur.
Yaşananların özeti şudur: Çerkesler (aslında tüm Kafkas Dağlıları) Rus ülkesine hiçbir zarar vermediği halde Ruslar gelip onların ülkesine saldırmış, evlerini yakıp yıkarak tüm varlıklarını zorla ellerinden almış ve her türlü vahşeti uygulayarak onları yıllar boyunca katletmiştir. Çerkeslerin yaptığı, daha doğrusu yapabildiği ise, olsa olsa, Rusların maşa olarak kullanarak getirip kendi otlaklarına yerleştirdiği Kazakların köylerinden at çalmak ve benzeri eylemler olmuştur.
İnsan alıp satma, yani köle ticareti de benzer biçimde güçlünün yapabildiği bir iş olup, bu iş de çok iyi bilindiği üzere yüzyıllar boyunca denizaşırı ticaret imkanı olan büyük güçlerce yapılmış, Osmanlı’da da 20. yüzyıl başlarında dahi ticari bir sektör olarak varlığını sürdürmüş, Çerkezler ise büyük ölçüde bu işin mağduru olmuşlardır.
Kısacası Çerkesler için söylenen hırsızlık, vurgunculuk, talancılık ve köle ticareti gibi işler Çerkesler gibi gücü az olanların yapabileceği işler olmayıp tam tersine güçlü emperyalist ülkelerin yapabileceği işlerdir ve yüzyıllar boyunca da bu konuda yeterli güce sahip Rusya, Batılı büyük devletler ve Osmanlı tarafından yapılagelmiştir.
Buna rağmen bunun tam tersinin genel kabul gören doğru olarak söylenegelmesi apaçık haksızlıktır, gerçeğe aykırı bir batılı oryantalist söylemdir.
Çerkezlerin kendi aralarında yaptığı hırsızlıklar, olsa olsa, mülkiyetin duygusunun köklü bir biçimde yerleşmemiş olmasının da etkisiyle, çocuklar dahil tüm varlıkların herkese ait sayıldığı ilkel toplumsal dönemden gelen alışkanlıkların bir ölçüde sürdürülmesinin ürünü olan ve Amerikan filmlerinde görmeye alıştığımız yerlilerin davranışlarına benzetilebilecek türden “ilkellikten” gelen geleneksel bir davranış olarak görülebilir. Aslında bu durum feodalizm öncesine ait bir toplumsal yapının göstergesidir ve bu anlamda eski olmasıyla ilkel bir toplum yapısına işaret etmektedir.
Ve, bu yapıda elbette doğal olarak barbarlık-ilkellik vardır, ancak bu yapıdaki barbarlık sonraki feodal, kapitalist ve emperyalist dönemlerin barbarlıklarıyla, aslında vahşetleriyle kıyaslanamaz ve onların yanında ve özellikle Rusların ya da diğer emperyalistlerin vahşetleri karşısında çok çok masum kalır.
Çerkezlerin karakterlerinin asıl özü ise Evliya Çelebi’nin anlattığı şu özelliklerinde saklıdır, denilebilir: “Ama misafirlerinin bir hardal tanesi uğruna ölürler. Herkes konuğunu yedirir, içirir, misafirperverlik ederek gideceği köye kadar götürür.” (Oral)
Bunlar hırsızın, vurguncunun, talancının özellikleri olabilir mi?
Ya da medeniyet nedir?
*
“Osmanlı Anapası büyük bir köle ticaret merkezi olarak çalışıyordu.” (Kumuk)
“Batılı emperyalistlerin ayrıcalıklara sahip olduğu bir köle ticareti ağı kurulmuştu… tüm deniz taşımacılığı yabancı şirketlerin elindeydi.” (Berzeg, s.187)
"Kafkas yönetiminin resmi verilerine göre, her yıl Çerkesistan'dan Türkiye'ye 4 bin kadın ve erkek köle gönderiliyordu." (Avagyan, s. 37)
"Dağlıların başlıca ihraç maddesi kölelerdi. Ve Çerkes güzelleri İstanbul pazarlarında büyük ün kazandılar." En önemli ithal maddeleri ise tuz ve barut oluyor. Daha önceleri "Kızılyar ve Astrahan arasında yapılan kervan seferleriyle" tuz temin edilirken "Kazakların 1776 yılında bu bölgeye yerleşmesi ile... Çerkesler, tuz ihtiyaçlarını çok yüksek fiyatlarla Hatt'taki Ruslardan veya Anapa'daki Türklerden sağlamaya başladılar." "Çerkes kızları, İstanbul'daki zengin bir paşanın hareminde sürdürecekleri hayata heyecanla bakıyorlardı." (Luxembourg, s. s. 75-Dipnot: 62, 81-Dipnot: 69)
“Kafkasyalı kızlarda… sülün gibi gösteriş veren bir korsa kullanılması mutaddı. Kız çocuğu sekiz yaşında olunca bu korsalar bir merasimle giydirilir ve mutad üzere ondört yaşından sonra evleninceye kadar bir daha çıkarılmazdı. O zaman damadın hınjalı ile dikişleri kesmesi bir imtiyazdı.” (Blanch, s. 117)
"Avrupa'da... Şarktaki kölelikten bahsedilirken de hep Amerika'daki köleliğin hazin hali hatıra gelmektedir. Halbuki bizdeki efendi ile hizmetkar arasındaki samimi münasebete kölelik kelimesi nasıl kullanılabilir?/ Kur'an-ı Kerim, hizmetkarlara iyi muamele edilmesini emretmiştir. Vakıa hizmetkarlar efendilerine tabidirler, hürriyetleri hudutludur, fakat efendilerinin keyfi idarelerine karşı gayet sert olan kanunlarımızla korunurlar. İmparatorluğumuz dahilinde köleliğin mevcudiyetinden bahsetmek mevzuu bile olamaz. Bizdeki cariyenin, Avrupadaki hizmetçiden daha mesut olduğuna şüphe yoktur. Hakları örf ve adetlerimizle korunan bu kızlar bulundukları eve bağlanırlar./ Esir satıcılarını suçlarlar. Halbuki bu usulü dairesinde ve karşılıklı bir alış veriştir ve bu adamların yaptığı uzun süreli bir iş için hizmetkar temin etmekten ibarettir. Ödenen paranın bir kısmı bu adama, bir kısmı da esirin kendisine veya ailesine verilir. Sokakta sefaletten ölmiye mahkum bir çok çocuk, bu adamların aracılığı sayesinde iyi bir ailenin yanında, ailedenmiş gibi muamele görerek yetişme imkanı bulurlar. Büyüdükleri zaman erkek çocukların bir çoğu efendilerinin maiyetinde çalışırlar; kızlar da umumiyetle evin efendisine hanım, yani meşru karısı olurlar." (Sultan Abdülhamit, s. 185)
“İstanbul’da Rumlar, Batı Trakya’da Türkler” “Lozan’da başlayan konferansta ilk imza 100 yıl önce 30 Ocak 1923’te atıldı. Türkiye ve Yunanistan Mübadele Sözleşmesi’yle milyonlarca insan yerinden, yurdundan edildi. 1,2 milyon Rum, Yunanistan’a gitti ve 466 bin Türk, Türkiye’ye geldi.[1] Türk mübadiller imza sonrasında geldiği halde, bu durum Rum mübadiller için geçerli değildir. 1,2 milyon Rum mübadilden antlaşma gereği giden 112 bindir.[2] Demek ki 1922 sonu itibariyle 1,1 milyon Rum Anadolu’yu ve Trakya’yı terk-i vatan etmişti ya da etmek zorunda kalmıştı.” “‘Hıristiyanların temizlenmesi’ politiğinin temelini atan Abdülhamid’dir. 1878’de Anayasa’yla Meclis’in ilga edildiği ve Osmanlı’nın Rusya’ya yenildiği koşullarda Abdülhamid, Tanzimat’ın ‘ittihadı anasır’ politikası yerine ‘ittihadı [Sünni] İslam’ı hâkim kıldı.[6] Taner Timur’un analizi her şeyi özetlemektedir. 19. yüzyılın son çeyreği konjonktüründe Osmanlı’da “unsurların yani milletlerin” değil, Sünni İslam’ın birliği esas alındı. Bu, dinen Sünni İslam unsuru, Türk millî devletinin ve 1923’te ilan edilecek Cumhuriyet’in temel iki faktöründen biriydi. Diğeri de milleten Türk’tü.” “1908’e geldik; Abdülhamid indirilse de politikasında esasta değişiklik yapılmadı. Çünkü yapılacakların önüne bent kuruldu; adımlar atılamadı, niyette kaldı. Dönemin en temel adımı, Ermeni meselesiyle ilgili olarak hükümet ortağı İttihat ve Terakki’yle Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) arasındaki müzakeredir. 1908’de başlayan müzakere, 1913’te tıkandı. Ocak 1913 darbesi, aslında 1908 öncesine dönüldüğünün ilanıydı. 1913’lerde İttihatçılar Abdülhamid’in İslamcılığını, Türkçülükle harmanladı. Bu temelde Cumhuriyet’e varıldı. 1914’lerden 1923’e Anadolu ve Trakya’da Hıristiyanlar tasfiye edildi, Sünni İslamlaşan da canını kurtardı. Böylece Anadolu, İsmet İnönü’nün ifadesiyle yeknesak vatan olmuştu. Bunun sonucunda 1914’teki Osmanlı’nın nüfus sayımına göre yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevilerin payı, 1927’de yüzde 2,8’e gerildi.” (İstanbul’da Rumlar, Batı Trakya’da Türkler (gazeteduvar.com.tr) (Nevzat Onarannevzatonaran@gmail.com)
"Çerkes halkının da köylüler ve köleler üzerinde yükselen kendi aristokratları (Doğu Kafkasya'da prensler, uzdenler-saraylı sınıfı) vardı. Bu yapıya ilk darbe, çar yönetiminin köleliğin lağvı emriyle vurulmuştur. Son darbe ise, Çerkes soylularına kölelerini azad etmeleri konusunda verilen talimat oldu. Ancak Çerkes cemaatine asıl darbe, Rusya'daki feodal hakların iptali ve Çerkes prenslerinin ve uzdenlerinin köylülere özgürlüklerini iade etmek zorunda kalmaları olmuştur. Bu dönemde birçok Çerkes derebeyi, rızalarıyla köylülerini azad etmekten kaçınmak için, tebaalarıyla birlikte Türkiye'ye göç kararı almışlardır.” General R. Fadayev'in de kabul ettiği gibi: "Türkiye'ye göç eden dağlılara derebeyliklerinin mensuplarını da toplu olarak yanlarında götürmelerine izin vererek, aynı zamanda kendimizi, çalışkan, barışçıl ve asla tehlikeli olmayan insanlardan oluşan iş görebilir bir kitleden mahrum ediyorduk." (Avagyan, s. 39)
1865’deki Çeçen göçünün organizatörü Kundukhov'un göç kararında da, Aydemirov'un belirttiği üzere, bu açıklamadakine benzer bir durumun söz konusu olmuş olması muhtemeldir.
*
2.Sosyal Yapıya Dair
Bilindiği üzere Kuzey Kafkasya’da çeşitli halklar yaşamaktadır. İsim ve dilleri farklı olan bu halklar çeşitli farklı özelliklere sahiptir.
Bu özellikler zaman içinde oluşmuştur.
Bu oluşumda da coğrafya çok etkili olmuştur.
Cazip yerler olan deniz ve su kenarları ile verimli düz-ovalık alanlarda kalabalık ve dolayısıyla güçlü olan halklar yerleşmiştir. Bunlar bölgede en iyi organize olabilen halklar da olmuşlardır.
Tarih boyunca bölgeden gelip geçen çok çeşitli güçlü halklar bölgenin belirtilen cazip alanlarını yurt tutmuş ve sonuçta da bölgede çeşitli izlerini ve kalıntılarını bırakmışlardır.
Bu şekilde, Kırım’da Moğollar/Tatarlar, Bakü ve Dağıstan’da Araplar/Türkler/Acemler iz bırakmışlardır.
Yörede bu halkların arta kalan temsilcileri yönetenler olmuşlardır. Yörede yakın zamanlara kadar var olan han, bek, sultan, mahsum, utsumi, şamhal, kadı, müftü ve benzeri “ağa”lık türü unvanlar da genelde bu halklardan kalmış, bu unvan sahipleri aynı halkların geride kalan unsurları olmuş ve bunlar aynı zamanda yörenin asillerini oluşturmuşlardır.
Bunlar yönetme ve dolayısıyla ittifaklar oluşturma konusunda da tecrübeli ve yetenekli kimselerdir ve bölgeyi sürekli olarak yönetmişlerdir.
Yöre asilleri Moğol, Türk, Arap, Fars kökenli olmakla da övünür olmuşlardır.
Bunlara bir örnek yakın zamanda 1837’lerde Bell’in anlattığı Türk Hasan’dır.
Bir diğer örnek de Sefer Bey’dir.
Bölgenin yerlilerinden olan Kabardeyler de hem verimli toprakları ve hem de zaman zaman güçlü Osmanlı’nın taşaronu konumundaki Kırım Tatarları’nın taşaronları konumunda olmaları nedeniyle belli zamanlarda güçlü hale gelip diğer halklara egemen olmaya çalışmış ve belli ölçüde egemen de olmuştur.
Kumuklar ve Avarlar da alt egemen gruplardan olabilmişlerdir.
Bölgede bu konuma erişemeyenlerin başında Çeçen-İnguşlar ve Lezgiler bulunmaktadır. Abzek, Sapsığ ve Ubıhlar da bir ölçüde benzer durumdadırlar. Bunlar kabile dışında iyi organize olamayan “ağa”sız halklardır. Güçleri coğrafyaları olmuştur. Varlıklarını dağlara sığınıp korumuşlardır. Bir zamanlar Hazar Denizi’ndeki bazı bölgelere Vaynahx Körfezi ve Çeçen Adası şeklinde isimler verebilecek kadar etkin olan Çeçenler, daha doğru ifadesiyle Vaynahx’lar zamanla sadece dağlara sıkışmak zorunda kalmışlardır. Savunma kuleleri “Bav”lar ve ormanları da çare olmamıştır.
Bölge halklarının bazı benzer yönleri de bulunmaktadır. Bu ortak yönlerinin çoğalması sonucu zamanla hepsi için ortak bir isim de yakıştırılmıştır: Dağlılar. Kimliklerinin oluşumundaki dağların büyük etkisi nedeniyle bu isim çok yerinde olmuştur.
*
3.Bir Tahayyül ve Bazı Gerçekler
Bir toplum tahayyül edilsin:
Yüzyıllardır kendi geleneklerine göre, kendi bildiği gibi yaşayagelen bir toplum.
Büyük ölçüde kendi kendilerine yeten bir yaşam sürüyor.
Kırsal bir yaşam. Mekanları köyler. Tüketimlerinin büyük kısmını kendileri karşılıyorlar. İhtiyaçlarının dışarıdan temin edilen kısmı çok az ve bunlar tuz, barut ve benzeri birkaç maddeden ibaret.
Henüz mülkiyet keskin bir şekilde bireyselleşmemiş, özel mülkiyet pek yerleşmemiş, daha çok ortak mülkiyet anlayışı egemen.
O kadar ki sanki çocuklar bile tüm topluma ait.
Mesela, köylerde herhangi bir kümesten tavuk almak ya da herhangi bir tarladan mısır ya da herhangi bir bahçeden meyve koparmak ya da benzeri başka davranışlar hırsızlık değil, gündelik sıradan olağan davranışlar sayılıyor, bu tür davranışlar her zaman espri konusu oluyor, bir tür renklilik olarak kabul görüyor, hiçbir zaman sorun olmuyor.
Çocukların eğitimi bile tüm toplumun ortak sorumluluğunda.
Henüz derebeylik düzenine bile erişmemiş bir toplum, komşularında han, şamhal, pşı ve benzeri adlarla varolanlar türünden bir “ağa”ları bile yok.
Dolayısıyla pek emek sömürüsü de yok.
Ve yine dolayısıyla artık emek olmadığından yaygın okuma-yazma, bilimsel gelişme ve en son teknoloji ürünleri de yok ve bu tür konularda dünyada varolan gelişmelerden de pek haberleri yok.
Yaşamları büyük ölçüde coğrafyanın zorunlu kıldığı ihtiyaçların eseri.
Ulaşımın güç olduğu doğal ortamlarda yaşıyorlar ve bu sayede örgütlü kalabalık güçlerin saldırılarından korunup hayatta kalabiliyorlar.
Farklı dilleri olan komşuları da büyük ölçüde benzer yaşamlar sürüyorlar.
Kısa mesafelerde bile ulaşım güç ve zaman alıyor.
Dolayısıyla seyahatler sırasında barınabilmek için bir yer bulmak çok önemli bir ihtiyaç ve bu yüzden misafir neredeyse kutsal kabul edilip bütün imkanlarla ağırlanıyor.
Bir diğer husus güvenlik ve adalet ihtiyacı oluyor.
Birini öldüren karşılığını alacağını iyi biliyor, öyle ki, öldürülenin ailesi-kabilesi tümüyle yok olmadığı takdirde can alandan mutlaka can alınıyor.
Düzen, güvenlik ve adalet böyle sağlanıyor.
Misafirperverlik ve kan davası mutlaka uyulması gereken gelenekler oluyor.
Muhtemelen o sırada dünyada mevcut olan en “ilkel” toplumsal anlayışlardan biri çerçevesinde bir yaşam sürdürüyorlar.
Yaşlılara çok saygı gösteriyorlar. Örgütlülük aile-kabile düzeyinde.
Aile-kabile büyükleri dışında hiç kimseye baş eğmiyorlar ve bununla öğünüyorlar.
Zorunlu bir birlik ihtiyacı ortaya çıktığında içlerinden birinin liderliğini kabul etmiyor ve dışarıdan lider ithal ediyorlar.
Böylece örgütsüzlük ve dolayısıyla güçsüzlük haline gelen en büyük öğünçleri olan bu bağımsızlık anlayışı en büyük handikapları oluyor.
Mümkün olan en doğal halde yaşıyorlar.
*
Yaşamını yüzyıllardır geleneklerine göre sürdüren o topluma tarihin farklı dönemlerinde çeşitli büyük güçlerin saldırıları oluyor, ama dağlarına sığınıp kendilerini savunarak korunabiliyorlar, o zamanların ruhu gereği saldırganlar da daha verimli yerlerin fethine yönelerek o küçük coğrafyadaki ulaşımı zor dağlara erişmek için daha fazla zaman harcamayı gereksiz görüp yollarına devam ediyor ve böylece o toplum da coğrafya sayesinde varlığı sürdürebiliyor.
Ama zaman ilerleyip günlerden bir gün dünyada modern denen ulus devletler çağına gelindiğinde bölgede yerleşik güçlerden büyük insan kitlelerini örgütleyip geniş imkanlara sahip kalabalık “ordu”lar oluşturabilenlerden biri en güçlü olarak yerleşik hale gelip yöredeki diğer bölgeleri fethetttikten sonra fetih için o topluma da saldırılara başlıyor, bu gücün saldırısı önceki saldırılar gibi geçici olmayıp sürekli hale geliyor, önce çevredeki otlaklarına el koyup toplumun yaşam damarlarını kesiyorlar, sonra daha önce fethettikleri çeşitli halklardan insanları getirip el koydukları o toplumun topraklarına yerleştirip onları öncü kuvvet olarak düzenli ordularının en önüne yerleştirip karşıdaki topluma saldıran bir araç olarak örgütleyip kullanıyorlar, yazarları da bu yapılanlara övgüler dizip motivasyon sağlıyor, sonrasında o toplumların fethi için adım adım ilerlemeye başlıyorlar, küçük köylerde kendi hallerinde yaşayan o toplumun köylerini birer birer hedef haline getiriyorlar, yöreden yandaşlar buluyorlar, yerli halklar arasında rüşvet, fitne, cinayet, iftira, yalan dahil her tür yol ve yöntemi kullanarak sürdürdükleri faaliyetlerle düşmanlıkları körüklüyor, düşmanlık olmadığında da yaratıyorlar, temizlik seferi adında yok etme seferleri düzenliyorlar, genelde yerli yandaşlardan oluşan rehberlerin öncülüğünde on binlerce kişilik düzeylerde hazırlanan o dönemin son derece yıkıp-yakıcı silahı toplarla desteklenmiş “askeri” güçlerle çıkılan bu seferlerde çocuk, kadın ve yaşlı denmeden köyler top ateşine tutulmak suretiyle yakılıp-yıkılarak yok ediliyor, sağ kalan fertlerinin de açlıkla yok edilmesi şeklindeki icatları gereğince tarla ve bahçelerdeki bütün ürünler yakılıyor, hayvanlar alıp götürülüyor ve bu uygulama onlarca yıl aralıksız sürdürülüyor, en çok katliam yapanlar ödüllendiriliyor, başarılı general sayılıp terfi ettiriliyor ve sonunda da fetih gerçekleştiriliyor, fethedilen topraklara başka yerlerden getirilen çeşitli halklardan insanlar yerleştirilirken o toplumdan sağ kalanların büyük kısmı da topraklarından koparılıp sürgün ediliyor.
Coğrafya, tarih ve sosyolojinin biçimlendirdiği toplumsal yapı gereğince kaçınılmaz olan gerçekleşerek küçük halklar mağlup olmuşlardır. Ama Ruslarca uygulanan ölçekte vahşet, katliam, soykırım ve sürgün olmayabilir, daha insani davranılabilirdi.
*
Burada anlatılan yüz yıldan fazla bir sürede Rus saldırısına maruz kalan Kuzey Kafkasyalıların hikayesinin özetidir.
Uygar dünya bu saldırı döneminde saldırganı medeni sayıyor, saldırıya karşı direnenleri ise barbar olarak kabul ediyor!
Tüm varlıklarını yakıp-yıkarak insanları kitleler halinde katledenler medeni sayılırken, yaşam damarlarını kurutarak yaklaşan saldırgana karşı mağdurların düzenlediği kendilerine yapılanlarla kıyaslanamaz küçüklükteki karşı saldırılar hırsızlık, yağma, çapulculuk, barbarlık ve benzeri faaliyetler olarak kabul ediliyor.
İnanması zor ama örgütsüzlükleri ve dolayısıyla imkansızlıkları yüzünden fiziken saldırganların topraklarına ulaşıp onlara herhangi bir saldırıda bulunma potansiyelleri olmayan yerliler yanlarına kadar gelip kendi toprak ve kaynaklarına el koyan saldırganlardan at ya da koyun çaldıklarında yağmacı barbar sayılırken onların tüm varlıklarını ellerinden alıp hayatlarına kasteden ve katliam yapanlar medeni sayılıyor.
Genel olarak durum böyle veya bunun versiyonları şeklinde oluyor.
Rusya’nın yaptığı bu uygulamalar barbarların medenileştirilmesi olarak kabul ediliyor.
*
4.Bir Değerlendirme
“Medeni” toplumlarda hırsızlık sayılan bazı eylemler mülkiyet duygusunun keskinleşmediği “ilkel” toplumsal yapının egemen olduğu dönemlerde hırsızlık olarak görülmeyebilir. Böyle dönemlerde birçok varlık toplumun ortak malı olarak algılanabilir, mesela günümüzde en kıymetli varlık sayılan toprak bazı dönemlerde toplumun ortak malı sayılmaktadır. Nitekim maddi bazı varlıklar dışında çocuklar dahi bazı toplumlarda ailenin değil toplumun ortak varlığı olarak değer görebilmektedir.
Dolayısıyla çeşitli konulardaki bazı görüşler bilimsel ya da kesin doğrular olmaktan ziyade yer ve zaman göre farklılaşabilen subjektif nitelikte görüşler olabilmektedir.
*
“Bu nedenle Batı’yı eleştirirken düşünce yaşamının ve toplumsal gelişmişliğin değerini bilip devletler-hükümetler ile diğer unsurları birbirinden özenle ayırmanın çok gerekli olduğuna kuşku yok. Her yerdeki her düşünce, insanlığın ortak malıdır, böyle kabul etmek gerek. Batı, devletlerden, yönetimlerden, o devletlerin yayılmacı siyasetinden, kibir ve sömürüden ibaret değil. Batı, aynı zamanda, uğruna çok acı çekilmiş, sonunda insanlığa mal olmuş değer ve ilkelerin bir bütünü. Ulusal ve uluslararası hukuk ilkeleri de o bütüne dahil.” (Sevinç)
“İngilizler bu sıralar politikada ahlaklı olmaktan söz ediyorlar. Kendileri ihtiyaçları olan her şeye sahip. Ahlaklı davranmanın politik arenada pek de önemsenmediği dönemlerde kendi imparatorluklarını kurabildiler zira. Şimdi de o büyük imparatorluklarını ahlak kisvesinin ardına saklayarak korumaya çalışıyorlar.” (Goebbels, s. 177)
İngiliz Elçi Napier: “Rus idaresinin gerçekleştirdiğini öne sürdüğü politikalarının ve öne atılan kesimlerin (göçmenlerin) acılarını azaltma konusunda hangi yetki ile hareket ettiğini kontrol etmeye çalışacağım. Rusya, bu kabilelere yeni yerleşim yeri ve evler vermek amacıyla halkı yeterince teşvik etmek için elinden geleni yapıyor mu? Olası göç ihtimalinde karşılaşılacak zorluk ve tehlikeler konusunda insanlar uyarılmış mı? Beslenme ve ulaşım araçları sağlayıp sağlamadıkları, Türklerin desteğini takdir edip etmediklerini ve Bab-ı Ali’ye özgürlük için verilen ücret hakkında henüz çok az kanıtım var. Rusya’daki resmi dergiler vicdanın değil zaferin dili olmuştur.” (Köse-Lokmacı)
“İngiliz Rusya elçisi Napier “İngiliz İmparatorluğunun kendi tarihi ve eylemleri İngilizleri Çerkes meselesinde Ruslara nutuk çekmekten alıkoyacak niteliktedir” diyerek İngilizlerce Amerika ve Hindistan’da yapılanların Rusya’nın Kafkasya’da yaptığından farklı olmadığını belirtmektedir, ve ayrıca meseleye uygarlık-barbarlık olarak bakıp, yapılanları bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu da “Şark Meselesi” sürecinde “Osmanlı’nın en büyük Batılı düşmanı Rusya ile en büyük Batılı müttefiki İngiltere”nin birbirlerine empati ile yaklaştıklarını göstermektedir. Ayrıca bu empati iki ülkenin Osmanlı’ya yaklaşımının çatışmacı zeminden uzlaşmacı zemine kaymasını da getirecektir.” (Çiçek)
“'ABD’nin Batı’nın ötesinde o zaman da bir dünya vardı, yine bir dünya var. Parası, teknolojisi en güçlü olanın, en çok öykündüğümüzün hikayesini tek gerçek kabul etmek zorunda değiliz.' “TRT’de Pazar sabahları bir sinema kuşağı vardı. En çok da ABD yapımı filmler gösterilirdi. Bunların büyük bölümü de “kovboy fimleri” denilen türden yapımlardı… John Wayne filan gibi “yakışıklı” aktörlerin canlandırdığı esas oğlanlar ya Vahşi Batı’ya yönelmiş kervanlara rehberlik ederler, ya da oralara yerleşmiş bir ailenin reisini, o da olmadı, vaat edilmiş ve fethedilmiş o topraklarda kurulmuş derme çatma yerleşimlerin “Şerif”ini canlandırırlardı./ Vahşi Batı’ya yerleşen beyaz insanların işleri zordu. Bir yandan bin bir güçlükle kuyu kazar, su bulur, toprağı işler, bir yandan hayvan yetiştirirlerdi. Pazar günleri inşa ettikleri ahşap kilisede en güzel giysilerini giyip toplanır, papazın vaazını dinler, dua filan ederlerdi. Kimi zaman tam da o sırada yüzü gözü boyalı, kızıl toprak renklerinde, kir-pas içerisinde bir takım vahşilerin saldırısına uğrarlardı. Adı üzerinde vahşi oldukları için o yaratıklar beyaz adamların o topraklara “Tanrı’nın emriyle geldiklerini”, iyi birer Hristiyan olduklarını falan bilmezlerdi. Fırsat buldukça saldırır, çiftlikleri yakar, çocukları kaçırır, kadınlara tasallut eder, kimi zaman da kadın erkek demeden o güzelim beyazları katledip kafa derilerini yüzer, kemerlerine savaş ganimeti diye takarlardı. Neyse ki, sonunda John Wayne veya bir benzeri beyaz cemaati örgütler, silahlandırır, vahşilere dünyayı dar eder ve beyazların o topraklarda mutlu, mesut yaşamalarını sağlardı./ Bu filmlerin tarihte yaşanmış bir takım olayları yansıttığı açıktı ama hepsi bu kadar değildi. Hollywood salt Amerikalılara değil bütün dünyaya sadece gelişmiş silahlara sahip olan, beyaz ve “medeni”lerin yaşam hakkı bulunduğunu böyle anlatıyordu. O filmleri izlediğim, vahşilerin saldığı dehşete yani bugünkü anlamıyla teröre isyan ettiğim, filmin sonunda yakışıklı ve güzel beyazların kazandığına sevindiğim sırada ne Amerikan tarihinden haberim vardı ne de emperyalizmden. Sonuçta, iyi görünen medeni insanlar, uzun örgülü saçlı pasaklı vahşileri yeniyorlardı. Bu da iyi bir şeydi.” (Solakoğlu)
“Kendi halkları için çok gördükleri insan haklarını, Filistinliler için istediklerinde ciddiye alınmıyorlar.” (Yılmaz)
“Kürtler öldürülürken sessizlik yemini etmiş gibi susanlar, can simidi "terör" kavramına sarılanlar Filistin için sahici gözyaşları dökemezler. Kürtlerin ve solcuların Gazze'deki dram karşısında ikircikli tutum sergilemelerinin nedenlerinden biri de bu olmalı.” Hile var! (Erbay)
Rusların ifadesiyle ”Kuzey Kafkasya’ya gelen tüm İngilizler çıkar peşindedirler.” (Berzeg, s. 200)
*
5.Medenileşmenin Yan Ürünü: Vahşet Proje ve Uygulamaları ve Irkçılık
*
“Her ne kadar “Şark Meselesi”ne Fransa, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya (daha sonra Almanya), Piemonte (daha sonra İtalya) gibi diğer bazı batılı güçler ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak kurulan Yunanistan, Sırbistan gibi ulus devletler değişen düzeylerde etkinlik gösteren özneler olarak dahil olmuşlarsa da; Viktorya çağı İngiliz entellektüellerinin zihinsel süreçlerine damgasını vuran Radikalizm’in “Büyük Komplo” (Great Conspiracy) tezlerinden beslenen ve ondokuzuncu yüzyılda çok popüler olmuş bir ifadeyle söyleyecek olursak, aslında “Doğuda Oynanan Büyük Oyun”da (Great Game in the East ) başrolleri Osmanlı, İngiliz ve Rus imparatorlukları paylaşmıştı.” “Palmerstonizmle eş anlamlı olarak kullanılan bir ifadeye başvurarak söyleyecek olursak, İngiltere’nin Türk’ü kurtarma ( saving the Turk ) projesi, 1815 Viyana Avrupa Uyumu yaklaşımları” dönem politikalarının anahtar kavramlarından bazıları olmuştur. (Çiçek)
Günümüzde egemen olanlar ise şu türden kavramlardır:
Toplumun yalan ihtiyacı,
Yarın projesinin yokluğu,
Geleneğin icadı.
*
6.Tanımlara Dair
*
Uygarlık: Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü; medeniyet.
Medeni: Kentlileşmiş, kırsallıktan kurtulmuş.
Barbar: İlkel olan.
Bunlar TDK tanımlarıdır.
*
“9 Eylül 1935 tarihli Tan Gazetesinde Peyami Safa, medeniyeti başucumuzda yanan ampul, sağımızda dönen vantilâtör, makine, telefon, otomobil, uçak olarak görürseniz aldanırsınız, diyerek bunların bedeli ödendiğinde İran'da da, Turanda da, Afganistan'da da, Sudan'da da, Habeşistan'da olabileceğini, medeniyet fikrinin teknolojiyi kullanmak değil, teknoloji üretmekle gelişebileceğini yazmış.” (Yalın)
“Bir kere insanın insanlığını doğallıktan uzaklaşarak gösterdiğini düşünürüm. "Medeniyet", doğallıktan uzaklaşmak demektir.” Belge, (Murat Belge, https://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/anonim-iliski-kisisel-iliski,38041)
*
Teknoloji üretebilen ya da doğallıktan uzaklaşan “medeni” sayılmalı mı?
Ya da güzeli, iyiyi, doğruyu yaratmayan ve uygulamayan!
*
“Güzeli, iyiyi, doğruyu yaratmadan - ki bunun ana damarı özgürlüktür- medeniyet yaratamazsınız. Cumhuriyet'in ikinci yüzyılında medeniyet arayışımız devam edecek.”
Prof. Dr. Nilüfer Göle: 20 yıl önce vurgu Kemalizm eleştirisindeydi, bugün Atatürkçülüğün yeniden keşfinde (t24.com.tr)
"Memleketler muhteliftir fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun sükutu, Garb'a karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz." (31 Ekim 2023, Osman Ulagay, Atatürk’ün sözü, Erdoğan, Atatürk'ün takipçisi olabilir mi? (t24.com.tr))
“Beyaz adam için kutup, Tanrı'sız, gaddar, Allah'ın belası bir yerdi. Eskimolar için ise varlığın tamamıydı, güzellik ve yaşam doluydu. Onlar oralarda nasıl yaşanacağının ustasıydı. Kendilerine has tanrıları, inançları, efsaneleri, gelenekleri vardı. Doğayla eldivenin içindeki el gibiydiler. Hayatları zordu. Bazen yaşamak için sağlar ölülerini yiyordu. Darlık zamanlarında ölüp sofradan kalkmak için yaşlılar elbiselerini bırakıp dışarı çıkıyorlardı. Elleri donmak üzere olanlar köpeklerinin karnını yırtıp ellerini hayvanın içinde ısıtıyorlardı. Kız çocuklarının çoğu doğar doğmaz öldürülüyordu. Rasmussen bir köyde doğan 96 çocuk arasında bulunan 36 kızın öldürüldüğünü yazdı. Bir anne, doğurduğu sekiz kızın yedisini öldürmüştü. Sonra, kutuplar beyazların egemenliğine girdi. Askerler, misyonerler, yöneticiler geldi. Eskimolar yerleşmeye, Hıristiyan olmaya zorlandılar. İnançları, efsaneleri yasaklandı. Av peşinde bir yerden bir yere göç edemez oldular. Okula devam etmek zorunda olan çocuklar Eskimoluklarını unutmaya başladılar. Buzda yaşamanın, karda iz sürmenin, iglu adı verilen buz ev yapmanın, avlanmanın acemisi oldular. Beyazlar gibi karda kaybolmaya başladılar. Eskimolar beyazlara Kallunaat adını taktı. Kelime "yabancı" dışında açgözlü, materyalist huylu, doğayı rahat bırakmayan anlamına geliyor. Buzdan koparılan Eskimolar alkol, uyuşturucu, işsizlik ve ümitsizliğin pençesine düştü. Bazı kavimlerde intihar oranı ortalamanın beş katıdır. Eskiden hayatları zordu, şimdi zevksiz ve ümitsiz. Doğayı saymayan tanrılara tapanların sonu felakettir. Doğadan kopan, hayattan da kopar. Neşesini, sağlığını, yaşam zevkini kaybeder.” (Münir)
*
Medeniyet bir tür güç devşirme yoludur. Güç devşirme de bir tek zorbalık ve sömürü yoluyla olabilmektedir. İnsanlığın tarihsel yolculuğun bir aşamasında “mülkiyet” ile verimli topraklara el koyup bu toprakları işleyecek insanları da “köle” haline getirebilen güçlü hale gelmekte ve vicdanını ve dolayısıyla insanlığını parça parça kaybetmektedir. En çok insanı köle haline getiren en güçlü olmakta ve kendini en haklı ve medeni gösterebilme becerisine de sahip olan bu güçlüler dünyadaki en vicdansız ve “insanlık”tan en uzak olan icraatları yapanlar olmaktadırlar.
Gücü az olan istese de bunların yaptıkları insanlık dışı işleri yapamamaktadır.
İnsanlık belki de en çok insanın en ilkel halindedir.
*
Barbarlık ilk olandır, ilkelliktir, yani saflıktır, sadeliktir, olduğu gibi görünmektir.
Medeniyet ise gelişmişliktir, kenttir, kitaptır, yani karmaşıklıktır, iki ve hatta daha çok yüzlülüktür.
Medeniyet gelişmişliktir, ancak insanın vahşi ve yağmacı yönlerini yok etmemekte ve hatta genel gelişmeye paralel bir şekilde bu yönleri de geliştirmekte ve deyim uygunsa vahşeti barbarlıkta olmayan seviyelere yükseltmektedir.
Medeniyet “insanlığı” parçalara ayırmaktadır, “medeni” toplumlarda insanlığın iki yüzü, vahşi ve insani yönleri ayrılmaktadır, tabir yerindeyse iş bölümü yapılmaktadır, sosyal organizasyon ve teknik gelişmeler sayesinde barbarın sahip olmadığı yeteneğe kavuşan “medeni”ler hem vahşette ve hem de insani yönde daha üst aşamalara erişebilmekte ve sonrasında ihtiyaç duyduklarında barbarın ulaşamayacağı ölçekte vahşetlere imza atıp uyguladıkları sınırsız vahşeti insani yön algısının arkasına gizleyebilmektedirler.
Günümüzün en “medenisi” olan “Batı” en gelişmiş beşeri organizasyonlar ve teknolojiler sayesinde ulaştığı büyük güçle her yerde keyfi bir şekilde her tür vahşeti uygulamaktadır.
Ama aynı zamanda günümüzün en “insani” yüzü de aynı yerde bulunmaktadır, insan hakları evrensel beyannamesini yayınlayan da, insan hakları ve uluslararası ceza mahkemeleri türünden kurumları kuran da aynı “Batı”dır.
İşbölümüne uygun şekilde yerine göre vahşet de, insani yön de sergilenebilmektedir.
*
Ne yazık ki “medenileşmek” barbarlığı-insanın vahşi yanını yok etmiyor, medeni ülkelerde bir yandan insan hakları denilerek en insani anlayışlar geliştirilirken bir yandan da önceki barbar dönem insanlarının isteseler de imkanları olmadığı ve anlayışları yetmediği için ellerinden gelemeyecek barbarlık-vahşet imkanları geliştiriyor, katliamlar yapıyor ve çok çeşitli barbarlık örnekleri sergileyip vahşet uyguluyorlar.
Ruslar Kafkasya’da tam da bunu yapıyor, kendilerini medeni, Kuzey Kafkasya (KK) yerlilerini barbar, asi, yağmacı olarak tarif ediyorlar ve bu görüş “Batı” ve Osmanlı tarafından da paylaşılıyor.
*
Mesela, Blanch’ın adilce dengeli diye tanıtılan eserinde yazılanlara göre, Rusya’ya rehin verilen Şamil’in oğlu Cemaleddin’in “gözünde bütün Rusya, muhteşemdi… Ruslar, ele geçirdikleri yerlere aydınlanma götürüyordu.“ “Dağıstan’daki ilkel yaşam şartları ve gözü kara savaşçı topluluğu, sanki bir kabus gibi aklından çıkmamıştı.” “İnsani bir anlayış kazanmam ve eğitim görmem için o yarı vahşi avuldan alındığımda sadece yedi yaşındaydım. Öğrenmenin faydalarını hemen anlamaya başladım.” (Blanch, ŞŞE. s. 481-505)
Kafkasyalılar ise “her daim ve her yerde savaş halindeydi. Cenk etmek, onlar için nefes almak gibiydi”, “bu esmer halk için savaşmak hayatın ta kendisiydi.” (Blanch, ŞŞE, s. 17-26)
*
Uygarlık bir anlamda örgütlülüktür, devlet kurabilmektir.
“ABD'li tarihçi ve yazar Barbara Tuchman, 1980'de, ülkenin ulusal kütüphanesi Kongre Kütüphanesi'nde yaptığı "Kitap" üstüne konuşmada, "Kitaplar uygarlığın taşıyıcılarıdır. Kitaplar olmasaydı tarih suskun, edebiyat dilsiz, bilim kötürüm kalırdı, düşünce durma noktasına gelirdi. Kitaplar olmasaydı, uygarlığın gelişmesi olanaksız olurdu…" diyordu.”
(Üster)
Çeçenlerde yakın zamanlara kadar bunların ikisi de, yani devlet de, kitap da, ve ayrıca uygarlığın göstergesi olan şehir de, olmamıştır. Dolayısıyla Çeçenler dünya uygarlık yolculuğunda geride kalmışlardır, başka bir ifadeyle ilkeldirler.
Dolayısıyla da bir anlamda barbardırlar.
Genelde KK’nın tamamında da aynı durumun geçerli olduğu söylenebilir.
Adıgeler birbirine arka çıkar, ama “Ruslar hep yalnızdır. En yakın arkadaşı dayak yerken Rus vatandaşı içeri girer ve kapıyı kapatır.” (Albayrak, s. 239)
Bu anlatım ise bir aşiret anlayışına işaret etmektedir.
KK’lılar genelde aşiret anlayışını aşıp tam olarak birey olma aşamasına gelememişlerdir.
*
7.”Medeni” Rusların Propagandistleri
Ne yazık ki medeniyet konusundaki bu Rus görüşleri yoğun entektüel çabaların da katkısıyla dünya genelinde kabul görmektedir.
Oysa belirtilen görüşler yanıltıcıdır, gerçekte durum tersidir, yıllarca KK halklarının her türlü yaşam kaynağına el koyup vahşet uygulayarak tüm varlıklarını yağmalayan, yani vahşi, çapulcu ve yağmacı olan Ruslardır. Ayrıca asi ve isyankar olmak için önce tabi olmak gerekir ki, tarihin yakın bir dönemine kadar bölge halkları Rusyaya tabi değildirler. Dolayısıyla da bölge halkları o dönemde asi ve isyankar değil, saldırıya uğrayıp katledilen mazlum halklardır.
Genelde tüm ünlü Rus yazarlarca propagandası sürdürülen gerçek dışı Rus görüşünün becerikli propagandistlerinden biri Tolstoy’dur.
Blanch’ın “Hacı Murat’ın hayatı ve akibetini” harikulade bir şekilde anlattığını belirttiği Tolstoy’un Türkiye’de Kafkasya’daki destansı özgürlük mücadelesini anlatan eser diye pazarlanan Hacı Murat adlı eserinde, yerli kılığında yerli insanları “av”layan işbirlikçiler rehberliğindeki Rus katil sürüsünü yöneten bir Kazak katilbaşı için "Steptzov: Dağlıları kasıp kavuran bir Kazak alayının komutanı” ve diğer bir Rus için "Dağlıları kılıçtan geçiren bu gözü pek subayın kabadayılığı", “uçan güllelerden korkup bir kez bile başını eğmiyeceğini, kurşun vızıltılarını hiç umursamayacağını” düşünüp sevinen yakışıklı subay Butler ifadelerinde olduğu gibi genelde Ruslara ve Rus hizmetindeki diğerlerine olumlu özellikler atfedilirken, Çeçenler ve Şeyh Şamil genelde, yalancı, güvenilmez, katil, hain, ikiyüzlü, bencil, cani, hileci ve diğerleri gibi söylenecek tüm olumsuz niteliklerin hepsi yakıştırılarak çok çeşitli olumsuz nitelemelerle anlatılmaktadır. (Blanch, ŞŞE, s. 353-376; Tolstoy, Hacı Murat, s. 9-14, 32, 33, 97, 99, 109-116, 128-134)
Tolstoy’un övgüyle bahsettiği Steptzov, aynen teğmen şair Lermontov gibi, Rusların bölgede kullandığı yerli işbirlikçilerin rehberliğinde yerli kıyafetinde dolaşıp katliamlar yapan sivil görünümlü katiller sürüsü gruplarından birine liderlik yapan bir Kazak’tır ve layık olduğu sonu Çeçenlerin elinden bulup Çeçenlerce Roşni Çu’da öldürülmüştür. Bugün Rusların adına anıtlar diktiği bu katil “general” Tolstoy tarafından olumlu bir figür olarak anlatılmaktadır.
Ayrıca, Şamil’i son derece olumsuz biri olarak anlatan Tolstoy, Şamil’den kaçıp Ruslara sığınan Hacı Murat’ı ise, "görkemli", "sevimli", "gururlu, heybetli", "Olağanüstü cesur adam. Kusursuz bir insan", "büyük adam", "Dağlılara özgü, onurlu, cenkçi bir duruşla uzaklaştı", "Geçimli, akıllı, haksever", "İyi adam işte", "Ölürken bile tam bir yiğitti", gibi ifadelerle övgülere boğmaktadır. (Tolstoy, Hacı Murat, s. 35, 43, 55, 122, 140)
Tolstoy’un Hacı Murat öyküsü, gerçek hayattan alınmış, ama anlatılan özgürlük mücadelesi değil, ilgili bazı olaylarla birlikte, Ruslarla mücadele eden Kafkaslıların lideri Şeyh Şamil (ŞŞ) ile anlaşmazlığa düşen Hacı Murat (HM)'ın Kasım 1851-Nisan 1852 dönemindeki Ruslara sığınmasının hikayesidir.
Yazar bu eserinde, övgüye layık bir açıklıkla, yazdıklarının bir bölümünü kendisinin düşlediğini, yani uydurduğunu belirtiyor ve bir bölümde şunları uyduruyor: ŞŞ'le kavgalı olan HM evine gelince, ölümle cezalandırılacağını bildiği halde, Çeçen Sado, aldırmadığı gibi, "seviniyordu bile. Konuğunu, kendi hayatı pahasına da olsa, korumayı kutsal bir görev saydığı için. Gerektiği gibi davrandığını düşünerek seviniyor, kurumlanıyordu”, “sevinçli, coşkulu bir ruhla." Nöbetçi Rus askerlerinin, "Görevleri... Çeçenlerin kaşla göz arasında bir top getirip istihkamlara ateş açmalarını önlemekti". (Tolstoy, Hacı Murat, s. 14, 16)
Bu anlatımlardaki, sevinme, kurumlanma, sevinçli, coşkulu, türü ifadeler ile Çeçenlerin, yaygın olarak, kaşla göz arasında kullanabilecekleri toplarının olması ifadeleri tam anlamıyla gerçeklikle hiç ilgisi olmayan uydurmalardır.
Kısacası Tolstoy Hacı Murat adlı hikayesinde hiç gerçeğe sadakat endişesi taşımadan ve elbette yazmadaki yeteneğini kullanarak Kafkas yerlilerini karalayıp Rus güzellemesi yapmaktadır. Anlattıklarında Kafkaslardaki "özgürlük" mücadelesi yok, ama, tam tersi var; o mücadelenin lideri ŞŞ ve halkı ile ilgili neredeyse söylenebilecek olumsuzlukların hepsi söyleniyor: Yalancı, güvenilmez, katil, hain, ikiyüzlü, bencil, cani, hileci ve benzeri diğer bazı ifadeler ŞŞ ile halkına layık görülüyor.
Ve bu eser çok çeşitli yerlerde övgülere boğuluyor!
Aynı ya da benzer bir anlayış diğer “ünlü” bazı Rus yazar ve şairlerinde de mevcuttur.
*
“Puşkin... Çar Büyük Petro'nun hizmetinde bulunmuş Afrika'lı büyük dedesinden miras... Farklı görünüşü onu daha da çekici yapıyordu.” “Şiirin tonu ordudaki kahramanlık ve başarılar üzerine kurulmuştu... insanları kesen kasap Yermolov ve Taitsianov gibi kahramanların başarıları konusunda da şiirin son bölümünde... ikna eden bir nokta vardı./ "… Kafkaslar'ın karlı başındaki kibri kırma zamanıydı sonunda: Yermolov ileriye doğru yürüyordu!" diye kükrüyor şiir./ Coşkulu ve inatçı kafa yapısına sahip olan yirmi bir yaşındaki Puşkin ciddi bir politik analizi amaçlamış olamaz. Ama, ima edilen şey, Rusların insanları öldürüp, kesip kendi yollarını dağlarda açsalar bile, bir ilerleme ve yenilik getiriyor olmalarıydı. Batı Avrupa'ya kıyasla Ruslar geri kalmış olabilirlerdi ama dağlardaki vahşilere göre Avrupalı sayılırlardı./ Şiir çok büyük bir başarı elde etti ve... Kafkas edebiyatında yer açtı.” Marlinsky adıyla yazan Bestuzhev “7 Haziran 1837'de yerli Çerkesleri bastırmak için... görevliydi”, “son savaşıydı... cesedi... bulunamadı”, “öldü, fakat efsanesi devam etti.” “Dumas, 1850'lerde… yazmıştı”, 1832-33 kışında” “Derbent'teki köylüler açlıktan ölüyordu. Bestuzhev, kendini soygunculara hatta insan eti yiyenlere karşı korumak için yastığının altında bir silah bulunduruyordu.” “Dumas… Ammalat Bek dahil iki kitabını aynı adla çevirdi. Bu eserlerin elle yazılmış kopyalarını Derbent'te bulduğunu söylüyordu. Hiçbir şekilde bu kitabın daha önce Rusya'da büyük kitleler tarafından okunan bir baskısı olduğundan bahsetme gereği bile duymadı.” “1906'da romanların Amerikan versiyonunun çevirmeni Dumas'yı bu nedenle inceden inceye suçladı.” “Kafkasların Puşkin ve Marlinsky tarafından yaratılan dramatik dekoru Rusya dışında, İngiliz yazarlarca da kullanılmıştır. Bu yazarlar, şehvet dolu vahşileri Rus karşıtı önyargılar ile de birleştirerek, Rus benzerleri kadar kötü ayrıntılar içeren eserler üretmişlerdir.” “Beshuzyev-Marlinsky'nin etkisi oldukça derindi ve Mikhail Lermontov isimli... bir adamı çok etkilemişti”, “şöyle der”, “Kafkas dağları benim için kutsaldır.” “Aralıkçılar ayaklanmasından yalnızca birkaç ay önce, on beş veya on altı yaşındayken yazdığı "İsmail Bey" adlı şiirinde Rusların güneyi istilasına karşı çok karmaşık bir tavır sergilemekteydi”, “ama hala Rusya'ya olumlayıcı yaklaşıyor. Hayal kırıklığı daha sonra gelecektir. Şimdilik, Çerkesler bastırıldığında şöyle diyeceklerdi, "Köle olmama rağmen, çok yüce bir prense, dünyanın hükümdarına hizmet ediyorum." Ancak bu bile sansürden kurtaramadı. Şiir 1843'te yayımlanınca sansürün hışmına uğradı.” “Özgürce düşünmek ve yazmak çok zor hale gelmişti. Kafkaslar hakkında yazacak olan Lev Tolstoy, felsefe derslerinin Aziz Pavlus tarafından yazılan Koloseliler ve Timoteos mektuplarına dayandığı dönemlerde Kazan Üniversitesi'nde okuyordu. Başka bir büyük yazar... Dostoyevski... Sibirya'ya sürülmüştü... Turgenyev, hiciv dahisi... Gogol'u yücelten bir ölüm ilanı yazdığı için 1852'de ev hapsi cezasına çarptırılmıştı./ Çok boğucu bir ortamdı ve Lermontov da bu ortamı iyi değerlendiremedi. Kısa kariyeri boyunca evcil hayvan olarak tutulan bir vahşi hayvan gibiydi. Görünüşü, zekası ve ağır yorumları ile herkesi eğlendiriyor ama sıkıldığında aniden sert çıkıyor ve bunun için de ağır bir şekilde cezalandırılıyordu... üniversiteden ayrıldı. Orduya yazıldı.../ Puşkin de bu ağır havayı hissetmişti... 1829'da kaçıp izinsiz olarak Kafkasları gezdi ve Erzurum'a Seyahat adında sıkıntı, öfke ve umutsuzluk içeren anı kitabı yazdı. Kitap, şiirinin zarafeti ve güzelliğinden yoksundu ama mesajı çok kuvvetli bir eserdi. Dehaların bürokrat olmaya zorlandığı ve en büyük özgürlüğün orduda subay olarak elde edildiği bir döneme ait neslin, içi bomboş can sıkıcı kasvetini yansıtıyordu./ 1820'de kendisini büyüleyen kaplıca kasabasında durdu. Ama bu kez gereğinden fazla gelişmiş buldu... Kafkaslar eski anlamını yitirmişti. Kişinin özgür olabileceği bir yer olmaktan çıkmıştı. Halklar bile artık asaletini yitirmişti, yalnızca vahşiydiler./ "Çerkesler bizden nefret ediyor. Onları... yaylalarından zorla çıkardık; köyleri viraneye döndü... Onların yabani fakat onurlu ruhu dikkate değecek şekilde yok oluyor. Eşit sayıdaki Kazaklara nadiren saldırıyor ve süvarilere hiçbir şekilde saldırmıyorlar. Top gördükleri zaman kaçıp gidiyorlar... zayıf bir müfreze ya da savunmasız bir kişi gördükleri zaman saldırmaktan geri kalmıyorlar. Bu bölgede kötülük yaptıklarına dair çok fazla dedikodu var," diye her iki tarafı da suçlayacak biçimde yazdı./... Vladikafkas... esir alınmış Çerkesleri çaput giydirilmiş ve pislik içinde buldu. On yıl önce övdüğü medenileştirme savaşının gerçeğiydi bu.” “Sonunda karısını aşağılayan Hollandalı bir adamla girdiği düelloda 1837 yılında öldürüldü./ Politik gösterileri önlemek için cenazesi yalnızca aile içinde yapıldı, fakat Lermontov her halükarda öfke ile patladı. Rusya'nın şairi öldü şeklindeki aşağılamasıyla... kraliyetin ikiyüzlülüğü konusunda acımasız bir saldırı kaleme aldı./ "Şairin Ölümü" adlı şiirinin şahane önsözünde "Siz, tahtın etrafına üşüşen aç sürüler, özgürlüğün ve dehanın ve zaferin kasapları... size göre, doğruluk ve adalet aptallık demek olmalı! Ama siz ahlaksızlığın parazitleri, Tanrı'nın cezası var; adalet yerini bulacaktır," dedi./ Çok ileri gitmişti... bedelini ödemeliydi. Odası arandı... ağır süvari birliğinde görev yapmak için Kafkasya'ya gönderildi... Kafkaslar hakettiği büyük yazara kavuşmuştu.” “Pyatigorsk inanılması güç bir özgür atmosfer yaratıyordu... liberal kitaplar... Aralıkçılarla tanıştı... Lorer de vardı.” “Nesil farkı vardı. İdealist Aralıkçılar, Lermontov gibi yeni dalga katı kinikleri anlamıyorlardı.” “Affedilmişti... Nisan 1838... Sankt Petersburg'da yaşama hakkını elde etmişti... Rus dilindeki ilk büyük romanı ortaya çıkarttı./ Zamanımızın Bir Kahramanı her yönüyle roman kalıplarına uygun bir eser.../ Romanda, Puşkin ve... Marlinsky'i parçalara ayırıp, Kafkaslar'ın bir özgürlük mekanı olduğu fikrini acımasızca eleştiriyor. Bunun yerine, Kafkaslar'ı israfın, can sıkıntısının, belli hesaplar doğrultusunda baştan çıkarmanın, vahşetin ve gereksiz şiddetin yaşandığı bir yer olarak tanımlıyor”, “eğitimli elit tabakadan insanların ciddiye aldığı Kafkas edebiyatını bir vuruşta yerle bir etmişti”, “çar bundan hoşnut değildi. "Yazar sürekli baştan çıkarıcı bir ruh halinde ve yetenekleri de yetersiz," diye yazdı karısına bir mektubunda”, “halk içindeki davranışları oldukça uygunsuz hale gelmişti. Kafkaslar'a geri gönderilmesi isteği reddedildi. "Benim öldürülmeme bile izin vermiyorlar," diye yazdı bir mektubunda. O nedenle, kendi ölümünü planlamaya başladı. Bir düelloda Fransız elçisinin oğlu ile kar üstünde ellerinde silahları buluştular. Puşkin'le aynı kaderi paylaşması işten bile değildi. Puşkin, Hollanda elçisinin evlatlık oğlu tarafından öldürülmüştü; fakat böyle olmadı. Fransız hedefi şaşırdı ve Lermontov da yukarı doğru ateş etti./ Ancak bu geçici bir kaçıştı. Düello yaptığı için tutuklandı... suçlu bulundu. Çar bizzat verdi cezasını. Teğmen Lermontov tekrar Kafkaslar'a piyade eri olarak gönderildi”, “mükemmel bir asker ve cesur bir sevk süvarisi oldu... kurguladığı Kafkaslar hayal kırıklığıyla dolu ve alay edilecek bir ortam olmasına rağmen kendisi özgürlüğünü orada bulmuştu... bir şiirde... Kazbek için şöyle denir: "Sefil adamlar!.. yeryüzünde... herkese yer var; ama bıkmadan... sonsuza dek savaşıyorlar. Niye?"/... uzun saç ve kirli giysiler içinde, Çeçenistan ormanlarında komutasındaki düzensiz birliği ile birçok kez övgü aldığı kahramanlıklar gösterdi”, arkadaşı Martynov’la “düelloya davet edildi.” “Hakeme dönerek bağırdı: "Bu salağa ateş etmeyeceğim," ve bariz bir biçimde silahını indirdi. Martynov "kontrolden çıkmıştı." Ona doğru ilerledi ve silahını kısa mesafeden ateşledi. Lermontov... öldü.” 1841. “Rus edebiyatının en güzel şiirlerini... en güzel romanlarından birini de yazmıştı ve yalnızca yirmi altı yaşındaydı." (Bullough, s. 88-109)
*
“Medeni” Rusları övgülere boğan diğer bir dünyanın “en ünlü” Rus yazarı da Dostoyevski’dir. Tam bir Rus ırkçısı ve Rus dincisi, Avrupa, akılcılık ve "uygarlık" karşıtı, Yahudi düşmanı ve bu düşüncelerin türevleri ile uzantıları olan her tür ırkçı ve dinsel yobazlığı içeren anlayışı savunan, Çarcı, kumarbaz bir fantastik olan bu yazar Rus "halk"ını bolca övüp ırkçılık ve dincilik ve 1877 döneminde Balkanlarda savaş kışkırtıcılığı yapmıştır, ancak genelde dünyada ölçüsüz övgülere layık görülmektedir.
*
"Dostoyevski... geçinilmesi zor bir insandı... O çılgınca yabancı düşmanlığı... Almanlardan nefreti... Anna daha barışçı, daha az bağnaz biriydi ama Almanların doğuştan gelen "aptallık"ını vurgulamakta... küçük dolandırıcılıklardan yakınmakta... geri kalmıyordu." "Dostoyevski... Almanlar için "dolandırıcılar, üçkağıtçılar... bizden çok daha kötü ve ahlaksız herifler" diyerek..." "Avrupa hayat tarzına duyduğu artan nefreti göze çarpıyor... o oranda Rusya'yı ülküselleştirdiği görülüyordu... acele Budala'yı yazma kararına... tepe noktası olarak gördüğü Rus kültürünün değerlerini yüceltme dürtüsü ilham kaynaklığı etmiş olabilir.../... Rus yaşam tarzı... Avrupa uygarlığınınkine göre... çok üstün..." "Rus ruhunun yüksek ahlak mayasıyla mayalandığına, gelecekte Rusya'nın şimdiden belirlenmiş Mesih tarzı bir rol oynamaya yazgılı bulunduğuna dair önyargılı bir inancı vardı... "... Bizim halkımız sonsuz derecede yüksek bir halk, daha dürüst, daha soylu, daha naif, daha yetenekli, farklı, yüksek Hıristiyanlık düşüncesine sahip, Avrupa hastalıklı Katolikliğiyle, aptalca ve çelişkili Luther'ciliğiyle bu Hıristiyanlık düşüncesini anlamaz bile.".../ Dostoyevski'ye göre Rus kavramı, "bütün dünya için muhteşem bir yenilenme (haklısın, bunun Rus Ortodoksluğuyla yakın ilişkisi var) hazırlamaktadır, bu da bir yüzyıl içinde gerçekleşecektir-bu benim sarsılmaz inancımdır"..." "En büyük tutkusu, Rus kültürüne o kültürün en yüksek dinsel değerlerini dile getiren yüce bir imge kazandırmaktı." Avrupa dönüşünde "Rus topraklarında yol aldığımızı bilmek," diye hatırlıyor Anna, "çevremizde kendi insanlarımızın, Rusların olduğunu bilmek o kadar rahatlatıcıydı ki, yolculuğumuzun bütün sıkıntılarını unutturdu bu bize."..." "1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşı... Dostoyevski, Hamiyetperver Slav Cemiyeti'nin üyesiydi, bu cemiyet Pan-Slavik kışkırtıcı eylemlerin ön safında yer alıyordu, hem isyanın hem de savaşın başdestekçisiydi.” “Dostoyevski, Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaş açmasından sonra Rus halkı güzellemesinin son aşamasına ulaştı... "dünyada şimdiye kadar duyulmuş en önemli bir çift sözü" Rusya'nın söyleyeceğine inanmaktadır... Rus halkıyla Rus devleti arasında bir ayrım yapmadığı için, bu tür afili laflar insanların kafalarında, Balkanlar ve Orta Asya'daki Rus emperyalizminin ahlaksal bakımdan kuzu postuna büründürülmüş bir imgesinin oluşturulmasına hizmet ediyordu." Savaş, böylece Dostoyevski'nin Rusya'daki toplumsal sorunların tek çözüm umudu olarak gördüğü, sınıflar arası birliğin mimarıdır”, “(Çargrad da dediği) İstanbul kesinlikle Rusların eline geçecektir, birleşik Slavistan'ın başkenti olacaktır. Rus nasyonalizminin "Üçüncü Roma" ideolojisini diriltir, bu ideolojiye göre Rusya, Bizans İmparatorluğu'nun (İkinci Roma'nın) Tanrı tarafından tayin edilmiş varisidir.” “1876 Ekim'inde Sırp ordusu, başlarında o palavracı Rus generali Çernayev'le birlikte yenilgiye uğradı. Rus gönüllülere ülkeyi terk etmeleri söylendi, yardımlarına geldikleri Sırpları saldırgan davranışlarıyla öfkelendirmişlerdi. Dostoyevski'ye göre bütün bu felaketler, Sırp toplumunun üst sınıflarının entrikalarından kaynaklanmaktadır... onun İsa'nın halesini ulus olarak yalnızca Rusya'ya layık gördüğüne tanık oluyoruz”, “köklü yabancı düşmanlığı... o Büyük Rus kökeninden gelmeyen bütün halkları kapsar... Yahudilere en korkunç suçlamaları yöneltir" "Dinsel inancın yerine başkalarının iyiliği için yapılan toplumsal eylemi koyarak hayata anlam kazandırmanın olanaksız olduğunun altını çizer. Çünkü inancın eksik olduğu yerde "insanlık sevgisi"nin olamayacağını... ısrarla söyler." (Frank, s. 566, 578, 579, 582, 583, 589-591, 631, 646, 770-776, 783)
*
Aynı dönemde Asya ve Afrika’daki kaynaklara el koyup halkları köleleştirerek benzer uygulamalar yaptıkları için olmalı ki, İngilizler başta olmak üzere Avrupalılar da gerçeğe tamamen ters bu Rus görüşlerine itiraz etmemiş, aynen tekrarlamışlardır.
*
İngiliz “İstanbul konsolosu Bulwer imzalı 12 Nisan 1864 tarihli raporda… Çerkeslerden 25 bin kişinin Trabzon’a ulaştığını… endüstriyel alışkanlıkları olmayan göçmenlerin toplandıkları yerlerin sağlığını ve barışını tehdit ettiklerini, büyük bir kısmının bir arada toplanmasının tehlikeli girişimlerde bulunabileceğine ve birçok hayat kaybına sebep olabileceklerine işaret ederek bu durumun insanlık için şok edici sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulunmuştur.”
“17 Mayıs 1864 tarihinde Petersburg elçisi Lord Napier’in Earl Russell’a göndermiş olduğu raporda Napier,” Rus yetkili Prens Gortehakoff’un, Çerkesler için “dağ tutkunu hastalıklarını tedavi etmenin ve hırçın alışkanlıklarından uzaklaştırmanın mümkün olmadığını” belirttiğini ifade etmiş ve “300 bin kişinin göç ettiği abartılı bir tahmin” ve 19 Mayıs tarihli raporda “Ruslar göç etmek isteyen dağcılara, uygun arazilere yerleşmeleri için bir teklifte bulundu. Yerleşim sağlamaları için bir araziyi bağışlayıp yerel yönetimin imtiyazlarından yararlanma hakkı vereceğini söyledi” ve 23 Mayıs tarihli raporda “Rusya’nın politikası samimi ve istikrarlı olmasa da halkı yok etme arzusuna sahip değildi. Amaç onları yerinden etmekti“ ve “Catacazy’nin verdiği bilgilere göre, göç edenlerin tamamı 100 bini aşmamıştır” ve Trabzon konsolosu Steven 19 Mayıs 1864 tarihli raporda “Trabzon’da Oubikh (Ubıhlar) kabilesinden göçmenler bulunuyor. Bu göçmenler genelde acımasız bir karaktere sahipler. Hastalığın son bulması için bir önlem almadıkları gibi temizlik konusunda da saygı duymamaktadırlar. Birlikte toplu yaşadıkları için birbirlerine hastalığı bulaştırıyorlar. Yerel yetkililerce kendilerine dağıtılan erzak ve kıyafetleri satıyorlar. Cesetleri saran patiskaları çalmak için geceleri dolaşıyorlar ve cesetleri açık alanlara terk ediyorlar. Son zamanlarda ölen kişilerin besinlerini almaya devam etmek amacıyla yerel makamlardan birkaç kişiyi öldürdüler. Çadırlardan birinde on bir gün boyunca saklanan bir ceset bulundu. Diğer göçmenler en ufak bir tiksinme duymadan aynı çadırı işgal ettiler. Böylesine sefil bir durum havaların ısınması ile enfeksiyonun daha hızlı yayılmasına yol açacaktır. Bu düzensizlik karşısında Bab-ı Ali’nin ilgisi yeniden canlanmalıdır. Yoksa iki önemli ticaret şehri olan Trabzon ve Samsun ciddi zarar görecektir“ demiştir.
(İngiliz Konsolosluk Raporlarında Rusya’nın 1864 Kafkas Soykırımı ve Çerkeslerin Anadolu’ya Göçleri By Süleyman LOKMACI and Muhammed KÖSE) (https://www.academia.edu/36850571/%C4%B0ngiliz_Konsolosluk_Raporlar%C4%B1nda_Rusya_n%C4%B1n_1864_Kafkas_Soyk%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1_ve_%C3%87erkeslerin_Anadolu_ya_G%C3%B6%C3%A7leri_Russian_s_1864_Circassians_Massacre_and_Migration_of_the_Circassians_to_Anatolia_?auto=download&email_work_card=download-paper)
Öz kısmında “Şeyh Şamil öncülüğündeki kabileler uzun süre direnmeye çalışmışlarsa da Şeyh Şamil’in hayatını kaybetmesinden sonra direnci kırılan bölge insanı özellikle 1864 yılında soykırıma dönüşen Rus saldırılardan kurtulmak için akın akın Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır“ denilen ve gayet önemli olan bu çalışmada dahi, Şeyh Şamil’in 1864’ten önce öldüğü intibaını da doğuran bir özensizlik mevcuttur.
*
Bulwer raporunda Çerkes halkının İngilizlerden beklentilerini içeren dilekçelerine de yer vermiştir. İngiltere kraliçesine hitaben yazılan dilekçelerde Çerkes halkı; 80 yılı aşkın süredir Rus hükümetinin hukuk üstünlüğünü yok sayarak yasalara aykırı bir şekilde Çerkes hâkimiyetini tutmaya çalıştığını ve çaresiz durumda olan kadın, çocuk ve yaşlıları koyun kasapları gibi öldürüldüklerini iletmişlerdir. Karşı karşıya kaldıkları durumun vahametini aktaran Çerkes halkı; başlarının üstünde dönen, soluksuzluğuna meydan okuyan ve kafalarına süngü dayanan bir uygarlık için böyle zulüm ve zulüm eyleminin olmadığını, baba ile oğul arasında hayatlarının ve mülklerinin bedeli olarak ülkelerini savunduklarını dile getirmişlerdir. Rus hükümetinin zulmüne karşı çıkmaktan dahi kaçındıklarını ve buna rağmen birçok kişinin Ruslar tarafından öldürüldüğünü, son 1-2 yıl içinde kuraklığın sebep olduğu açlığa Rusların da hem kara hem de denizden yaptıkları saldırılar ile birçok Çerkes’in savaştan dolayı dağlarda hayatını kaybettiğini bir kısmının da denizde kayboldukları şeklindeki serzenişlerini dile getirmiştir. Rus zulmünün ulaştığı boyuta dikkat çeken Çerkes halkı; Rus hükümetinin ülkemiz üzerindeki acımasız saldırılarını kaldırmak, ülkemizi ve ulusumuzu bir arada tutmak için insanlığın koruyucu adaleti diye tanımladığı İngiliz hükümetinden yardım talebinde bulunmuştur. Müteakiben Çerkes halkı; bir soykırım ile karşı karşıya kaldıklarına işaret ederek, ülkeleri ve ırklarının korunması için İngiliz hükümetinin bu yardımı yapmaması durumunda, düşmanın acımasız saldırıları sonucu yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldıklarını vurgulamışlardır. Bunun ile birlikte Çerkes halkı; çocuk, kadın ve yaşlılar için güvenlik alanı talebinde bulunarak, açlığın sonucu olarak ortaya çıkan bu taleplerinin dikkate alınmaması durumunda haklarının tanrının huzurunda arayacaklarını ancak bu konuda Birleşik Krallık Majestelerinin egemenliğine, gücüne ve zayıfları koruyan kudretine güvendiklerini de belirtmişlerdir. Çerkes halkı dilekçelerini İmparatoriçeye dua ederek sonlandırırken, bu mütevazı dilekçelerinin İngiliz hükümeti tarafından uluslarının içine düştükleri çaresiz ve sefil koşullarının tanınması dilekleri ile değerlendirilmesini istemişlerdir.
*
“Kafkasyalı liderler, nedense Batılılara pek sempatik gelmiyordu… Çok şiddet yanlısıydılar… Bazı bakımlardan gerçekten vahşiydiler. Ah o haremler yok mu? O kadar gereksizlerdi ki.” “4 Ocak 1855 günü… Cemaleddin’in Kafkasya yolculuğu başlamıştı.” “ Dağıstan’daki ilkel yaşam şartları ve gözü kara savaşçı topluluğu, sanki bir kabus gibi aklından çıkmamıştı.” “İnsani bir anlayış kazanmam ve eğitim görmem için o yarı vahşi avuldan alındığımda sadece yedi yaşındaydım. Öğrenmenin faydalarını hamen anlamaya başladım… kader beni tekrar cehaletin ortasına savurdu.” “Prens David, Cemaleddin’in Tatarlara hiç benzemediğini… söylüyordu.” “Büyük Avul’a geri dönen naiplerin yüzü asıktı… İmam’ın oğlu geri gelmişti ama çocuk, Allah’ın yolundan sapmıştı.” “1858 yılının Şubat ayında Hasavyurt’a gelen bir Tatar ulak… Cemaleddin’in çok hasta olduğunu ve yerel ilaçların fayda etmediğini anlattı.” “Mayıs ayının başlarında Hasavyurt… birkaç ay önce gelen ulak… Cemaleddin’in durumunun hızla kötüleştiğini söyledi.” “İmam’ın oğluna kavuşma sevinci kısa zamanda kursağında kalmıştı. Geriye dönen oğlu değil, bir Rus’tu… Şamil, İstanbul haremlerinde büyük değer verilen ceylan gibi güzel Çerkes kölelerden getirtti; ama nafile.” “Etrafındaki şüpheci bakışlar ve katı tutum yüzünden Cemaleddin, kendini iyice yalnız hissetmeye başladı. Avrupai bir ev inşa etmeye başlamıştı. Fakat toplanan kalabalık, öfkeyle evin haça benzediğini söylemeye başlayınca bu işten vazgeçti. İçlerinde bir gavur yaşıyordu… Şamil, taraftarlarını bir türlü susturamıyordu… Sonunda oğlunu ziyaret etmeyi bırakan Şamil, Cemaleddin’in kardeşleriyle görüşmesini yasakladı.” “12 Temmuz 1858 gecesi Cemaleddin… gözlerini yumdu.” (Blanch, ŞŞE, s. 343-351, 491-505, 521-546)
*
Konuyla ilgili ilginç durumlardan biri “evrensel” denerek bugün dahi dünyada genelde övgüler düzülen Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski gibi en meşhurları başta olmak üzere Rus yazarlarının ve hatta Rusların Kafkasya’yı istilasını ve Şeyh Şamil’i anlatan önemli bir eserin sahibi Baddeley gibi bir İngiliz’in Rus görüşlerini temellendirip yaymalarıdır.
*
Dumas Kafkasya Maceraları adlı kitabında görüp yaşadıklarını Rus anlayışına uygun anlatıyor, ama yine de iyi yapıyor, o dönemdeki yaşamı hakkında pek fazla bilgi olmayan bölge ile ilgili capcanlı bir tablo ortaya koyuyor.
Anlatımdan bir başlık şöyle:
Birçoğu Fransızca da konuşan Ruslar ve özellikle de Rusların emrinde öncü olarak çalışan Gürcüler medeniyet götürenler oluyor.
Çeçen ve Lezgiler ise haydut olarak niteleniyor.
Bu iki halkın dışındaki bölge yerlileri genelde tamamen Rus egemenliğini kabullenmiş bulunuyor ve hepsi canlarını ortaya koyarak Ruslara hizmet ediyorlar, daimi hizmetkar Kazaklar dışında Rus yandaşlığında Kumuk, Ermeni, Kabarey, Tatar, Gürcü gibi etnik topluluklardan bazı isimler özellikle öne çıkıyor. Rus ve Kazaklar ile Kafkas yerlilerinden başka Ermeniler, Tatarlar, Avarlar, Kalmuklar, Nogaylar ve Yahudiler birlikte yaşıyorlar.
*
Puşkin Kafkasya’daki vahşetin uygulayıcılarına övgüler düzerken, Dostoyevski 93 Harbi döneminde Balkanlar’da yaşanan vahşetin Slavofil propagandacısı olmuş, Tolstoy da Hacı Murat’ta olduğu üzere yazdıklarında genelde Çeçenleri aşağılamış, ancak Kafkas halklarına Ruslar adına en vahşi saldırıları gerçekleştirip katliamlar yapan Kazakları adlarına roman yazarak övgülere boğup yüceltmiştir.
Rusların Kafkasya’da geçmişte ve günümüzde gerçekleştirdiği tüm saldırılar sırasında Kafkas halklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanılabilecek piyonlar olarak görüp, savaşa kışkırtmaktan ve kendi aralarında da düşmanlık tohumları ekmekten başka birşey yapmayan ülkesinin neler yaptığını iyi bildiği anlaşılan İngiliz Baddaley de, muhtemelen ülkesinin tavrı yüzünden, İngilizlerin Hindistan’daki eylemlerine benzettiği Rusların Kafkasya’daki vahşetini “medeniyet” adına yüceltebilmiştir.
Baddeley, Rus tarihçilerin neredeyse tamamının övgüler dizdiği Tsitsianov'u, doğulu halklarla mücadelede ateş ve kılıçla onlara çok iyi anladıkları bir ders verdiği şeklinde ifadelerle kutsayarak, Rusya’nın yaptığının vahşi ya da yarı-vahşi ırklarla karşılaştığında İngiltere'nin ve diğer medeni devletlerin yaptığından farklı olmadığını ve Rusya'nın Kafkasya'yı istila ve işgalinin İngiltere'nin Hindistan'ı işgalinden daha kötü bir durum olmadığını savunmuş ve bununla da yetinmeyip “saldırgan, otoriter ruhundan" dolayı Tsitsianov'a yönelik övgülere katılmıştır. (Richmond, s. 13-27)
Böylece belki de kendine yakışanı yapıp, son 200 yılda dünyada gerçekleşen tüm vahşetlerin doğal bir savunucusu olmuştur.
*
“Türkiye’ye kaçan… Çerkezler bir eşkiya gibi hükmediyorlar ve her türlü özgürlüğe karşı gözü kapalı çıkıyorlardı. Nihayet Bulgaristan’ın hıristiyan kısmında bir sıra işkencelerin yapılması başlayınca Avam kamarasında Gladiston’un şikayetleri yer almıştı… “Bunların yarı uygar bir millet olduğunu biliyoruz” Disraeli alaylı olarak Bulgaristan’a göçeden Çerkezlerin bu memleketteki ilgilerini yağmacılıkla ispat etmişlerdi. Bununla beraber Britanya’nın menfaatleri Yakındoğu’da korunmalıydı ve bu gibi önemsiz işler için Türkiye ile savaşmak akıllıca bir iş değildi. Bu iş aynı hıristiyan dinden olan Rus kardeşlere bırakılmıştı. Ruslar 1877’de Türkiye’ye savaş ilan ettiler.” (Blanch, s. 411-416)
“İstanbul'daki İngiltere elçisi Lord Radcliffe 23 Eylül 1854'te General Williams’a şöyle yazıyordu. "Bana öyle geliyor ki Şamil bir fanatik ve barbar; onunla saygıya değer herhangi bir ilişki kurmamız zor olacak. Çerkesya'daki naibi de öyle." (Paneş)
“Kitap Batılı kaynaklardan ve Rus arşivlerinden hazırlanmış olup, yazarın “Kafkaslıları yarı-medeni kabul etmesi” bu yüzdendir.” (Baddeley, içinde Özden, s. 14)
*
Türkiye’de de öyle olmuştur. Osmanlı döneminde bu tür nitelemelerin haksızlığının anlatılması çabaları Çerkes dostu sayılan II. Abdülhamit tarafından bile engellenebilmiştir.
Genelde Osmanlı’nın da dahil olduğu “medeni” dünyada aynı anlayış egemen olmuştur.
*
Meşrutiyet öncesindeki Kafkas Tarihi yazılması çabası "akim kalmıiştı." (Hızal, s. 9)
Diyarbakır paşası Mustafa Paşa Kafkas göçmenlerini kastederek "muhacirin-i merkumenin gayet anud ve meşevviş takım olması" demektedir. (Saydam, s. 147-149)
Kars’tan yazılan 12 Aralık 1862 tarihli bir yazıda şöyle denilmektedir: “Rusya devletinin Kars Konsolos vekiline;/ Çeçen ve Çerkes ta’ifesi halkından yüz elli hane Rusya tarafına geri dönmek için dilekçe ile başvurduklarından… Adı geçenler cibilliyetleri gereği dek durmayarak devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef eyleyerek bu tarafa gelmişlerdir. … Böyle katl suçlusu kimseler… Mutasarrıf-ı liva Kars 12.Aralık.1862” (Bolat, 38, 39)
Görüldüğü gibi bu yazıda “cibilliyetleri gereği dek” durmayan göçmenlerin “devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef” eyledikleri belirtmektedir, ki bu ifadelerin gerçek durumu yansıtmaktan çok yazı sahibinin Çeçen göçmenlere düşmanca bakışını gösterdiği söylenebilir.
Yine Kars’tan yazılan 13 Temmuz 1863 tarihli başka bir yazıda da aynen şunlar söylenmektedir: “Sivas taraflarında ikamet etmekte olup bu kere yerleştirildikleri yerden ayrılarak Kars’la Erzurum arasında bulunan Soğanlı dağına gelmiş olan yüz üç hane Çeçen ahalisinin… Afşar ve Zeytun ahalisiyle muharebe edip haylice adam öldürerek bu tarafa firar etmiş oldukları ve böyle katil ve uygunsuz adamları Rusya devket-i fehimesinin kabul buyurmayacağı ümid edilmektedir… Göçmenlerin bu kararı ve isyanları Sivas eyaletinden beridir. Yüz otuz saatlik uzak bir mesafeden Kars yakınlarına gelmişlerdir. Bu inatçı insanların iyilikle geri dönmeleri mümkün olmayacağından, rahatlığın kıymetini bilmeyen bu taifenin isyan ve hareketlerini önlemeye çalışan eyalet ve sancak hükümetleri tarafından, padişah iradesine uygun olarak geri döndürülmesiyle ve sınıra yakın bu hassas bölgede toplanmalarının önlenmesini isteyen sadaret emrince düzenlenen tutanağımızdır. Ol babda ve her halde emir ve ferman padişahındır./ Kars 13. Temmuz. 1863” (Bolat, s. 45,46)
Görüldüğü üzere bu yazıda da göçmenler “rahatlığın kıymetini bilmeyen… taife” olarak nitelenmektedirler.
Temmuz 1867’de Erzurum’dan yazılan bir yazıda bu konuda şöyle denilmektedir: “Çeçen muhacirlerinin rahatsızlık vermelerinden dolayı bölgenin eski halkı kendilerinden gücenmiş olduğu ve bunların daima hükümete yük olduğu … Sivas ve Kürdistan tarafında iskan olunanlardan onar on beşer hane iadelerine ve gelenlerin sevki için araba ve malzeme temin etmekten dolayı ahali bütün bütün bıkkın ve tahammül edemez hale gelmişlerdir. Bu durum hazineye de yük olduğu gibi; bölgede topluca iskanları da uygun olmamaktadır. Rusya bu göçmenlerin kendi sınırlarından, karadan yüzeli iki yüz saat uzak mesafelere yerleştirilmelerini istemektedir. Geçenlerde telgrafla bildirildiği üzere; “bunlar bize gönül arzusu ile bakmıyorlar” şeklindeki şikayetleri ile asıl vatanlarına geri dönme arzusuyla Sivas dan kalkıp bu tarafa gelmekte bulunan göçmenlerin rahatsızlık vermesinden kurtulmak maksadıyla gelecek olan hanelerin bu havaliden geçmelerini önlemek için Rusya içinden doğruca Poti ve Batum iskeleleri yoluyla Rumeli taraflarına ve başka bölgelerde ayrı ayrı yerleştirilmeleri, Sivas ve Mamuratulaziz (Elazığ) ve Diyarbakır da bulunan göçmenlerin yerleşmelerinin kendi iyiliklerine ve geri dönmek isteyenler olursa bir şikayete yer bırakmadan dördüncü ordu komutanlığının emrine göre hareket edilmesi./ Bende/ Vali-yi vilayet-i Erzurum/ Sene 1867 Temmuz 6”. “9.Kasım.1867” tarihinde Erzurum vilayetine yazılan diğer bir yazı da benzer bir içeriktedir. (Bolat, s. 78- 81)
Kırım ve Kazan muhacirleri Osmanlı’nın gözünde
farklı bir konumda olmuştur. “Bilhassa Kırım soyluları çoğunlukla İstanbul çevresi veya Trakya ile Batı Anadolu’nun şehirleşmiş alanlarında yahut önemli çiftliklerde” iskan edilip itibarlı bir biçimde konumlandırılmışlardır. Bazı yerlerde bu gibi muhacirlere kaza müdürlüğü veya benzeri idari görevler de verilmiştir. Mizaçlarında “huşûnet” (hainlik/saldırganlık) bulunan Kafkas muhacirlerinin güç odağı oluşturmaması için dağınık bir şekilde iskanında ısrar eden Osmanlı Kırım’dan gelen muhacirler için aynı yöntemi uygulamada da ısrarcı olmamıştır. Osmanlı merkezi yönetimi iskân işlerinin olabildiğince problemsiz halledilmesine çalışmış olup, belgelerde sık sık “hüsn-i iskân” ifadesi geçmiştir. Muhacir kabulünde insanî ve dinî hassasiyetlerin yanısıra ve belki de o hassasiyetlerden daha çok devletin en büyük güç kaynağı olan nüfusu çoğaltma isteği mühim bir yer teşkil etmiştir. Çünkü nüfus artışı bir takım külfetler getirmekle birlikte, üretim ve dolayısıyla vergi geliri artışı ve asker ihtiyacının karşılanması gibi sonuçları nedeniyle büyük bir kazançtır. (Berber-Manisa)
Kafkas muhacirler Osmanlı İmparatorluğu'nda daha çok gözü pek eşkıya ve at hırsızı olarak bilinirlerdi. Rus Genelkurmay Albayı V.N. Filipov'un edindiği izlenim şöyleydi: "Dağlılar yerleşik bir yaşam tarzı sürdürmekteler ve buğday ekimi ile meşguller; ancak herşeye rağmen hırsızlık önde gelen uğraşları, özellikle de, sistemleştirilmiş at hırsızlığı. Bu öylesine görkemli bir organizasyona dönüşmüş ki, örneğin Sivas'ta çalınan bir at, bir hafta sonra 400 verst (l verst=l,06 km) uzaklıktaki Ankara'da ortaya çıkıyor".1904 yılında Adana vilayetinde bulunmuş olan Rus Genelkurmayından bir başka subay, Yarbay Tomilov da, "Dağlıların hırsızlık ve talana olan eğilimleri nedeniyle yerli nüfus tarafından sevilmediklerini" belirtiyordu. 1912 yılında Averyanov ve Filipov'un verdikleri bilgilere göre Anadolu'daki Çerkeslerin toplam sayısı 400 bin kişiydi. Ancak bu sayı oldukça az gösterilmiştir. Yarbay Tomilov'un kaydettiği verilere göre, Adana vilayetinde 13 bin 200 Çerkes yaşıyordu ki bu genel nüfusun yüzde 3,2'siydi. Aynı kaynağa göre, Çerkesler Kuzey Suriye'de genel nüfusun yüzde 2'sini oluşturuyorlardı. Çerkesler Habura semtinde, Çeçenler ise Resul Ayn'da yaşıyorlardı."Ayrıca", diye yazıyor Tomilov, "onlara birçok başka kentte de rastlanabilir: Çerkeslerin çoğu ordularda subay ve de jandarma (zaptiye) olarak hizmet vermektedir". (Kaynağını kaydetmediğim bu alıntı Sedat Kanat’tan olmalı!)
*
8.Yanıltıcı Rus Görüşü Günümüzde De Kabul Görmektedir
Ruslara göre Kafkasyalılar medeni değildirler, kendileri onlara medeniyet götürmektedir ve dolayısıyla kendileri medenidirler.
Rusların bu anlayışı genelde Avrupa ile Osmanlı’da ve günümüz Türkiyesi’nde de benimsenmiştir.
Günümüzde Aralık 1994’de Çeçenistan’a silahlı saldırı başlatan Rusya yıllarca katliam yapmış, ancak belirtilen Rus görüşlerine 2001 Eylül saldırısı yüzünden ABD’nin de destek vermesiyle terörist nitelemesi de eklenmiştir. Güncel olarak Çeçenler genelde büyük ölçüde terörle birlikte anılır hale gelmiştir.
Katledilenler terörist sayılmıştır.
Rus Çarlığının ve SSCB’nin yıkılmalarından sonraki dönemler arasında benzerlikler vardır ve durum günümüzde de hiç farklı değildir, aynı Rus anlayışı sürmektedir, gerçekte Rusya KTO'lar olarak bilinen karşı terör operasyonları ile Kafkasya'yı beslemekten çok açlığa mahkum ettiği halde, 6 Aralık 2010’de Moskova’da Sviridov adlı ırkçı bir Rus gencinin Çerkes Aslan Çerkesov tarafından Moskova'da öldürülmesinden kısa bir süre sonra başlatılan kampanyanın bir parçası olan 11 Aralık'taki birkaç bin kişiden oluşan kalabalığın protestosunda "Kafkasya'yı Beslemekten Vazgeçin" sloganları atılırken, Putin, Rus şehirlerindeki Kafkasyalıların varlığının "yerel sakinler arasında haklı bir öfkeye neden olduğunu" iddia edebilmiştir. (Richmond, s. 229-237)
Geçmişte olduğu gibi bugün de Rusya Kafkasya'yla ilgili uzlaşmaz görüşlere sahip olup, bölge Rusya'nın bir parçası sayılırken yüzyıllardır burada yaşamakta olan halk sayılmamakta ve bölgenin sömürülebileceği ve yerli halkın hassasiyetlerinin göz ardı edilebileceği kabul edilmektedir. Çeçenlere yönelik son Rus saldırıları Rusya’nın günümüzde de Çarlık rejiminin kullandığı metotlarla aynı olan baskı, propaganda kampanyaları ve kitlesel katliamlar dışında başka bir yaklaşımı olmadığını apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. (Richmond, s. 229-237)
1990 sonrasında dahi “Rusların nezdinde Kafkasyalılar kültürsüz dağlı gruplardır. Hiçbir Rus Kafkaslı biriyle iş yapmak istemez.” (Albayrak, s. 173)
*
Muhtemelen yapısal özellikleri nedeniyle “büyük” güçlerin egemenlik mücadelesinde piyon olarak kullanılmaya pek uygun olmamaları yüzünden geçmişte ve günümüzde Çeçenlerin akibetine dünya büyük ölçüde ilgisiz kalmıştır. Herhalde dünyada Çeçenler kadar “sahipsiz” kalan başka bir toplum olmamıştır, hiçbir toplumun mağduriyetine Çeçenlerinkine olduğu gibi ilgisiz ve sessiz kalınmamıştır.
Çeçenler bir anlamda günah keçisi konumundadırlar, nerede bir olumsuzluk olursa bazen Çerkeslere de yapılmakla birlikte genelde kolayca Çeçenlere fatura edilmektedir. Yani neredeyse sanki tüm suçların sorumlusu Çeçenlerdir.
Ruslar zaten öyle göstermektedirler, ama Türkiye’de de öyledir.
Türkiye’de bazıları ölçüyü tamamen kaçırıp gerçeklerden koparak şu tür aşırı görüşleri dahi ifade edebilmektedirler:
*
“Çerkes kadın da köle statüsündedir." "Türkiye'ye geniş Çerkes kavminden Çeçenler çok az göç etmişler”. “Belki de Türkiye için asıl "lütuf" buradadır; çünkü, Çeçenler'in tümü nakşibendi ve kadiri tarikatı mensubudurlar ve Rusya'ya karşı savaşlarında şeriat yönetimini getirmek en baş amaçları arasındadır." (Küçük-Sırlar, s. 91-95)
*
Bunlar gerçekle ilgisi olmayan, dile getirilmesi dahi şaşkınlıkla karşılanması gereken ve neresini düzeltmeli denebilecek türden genellemelerdir.
Öncelikle Çeçenler Çerkes kavminden değildir ve ayrıca hepsi tarikat mensubu hiç değildir. Kadın da kesinlikle köle statüsünde değildir. Rusya’ya karşı savaşlarındaki amaç da kendi dinlerine de uygun olarak her toplum gibi kendi bildikleri şekilde özgürce yaşamaktan ibarettir.
Yine her toplum gibi Çerkesler de kendi geleneklerine uygun bir yaşam sürdürmektedir. Bu yaşamın Türkiye’deki kısmı Albayrak’ın, Kafkasya’daki kısmı ise Bell’in eserlerinde bir ölçüde anlatılmaktadır. Bu eserlerde de görüleceği üzere Çerkes yaşamı kadının köle, herkesin de tarikatçı olmadığı bir yaşamdır. Çeçenlerin yaşamı da çok büyük ölçüde benzerdir.
Belirtilen genellemeler 1944’de bazı halkların tamamını suçlu ilan edip cezalandıran Stalin anlayışıyla kıyaslanabilecek türden insanlıkdışı saçmalıklardır, uydurmalardır. Ne yazık ki profesör unvanlı Stalinsever bir çok bilmiş tarafından yapılmaktadır.
Elbette Çeçenlerde de olumsuzluk olabilir ve vardır, güncel olarak komşusunun evine maskeyle soyguna gidenler vardır, Türkiye’den gidenleri kaçırmışlardır, ama yine de tüm suçların onlara fatura edilmesi büyük bir haksızlıktır.
Genelde Kafkasyalılar ve özellikle de Çeçenler en masum ifadeyle barbarlar olarak görülüyorlar. Elbette her gözlemin kendine göre bir doğruluğu ve değeri vardır, ama çocukluğu Çeçen kültürünün egemen olduğu bir toplumsal ortamda geçmiş biri olarak, gerçeğin epeyce farklı olduğunu ve duruma başka bir açıdan bakıldığında epeyce farklı bir tablo ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Mesela Çeçenler tarikatçı, dinci denir, ama genelleme çok yanlıştır, Çeçen toplumu gayet laik ve hoşgörülüdür.
Türkiye’deki gerçeklikten kopuk ölçüsüz olumsuzluktaki bu tür değerlendirmelere karşın dünyada KK yaşamanı yerinde gözleyip gerçekçi değerlendirme yapanlar da yok değildir. Aşağıda dünyada sayıları az olan bu tür değerlendirmelerden bazı örnekler yer almaktadır:
*
9.Medeniler ile Barbarların Tavır ve Uygulamalarından Örnekler
9.1.Bazı Anlatımlar
9.1.1.İngiliz Bell’in Gözlemleri
Günümüzde Prof. Küçük ve benzerlerinin uzaktan inanılması güç gerçek dışı uydurma şeyler yazabilmesine karşın 1830’lu yıllarda bir süre Çerkesler arasında yaşayan Bell gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
*
"Buradaki toprak imtiyazı oldukça ilkel bir yapıda bulunmaktadır. Buradaki saf insanlar arasında hiç kimsenin aklına, ihtiyaç duyduğu topraktan fazlasına sahip olmak gelmemektedir. Bu toprak da o an için çevrilen toprak parçalarından oluşuyor. Otlaklar bütün komşular tarafından ortak olarak kullanılmakta ve çok seyrek olarak çitlerle çevrilmektedir. Boş bir yer bulan bir kimse, istediği takdirde orasını çevirerek sahiplenebilir. Aslında toprak milli bir mülk olarak kabul edilmekte ve ona şahısların sahipliği sadece geçici bir durum olarak değerlendirilmektedir.../ Burada toplumda yerleşmiş olan adetler ve kamuoyunun fikri öylesine kuvvetlidir ki, onların sayesinde topluma hakim olan düzene hayran olmaktan kendimi alamıyorum. Bazı hakaretler ve hakların çiğnenmesi gibi... olaylar gerçekten çok seyrektir." (Bell, s. 114)
Her çocuk doğduğu andan itibaren babasının ait olduğu kabileye mensup sayılır. (Bell, s. 125)
Bell Çerkesya toplum düzeni konusundaki gözlemlerini aktarırken, halkın sadece hakeden insanlara güvendiğini, haydutluk olayına rastlanmadığını, tek bir eşyasının kaybolmadığını, hırsızlığın temizlenmesi imkansız bir yüz karası olarak görüldüğünü, hırsızlık olaylarının şiddetli bir şekilde cezalandırıldığını, Ermeni ve Türk tüccarların ülkenin her tarafını gezmelerine karşın kendilerine yöneltilen şiddet hareketi ve hırsızlık olmadığını belirtiyor. (Bell, s. 136, 137, 295-297)
"Benim başıma Ruslar tarafından büyük bir ödül konmuş olmasına ve bu insanların şu anda büyük bir fakirlik içinde bulunmalarına rağmen ben ve mallarım, bu insanların arasında böylesine emin bir halde bulunuyoruz... günlerdir buralarda silahsız kalıyorum. Bu soyguncular ülkesi için bu kadarını söyleyebilirim!" (Bell, s. 322)
"Bizim anladığımız anlamda kölelik burada bulunmamaktadır." (Bell, s. 113)
"Çerkesler, şimdiye kadar gördüğüm veya haklarında okuduğum insanlar arasında samimi olarak, toplum içerisinde en nazik olan millettir." (Bell, s. 309)
Fakirlere "yardım yapılmasına (yani daha fakirlere, çünkü buralarda her şeyden yoksun hiç kimse yok) ayrıldı... çoğunlukla az yemek yerler ve çok yemekleri de seyrek olarak alırlar." (Bell, s. 326)
"Ve medeniyetin ayıbı olan böyle bir durum, yani insanların hayatta kalmak için gerekli bir takım ihtiyaçlarını karşılayamamaktan dolayı yok olması veya bu tehlike içine düşmesi gibi durumlar buralarda asla bulunmamaktadır." (Bell, s. 332)
"Çerkeslerin adalet anlayışlarına göre suçlunun işlediği suçlarla ilgili tazminatlar onun kabilesi tarafından ödenmelidir... bu tür uygulamaların bizim Batı'daki adalet kavramlarımıza ters düşmesine rağmen yine de toplumda iyi bir düzen sağlamak için çok yararlı olduğunu belirtmeliyim. Çünkü böylece her aile ve kabile, ileride büyük cezalar ödemek zorunda bırakılmamak için mensuplarını çok sıkı bir şekilde gözetmektedirler", "bu ülkede delilik bilinmiyor. Sanırım bu hastalık, ticaretin ve medeniyetin beraberinde bir bela olmalıdır." "Bu özgür doğan Çerkesler arasında insanların duyguları taştığı zaman o anda akıllarına gelen her şeyi söylemek çok olağan bir olay ve kendi aralarında bu tür olaylar çok kısa bir sürede unutularak barış sağlanmaktadır." (Bell, s. 348, 349)
Dunakay'ın "köylerine iki veya üç kere gittim ve her tarafta çalışkanlık, düzenlilik ve zenginlik gördüm. Fakat... birisinde... kendi ülkedaşlarından biirisini kalın zincirlere vurulmuş olarak görünce şoke oldum.../ Şimdi Dunakay'ın zulümleri... önünüzde dururken bu şekilde canavarlar üreten bu topraklarda nasıl olur da hasletlerin yeşereceğini anlamakta güçlük çekeceğinizi söylemeye cesaret edebilirim. Fakat... bu toplumda içinde bulundukları insanların geleneklerini ve sosyal kurumlarını yaşatanlar değil; tam tersine onlara karşı çıkan insanlar, suçlu ve kötü kişiler olarak kabul edilmektedir... büyük bir mesafedeki komşu bölgeler ile ilgili olarak, mal ve can güvenliği her tarafta sağlanmakta, yollar emin olmakta ve hiç bir haydutluk görülmemektedir. Burada insanlar, başka ülkelerde olduğu gibi birbirlerine karşı son derece dostça, iyiliksever ve misafirperver bir şekilde davranıyorlar. Kanunlar herkese açık ve yerine getirilmesi pahalı değil. Bu tür hasletler çok kolay gelişmediğinden onların çok uzun zamanlardan beri bu insanlar arasında bulunarak artık tabiileştiklerini kabul edebiliriz. Bu yüzden bu hasletlerin en zirvede olduğu zamanlarda insanların, başkalarını kaçırdıkları ve hırsızlık yaptıkları sonuçlarını çıkarabiliriz. İnsan toplumunun bu kendine has geçiş safhasını... anlamaya çalışmalıyız. Buradaki toplumun bir takım çözülme ve dağılma işaretleri göstermesine rağmen, kendisinden çok daha sağlam görünen bir çok topluluktan daha uzun bir süre varlığını devam ettirmiş bulunuyor... bu baskınlar, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan bu insanlar arasında uzun yıllar önce meydana gelmiş olan savaşların ve kan davalarının bir devamı niteliğindedir. Dünyanın bir çok diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da, intikam almaktan dolayı duyulan gurura büyük bir önem verilerek, intikam insanların ilk sorumlulukları arasında sayılmış ve bu davranış büyük bir haslet olarak kabul edilmiştir. Böylece bu tür hareketler, savaş için bir eğitim... olarak... devam ettiriliyorlar." "Potovski'den öğrendiğimize göre yaklaşık yarım asır önce Volga kıyıları, son derece kararlı hırsız çeteleri tarafından kaynıyordu", bunlar Sibirya'dan firar etmiş silahlı bir suçlunun kumandası altındaydılar. "Şu anda da aynı problem devam etmektedir. Çünkü bunların sebebi, yani askerlere gösterilen insan dışı davranış hala, hiç bir gevşeme göstermeden devam ediyor. Rus asker kaçaklarından bütün detayları öğrenmiş bulunuyorum. Özellikle bunlardan ikisinin anlattıkları... orduda kendilerine gösterilen katı davranış yüzünden ormanda saklanan diğer asker kaçaklarının arasına katılmalarına sebep oldu. Bunlardan, ihtiyaç duydukları zamanlar çıkarak yolcuları soymaya; köylere saldırarak dükkanları ve evleri yağmalamaya... her türlü suçu işlemeye başladılar." (Bell, s. 357-359)
Marigny haksız bir medeniyet anlayışıyla yazıyor, oysa "Türklerin ve Rusların yaşam şartlarını iyileştiren ticaret nasıl onların kapısına geldiyse, aynı şekilde Çerkeslerin kapısına da gelecekti. Fakat Ruslar tarafından başlatılan savaşlar, bunun gerçekleşmesini önlüyor." (Bell, s. 366)
"Buradaki asiller, bizdeki Keltlerin tersine kabile şefleri değil, fakat İngiltere'de olduğu gibi yabancı bir ırktan gelmektedir. Bu insanların çoğunluğu, yabancı bir ırktan gelmekle (Arap veya Kırımlı) oldukça çok övündüklerinden ben de, bu insanların özellikle iki millete yakın olduklarını ve atalarının buraya hakim olan işgalciler olarak geldiklerini sanıyorum. Avrupa'daki yiğit şövalye anlayışı nasıl Araplardan etkilendiyse Çerkes asillerinin "work khabze"si de, aynı kaynaktan gelmiş olabilir. Arabya'da misafirperverlik özü anlamına gelen tuz ve ekmek, burada da yolculara ilk sunulan yiyecekleri oluşturmaktadır." (Bell, s. 367)
"Fakat buradaki kanunlar, komşuları olan Rusya, Türkiye ve İran'da kesinlikle görülmeyecek bir şekilde herkese aynı şekilde uygulanmaktadır." "Oldukça zeki ve muteber bir insan olmasına ve Padişah'tan aldığı bir fermanla da silahlanmış olmasına rağmen, taşkın tavırlarından dolayı halk arasında fazla bir etkiye sahip bulunmayan Baş Kadı Mehmet dışında... bütün hakimlar, bilgelikleri ve davranışlarındaki dürüstlük ve işleri idare etmede gösterdikleri maharetten dolayı insanların arasında itibar ve güç kazanmış kişilerden oluşuyorlar. Kabilelerin veya kabile federasyonlarının başında bulunan bu insanlar, ülkenin hükümetini ve mahkeme hayetini oluşturuyorlar... iki türlü kanun uygulanmaktadır. Birisi, asırlardan beri gelen Çerkes gelenekleri diğeri de, Osmanlı kanunlarıdır. Yanında, diğer kadıların da yaptıkları gibi büyük bir Osmanlı kanun kitabı taşıyan, Kadı Mehmet... hangi suça nasıl bir ceza verileceğini tesbit ediyor. Çerkes adetlerine gelince... buralarda kanundan çok eşitlik ve adalet dersleri verilir.../ Kendi kurumlarının büyüklükleriyle övünen bazı insanlar... göreceklerdir ki, "iyi ve kötü", ilk anda fark edilenden veya "onların felsefelerinin hayal edeceğinden" çok daha net bir şekilde bütün toplumlarda aynı seviyelerde dağılmış bulunmaktadır. Üstelik onların yazılı kanunlarının, insanların kişisel haklarını daha açık olarak... tanımlamasına rağmen, kötü niyetleri silip atacağına onları daha çok cesaretlendirme yönünde bir etki yapmaktadır. Çünkü... suçlular, kanunlardan kaçınmanın yollarını buluyorlar. Hükümet yapısına gelince, "medenileşmiş" Amerika'nın demokrasisi ile Çerkesya'nın demokrasisini karşılaştırırsak sanırım çok çarpıcı bir farklılık görebiliriz. Amerika'nın buraya kıyasla sonsuz derecede daha fazla tamamlanmış bir organizeye sahip olmasına rağmen devlet, hemen hemen gücünün tamamını halkın duygularından ve arzularından almaktadır. Burada ise halkın duygu ve arzuları, toplumun bilge ve tecrübeli kişilerden oluşan yaşlıları tarafından tam bir kontrol altında tutulmaktadır... Buradaki idari mekanizma çok ağır çalışıyor olabilir; fakat diğer bütün sistemlerde bunlardan çok daha büyük kötülüklerle karşılaşmaktayız. Üstelik burada daima bir seçme hakkına sahip bulunuyoruz. Amerikalılar... seçtikleri insanları çok fazla kontrol altında tutuyorlar ve onlardan çok şey istiyorlar. Burada sadece en iyi ve en akıllı olanlar güç ve otorite elde edebilirler. Fakat her yerde hemen hemen aynı olan genel iyi ve kötü kavramlarının dışında hiç bir şey onları kontrol edemez." (Bell, s. 380, 381)
Yönetimlerini geliştirmek için "örnek alacakları başka hiç bir kurum yok ve Osmanlı kanunları hakkında bir takım sınırlı bilgilere sahip molların dışında bilim adamları bulunmuyor... Fakat buradaki herkesten öğrendiğime göre, kabilelerinin en zeki ve dürüst insanları arasından seçilen bu hakimlerin verdiği bütün kararlar tamamen gerçek ve samimi bir eşitlik ilkesinden kaynaklanıyor. Ve şimdiye kadar bunların verdikleri bir karara itiraz edildiğine şahit olmadım.../ "Medeniyet" olarak adlandırılan yerlerden gelen bir gezgin, bu adli toplantıların özelliklerine baktığında liderlerin henüz, çalışmalarını devlet işlerini yürütüyor gibi davranmadıklarını ve bu havayı ortama yansıtmadıklarını düşünecektir." (Bell, s. 437)
9.1.2.Diğer Bazı Anlatımlar
"Kahramanlık ve misafiri sevmek Dağlıların başlıca parlak vasıflarıdır... Kimseye boyun eğmeyişleri, hiç kimseyi kendilerinden üstün görmeyişleri..." (Kaflı, s. 73)
İngiliz Tomson'un Dağlılar hakkında gayet olumlu ifadeler içeren raporunda "Bana göre Kafkasya'da bağımsızlık verilmeye layık olan tek memleket varsa o da Kuzey Kafkasya'dır" denilmiş, Rawlinson da, Dağlıların yenilmesiyle Rusya'nın önünde Aras'tan İndus'a kadar bir engel kalmadığını belirtmiştir. (Kaflı, s. 232, 233)
"Çerkeslerin taları genellikle büyük asalet, akıllılıkla ayrılıyorlardı ve hamaratlıkları, çalışkanlıkları ile ünlenmişlerdi... Çerkes ölümden değil şerefsiz bir yaşamdan korkar". (Esadze, s. 11)
“Erkeklerin işi, yemek, uyumak, güneşlenirken sopa yontmak ve savaşmaktı.” Diğer işleri kadınlar yapar. (Baddeley, s. 28)
"Bütün ilk ve ortaçağ milletlerinde olduğu gibi Dağlılar arasında da kan davası görülürdü." "Kahramanlık ve misafiri sevmek Dağlıların başlıca parlak vasıflarıdır... Kimseye boyun eğmeyişleri, hiç kimseyi kendilerinden üstün görmeyişleri..." (Kaflı, s. 72, 73)
“İntikam ve zorbalık Kafkasyanın hazin tarihine hükmetmişti”, “zalim Kafkasya.” “Kafkasyalılarda gaddarlık mükafatın bir parçası idi, onu hakkın ve intikamın yerini bulması için yaparlardı. Adalet ve intikam olmadan şeref olmazdı ve Kafkasyalılar için de şerefsiz de bir yaşantı olamazdı.” (Blanch, s. 13-15, 187-189)
Dağıstan kabileleri kültür “açısından oldukça gelişmiş, sabırlı, zeki, marifetli, bir bakışta karşısındakini okuyarak bir kelimeyle onun hakkında karar verme yeteneğine sahip, onurlarına çok düşkün ve son derece Dinlerine bağlı insanlardır.” Yeme ve içmelerinde aşırıya kaçmaz, çok az uyurlar. “Kusur derecesinde çok” cesurdurlar. Komşuları “Çeçenlerden daha yavaş ve az atılgan olmalarına rağmen çok daha inatçıydılar.” Üzüm bağları, meyve ağaçları, mısır ve diğer yiyecekler bol yetişir, bu konuda “muhteşem denecek bir itinayla özenirlerdi.” Bunu çok az toprağa rağmen ve toprak taşıyarak yaparlar. Sayısız ırmak ve derelerle kaplı Çeçenistan “tamamen ormanlık bir ülkeydi.” “Bu ırmakların kenarlarında Çeçenler, birbirlerinden ayrı büyük çiftliklerde veya sayıları bazen bir kaç yüzlere varan evlerin bulunduğu avullarda (köylerde) yaşıyorlardı. Evler, tek katlı olarak sazlardan ve kerpiçlerden yapılıyor ve dam, düz olarak örülüyordu. Ağaçlarla desteklenerek sağlamlaştırılan evlerin içi ve dışı çok temiz tutuluyor ve çeşitli şekillerde süsleniyordu… Her evin, kendisine ait bahçesi veya üzüm bağı bulunurken köyün çevresinde ormanlık bölgeden arta kalan düzlüklerde mısır, arpa, yulaf veya darıyla dolu işlenmiş tarlalar uzanıyordu. Köylerin yapısı savunmaya uygun olmadığından köyün bir ucu her zaman orman ile temas halinde bulunur ve bir tehlike anında kadınlar ve çocuklar… ormana sığınırlardı… bu ormanlar, bir felaket anında Çeçenlerin sığınacak yeri oluyor” ve komuşuları olan Kumuklar ile Dağıstanlılardan farklı bir yapı kazanmaları büyük ölçüde bu ormanlardan kaynaklanıyordu. “Ormanlar ayakta kaldıkça Çeçenlerin baş eğdirilmesi imkansızdı… Çeçenlerin kılıca değil, fakat baltaya yenik düştükleri” söylenebilir. “Çeçenistan’da herhangi bir hükümet sistemi olmadığı gibi halk arasında bir sınıf sistemi de oluşmamıştı. Her Çeçen, doğuştan sahip olduğu bir hakla kendisini eşit sayardı. Fakat bütün demokratik toplumlarda olduğu gibi Çeçenler de, her zaman asil bir ruhun etkisi altında kalmaya hazırdılar. Şan ve şeref kazanmak için önlerinde tek bir yol vardı: Savaş! Ve içlerinde en hırslı olanları, bu yolda… sınırlarını zorluyorlardı. Bir kere şan ve ün elde edildikten sonra saygı ve etkililik de onunla birlikte geliyordu. Fakat yine de hiç bir Çeçen, kendi halkı ve hatta sadece kendi bölgesinde, diğerleri üzerinde mutlak bir etki kurarak hükmedememiştir./ Her Çeçen, doğuştan müthiş birer binici, keskin birer silahşör ve iyi birer atıcı özelliklerini taşıyordu… Silahtan sonra bir Çeçen için en önemli şey, atıydı.” Şamil zamanına kadar Çeçence konuşuluyor, problemler geleneklere göre çözülüyor ve gelenekler kan davasını körüklüyordu. “Fert olarak Çeçenler, uzun boylu, kıvrak, ince ve sağlam yapılı, genellikle yakışıklı, atik, cesur ve sert, düşmanlarına karşı korkulu ve kurnaz; fakat bunların yanında, kendi ilginç düsturlarına göre son derece şerefli ve onurlu insanlardır. Öyle ki, bunun derecesi ve şiddeti, daha gelişmiş ırklarda çok az bilinmektedir. Misafirperverlik, bütün Dağlılarda olduğu gibi, en kutsal bir ödevdir. Bir Çeçen’in… cüzi bir kazanç uğruna, hiç bir acıma duygusu ve vicdan azabı çekmeden öldürebileceği bir kimse davetsiz de olsa evinin eşiğinden adımını içeri attığı anda Çeçen, hayatını, istediği takdirde onun ayakları dibine fırlatırdı. Başkalarının sürülerini sürüp götürmek, yollarını kesmek ve düşmanlarını öldürmek gibi şeyler, bu ilginç yaşam düstürüne göre şerefli işler sayılıyor… kızlar tarafından da teşvik ediliyordu.” Bu insanlar “dışardan hiç bir yardım almadan,” topları olmadan, “Allah ve Peygamber’den başkasına güvenmeden” ellerinde kılıçlarla yarım asırdan fazla bir süre korkunç Rus gücün hakir görüp ordularını yendiler, inançları, özgürlükleri ve ülkeleri için savaştılar, fakat “aynı zamanda farkında olmadan İngilizlerin Hindistan’daki güvenliğini de sağlamış oldular”, Rawlinson’un ifadesiyle “Dağlıların, mücadelesi devam ettiği sürece ileriye doğru sürdürülen işgal hareketinin önünde kuvvetli bir engel oluşturdular”, onlardan sonra Rusların Aras’tan İndus’a kadar önlerinde hiç bir engel kalmamıştır. (Baddeley, s. 29-33)
“Savaşmak dünyanın en güzeli olduğu söylenen bu esmer ve güzel insanlar için bir yaşantı demekti.” (Blanch, s. 13)
“Bunlar dünyanın en güzel insanları olarak bilinirdi. Özellikle tarif edilemeyen doğuştan bir zerafet sahibiydiler. Hepsi az yiyorlardı.” (Blanch, s. 53)
“Arnavutlar gibi Kafkasyalılar da yalnız savaşta değil aynı zamanda savaş sesleriyle sevinirlerdi. Zaman zaman fişek atıyorlardı. Onlar zevkleri için savaşıyorlardı. “Birbirlerine kılıçlarıyla tam bir dostluk içinde saldırıyorlardı” diye Lermontof yazıyordu.” (Blanch, s. 90)
Tolstoy “dağlıların neşelerinden, sağlam görünüş ve sükunetlerinden ve hemen tamamen masum olan şetaretlerinden ve bu insanların keyifli olduklarını söylüyordu. Fakat Tolstoy Şamil’in korkunç kudretinden, onun Dağıstan’daki esrarlı, şeytan gibi kuvvetinden de anlatıyordu.” (Blanch, s. 245)
“Kafkasyalılar her fırsatta… şarkı söylerlerdi.” (Blanch, s. 295)
"Engebeli dağlarla dolu Çerkesya ve Dağıstan ile yoğun ormanlarla kaplı Çeçenya'da savaşlarla dolu vahşi bir yaşam türü çok uzun yıllar önce başlamıştı. Devamlı savaş halinde olmak, olağan bir durumdu, kabilelerin bir çoğu sadece yağma ile yaşıyorlardı." (Luxembourg, s. 54)
"Kafkaslı başlı başına bir tiptir. Cesur, mücadeleci, mağrur, inatçı, muharib, dindar, vefakar, sözünün eri, misafirperver, tok gözlü, asil tavırlı, zeki ve yakışıklıdır." (Hızal, s. 29, 30)
"Hegel, "Ruhun Felsefesi" adlı yapıtında; "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özdeşliğe ulaşmakta, yalnızca burada ruh doğa ile tam bir kıyaslamaya girişmekte, kendisini salt bir bağımsızlık içinde tanımakta, iki aşırılık arasında kaybolmaktan kurtulmakta, kendini ve özünün gelişimini tanımlamakta böylelikle de dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişimi Kafkas ırkı ile başlar." demektedir." (Öztürk-Serhanların Kaderi, s. 7, 8; Öztürk-Savaş Lordları, s. 37)
"Çerkesler övünmeyi asla sevmezlerdi... Alçak gönüllülük, en cesur yiğitlerin en yüksek niteliklerini oluşturuyordu." (Aytek Kundukh, s. 79)
“İntikam ve zorbalık Kafkasyanın hazin tarihine hükmetmişti", “zalim Kafkasya”.(Blanch, s. 13-15)
“Çeçenler müridlerin savaşında önemli rol oynuyorlardı. Bunları Şamil’in savaş kuvveti olarak seçmeleri gösteriyordu. Bunların verimli ovaları vardı, burada sığır, meyva, tahıl ve ormanları zengindi. Bunların da menşeleri hakkında çok az biliniyor, çünkü Arap fatihler Myth’leri ve Çeçenlere ait tarihi vesikaları Kur’anla kaybettirmişlerdir. Fakat kabul edilen… Asya’dan değil, Avrupa’dan çıkmışlardı. Onların tahıl yediği, sığır yem ve yakma maddesi olmasıydı.” (Blanch, s. 92)
"Çeçen köylerinde müdafaa kuleleri yoktur. Bunların müdafaa vasıtaları ormanlardır... Çeçenler kılıçla değil, balta ile mağlup edilmişlerdir." (Kaflı, s. 68)
"Bir milyon kişiye karşı yetmiş milyonluk bir nüfusu olan Rusya'yla mücadele için Dağlılar, gereken" olanaklardan da yoksundu, örgütsüz ve eğitimsizlerdi, Rusların topları ve "namlu uçlarında süngü bulunan uzun tüfeklerle saldırmaları da büyük bir önem taşıyordu." (Aytek Kundukh, s. 32, 33)
Markov "Bir Lezgi'nin, ya da bir Acaralı'nın ahlak öğretisi karşısında yenilgimizi böyle vurdumduymazcasına itiraf etmeye dayanılamaz." "Yunanlılarla, daha doğrusu Ispartalılarla, Kafkasya dağlıları arasında uygarlık açısından bir benzerlik de vardır." (Aytek Kundukh, s. 51)
"Burada her kabile daha çok kabile ününün doyumuyla yetinerek kahramanca savaşa atılıyordu." "Kuban ırmağının sağ kıyısı boyunca... Zaporoj Kazakları yerleştirilmişti." "Dnepr arkası steplerinde Kırım'ın at hırsızı baykuşlarına alışmış olan Karadenizli Zaporojlular Kuban havzasında son derece çalışkan, namuslu, ufak hırsızlıklar yapmaktan da uzak, fakat aynı zamanda savaşçı, yetkin bir biçimde donanmış bir halkla karşılaşınca şaşırıp kaldılalar. (Potto, Kafkasya Savaşları)". (Aytek Kundukh, s. 75)
"Kuzey Kafkasya'ya yerleşen diğer tüm Kazaklar sonunda tarımla uğraşmaya başladılar, yani uygarlığa alıştılar; bunu ise yeni komşuları Dağlılara borçludurlar./ Bu Kazaklar... hep Dağlılardan öğrendiler." (Aytek Kundukh, s. 76)
"Tarihin ta başlangıcından beri Dağlıları bu güzel ülkenin sahibi kılan, burayı Rusların değil, onların yurdu yapan işte bu tinsel kültürdür./ Adığeler (Kabardey, Çerkes, Abkhaz) Kafkasya savaşlarının başlarında ülkenin en kalabalık uluslarından idiler. Onlar 600.000 den artık bir nüfusa sahip idiler." "Sadece Türkiye'ye 5.00.000'den fazla Dağlı göç etti." (Aytek Kundukh, s. 84, 85)
Doğu savaşından "önce Dağlılarla 210.000 kişilik düzenli bir Rus ordusu ile 80.000 kişilik Kazak süvarisi savaşıyordu." "Doğu savaşına katılan Türkiye'ye ve onunla bağlaşık olanlara Dağlılar kadar kimse yardım etmemiştir." "Avrupalılar Kafkasya'nın istilasında Ruslara yardım ettiler." (Aytek Kundukh, s. 90)
"İdeal, hak, adalet, manevi ve ahlaksal meziyet hep Dağlılar tarafındaydı." (Aytek Kundukh, s. 96)
"Kazaklar, hemen hemen bütün Asya ve Avrupa uluslarına mensup kaçak üyelerin bir karşımıdır. Buraya daha çok ülkelerinde yasaların izlediği caniler sığınırdı./... Temelde tüm Rusya da aynı biçimde oluşmuştur. Rusya, Avrupa ile Asya'nın uluslararası bir kazaklığıdır... Khun ordularının artıklarını, Vodyak silahşörlerini ve bütün Tatar ordularıyla bir çok Türk-Moğol kabilelerini içine alarak yutmuştur. Bu karışımın devlet dili de muhtelif dillerin karmasından meydana gelmiştir." (Aytek Kundukh, s. 96, 97)
"Greklerdeki Prometheus efsanesi denince burada hemen Pharmat efsanesini de söylemek gerekir. Konusu insanlığa kazandırılan ateş ile ateşi çalan kahramanın Kazbek dağında zincire vurularak hergün ciğerinin bir kartal tarafından yenilmesidir." Çeçen Nart Efsanelerinde, "Pharmat dağlarda yaşayan kuvvetli ve çok cesur bir insandır. Sanatkar ve iyiliksever birisidir." Çeçencede "phar... "demirci ustası"..." "Pharmat'taki -mat da... "dil" anlamındadır. Bu durumda sözcüğün anlamı: "demirci ustasının dili, demirci ustasının sırrı" demek olmakta... "demirci ustasının yeri" karşılığında kullanılmaktadır." "Grek mitolojisindeki Prometheus yarı tanrıdır... Prometheus'un anlamı da "önceden gören" demektir." Buna göre "Şimdi... sormak gerekir... İ.Ö. IX. ya da... X. yüz yılda ilk bilineni ile Homeros'in okuduğu destenlardaki Prometheus efsanesiyle, ondan 2000 ya da 2100 yıl öncesinden, yani İ.Ö. 3000 yıllarından kaynaklanarak gelen Pharmat mitinin asıl sahibi acaba kim olabilir?" "Batı'nın örnek olarak aldığı uygarlık kahramanı Prometheusdir." Düşünülsün, "Acaba Batı'lılara ateşi getirmekle demir uygarlığını... "önceden gören" bir yarı tanrı Prometheus mi kazandırabilir, yoksa Nart halkının içerisinden çıkan ve nitelikleri ile mesleği yukarıda açıklanan "bir demirci ustası" mı kazandırabilir?" "Kafkasya halklarının İ.Ö. 3000 yıllarından çok önceleri bile, atı ilk ehlileştiren halkların süvarileri oldukları da anlaşılmaktadır... Kas ve Önasya halklarının atı İ.Ö. 5000 yıllarında tanıdıkları da bilinmeyen bir gerçek değildir./ Pharmat efsanesindeki Pharmat'ın atı Turpal" dır. " (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 107-113)
Her "ne hikmetse tarih bilimcileri bile İ.Ö. 2000-1500 yılları arasında batıdan Orta Asya içlerine doğru olan büyük Ari göçünü susarak ve de önemsemezcesine geçiştirirler." (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 115)
"Rus casuslar diktatörlüğü". (Öztürk-Savaş Lordları, s. 10)
"Bütün ilk ve ortaçağ milletlerinde olduğu gibi Dağlılar arasında da kan davası görülürdü." "Kahramanlık ve misafiri sevmek Dağlıların başlıca parlak vasıflarıdır... Kimseye boyun eğmeyişleri, hiç kimseyi kendilerinden üstün görmeyişleri..." "Devlet demek teşkilat demektir", yani organize olmaktır, birlik kurabilmektir. İngiliz Tomson'un Dağlılar hakkında gayet olumlu ifadeler içeren raporunda "Bana göre Kafkasya'da bağımsızlık verilmeye layık olan tek memleket varsa o da Kuzey Kafkasya'dır" denilmiş, Rawlinson da, Dağlıların yenilmesiyle Rusya'nın önünde Aras'tan İndus'a kadar bir engel kalmadığını belirtmiştir. (Kaflı, s.72, 73, 228, 232, 233)
"Çerkeslerin taları genellikle büyük asalet, akıllılıkla ayrılıyorlardı ve hamaratlıkları, çalışkanlıkları ile ünlenmişlerdi... Çerkes ölümden değil şerefsiz bir yaşamdan korkar". (Esadze, s. 11)
“İsmini süngülerle kayalara” kazdığı yazılan ve 1816’da Gürcistan’a idari ve askeri amir olarak atanan Yermolov için şiir yazan Puşkin “Eğ başını ey karlı Kafkaslar; Boyun eğ, gelen Yermolov’dur!” diyor. Ordudaki kayıpların “Rusya’dan gönderilen suçlular ve canilerle doldurulmasını” durdurup askerlere alçakgönüllü bir şekilde yaklaşarak “yoldaş” diye hitap ettiği ve saraydaki “Alman hizbine” karşı olduğu belirtilen Yermolov’un davranışlarını sonraki Rus şövenistleri “minnettarlık ve hayranlıkla” anmışlardır. Aşırı kibirli Yermolov’un adının Kafkasya’da hala yaşamasının sebebi yerlilere “karşı uyguladığı hesaplı zalimliktir”, bu zalim metodlar Rusların çok sık başvurduğu bir yol olmuştur, savunulacak hiçbir yönü olmayan bu zalimane metoda göre, bir plan dahilinde “ateş ve kılıç eşliğinde ürünler yakılmalı, köyler yağmalanmalı, adamlar süngülenmeli, kadınlar tecavüze uğramalı ve böylece Dağlılara kendi anlayacakları dilden iyi bir ders verilmeliydi”, Yermolov kendisinin tamamiyle insani duygularla “karşı konulamaz bir zalimlikle” davrandığını belirtip “Bir Dağlı’nın idamı, yüzlerce Rus askerinin hayatını kurtarırken binlerce Müslümanın da bize ihanet etmesini önler!” diyerek zalimliklerini açıkça savunmuştur. Yermolov herkesi teba olarak görüp “kayıtsız şartsız boyun eğmelerini” istemiştir. “O sırada Rusya, sadece İngiltere ve diğer batlı ülkelerin, kendilerinden daha geride bulunan halklara karşı yaptıkları şeyleri yapıyordu. Uygulanan yöntemler, dünyanın hemen hemen her tarafında aynıydı. Zor ve hileyle ülkenin bir bölü ele geçiriliyor ve ardından çeşitli bahaneler ileri sürülerek ülkenin diğer kısımlarının da ele geçirilmesine çalışılıyordu.” “Rus memuruna suçlunun yanında masumu da cezalandırma yetkisi verir ve bunu da en şiddetli biçimiyle yerine getirirsek işte size Yermolov’un o ünlü “sistemi”! “Yarmul” diye adlandırılan bu gaddar adamın on yıllık komutanlığı döneminde “korkunç cezalandırma seferleri” olmuştur. Dadiyurt hedef alınıyor, Potto’nun anlatımıyla, 15 Eylül 1819’da General Sisoyef köye geliyor, “Kabardey alayından 6 bölüğü, 700 Kazak ve 6 top, savaş hattında” diziliyor, benzeri görülmemiş bir mücadele başlıyor, köydeki her ev toplarla dövülüyor, ilk defa kadın ve çocuklarını köyden çıkarıp emniyete almadan saldırıya uğrayan Çeçenler kurtuluşun imkansız olduğunu görünce “askerlerin önünde kadın ve çocuklarını öldürerek mücadeleye devam” ediyor, kadınların çoğu da “kendilerini eldeki son bıçağın üstüne” atıyor veya alevler içindeki binalara dalarak can veriyor, “bu korkunç boğazlaşma, daha bir çok ölümcül saat” uzuyor, en sonunda bu güzel köy ancak hepsi ağır yaralı 14 Çeçen sağ kaldığı zaman ele geçirilebiliyor, çoğu yaralı 140 kadar çocuk ve kadın teslim oluyor, teslim olanların iki misli kadın ve çocuk öldürülüyor veya yanarak can veriyor, “köy, tam anlamıyla temellerine kadar yıkılarak haritadan” siliniyor, Yermolov’un metodu böyle oluyor. 18 Ağustos 1832’de Amir Hacı Yurt yakınlarında Gazi Molla Rusları yeniyor, 6 gün sonra, yani 24 Ağustos’ta ise Ruslar Çeçenistan’ın en büyük ve zengin köyü olan Germençug’u ele geçiriyor, köyde o sırada 600 ev bulunuyor, Gazi Molla bir şey yapamıyor, Çeçenler ve yardıma gelen müridler kendilerini sonuna kadar savunuyor, sonunda teslim olmamaya yeminli Çeçen ve Dağıstanlıların bulunduğu 3 ev kalıyor, top atılıyor, evler ateşe veriliyor, Çeçenlerden biri merhamet istemiyoruz, sadece baş eğmeden öldüğümüzü söyleyin, yeter, diyor, sonuçta 72 Çeçen’den hiçbiri sağ ele geçirilemiyor, sadece 6 Dağıstanlı sağ ele geçirilebiliyor. 1832’de “Büyük Çeçenistan da talan edilerek yakılıp yıkıldı”, Dargo da yerle bir edildi, 61 köy tamamen haritadan silinmişti. 1837’de Aşilta’da hiç esir alınmıyor, askerler “ellerine geçen herkesi” öldürüyorlar, ne varsa hepsi yakılarak imha ediliyor. 5 Temmuz 1837’de Tilitl’de de “Aşilta’da uygulanan katliamlar” tekrarlanıyor. “Ruslar, Dağıstan ve Çeçenistan’ın korkunç savaşçılarını, uyguladıkları bazı sert yöntemlerden dolayı, barbarlıkla suçlarken kendileri ve Kafkasya’nın hıristiyan halkları da, aynı tür ve hatta daha kanlı metodlar uyguluyorlardı”. (Baddeley, s. 110-116, 144, 145, 261-265, 288-290, 362-385)
"1819 yılında... Yermolov... bir akının öcünü almak için büyük bir kuvvetin gizlice, Terek kıyısındaki bir Çeçen köyünü kuşatmasını emretti... Bu savaş türündeki Rus saldırısı, herkesin toptan katledilmesi demekti... korkunç katiamın kazaen olduğu iddia edilemez... köy, silinip yok edildi." "1823 yılında... Yermolov'un "köyler yok etmek, rehineleri asmak ve kadın ve çocukları katletmek" politikasını, onun yokluğunda sürdüren... General Grekov, kaçınılmaz olan karşı hareketle yüz yüze kaldı. Sulak'tan Sunja'ya kadar bütün Çeçenya ayaklandı." (Luxembourg, s. 56, 57)
"Dağıstan'da çok çeşitli halklar ve zümreler içinde farklı sınıflar, gelenek görenekler varsa da, her şeye rağmen cesaret, şeref, haysiyet, saygılı davranış ve misafirperverlik gibi vasıflar, ortak olan yanlarıdır... ortaya çıkan kıyamlara ve baskılara rağmen bütün bir milleti suçlamak doğru değildir. Çünkü bunlar kültür ve uygarlıktan mahrum birkaç tahrikçiden kaynaklanan hadiselerdir." (Al Kadari, s. 130)
*
Çeçenlere yönelik Rus vahşeti konusundaki çok az rastlanan türden olan son derece vicdanlı bir anlayış da şöyle ifade edilmiştir:
"Yeltsin'in Çeçenlere saldırısının ahlaksal savunulamazlığı barizdi ama Britanya basınında bile Rus hükümetinin eylemleri için geleneksel bahaneler bulunmuştu: "Uluslar kendi aralarında silahlı muhalefete hoşgörü gösteremez", sanki emperyal Rus Federasyonu Rus ulusuydu ve sanki Rusya "parlamentosu" kadar şüphe götüren bir otoriteye "karşı çıkmak", şu ana kadar epeyce tacize uğramış ufak bir ulusun tüm nüfusuna canice saldırmak için haklı nedenler olabilirmiş gibi. Fakat bazı Batılı gazeteciler... Rus basınında... Çeçenleri aşağılamak için kullanılan basmakalıp ifadeleri safça benimsemişlerdi: Bu "gangster devletin" insanları "kavgacı", "yasa tanımaz", "başa çıkılmaz" ve "sorunlu"ydu ve "korkusuz... hatta zalim olduklarına dair kötü bir ünleri" vardı; sanki son Rus hükümetleri bırakalım Kafkasya'yı, Moskova'da hukukun egemenliğini hayata geçirebilmişti! Bir sert eleştirinin vardığı sonuç "Çeçenistan'ın bağımsızlık iddiasının yasal geçerliliği olmadığıyla" kalmamış, "ahlaksal olarak iddiasının daha da geçersiz olduğunu" ileri sürmüştü; bunu söylerken Leninist-Stalinist iktidarın ortaya çıktığı andan itibaren açıkça ve utanmazca hukuk karşıtı olduğu (hukuksallık bir "burjuva" kavramı olarak bir kenara atılmıştı) ve SBKP'nin, Rus yurttaşlarına despotça davranışının hiçbir standarda göre yasal olmadığını göz ardı etmekteydi. Eğer yüzyıllarca sürmüş acımasız emperyal fetih, Bolşeviklerin tekrarladığı boyun eğdirme ve Sovyet rejiminin tehcir ve baskıları ahlaksal bir vakaya yol açmıyorduysa, başka neyin açabileceğini düşünmek epeyce zordur. Kafkasya'nın kan davası buyruğu bile... Rusya adına tabi olacakları, önceden planlanmış barbarlıktan daha saygıdeğer idi" (Forsyth, s. 778, 779)
"Çeçen ve İnguşların kendi kültürleri hakkında yazdıkları saygı sebebi olmaktadır.../ Birçok insan Vaynahların özelliklerinden birinin tez canlılık olduğunu düşünmektedir ki bu reddedilemez. Fakat belki de tam olarak bu yüzden Çeçenler ve İnguşlar sabır, sebat ve özkontrol gibi özelliklere her zaman hayran olmuşlardır... Vaynah toplumunda kolay öfkelenmek ve özkontrol yoksunu olmak, kendisine saygısı olan biri için yakışıksız bulunarak her zaman kınanmıştır. Zor şartlar, dayanıklı olmamak, rahatına aşırı düşkünlük ve açgözlülük Çeçenler tarafından iyi yetiştirilmemiş insan özellikleri olarak görülmüştür... diğer yandan, konfor ve yiyeceğe karşı talepkar olmamak, azla yetinmek, irade sahibi olmak ve zorluklara katlanmak... yüksek niteliklerdir... Bir Çeçen veya İnguş birisini "sabırlı bir insan" (sobare stag) olarak adlandırdığında bu büyük bir övgüdür" (Forsyth, s. 783)
"Lieven onu ağırlamış olan Çeçenler hakkında şöyle yazmaktadır: Onları çoğu kez "rahatsız edici ve korkutucu" bulmuşsa da, "… Çeçenler arasına gitmenin... soğuk ve fırtınalı ama aydınlık ve bir bakıma normal varoluşu aşan bir sabaha gitmek olduğu... anlamına geldiğini hiçbir zaman yitirmedim... Çeçen halkına, neredeyse sanki cesaretin kendisine bakıyormuş gibi bakmaya alıştım; herhangi bir şekilde adalet veya ahlaka gerekli ilişki olmadan ama sadece görmek güzel olduğundan."..." (Forsyth, s. 784)
"Putin, Çeçen halkını sonunda bir "terörizme karşı savaşla" ezmeyi kafasına takmıştı... Politovskaya'nın belirtmiş olduğu gibi, bunun "basit bir doğal sonucu vardı: Hiç kimsenin artık suçsuz olmaması. Bugünün Rusya'sında bu, güvenlik birimlerinin suç yüklemek istedikleri herkesin suçlu bulunması anlamına gelecekti. Hükümet bir 'terörist karşıtı' engizisyon, Beslan trajedisinden yararlanmaya çalışan Putin'in siyasi azgınlığı için bir terörist karşıtı terör hazırlamaktaydı."… okula saldırmaktan sorumlu tüm görevliler temize çıkarılmıştı.../... Putin... Acımasız Beslan "çocuk katillerini" kınarken, ikiyüzlüce bir şekilde, Çeçenlerin aksine, Rus birliklerinin acımasız çocuk katliamlarından suçlu olmadıklarını iddia etmiş, Rusya'nın... canice "temizleme" operasyonlarını göz ardı etmişti... En şaşırtıcı olan, "Çeçenistan'daki Rus politikaları ile Beslan'daki olaylar arasında bir bağlantı olmadığını" ileri sürmesiydi.../ Rus-Çeçen savaşı... İnguşya'yı... bir cehenneme çevirmişti... yoksun kalmış binlerce evsiz Çeçen 1999 Kış'ında Vaynah komşularına sığınmaya çalışmıştı. Onlara bir tür barınma seçeneği sağlanmıştı: "Mülteci kamplarında (tavuk ve eski hayvan yetiştirme çiftlikleri, mahzenler, çadırlar ve açıkta kamp ateşleri etrafında) geçirdikleri bir ay içinde, düzenli yemekleri veya yıkanacakları yerleri, herhangi bir işleri olmayan... çaresizce sadece sağ kalmaya çalışan binlerce insan hayata derinden küsmüştüler."… Karabulak yakınındaki bu yer, evsiz insanlara, Vladikavkaz ve Mozdok'tan fırlatılan, göğü yırtarak geçen ve günlük hedefleri olan Grozni'nin harap cadde ve kalabalık pazarlarında patlayan düzenli roket ve "Dolu" füzelerini seyretmelerini sağlamaktaydı." (Forsyth, s. 811-813)
*
9.2.Yaklaşım ve Uygulamalardan Örnekler
“Medeni” Ruslar ile “barbar” Kafkasyalıların anlayış ve uygulamalarından bazı örnekler de şöyle oluyor:
9.2.1.“Medeni” Ruslarınki
*
“20 Mart 1838 Acımasız general Zass Şegeray bölgesinde yakaladığı bir Çerkes nöbetçisinin derisini diri diri yüzdürür.” “21 Eylül 1860 14 gün süren operasyonlarda 60 köy yok edilir. Özellikle Württembergli Alman süvariler çok vahşice davranır, önlerine gelen herkesi öldürürler.” (Özbek, s. 72, 73, 134)
Ermolov "her düşmanlığı ve tartışmayı onların zaten zayıf olan birliğini daha da bozmak için her zaman kullanırdı. Sorunları olan her bölgeye düşmanlık meşalesini atan Ermolov, daha zayıf olanlara daha güçlülerin karşısında yardım eder, onların minnettarlığını kazandıktan sonra, güçlülerin istilası için zayıfları kullanırdı. 'Zafer kazanan biri istila edilen topraklarda hiçbir zaman bu kadar gaddar olmamış ve ismi bu denli lanetlenmemişti'./ Ermolov, değişik kavimler arasında iç çekişmeleri ustaca kullanmayı bildi. 'Kavimleri birbirine düşürdü: bazıları(nı) minnet borcu ile kendisine bağladı, bazıları(nı) da korku ile yanında tutarak, genelde 'böl ve yönet' politikasının yandaşı oldu. Dağlılara öyle bir korku yaşattı ki, dağlarda kendisinin lakabı şeytan idi'." (Yaşurka, s. 70-73)
“Albay Grekov bir köyün yerle bir edilme kararını o köyü “yeryüzünden silerek” uyguladığını rapor etmişti. Akşam saatlerine doğru köyde bir meyve ağacı, bir ev bile kalmamıştı. “Çeçenleri ekonomik bakımından yoksullaştırmak ve zayıf kılmak” istiyor, “fakirlik, hayvanlarından ve ekmeklerinden, ev ve mesleklerinden olmaları ise onları yeterince zayıflatacak ve ayağımıza getirecek, söz dinleyen toplum olmalarını sağlayacaktır” diyordu, Ermolov'a 6 Temmuz 1822 tarihinde gönderdiği raporunda Starıy Yurt köyünde gerçekleştirdiği katliamları anlatıyordu: “Küçük bir tepe üzerinde bulunan bataryalarımız mermileri ve tüfekçiler ateşi onlara doğru açtığında-herkes suya atlamaya başladı: kadınlar, erkekler, atlılar ve hayvanlar... halkın çok olması ve tarafımızdan açılan korkunç ateş, aralarında büyük sayıda ölümlere yol açıyordu. Arabalar arasında ve nehir boyunca birçok ölü beden nefeslerin kesildiği yerde yatıyordu.” Köyden 1500 kadar boynuzlu hayvan ve 5 bin koyun ganimet elde edilmiş, Ruslardan sadece halkın %40’ı olan 131 aile kaçabilmişti. 1832 yılında "baron Rosen Çeçenistan'a girdi ve 'ülkeyi genel yıkıma' uğrattı-60 kadar köy ve kasaba yakılmıştı". (Yaşurka, s. 13-20, 61-65, 75-83, 100, 101; ve ayrıca, Richmond, s. 13-70, 73; Hızal, s. 35-38)
*
Aleksander Litvinenko ile Yuri Felştinsky'nin ortak çalışması olan “Rusya’yı Havaya Uçurmak” adlı kitabın giriş bölümünün bir yerinde günümüzdeki durum konusunda şöyle söyleniyor:
“Günbegün, FSB ya da SBP’nin ajanı olarak çalışan veya casusluk yapan gazetecilerin ve basit arzuları için ahlaki değerleri hiçe sayan bir yazarlar ordusunun yardımıyla, Rus iş dünyasında yer alan az sayıdaki “oligark” hırsız, dolandırıcı ve hatta katil olarak ilan edildiler. Bu arada, hakiki oligark gücünü elde etmiş ve hiçbir banka hesabında görünmeyen milyonlarca ruble parayı ceplerine indirmiş gerçek ciddi suçlular, FSB, SBP, FSO, SVR, Merkezi İstihbarat Dairesi (GRU), Başsavcılık, Savunma Bakanlığı (MO), İçişleri Bakanlığı (MVD), gümrük birimleri, vergi polisi ve benzeri Rus devletinin baskı rejimi kurumlarında yönetici masalarının ardında oturuyordu.
Rus iş dünyasının ve ülkenin siyasi hayatının gerçek oligarkları, gri kardinalleri ve gölge yöneticileri işte bu insanlardı. Kontrolsüz ve sınırsız gerçek güce sahiptiler. Çalıştıkları birimlerin kimlik kartlarının kendilerine sağladığı sağlam himayenin arkasında, gerçekten dokunulmazlardı. Muntazaman resmi pozisyonlarını suiistimal ediyor, rüşvet alıyor, çalıyor, astlarını suç faaliyetlerine bulaştırıyor ve haksız bir şekilde elde ettikleri tüm bu paraları biriktiriyorlardı.
Bu kitap, modern Rusya’nın en mühim problemlerini, devlet başkanı olarak Yeltsin’in liberal dönemlerindeki radikal reformlarının sonuçlarından yola çıkarak değil, bu reformlara karşı Rus gizli servisleri tarafından açıkça ya da el altından gösterilen direnişleri açıklayarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Rusya’yı demokrasi yolundan çıkararak diktatörlük, militarizm ve şovenizm istikametine sokmak için Birinci ve İkinci Rus – Çeçen Savaşlarını çıkaranlar da onlardı. Birinci ve İkinci Rus – Çeçen Savaşları için gerekli koşulları sağlamak için Moskova’daki ve diğer Rus şehirlerindeki bir dizi gaddar terörist saldırıları da operasyonlarının bir parçası olarak organize edenler onlardı.
Eylül 1999’daki bombalamalar, özellikle 23 Eylül günü Ryazan’da engellenen terörist saldırı bu kitabın ana konusunu oluşturmaktadır. Bu patlamalar, esas amaçları mutlak iktidar olan Rus devlet güvenlik kurumlarının taktik ve stratejilerini takip etmek için en belirgin ip uçlarıdır.”
http://ickerya.com/yayinlar/rusya-yi-havaya-ucurmak/giris/
Yani, “içeriden-mutfaktan” birileri, Çeçenistan'daki zulüm, tüm Rusya'da zulüm yapmak için gereken yapıyı oluşturmak için, Moskova’da despotizmi inşa etmeye gerekçe olması için, yapıldı, bunun için Ruslar tarafından terör saldırıları da gerçekleştirildi, deniyor.
Dünya ise genelde, bunu, duymaz, bilmez oluyor, sessiz kalıyor.
Türkiye'de ana akım medya da, Rusların Çeçenistan'daki söz konusu vahşetine anlamlı bir tepki göstermedi, tersine, yer yer, Rusya'yı övgülere boğdu!
Mesela, Türkiye'nin "büyük" gazetecisi Ertuğrul Özkök, şimdiki gibi pabucunun dama atılmadığı bir dönemde, Putin'in yalan yayıcısı Yastrejemsky'yi özel çabalarla överken, bir arkadaşıyla birlikte güya Putin'i anlatan bir kitap yayınlayan, yıllarca Moskova'da yaşamış acar gazeteci Cenk Başlamış, yukarıda değinilen Rusya'yı Havaya Uçurmak isimli kitap ve benzerlerinden haberi yokmuş gibi davranarak Putin'in insanlık dışı işlerini görmezden geliyor ve dolayısıyla o işler için örtü işlevi görüyordu!
*
“Rusya’da devletin karanlık güçleri, onlar adına iş gören paramiliter kuvvetler, mafya ve her cins tetikçiye öldürtülen gazetecileri sayıp dökmeye devam ediyorum. Geçen yazıma göz attıysanız, cinayet mahallinin çok geniş coğrafyaya yayıldığını görmüşsünüzdür. Yani hem derinlemesine hem enine-boyuna çalışan bir katletme mekanizması işbaşında.” (Kıvanç)
*
Benkendorff’a göre, “Rus erleri için savaş bir kutsal olaydı. O savaşa tıpkı kiliseye gider gibi giderdi.” (Blanch, s. 100)
Çeçenlere karşı 7.000 asker daha getirilirken 1825 Aralık ayında Yermolov’un kariyeri için önemli bir olay meydana geliyor, Çar 1. Alexander aniden ölünce yerine herkesin beklediği Konstantin değil de onun küçüğü 1. Nikola geçtiğinde tahta Konstantin’in geçtiğini tahmin eden Yermolov askerlerine ona bağlılık yemini ettiriyor ve daha sonra bu hatasını düzeltmesine rağmen 1. Nikola’nın kuşkuyla baktığı biri halini alıyor, yine de bir süre görevde kalıyor ve “Her zamanki gibi başarılı (!) bir şekilde Çeçenlerin köylerini yakarak, ormanlarını yokederek onları” cezalandırıyor, küçük çaplı çarpışmalarda yenilseler de “Çeçenler, asla bir “savaş”ı kabul ederek ona istediği zaferi tattırmadılar ve baş eğmediler, Yermolov “bazı merhamet gösterilerinde bulunarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı, Yermolov’un metodlarından biri “Çok sayıda Çeçen kadınlarını yakalamak ve bunların en güzelleriyle askerlerini evlendirmek ve kalanlarını da bir rubleye satmaktı.” (Baddeley, s. 164)
1832’deki bir icraatı General Tornau anlatıyor: "Bir günlük yürüyüşten sonra askerler, yeniden kamp kurmuş bulunuyorlar. Çevredeki köyleri ve avulları yoketmek için onların kuvvetine göre, gerekli sayıdaki askerler sağa sola gönderiliyorlar. Köyler, alevler içinde kalıyor, ürünler de yakılıyor, tüfek sesleri aralıksız işitiliyor, toplar gürüldüyor ve sonunda yaralılarımız ve ölülerimiz geri getiriliyor. Yerli Tatar müttefiklerimiz, eyer kayışlarına bağlanmış kesik başlarla geri dönüyorlar. Fakat hiç esir alınmıyor. Erkeklere kesinlikle merhamet edilmiyor; kadınlar ise, çoktan gerilere gönderildiğinden onlara pek rastlanmıyor." (Baddeley, s. 257-259; Blanch, s. 91)
Hıristiyanlık ve insani açıdan bakıldığında kendisi de zalim olan Çar 1. Nikola’nın dahi rahatsızlık duyduğu Yermolov’un politikası ve davranışları “eleştirilebilecek olmasına rağmen, benzeri gelişme ve uygulamaların dünyanın birçok yerinde de olduğu” görülmektedir. (Baddeley, s. 173)
Dolayısıyla medeni olanlar ne yaparsa yapsın mazur görülebilirler!
Yermolov’un kurmayı Velyaminoff başarılı ve korkusuzdu ve “kendi adamlarına karşı son derece sert ve düşmanlarına da o derece merhametsizdi.” (Baddeley, s. 126, 127)
Yermolov ve Velyaminof “iki kardeş tutkunun korkunç gücünü anlayamadılar. Bunlar, Dini inançlar ve özgürlük aşkıydı.” Velyaminof barışçılığın yetersiz olduğunu, Dağlılara ancak silah zoruyla baş eğdirilmesi gerektiğini söyler, onlara gösterilecek her tür yakınlık “zayıflık alameti olarak yorumlanmaktadır” diye düşünürdü, ona göre silahlı kuvvetler tek yoldur, hat hazırlanıp hendekler ve lağımlarla yavaş yavaş ilerlenerek sonuca gidilecektir. (Baddeley, s. 128, 129)
Pullo "Zalim olduğu kadar da vicdansız bir adamdı. Çeçenler ondan korkarken aynı zamanda müthiş bir şekilde nefret ettiler.” (El-Karahani, 89, 90)
“Eğer Kafkasya’da bir insan gaddar olmak şöhretinde ise o Batıda tasavvur edilemeyecek vahşete erişmiş olmalıdır. Şamil’in kaybolmasından sonra Avarlara ve Çeçenlere karşı seferler yapan General Pullo bu şöhrete erişmişti.” (Blanch, s. 187-189)
“Baryatinskiy’nin Çeçenistan’da görülmesiyle yeni bir devre başlamıştı… Petersburg’un donjuanı idi… Çareviçin en yakın dostu idi”, “Avrupai asi tabakasındandı”, “annesi Petersburg’daki Alman büyük elçisinin kızıydı”, “sistemli olarak büyük ormanları tahribe başladı.” (Blanch, s. 265-271)
*
Medeni Rusların barbar Kafkasyalılara bunları yaparken kullandıkları en önemli alet önemli yazarlarından Tolstoy’un adlarına roman yazıp övgüler dizdiği Kazaklar oluyor ve onlar için de şunlar söyleniyor:
*
“Kazak ismi tatarca… “serseri” demektir”, “kanun tanımayan, vatansız insanlardı.” (Blanch, s. 104)
Tolstoy “Kafkasya’da bir gezintiye karar vermişti”, güzel vakit geçirecekti ve “orada kolayca mükafat ve şöhret kazanıyorlardı. Bunun yanında Kafkasya güzel bir av sahası idi. Ve Tolstoy avı severdi” ve ayrıca “ufkunun genişlemesi”ni sağlayıp kendisini şekillendiren etkileri Kafkasya’da bulmuş olmalı ki Kazaklar adlı eserinde her şey “dağların yeni haşmetli karakterindendi” diye tarif etmişti. “Onun güzel eserlerinden bir kaçının kaynağı buradandı.” (Blanch, s. 184)
Kazaklar 18. yüzyıldaki bitmez tükenmez Rus isteklerini “kabule mecbur olmuşlardı… Onlarsız Kafkasya hiç bir zaman zaptedilemezdi.” “Kazaklar uzaktaki Don ve Ural iskan bölgelerinden getirilmek zorunda kalınmıştı…/ Kazakların bütün iskan bölgelerinde -Stanitzas- derin bir sofuluk hüküm sürüyordu.” (Blanch, s. 108, 109)
Yılların yaşam koşulları “askeri hareketlerde Çerkesleri her zaman Kazaklara karşı üstün kılmaktadır.” (Baddeley, s. 131)
“Kazak eşlerini genellikle komşu halkları ve özellikle Çeçenler ve Kumuklar oluşturuyordu… gelişmişlik açısından Kazaklar, en fazla Çeçenler ve Kumuklar’a eşit olabiliyor; fakat kesinlikle Kabardeyler’in gerisinde bulunuyorlardı.” Sonuçta “tipik Rus evi “izba” unutularak klasik Kabardey evi “Wuna”... Kazak köylerinde ortaya çıkmaya” başlamış, Rus köyünü hatırlatacak dışarıda sokak içeride ocak olmak üzere sadece iki işaret kalmış, dört tekerli Rus arabası “Teleyga” terkedilerek Kabardeyler’in iki tekerlekli kağnısı benimsenmiştir. Kabardeyler tarımla uğraşmasını bildiği için örnek alınırken Ruslar’a yabancı bağcılık ve ipekböcekçiliği gibi iki yöntem de Kumuklar’dan alınmıştır. (Baddeley, s. 43)
Kazaklar’da kararlar her Kazağın katılma hakkı bulunan “askeri meclis”de alınırdı, bu gelenekleriydi, Kazaklar’ın asıl kurbanları Nogay Tatarları ve Altınordu kalıntıları olmuştur. (Baddeley, s. 44)
Velyaminof'un raporunda, "Atlı yerliler, bir çok yönlerden hem bizim süvarilerimiz hem de Kazaklardan çok daha üstündürler", deniyor. (Luxembourg, s. 86-Dipnot: 76)
Bir Kazak’a “en azından bir müslümanı öldürmeden hakiki Kazak denmezdi.” (Blanch, s. 106)
Kazaklar “Kafkas kabilelerinin hayat tarzlarının çoğunu… benimsemişlerdir. Kabardinlerin ve Çeçenlerin silahlarını taklit ediyorlar.” (Blanch, s. 108)
“Grebenjskiy Kazakları…/… gerek “yabani” Çeçenlere ve gerekse gevşemiş Ruslara karşı kendilerini üstün görüyorlardı.” (Blanch, s. 107)
Kazaklar “Kafkas kabilelerinin hayat tarzlarının çoğunu… benimsemişlerdir. Kabardinlerin ve Çeçenlerin silahlarını taklit ediyorlar… kadınlarını çok defa Kabardinlerden ve Çerkezlerden seçiyorlardı. Korkunç İvan’ın eşlerinden biri Çerkez prensesi idi.” (Blanch, s. 108)
*
Medeni Ruslar barbar Kafkasyalılara bunları yaparken normal askeri birlikleri kullanmakla yetinmiyor, kılık değiştirip yerli kıyafetine bürünerek hiçbir kural tanımadan katliam ve her türlü alçaklığı yapan canileri de devlet eliyle devlet görevlisi olarak her türlü imkanla donatıp rüşvet, tehdit ve şantaj gibi yöntemlerle devşirdikleri yerli rehberler eşliğinde yerlilerin üstüne sürüyorlar.
Medenilerin ordusundan sürekli firarlar oluyor.
*
8 Ekim 1837’de Tiflis’e ulaşan Çar Gürcü askeri yolundan Vladikavkaz’a gidiyor. “Rus ordusundan sık sık kaçan askerlerden kurulu bir tabur, İran ordusunda görev yapıyordu. Ruslar da… iade edilmelerini istiyorlardı”, tehdit sonrası Şah isteyenlerin geri verilmesine razı oluyor. (Baddeley, s. 297, 298)
*
Güncel Rus davranışı da şöyle oluyor: Seçim yapılmış ve “Saat beş olunca kapıyı kapatmışlar. Larisa listeyi alıp sayıma geçmek isteyince odada dolaşan bir sivil gerek yok tutanaklar hazır imzalayın bitsin demiş.” (Albayrak, s. 224)
Nalçık’ta “Olup biteni çekinmeden eleştirdiğim için dostlarımın sayısı her gün azalıyordu.” “Çalanlar yalnız bürokratlar değildi. Kim neyi bulursa çalmaktan çekinmiyordu… İnsanlar gasp ve kaçırılma korkusuyla korumasız sokağa çıkamıyordu.” (Albayrak, s. 229)
Rusya’da “1992 yılında özgür bir anayasa ile kurulan demokratik sistem 10 yılda iyi bildikleri otokratik çarlık düzenine evrilmişti… Rusya artık bir devlet değil sanki mafya organizasyonuydu./… küçük federatif cumhuriyetlerde durum daha da feciydi… merkez atanan sömürge valileri tarafından yönetilmeye başlanmıştı… kadrolar… parayla satın alınıyordu… Sovyet döneminde bile var olan kendi anadilinde eğitim ve kullanım hakkı kaldırılarak anadil seçmeli ders haline getirilmişti.” (Albayrak, s. 235)
“Ruslar, Çeçenleri savaşla yenemeyeceklerini anlayınca halkın milliyetçi radikal İslamcı ve ılımlı İslamcılar olarak ikiye bölünmesini sağladılar… kendine özgü bir İslami yandaş devlete dönüştürdüler./ Anavatanla ilgili bütün umut ve hayallerimizi birer birer kaybederken sadece seyrediyorduk… vebalı muamelesi görüyorduk”, Adıgey Cumhurbaşkanı Carım Aslan “en tutarlı hümanist diplomat ve halkına yakın lider”di.” (Albayrak, s. 236)
Bunları yapanlar Ruslar, ama bir günah keçisi lazım oluyor olmalı, ki o da hazırdır: Çeçenler.
Kendisi Kafkas kökenli olan yazarımız da onu hemen buluyor ve şöyle diyor:
“O günlerde mafya ile yaşadığım çok sıkıntılı olayı Çeçen halkına bakışımı çok etkilediği için anlatmak istiyorum.” (Albayrak, s. 229)
Okuyanı ikna edecek şekilde ve uzunca şöyle anlatıyor:
“Hammadde nakli için Garipoğlu firmasının yetkilisi olan Turan isminde Çeçen bir arkadaştan yardım istedim. Turan Bey, Yunus adında bir Çeçeni çağırdı. Tır başına bin dolar karşılığında anlaştık… Bir süre sonra… sonlandırdık… birkaç ay geçti… “Yunus adında bir Çeçen bizden 10 bin dolar istiyor,” diye bilgi verdiler… bazı görüşmeler sonrası olayın kapandığını düşündüm, ama bir süre sonra Çeçen mafyası 10 bin dolar istiyor dediler, yetkililere bildirip tedbir alıp görüştük, reisleri Ruslan Dudarev adında iki metrelik bir devdi, onu gördüğümde Korkmaz Yiğit’in “kimyam bozuluyor” lafına hak vermiştim, çeşitli görüşmelerden sonra “seni Çeçenistan’a götüreceğim. Orada bana yalvararak 50 bini ödeyeceksin,” dedi, “Benim kimyam bir yana, fiziğim ve biyolojim de birbirine karışmıştı. Baş savcı “ne yapalım” diye sordu… On kişilik grup tutuklanarak emniyete götürüldü… tercüman hanım beni “polis rüşvet almak için kumpas kuruyor” diye uyarıyordu, “Nalçık havaalanına bir özel uçak indi. Uçaktan inen fötr şapkalı kibar tavırlı üç adam otele odama geldiler. Bu nedenle sizden özür diliyoruz. Biz Çeçenler olarak kardeşlerimizi bu gece alacağız”, şikayet etmezseniz dostunuz olarak buradan ayrılacağız dediler, şikayetçi olmayacağımı bildirdim, adamları gece karakoldan almışlar ama getirdikleri hasta hayatını kaybetmişti, Çeçenlerden kurtulduğuma seviniyordum, İstanbul’daydım, Dudarev telefon etti, “Mashadov aynı günlerde Hakkı Bey’in Antalya’daki otellerinde misafir ediliyordu. Hemen İstanbul’daki Çeçen temsilcisini otele çağırdık. Ruslan arayınca telefonu temsilciye verdim”, bir saate yakın konuştular, “Çeçen şeriat mahkemesi Nalçık’da ölen adam için Ruslan’ı yargılayarak kan parası ödemeye mahkum etmiş. Bu parayı bizim ödememiz gerektiğini Aslan Mashadov bizim dostumuz ise parayı o ödesin diyormuş. Çeçen temsilci “bu adam şerefsizin biri sakın birşey ödemeyin ben bu durumla ayrıca ilgileneceğim,” diyerek ayrıldı, ertesi hafta Nalçık’tan telefonlar gelmeye başladı, “Çeçen plakalı araçlar devamlı bizi takip ediyorlar. Bir nakliye aracımızı ateşe verdiler”, çözüm bulun diyorlardı, “Ya fabrikayı kapatacaktık ya da bu problemi çözecektik. Polis bize mesafeli duruyordu, bir aracı buldum, Ruslan’la görüştü, “Nalçık’da ölen adamın yetim çocuklarına verilmek kaydıyla Grozni polisine teslim edilmek üzere 10 bin dolar ödeyeceğimize dair bir tutanak alarak parayı teslim ettik. Bu anlaşmadan sonra bir daha bizi arayan olmadı./ Sorunu bu kadar kolay çözmek varken başımıza neler gelmişti”, Çeçenlerden kurtulmuştuk ama Çeçen teröristlere yardım yapıyorsunuz dendi, başsavcının gayretiyle olayı kapatabildik, “bu olaylar nedeniyle Çeçen lafını duyduğumda ürperir ve mesafeli durmaya özen gösteririm.” (Albayrak, s. 230-233)
*
9.2.2.“Barbar” Çeçenlerinki
*
1854 yılında Gazi Muhammed Rusların elindeki kardeşi ile takas etmek amacıyla Gürcü prenseslerini kaçırıyor ve o sıradaki bir sahne şöyle anlatılıyor:
*
”Prensesler… korku dolu bir diyara doğru yol alıyordu. Başlarındaki dağlılar, esirleri kendi malı gibi görüyorlardı… gaddar tavırlar sergileseler de kimse esirlere elini dahi sürmedi… Prensesler, Çeçenlerle Lezgilerin arasındaki farkı henüz bilmiyorlardı. Gürcülerin gözünde hepsi ”Tatar”dı. Fakat kendilerini esir alanların Şamil’in seçkin askerleri Çeçenler olduğunu, çok daha gaddar bir mizaca sahip olan Lezgilerinse… merhametsiz, ”zor insanlar” olduğunu öğreneceklerdi. Dağlıların, hem acımasız hem de merhametli bir yönü vardı.” ”Genç Prenses Nina, diğerleri kadar büyük bir sıkıntı çekmedi… Çeçen atlının eyerinin arkasında gidecekti. Prenses’in yanından bir an olsun ayrılmayan soylu Çeçen esirinin güzelliği karşısında adeta büyülenmişti. Yine de saygısını muhafaza ediyordu.” “Esirler, hiç rahatsız edilmeden Pohali Kulesi’ne girdi.”“Çeçenlerle Lezgiler arasındaki farkı artık öğrenmişlerdi. Ne kadar gaddar olurlarsa olsunlar Çeçenler, Şamil’in seçkin askerleriydi.” (Blanch, ŞŞE, s. 435-452)
*
9.2.3.“En uygar” İngilizlerinki
*
Uygulamaları belirtilen şekilde olan “medeni” Ruslara “en medeni” İngilizlerden artık söylenecek laf kalmıyor dedirtecek türden bir destek geliyor ki, gerçekten pes dedirtiyor.
*
1854 yılında Gazi Muhammed liderliğindeki Kafkasyalıların Gürcü “Prens Çavçavadze’nin malikanesini basıp ev halkını rehin” aldığı baskını duyunca, başta Yermolov olmak üzere Rusların en ön safa Gürcüleri koyarak onlarca yıldan beri Kafkasyalı kadın ve çocukları katledip her türlü aşağılık hareketi sürekli olarak yaptıkları ortamda sesi hiç duyulmamış olan ve o sırada Kars cephesinde Ruslarla savaş halinde bulunan İngiliz General Williams ancak bu kadar olabilir dedirtecek bir tavırla, “Kars’tan ona bir protesto mektubu yazıp onu kadınlar ve çocuklara karşı savaşmakla suçluyor”, medeniliğini gösteriyor, Şamil’i yazan İngiliz yazar Baddeley de, sürekli uygulanan Rus katliam ve vahşetleri arasında medeniyet dışı bir şey göremediğinden olmalı ki, o sıradaki durumu “fakat batılılara göre bu sırada Dağlılar, pek medeni değillerdi ve her halükarda, Hıristiyan Gürcüler, her iki taraftaki Müslüman halkların tehdidi altında bırakılamazdı”, “ne olursa olsun, müttefiklerin yaptıkları hatalar, medeniyetin yararına olmuştur” diyerek yorumluyor. (Baddeley, s. 419-423)
*
Yermolov’un metodlarından biri “Çok sayıda Çeçen kadınlarını yakalamak ve bunların en güzelleriyle askerlerini evlendirmek ve kalanlarını da bir rubleye satmaktı.” (Baddeley, s. 164)
*
Bu “en uygar” İngiliz ve benzerleri Kafkasyalı kadın ve çocuklara yapılan insanlık dışılıkları görmeye gerek duymamış, ancak katledilenleri barbar olarak anmaktan geri kalmamışlardır.
Genelde medeniler Rusların Kafkasyalıların haklarını gasp edip onları katletilmeleriyle kendileri için fayda gördükleri haller dışında pek ilgilenmediler.
*
Bu dönemde "Avrupa Devletleri Asya ve Afrika'da sömürgeler elde etmek yolunda birbirleriyle rekabet halinde bulunuyorlardı. İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda ve Belçika, Asya ve Afrika'nın geri kalmış, kendisini müdafaadan aciz ülkelerini ülkelerini zaptederek müstemleke haline koymakta; sonra da insafsızca sömürmekteydiler. Zenginlik, para hırsı gözleri karartmıştı. Hukuk, adalet, insan hakları bu uğurda ayaklar altında çiğneniyordu. Avrupa, istikbalde bütün Dünya için bir felaket kabusu halini alacak olan Rus emperyalizminin dehşetinden gafil bulunuyordu." (Hızal, s. 44)
"1919 yılında ulusların yazgıları Wilson'un ünlü 14 maddesiyle dünya siyasetinin terazisine konulduğu zaman, Wilson ve onun İngiliz, Fransız arkadaşları Kuzey Kafkasya'nın bağımsızlığıyla hiç mi hiç ilgilenmediler." (Aytek Kundukh, s. 99, 100)
"Avrupa o zaman, 1864'te, Kafkasya'nın istilasını duygusuz bir ilgiyle karşıladı... Wilson, Klemanso ve Loyd Corclar Lehistan'ın tarihsel hakkı olan bağımsızlığını tanıdıkları halde Kafkasya, Türkistan, Ukrayna ve komşuları için bu hakkı tanımadılar." (Aytek Kundukh, s. 101)
*
9.3.“Medeni” Rus-”Barbar” Çeçen Davranışı Kıyaslaması
Dumas’ın 1858’de dahi gördüğü üzere, genelde bölgedeki "medeni" Rusların rutin hale gelen davranışı "kelle başına" 10 rublelik ödül karşılığı Dağlıları "av"layıp kafa kesmek şeklinde olurken "barbar" Dağlılar fidye almak için rehine ele geçirmeyi amaçlıyorlar.
"Dağlılar, yakaladıkları rehineleri fidye karşılında geri verirken... çay... şart koşarlar... birisinin fidye için kaçırılmadığı bir gece çok seyrektir", "üç çocuk hala esir olarak tutulmakta ve Dağlılar bin ruble fidye istemektedir." (Dumas, s. 63-67)
"Dağlı kadın... masanın üzerine küçük bir torba koydu ve içinden iki insan kulağı çıkardı. Albay... kulakları çevirdi ve her ikisini de sağ kulaklar olduğuna kani olunca bir makbuz yazdı. Kadına kendi dilinde, "Bunu kasiyere götür. O sana paranı ödeyecektir," dedi... Dağlı başı için on ruble ödenmektedir./ Prens Mirsky öldürülen... Dağlıların kafaları yerine sadece sağ kulaklarını getirmelerini emretmişti. Fakat hala, bu insan avcılarını bu yeniliğe alıştıramadı. Onlar yine de yakaladıkları Çeçenlerin kafalarını keserek bu uygulamaya devam ediyorlar ve buna sebep olarak da, sağ kulağı sol kulaktan ayırt edemediklerini söylüyorlar!" (Dumas, s. 63-67)
*