Örneği pek fazla olmayan Türkçe edebi metinlerdeki Çeçenlerle ilgili anlatımlarından bazıları şöyledir:
Çeçenlerin 1865’teki göçünü konu alan Aydemirov’un kurgusal eserindeki anlatıma göre Rus askerleri eşliğinde 28 grup halinde çocuk ve yaşlılar arabalarda olmak üzere yürüyerek gelen göçmenlerin yolculuğunda kafilelerden biri 23 Mayıs 1865’te hareket edip “haziran ayının onyedinci günü Rus askerleri” tarafından sınırda Türk askerlerine “teslim” edilmiştir ve bu göçmenler daha sonra Muş’a gelmişlerdir. Aydemirov’un eserinde göçmenlerin Muş’a ulaştıkları sıradaki durum şöyle anlatılmıştır: Ağustos’ta büyük bir kısmı Muş’a ulaşan ve Nusret Paşa yönetimindeki görevlilerce yola devam etmeleri istenen göçmenler “Neden niçin ilerilere gönderildiklerini bilmiyorlardı. Sonunda daha fazla ilerlemeye mecalleri kalmadı. Muş şehri yakınlarında Murat suyu kıyısında kamp kurdular.” Diyarbekir’in batısında kendileri için verimli topraklar ayrıldığı söylenip yola devam etmeleri istenmiş, ancak o bölgenin susuz-ağaçsız bir yer olduğunu öğrenen göçmenler o bölgeyi görmek üzere temsilciler gönderip onlar dönünceye kadar daha ileriye gitmek istememiş ve yurtlarından çıkarılan toplam 23 bin Çeçenden 18 bini burada, geriye kalan 5 bini de Erzurum yakınlarında beklemeye başlamıştır. İskan bölgesini görmeye giden temsilciler o bölgenin yaşamaları için elverişli olmadığı şeklindeki kötü haberle dönünce grup liderleri “Diyarbekir düzlüklerine de gitseler, Murat suyu kıyılarında da kalsalar, topraklarından koparılan yirmiüçbin insanı Azrail’in beklediğini biliyordu./ Yazın sonu da görünüyordu… bu yoksul insanların beraberinde getirdiği erzak da bitmişti. Ellerinde ne varsa bir lokma rızık için vermişlerdi./ Yağışlı güz mevsimi yaklaşmış, onun ardından da ecel gibi soğuk kış geliyordu. Bu zorlukların üstesinden gelecek gücü olmayan yirmiüçbin çaresiz insan çıplak göğün altında bekleşiyorlardı.” (Aydemirov, s. 331-333)
Göçmen bir Çeçen kadın ile iki çocuğunun Osmanlı’daki yaşamını iki eserinde konu edinen Ayla Kutlu’nun roman kurgusundaki anlatımına göre göçmenlerin çok zor olduğu kuşkusuz olan yolculuğunun Osmanlı topraklarından önceki kısmı şöyle bir ortam, duygu ve düşüncelerle gerçekleşmiştir: “Küçük yaşta toprağından koparılan ve göçmen kuş olmaktan kurtulamayan” Adil Emir Bey'in annesi Cevahir’in dahil olduğu kafile yoldadır, "Sonyaz 1293, KAFKASYA”, “Sağ yanları uçurum, sol yanları dağ. Bir yanı derin, öte yanı yüce. Geçtiklerine yol demek zor... Dünya; dört katır, on dört baş insan... ve oğlunun sıcaklığı". "Danaburnu ışıktan kaçar böyle, tırtıl birden üstüne düşen gölgeden böyle kaçar. Ben de onlar gibi, niye kaçıyorum, bilmiyorum.” “Sesleneyim mi? Ya çocuk irkilirse? O zaman ne katır, ne Emir. Beni, onu kurtarmaya bir vesile gördüğünü ayan etmemiş miydin, Batu'nun kafası sabaha kadar orada... Ben öyle bilmem nasıl dururken. Başka nasıl kalkışırım bu işe? Ah!.. Seni zulüm". "Ne olursa olsun, bir vesile olduğunu unutmayacaksın Cevahir Hatun. Yıllarca... Öğreteceğim Emir, uyku niçin haramdır sana.../ Bir yurtluğa varırsak, Emir Beg, boyu ve aklıyla birlikte kinini de büyütmelidir. Yüreği kine yaylak, bileği güce kaynak olmalıdır. Yüreği çatal, aklı çakal olmak zorundadır. Bu, benim artık tek uğraşımdır.../ Çocuk... direnmeyi öğrenmeli. Ben bir vesileyim./ Babası... Batu, Abrekti". (Ayla Kutlu-Göçmen Kuş, s. 7-9; Ayla Kutlu, Kızlar, s. 77)
Çeçen kültüründe çok güçlü ve hatta gereğinden fazla güçlü olan kimseye boyun eğmeme anlayışını çok iyi tespit eden Yaşar Kemal 1. Dünya Savaşı ve izleyen dönemi konu edinen 4 kitaptan oluşan bir serinin ilki olan Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana adlı eserindeki Osmanlı’nın küçük bir yerleşiminde nüfus memuru olan “Çeçen Hanı” Üzeyir Han/Bey ve Kabartay Poyraz Musa tiplemeleriyle kökünden koparıldığında Çeçenlerdeki belirtilen anlayışın bir yönüyle nasıl trajikomik bir hale dönüştüğünü de vurgular tarzda unutturmadan 4 kitaplık serinin hepsinde yer yer vurgulayarak bir göçmen Çeçenin yeni yurdundaki durumunu çok çarpıcı bir şekilde şöyle ifade etmektedir. "Nüfus memuruna gelince gariban bir kişi. Onu öldürsen rüşvet yemez. Bes onu öveceksin. Onun dedesi Çeçen Hanı mıymış, Beyi miymiş neymiş. Diyeceksin ki ona senin soyunu bilmeyen var mı… Bunları duyunca senin ayağının altına toprak olur. Senin için canını bile verir." "Sonunda... başladı:/ "Muhterem Üzeyir Bey Hazretleri... biz Dağıstandan Anadoluya geldik, Toros dağlarının Uzunyaylasına, yani Binboğa dağlarının, Kayserinin Pınarbaşı kazasının Kaynar nahiyesine yerleştik. Biz Kabartay Çerkezleriyiz. Ne yapalım, biz Kabartaylar hep köleyiz... Poyraz Musayım. Buraya gelince duydum ki siz bir Çeçensiniz ve de Çeçen Hanlarının şecereli soyu, son Çeçen Hanının bihakkın evladısınız… Ne yapalım, biz Çerkez milleti, sizin gibi Hanlar da, bizim gibi köleler de bütün dünyaya sürüldük, dağıtıldık, perişan edildik... zulüm gördük, insanlığımız elimizden alındı."/... konuşuyor... titriyordu. Nüfusçuysa hiçbir tepki göstermiyor, gene öyle taş gibi hiç kıpırdamıyor... bekliyordu./ "Çarlar bizi... dağıttı... gene de başımızı dik tuttuk..."/ Başımızı dik tuttuk derken Poyraz Musa, Üzeyir Beyin gözleri önce derinden gelen bir ışıkla parladı, sonra ıslandı, sonra da göz çukurlarına birer damla yaş geldi oturdu. Poyraz Musa da neredeyse kendi anlattıklarına ağlayacaktı. Kendini zor tutuyordu./ "Evet, Han Hazretleri, şimdi ben burada, bir kasabada nüfus memurluğunun küçük bir odasında, kurt yemiş, bacakları kırık bir masaya oturmuş ali bir Hanla karşı be karşı duruyor, heyecanımdan tir tir titriyorum... O, ulu Kafkasın, ulu Çeçenin Hanıdır... Hanın karşısında hürmet ve sadakatle, bir teba olarak eğiliyorum."/ Poyraz Musa, önce masanın gıcırdayarak bir kalkıp bir indiğini, sonra sandalyenin devrildiğini, odanın sallandığını, arkasından dağ gibi posbıyığın üstüne abanıp onu kucakladığını gördü, başı döndü. Nüfus memuru aldı, onu masanın önündeki sandalyaye oturttu./ "Konuş oğlum. İşte biz böyle olduk. İşte bizi, Han olsak da, Kartal, Padişah olsak da kader bu hale getirdi."/ Buyuran bir sesle:/ "Konuş!" dedi.” (Kemal, Fırat Suyu, s. 21-50, 283-285)
Çeçenlerin Osmanlıda iskan edildikleri yerlerden birisi Çukurovadır. O tarihte henüz tarım yapılmayan bataklıklarla kaplı sivrisinek dolu bölgenin sıcak iklimine alışkın olmayan göçmenlerin bir kısmı hastalanıp ölmüştür. Bataklıkların kurutulup tarıma elverişli hale getirilmesinden ve bölgedeki Ermenilerin gitmesinden sonraki dönemde bölgenin toprağı kıymetli hale gelmiş ve şiddetli bir “toprak kavgası” başlamıştır. Çeçenlerin de nasiplendiği günümüze dahi yansımaları olan bu kavganın bir kesiti Yaşar Kemal’in romanlarında konu edilmiştir. İyi bildiği yöredeki zihniyeti yansıtan Yaşar Kemal’in İnce Memed II adlı romanındaki kurgusal anlatımda da Cumhuriyet döneminde Çukurova’daki bir Çeçenin hali anlatılmaktadır: (Kemal, İnce Memed-3, s. 11, 27, 36-43, 63, 80, 81; Kemal-İnce Memed 2, s. 156, 157 vd., 441, 442)
Yaşar Kemal’in ilgili eserlerinden alınan konuya ilişkin bazı bölümler şöyledir:
"Çukurova insanlannın yüreklerinde ne kadar mor gölgeli dağlann, o yitirilmiş cennetin özlemi varsa, dağ insanları da onlar kadar, belki onlardan da daha çok aşağının, Çukurun, bu bire bin veren verimli topraklann özlemini çekerler, kayalıklardan, ormanlardan, inanılmaz yoksulluklarından kurtulmamn, oralarda, Akdenizin kıyılannda yumuşacık, sıcacık tarlalara kavuşmanın bir yolunu ararlardı." "Ali Safa Beyi öldüren İnce Memeddir, belki. Belki Safa Beyin hakkını yediği bir ırgat, belki de tarlasını elinden aldığı bir köylü öldürmüştür." "Arif Saim Beyin bu Tapucu Zülfüyle hukukları çok eskiydi. Zülfü küçük bir kasaba tapucusuydu ama, anasının gözü bir kişiydi. Sırasında bir kaymakam, bir vali, bir milletvekili kadar etkiliydi. İttihatçılarla çalışmış, sonra Çukurovanın işgalinde Fransız askerleriyle birlikte Adanaya girmiş, Fransız kumandanının yanına bir yaver gibi kapılanmış, işte bu sırada da Adananın bir ilçesinde candarma kumandam olan Arif Saim Beyi tanımış, onunla kardeş olmuşlardı. Fransızların Çukurovadan çekileceklerini bütün ovada ilk anlayan Zülfü olmuş, işbirliği yaptığı arkadaşı Arif Saim Beye bunu anında bildirmişti. Kozanda üç gün üç gece oturmuşlar, uyku uyumadan, yemek yemeden konuşmuşlar, sonunda da Kuvayı Milliyecilerin saflarına katılmışlardı. Uzun bir süre Fransızların buyruğunda çalışlıktan sonra, her ikisi için de Kuvayı Milliyecilere katılmak kolay olmamıştı. Ama Zülfünün cin gibi aklı her bir zorluğu yenmiş, bunlar da Millicilerle birlikte savaşa kahlmışlardı. Arif Saim Bey almış yürümüş, Başkumandan Paşanın en güvendiği üç adamından birisi olmuştu. Zülfüye gelince o, devletten hiçbir şey istememiş, salt ilçe tapuculuğunu ona yeniden vermelerini istemişti. Ve başta Arif Saim Bey olmak üzere, Toros dağlarında müstevliye karşı kanlarını akıtmışlara, kanlarının karşılığı, her avucu bir kan eder toprakları büyük bir uzmanlık rahatlığıyla pay etmişti. Bu kan pahası topraklardan en büyük pay da Arif Saim Beyle canı biraderi Zülfüye düşmüştü. Fransızlar Çukurovadan çekildikten, Kurtuluş Savaşı bitip yeni hükümet kurulduktan sonra o kadar çok kişi kahraman kesilmiştİ ki, bunların toplamı Toroslarda çarpışanların belki de on mislini geçmişti. İşte burada da Zülfü, Arif Saim Beyin, yeni kurulan devletin yardımına yetişmiş, kim Toroslarda çarpışmış, kim askerden kaçmış, inanılmaz bellek gücüyle, onları bir bir ayırmıştı. Ve öyle de bir hüneri vardı ki Zülfünün, kim savaşa katılmış, kim yalan söylüyor hemencecik ayırt ediyordu. Eğer Zülfü isteseydi şimdiye çoktan milletvekili, dahası da bakandı. Ama Zülfü bunların hiçbirisini istemiyor, şu küçücük üç bin beş yüz kişilik kasabanın küçücük tapucusu olmayı üne, bütün onurlandırmalara yeğ tutuyordu. O, öyle bir adamdı ki, Arif Saim Beyin bütün yakarılarına, dayatmalarına karşın İstiklal Madalyası için bile başvurmamış, bunu ona Arif Saim Bey bizzat Başkumandana söyleyerek verdirtmişti. Onun bir tek derdi vardı, o da topraktı. Bu verimli topraklarda dünyanın en güzel meyvelerini, çiçeklerini yetiştirecekti. Pamukçulukta da ovada devrim yapacaktı. Ahdetmişti. Bunun üstesinden kesinlikle gelecekti. Bu Arif Saimde de öyle sanıldığı kadar da iş yoktu. Paşanın gözünün bebeği olduğu halde gönderdiği, afedersiniz, kıçlarından kehribar gibi ballar damlayan, afedersiniz her birisinin kıçlarındaki damlaların üstüne bakanların sureti çıkar, işte böyle incirleri azıcık yüreklilik gösterip de Paşaya ulaştıramamıştı. Zülfü bu incirleri Paşaya öyle yaranmak, bir şeyler koparmak için göndermemişti Allah bilir, salt, ülkemizde de böyle cennet meyveleri yetişiyor demek için, bu ulusun en büyüğü yürekten sevinsin diye göndermişti. "Asmalar diktim beyler, her asmayı teker teker aşıladım. Sonra İspanyadan turunç getirtip limon aşılathm. Limon, portakal aşılamak tecrübe isteyen işlerdir, kendime güvenemeyip ta Rodos adasından usta aşıcılar getirttim. Sonra efendim, narlan da kendim aşılıyorum. Yakında bütün Akdenizi dolaşıp ... Aaah Arif Saim Bey aaah, ah kardeşim, o incirleri Paşaya bir ulaştırsaydın, Paşa Çukurovanın ballı incirlerini bir tatsaydı, ya da o ballı incirleri, afedersiniz, şeylerinden kehribar bal damlayanları hiç olmazsa bir görseydi, belki de bu ülkenin başı olaraktan mutlu olurdu." (Kemal, İnce Memed-3, s. 11, 27, 36-38)
“İdris Bey otuzunda gösteriyordu. Bir Çeçen beyi olan babası Osmanlı devrinde ili aşiretiyle birlikte Kafkaslardan gelmişti, Anavarza kalesinin karşısına, Ceyhan ırmağının güney geçesine yerleşmişti. Kurdukları köyün adına Akmezar demişlerdi. Önceleri Çukurovada sinekten, sıtmadan, sıcaktan hastalanmışlar, kırılmışlardı. Üç dört yıl içinde Çukurovaya alışmışlardı ama, sayıları da yarıya inmişti. Kafkaslardan getirdikleri atları da, öteki hayvanları da kırılmıştı.” “Çukurovaya alışan Çerkesler Çukurova cinsi güzel atlar yetiştirdiler sonra. Ektiler biçtiler. Çukurova o zamanlar meyve bahçesi nedir bilmezdi, güzel, bakımlı meyve ağaçları diktiler Çukurun sıcağına. Evleri ottan Türkmen köylerinin yanına ahşaptan ve taştan, ikişer kath güzel evleri olan, caddesi, sokaklan olan bir köy kurdular.” “Bereketli topraklar üstünde mutlu bir yaşama düzeni kurdular. Bütün ovaya güzel atları, iri meyveleri, yiğit davranışlanyla ün saldılar. Öteki Torostaki Çerkesler gibi at hırsızlığı da yapmadılar. Beylerinin bir dediğini de iki etmediler. Geleneklerini, göreneklerini de Kafkastaki gibi korudular.” “Mutlulukları, düzenleri, yepyeni, siyah, Ford marka bir otomobilin gelip son beyleri İdris Beyin kapısında duruncaya kadar, yıllarca sürdü.” “İri adam tombul elini bir daha ağır ağır İdris Beye uzattı, İdris Bey ele sarıldı ama öpmedi. İri adamm yüzünde bu yüzden bir hoşnutsuzluk belirdi. İdris Bey bunu gördü, sezdi, üzüldü. "Bizim soyumuz hiç kimsenin elini öpmemiştir, padişahın, çarın bile," diye içinden geçirdi. "El öpmeyi hiç kimse bizden beklemesin."/ İdris Bey başına birikmiş köylülere: "Kozan Mebusu Arif Saim Bey," dedi.” “Ankaradan çıkarlarken Arif Saim Bey: "Kardeşim Ahmet Bey," demişti, "sizi bana büyük bir toprak mütehassısı diye tavsiye ettiler. Şimdi sizinle Çukurovaya gideceğiz, altımızda otomobil, Çukurovayı adım adım dolaşacağız. Siz toprağm kalitesine bakacak, bana Çukurovanm en verimli toprağını tespit edeceksiniz, ben de tespit ettiğiniz bu toprağı alacak, buraya Türkiyenin en büyük, en modem çiftliğini kuracağım." “Ahmet Beyin Çukurovada en çok beğendiği ikinci toprak Akmezar köyünün yakınındaki bir küçük çiftlik oldu. Ermeniler kaçarlarken, bu küçük çiftliğin sahibi Ermeni çiftliğini bir Türkmen dostuna satmış oldu. Türkmenle Ermeni can arkadaştılar.” “İşte böylecene Türkmen Mahmudun çiftliğin tapusunu Arif Saim Beye devretmesiyle Akmezar köylülerinin de maceraları başlamış oldu. Genç İdris Beyin başına olmadık işler işte bu günden sonra açıldı. Arif Saim Beyin beğenip satın aldığı çiftliğin tapusu ancak iki üç bin dönümü kapsıyordu. Arif Saim Bey gibi cephelerde kan dökmüş, Paşaya en yakın bir arkadaş olmuş, milli kahraman payesine ulaşmış bir insana bu kadar toprak yeter miydi? Gerçekten ayıptı. Bu pay dilenci payıydı. Bir milli kahramanı insan kendisi de olsa bu dereceye düşüremezdi. Akmezar köylülerinin de topraklan çoktu. Çeçenler ne anlarlardı topraktan, at yetiştirsinler onlar, varsınlar Yağmur Ağanın çetesine girsinler, at hırsızlasınlar.” “Arif Saim Bey gülüyordu: "Bıraksınlar toprağı topraktan anlayanlara, onu sevenlere, kendileri de sevdikleri işi icra etsinler. Baba mesleklerine dönsünler."/ İki ay içinde yüzden fazla at geldi Arif Saim Beyin çiftliğine. Arif Saim Bey önce Çerkeş Yakubu çağırdı. Yakup çok yaşlı, hala attan inmez, tiridi çıkmış, parlak çizmeli, kızıl sakallı bir Çerkesti. İdris Beyin babasının değil de kendi babasının Bey olduğunu, İdris Beyin babasının da kendilerinin kölesi olduğunu her gittiği yerde söylerdi.” “Birkaç ay içinde Arif Saim Beyin tavlasında çok az soylu at kalmış, Akmezar köyünde de çok kişi atlanmıştı. Bu minval üzere önceleri Akmezarlılardan toprak almak çok kolay oldu. Sonra işler gittikçe sarpa sardı. Arif Saim, Çeçenleri korkutma yolunu seçti. Bunda da biraz başarı kazanıp, biraz daha toprak elde etti. Başta İdris Beyle köylünün bir kısmı dayattılar, topraklarından Arif Saim Beye bir avuç toprak bile vermemeye yemin ettiler. Köylerini bırakıp nereye, ne yana gideceklerdi? Bunu İdris Beyin kafası bir türlü almıyordu: Arif Saim Bey: "Nereye isterseniz, sizi oraya iskan ettiririm," diyordu. Arif Saim Beyin siyah, Ford marka, büyük gözlü otomobili diz boyu tozlara bata çıka İdris Beyin evine çok gitti geldi. Çok cebelleştiler. Arif Saim Bey İdris Beye çok yerinde, güzel önerilerde bulundu. Hatta: "Paşaya söyler seni mebus bile seçtiririm," dedi. İdris Bey gene ona bir karış toprak vermedi. Arif Saim Bey tehditlerde bulundu, İdris Bey bu tehditlere karşı: "Boynumuz kıldan ince Beyim," diyordu da bir şey demiyordu. "Ne yapalım Beyim, boynumuz kıldan incedir."/ İdris Bey ertesi sabah daha gün ışımadan Arif Saim Beyin konağına vardı. Konağın silahlı bekçileri onu gördüler. Dur diyemediler. İdris Bey atını sürdü, avlunun ortasında konağın yirmi adım ötesinde durdu: "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey," diye bağırdı. "Ben İdris, ben İdris. İşte geldim."/ Arif Saim Bey yatağından fırladı, pencereye geldi, perdeyi araladı dışarıya baktı. İdris Bey arkasındaki üç adamıyla atının üstünde dimdik, sarı saçları, savatlı gümüş takımları, kara kalpağının altından taşmış altın sarısı saçları, bir yırtıcı kuşun gözlerine benzeyen mavi ışıklı gözleriyle bir onur, bir yiğitlik heykeli gibi duruyordu. "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey, ben İdris. Geldim işte."/ Arif Saim Bey pencereyi açtı: "Buyurun İdris Bey," dedi en yumuşak, en sıcak, dost sesiyle. "Buyurun yukarı, hemen giyiniyorum." "Yukarı gelemeyeceğim Arif Saim Bey, siz aşağı buyurun. Hem de tabancanızı alıp öyle buyurun. Siz bir askersiniz. Sizinle çarpışmaya, kozumuzu pay etmeye geldim. Tabancanızı alıp buyurun aşağı."/ Arif Saim Bey pencereyi kapadı, içeriye çekildi./ İdris Bey orada atının üstünde sabırsızlıkla duruyor, gözleri konağın kapısında, gelecek Arif Saim Beyi bekliyordu. Bekledi bekledi, sabırsızlandı. Güneşin ilk ışıkları ovayı yaladı geldi. Gün bir kavak boyu yükseldi, İdris Bey daha bekliyordu. Sonunda dayanamadı: "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey. Sözünün arkasını getiremedi, arkadan gelen bir kurşun ensesinden girdi, boğazını parçalayıp çıktı. İdris Bey atının üstünden yere usulca cansız süzülüverdi. Kalpağı yana, başının az ötesine kaydı, sarı saçları toza serildi, karıştı. Kanı omuzlarının yanına göllendi, saçlarına kadar geldi, bulaştı. Arkadaşları atlarından indiler, kalpaklarını çıkardılar, kalpaklı sağ ellerini göğüslerine bastırıp Beylerinin huzurunda bir süre sessiz durdular. Sonra ödevlerini yerine getirdiler. Sonra da ölüyü incitmekten korkarak atının üstüne koydular, oradan sessizce uzaklaştılar. Arif Saim arkalarından baktı baktı: "Yazık," dedi. "Çok yazık. Onunla dost olunabilirdi."/ İdris Beyin vurulma haberini Memede Topal Ali getirdi. (Kemal, İnce Memed-2, s. 156, 157, 441, 442)
1930’lu yıllarda o çetin toprak kavgasını yaşamış, babası Türkiye'den kaçmak zorunda kaldığında Lübnan ve Kudüs'te ailesi çok zor şartlar altında yaşam savaşı vermiş olan Orhan Kemal de özyaşamsal nitelikteki bir eserinde aynı kavganın bir kısmına tanıklığını şöyle dile getirmektedir. "Babam öbür tarafa geçtikten sonra, hükümetçe idari haciz altına alınmış bir miktar tarlamız vardı ki, komşu toprak sahipleri tarafından fuzulen işgal edilmekteydi. Annem şimdi bu tarlaları kurtarmak için uğraşacak adamlarını götürüp topraklarımızın sınırlarını tesbit ettirecek, ondan sonra, müşteri bulup kiraya verecek, daha sonra da.../ Babaannem:/-Zor iş! dedi, uğraşmadım mı sanıyorsunuz? O kışta kıyamette, diz boyu çamurlara bata çıka.. Hele birinde.. Kalktım gittim adam adam.. O, bir Abdülfettah var... Tütün dizmeğe gelirdi hani, gümüş soyka.. Dün adam yerine koyup karşına almadıkların, bugün birer yedi başlı dev kesilmişler... Oğlumun çok selamı var, dedim... Dinledi.. Vallaha ana dedi... Daha tarlalarınız, bomboş yatıyorlar, gelin sahip olun!/ Peki ama oğlum, dedim, herkesler diyor ki, sizin tarlaları Abdülfettah ağayla kardeşi sürüp ekiyor!/ Vay sen misin? Herif bir celallandı, bir köpürdü". "Annem tarla işlerine taze bir hamleyle sarılmıştı. Dilekçeler, tapu senetleri, ecrimisil davaları, hukuk mahkemeleri... Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Netice daima neticesiz kalıyor, annem yoruluyordu." "Annem:/-Erkeksin, diyordu, ne de olsa senden çekinirler. Ben nihayet bir kadınım!/ Mosmor bir sabah, tekmil vidaları gevşemiş, kötü kötü gıcırdayan, on kişilik bir kaptıkaçtıya yirmi kişi tıkılarak, doğduğum, kargası bol kasabanın yolunu tutuyorum." "İhtiyar:/-Şadiye'm de, diyor, genç yaşında dul kaldı bir çocuğuyla!/ Bir tarla yüzünden damadını bilmem ne zadelerin oğlu geçen kış tabancayla vurmuş!" "Evde annem.../-Ee, dedi bir şeyler koparabildin mi bari? Gördün mü Abdülfettah'ı?/.../-Gördüm, diyorum, nafile... Hakkınız varsa, deha mahkeme diyor." Elbette sonuç yok! “Yıl 1937." (Orhan Kemal, s. 48-50, 58, 64, 73, 124)
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder