23 Nisan 2024 Salı

MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU

Bernard Lewis, Güncel İngilizce III. Edisyon Çevirisi, 10. Baskı, 2018, Çeviri: Boğaç Babür Turna, arkadaş Yayınevi, Ankara


Arka kapak yazısına göre, ilk baskısı 1961 tarihli olan kitapta “Türklerin son 250 yıllık çağdaşlaşma serüveni” yorumlanmıştır.

“Türk milletinin bin yıl önce Çin’den vazgeçip İslamiyet’e yöneldiğinde başlamış olan Batı’ya doğru yürüyüş, şimdi de İslami mirasın büyük bir bölümünden vazgeçerek Avrupa’ya yönelmiş, artık Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın Türkler için aynı anlama gelmesiyle Avrupai hayat tarzı Türklerin gündelik yaşamında yer etmiştir.”

*

Büyük ölçüde önemli bilgiler ve ilginç yorumlar var.

Ve büyük ölçüde İttihatçı-Kemalist bakış açısı egemen.

*

Kitaptan bazı notlar şöyle:


“Adadolu’da kapsamlı ve sistemli bir Türk kolonizasyonunun olduğu kesindir. Ancak bu sırada yerli halk ne yok edilmiş ne de tamamen sürülmüştür. Rumların üst sınıfı ve kültürel katmanı yerinden olurken, eski yerleşimciler de zamanla, bu kez İslami ve Türk unsurlar içinde eridi. Aslında kendi kültürlerinin bir kısmını… sürdürdüler.” (Lewis, s. 7, 8)


“Osmanlı sultanları… bir bölgeden başka bir bölgeye sürgün etme yöntemine sıklıkla başvurdular. Bu zorunlu göçler zaman zaman cezalandırma maksadıyla, bazen de siyasi, ekonomik ve askeri amaçlar için yapılıyordu. Örneğin yeni fethedilmiş topraklara ya da yeterince ilgi görmeyen bölgelere nüfus kaydırılırdı.” (Lewis, s. 15, 16)


“Osmanlı ordusu İran’ın içlerine ilerleyemedi…/ Doğu denizlerinde ise Portekizlilerin cüsseli gemileriyle karşılaştılar… Müslüman filolarını Hint Okyanusu’ndan silip atan da işte bunlar oldu./ Kırım ve daha ötesinde ise onları durduran Ruslardı. Osmanlılar Kefe’yi 1475 yılında ele geçirmişlerdi. Kırım kıyıları kısmen Osmanlı hakimiyetine geçti… 1569’da Osmanlılar Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açmak amacıyla büyük bir projeye başladılar, böylelikle Orta Asya’ya ulaşan bir deniz yolu tesis ederek Portekiz cenderesinden kurtulmak mümkün olacaktı. Ancak burada da Osmanlılar yolların kapatıldığını gördüler… 1502’de bir zamanların kudretli Altın Ordu Hanlığı nihayet tamamen ortadan kalkmış ve topraklarının büyük kısmı Rus toprağı olmuştu. Ardından gelen Kazan, Astrahan ve Kırım Hanlıkları zorlukla da olsa bir süre daha ayakta kaldılar. Ama çok geçmeden Ruslar Kazan ve Astrahan’ı alıp Kırım üzerinde sürekli artan bir baskı kurmayı başardı. Artık Karadeniz, Kuzey Kafkaslar, Hazar ve Sibirya’ya giden yol açıktı ve Rusların ilerleyişi… Osmanlıların önünü kesip onları kuşattı.” (Lewis, s. 35, 36)


“On yedinci yüzyılda Avrupa ordularında karşımıza çıkan muazzam teknik ve lojistik ilerlemeleri takip etme konusunda Osmanlılar geç ve yetersiz kalmışlardı.” (Lewis, s. 37)


“Ateşli silah ve top kullanımı büyük ölçüde artmış, bu da daha profesyonel orduların oluşturulmasını gerektirmişti. Böylece tımarlı sipahilerin görece önemi azaldı.” (Lewis, s. 43)


“1653’e gelindiğinde Katip Çelebi… İmparatorluğun dört bir yanında sahipsiz ve metruk köylerin mevcut olduğunu rapor etmektedir.” (Lewis, s. 47)


“Batılıların ve yerli Hıristiyanların, bankerlerin, tüccarların ve zanaatkarların hiçbiri adam yerine konmuyordu.” (Lewis, s. 51)


“Kırım’ın kaybedilmesi sayısız iç hesaplaşmalara ve tartışmalara yol açtı. 1787 yılında Türkiye ile Rusya arasında yeni bir savaş patlak verdi ve bir yıl sonra Avusturya bu savaşa dahil oldu. Ancak bu kez Polonya, Prusya ve Fransa’da çıkan karışıklıklar yüzünden Ruslar ve Avusturyalılar öncekiler kadar şiddetli bir baskı uygulayamadılar ve sonuçta Türkiye 1791-92 Avusturya ile Ziştovi’de, ve Rusya ile Yaş’ta birer barış anlaşması imzalamayı başardı… öncekilere nispeten daha hafif şartlar içeriyordu.” (Lewis, s. 56)


“1783’te Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edilmesi, yeni bir reform programının hareket noktası oldu. Osmanlı hükümetini Fransızlar cesaretlendiriyordu, zira Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının Rusya tarafından tehdit edilmesi ihtimalinden dolayı endişeliydiler.” (Lewis, s. 70)


“Moltke’ye göre” “Rusya’da belki yabancılardan nefret edilir, Türkiye’de ise yabancılar aşağılanır. Bir Türk Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına dahi getirmez.” (Lewis, s. 116)


“1826 Haziranında… sivil memurlara ve aslında diğer bireylere de bir tür hayat ve mülkiyet hakkı güvencesi veriliyordu. Bu, insanların o ana kadar pek de haberdar olmadığı bir şeydi”. (Lewis, s. 126)


“Osmanlı… gayrimüslim tebanın himayesini ve hoşgörü gösterilmesini öngörmüştü… Ne var ki bu hoşgörü, kendilerine hoşgörü gösterilen bu cemaatlerin ayrı ve ikinci sınıf olduğu ve dahası, açıkça bir şekilde damgalanmış oldukları varsayımına dayanıyordu. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık ilkesini bırakabilmek adına Müslümanların harcaması gereken çaba, üstün ırk anlayışının verdiği tatmin duygusundan vazgeçmeleri için bugünkü Batılılardan beklenen çabadan daha az değildi.” “Ancak vahşi kafirlere karşı takındıkları o eski küçümseyici tavır, bir boyun eğme söz konusu olduğunda, meydanı imrenme değil kin duygusuna bırakıyordu.” (Lewis, s. 150, 178)


“Paris anlaşmasının ön şartlarından biri olarak 18 Şubat 1856 tarihinde Padişah tarafından yeni bir reform bildirgesi (Hatt-ı Hümayun) ilan edildi. Bu Islahat Fermanı, ayrıca, Avrupa Mutabakatı (Uyumu) olarak bilinen şu uyumsuzluk zincirine Türkiye’nin üye olarak kabul edilmesi için de gerekiyordu. Hatt-ı Hümayun, İngiliz, Fransız ve Avusturya büyükelçilerinin şiddetli baskısı altında hazırlanmıştı… din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebasının tam eşitliği kuralını getiriyordu.” (Lewis, s. 162)


“Mustafa Kemal… sözleri” “Türk milleti bu haddini aşanların haddini bildirerek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor.” (Lewis, s. 347, 348)


“Üç yıl içinde isyancı bir çeteden milli bir parlamento haline dönüşmüş olan Büyük Millet Meclisi, 16 Nisan’da yeni seçimler için kendini feshetti.” (Lewis, s. 350)


“Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre” “Tatarlar… dinsel ve mezhepsel işlerini Padişahın hakları gereğince tanzim edeceklerdir.” “Osmanlı padişahının kendi tebaasının dışında, diğer Müslümanları da kapsayacak türden bir çeşit papalık benzeri yetki alanı iddiası yeni ve daha önce benzeri görülmemiş bir şeydi… Sınırları aşan bir dinsel otorite iddiası köklü bir yenilik anlamına geliyordu.” (Lewis, s. 438)


“Rusya 1783’te Kırım Hanlığı’nı da ele geçirdi ve Kafkasların içlerine doğru ilerlemek üzere hazırlanmaya başladı. 1806’da Ruslar Bakü’yü de aldı, Bakü’nün ardından Derbend, Şirvan ve diğer bazı toprakların da kaybı, mağlup İran ile yapılmış 1813 Gülistan Antlaşmasıyla kesinleşmiş oldu. Rusya, İran topraklarında ilerlemeye devam etti ve 1828 Türkmençayı Antlaşması ile İran’ın bu kayıpları resmileşmiş oldu.” (Lewis, s. 439, 440)


“İslam politikasının temel amacı Daru’l-Harb-i Daru’l-İslam içine dahil etmek… en önemli sınıflandırma buydu: Müslüman, Zımni, Harbi… bu üçlü sınıflandırma… Türk, Rum ve Slav… İranlı ve Arap gibi ayrımlardan çok daha önemliydi. Bir mekana bağlılık biliniyordu, ancak bu bir ülkeye değil, bir köy ya da bir mahalle, en fazla, bir vilayet ile olan bir bağdı. Kişinin soyuyla arasındaki kan bağı ise eski ve güçlü bir bağdı. Ancak bu da millete değil, aileye ya da kabileye olan bağdı. Kişinin kardeş ya da yabancı olarak tasnif edilmesini sağlayan ölçü, nihai bağ, din idi. Bir Müslüman’ın dindaşı… onun kardeşiydi. Hıristiyan komşusu… yabancıydı./… Türkler kendi İslam öncesi geçmişlerinden pek az hatırayı ellerinde tutmuşlar, Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir ırk engeli yerleştirmemişlerdir.” (Lewis, s. 445)


“Arapça bir kelime olan ve doğum yeri veya ikamet edilen yer anlamına gelen vatan… Kullanıldığı bağlama göre, kişinin vatanı bir ülke, bir bölge, bir şehir veya bir köy olabilirdi. Bu anlamda vatan bir duygu ve bağlılık uyandırabiliyordu”. “Millet kelimesi ise, kökeni en nihayetinde Aramice’ye dayanan Arapça milla’dan geliyordu. Kur’an’da ise din anlamında kullanılmaktaydı. Bu anlam daha sonradan dini topluluk, özellikle de İslam ümmeti anlamına gelecek şekilde genişlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise… dini cemaatler için de kullanılmaya başladı. Ayrıca genişletilerek Frenklerin farklı “milletleri”ne de uygulandı. Frenk milletleri için kullanılırken dahi… dinsel bir içeriğe sahip olduğu kabul ediliyordu… İmparatorluk’ta Müslüman bir millet vardı, ama Türk veya Arap veya Kürt milletler yoktu. Rum ve Ermeni ve Yahudi milletler de vardı, ama bunlar etnik milletler değildi dini cemaatlerdi…/ Vatan ve millet kelimelerinin ikisi de 1839 Gülhane Hattı’nda yer alır.” (Lewis, s. 452-454)


“Osmanlı… Batılı ve liberal kamuoyunu etkilemek haricinde, gayrimüslimlerin askere alınması meselesini uzun zamandır ciddiyetle değerlendirmekteydi. Zira bu durum, tükenmiş Osmanlı ordularına yeni insan gücü temin etme yolunda cazip bir kaynaktı. Fuad Paşa’nın sadareti sırasında özel bir komisyon meseleyi tartıştı.” (Lewis, s. 457)


“Turancılık veya Türkçülük… önündeki en büyük engel olan Rusya ise Batılı ülkelerin yardımıyla alt edilecekti./… Osmanlı Türklerinin görüşü başlangıçta daha temkinliydi. 1914’te savaş patlak verdi ve Türkiye… Rusya’ya karşı savaşa girdiğinde, daha büyük ve kapsamlı umutlar uyandı. 1914 yılında Ziya Gökalp Kızıl Destan adlı şiirini şu beyitle açıyordu”, “Türkiye büyüyüp Turan olacak”, “umutlar 1917’de tekrar alevlendi. Zira Rus Devriminin gerçekleşmesi ve Rus İmparatorluğu’nun çöküşüyle Türk halklarını özgürleştirmek ve onları birleştirmek yolunda cazip bir fırsat doğmuş gibiydi. Böylece Pan-Türkist rüya da başarılabilirdi. Kısmen bu tür fikirlerin etkisiyle Enver Paşa o talihsiz planı, yani Kafkasları ele geçirme planını ve ardından gelecek Orta Asya maceralarını 1918’de başlattı.” (Lewis, s. 475, 476)


“Kırım Savaşı’nı takip eden… Reforma Avrupalı vaftiz babaları tarafından gösterilen ilgi, özellikle İmparatorluğun Balkanlar’daki eyaletlerine yönelmişti. 1859-1860 yıllarında Rumeli eyaletlerinde uluslararası bir teftiş heyetinin kurulmasına dair teklif, ancak Sadrazam… bizzat oraya gitmesiyle önlenebildi./ Balkan Hıristiyanları arasındaki hoşnutsuzluk ve isyan, İmparatorluk’ta gündelik hayatın alışıldık bir parçası olmuştu. Ancak düzensizliğin 1860-1861’de tamamen Müslüman olan Suriye bölgesine de sıçramış olması ve bunun doğurduğu yabancı müdahale göz ardı edilemeyecek bir tehlike işaretiydi. Devrin Hariciye Nazırı Fuad Paşa bizzat Suriye’ye soruşturma yapmak üzere gidip suçluları şiddetle cezalandırdı… taşra idaresinin içine düşmüş olduğu bu zafiyet ve itibarsızlık çok ciddi tehlikelere yol açmaktaydı./ Taşradaki idare sorunu Fuad Paşa ve çevresindekileri meşgul etmeye devam etti… özel bir komisyon kuruldu./ 1864’te Fuad Paşa yeniden Sadrazamlığa getirilmiş ve yeni Vilayet Nizamnamesi’ni bulduğu çözüm olarak ortaya koymuştu.” (Lewis, s. 522, 523)


“On dokuzuncu yüzyıldaki Avrupa istilasına karşı oluşan öfkede tarikatlar etkin bir rol oynadılar. Bu eylemlerin bir çoğu Türkiye’nin dışındaydı; örneğin Nakşibendiler Rus Kafkasya’sında, Sunusiler Kuzey Afrika’da, Hatemiler Sudan’da. Modernliğe ve Batı hakimiyetine karşı mücadelelerinin Türkiye’de yankı bulması kaçınılmazdı.” (Lewis, s. 549)


“On dokuzuncu yüzyılın başına gelindiğinde Anadolu’nun tamamı çeşitli derebeyi ailelerinin kontrolündeydi. Sadece iki eyalet, Karaman ve Anadolu eyaletleri, Bab-ı Ali’nin doğrudan idaresi altındaydı./ III. Selim’in saltanatı sırasında derebeyler güçlerinin zirvesine ulaştılar… 1808’de… Sened-i İttifak… isteği dışında olsa da Sultan Mahmud tarafından onaylandı.” (Lewis, s. 603, 604)


“On dokuzuncu yüzyıl Türk halk edebiyatında ve yirminci yüzyılın hikaye ve romanlarında… toprak ağaları arasındaki şiddetli mücadele kendini göstermektedir. Köylünün yegane savunucusu eşkiyadır. Dağa çıkan ve zalimler ile, onları besleyen devlet kuvvetlerine karşı savaşan kaçak köylüler.” “Göçebe aşiretlerin hayatlarını zamanın toplumsal ve ekonomik değişimlerinden ötürü rayından çıkmış ve parçalanmış bir halde bulmaları tesadüf değildir. Bunun en dikkat çekici örneği… Çukurova’dır.” “1886’da Padişah’ın hükümeti barışı sağlamaya ve yerleşimi teşvik etmeye yönelik bir program başlattığı zaman yeni bir döneme girilmiş oldu. İskenderun’a yerleştirilen Fırka-i Islahiye olarak bilinen askeri bir birlik Toros ve Amanos dağlarının içlerine doğru ilerledi. Bu dağlar ve… ovalık bölge kısmen… derebeyi ailelerin, kısmen de Türkmen aşiretleri ve eşkiya çetelerinin kontrolü altındaydı…/ Bölgede kontrol sağlandı. Artık yeni yerleşimcilere ihtiyaç vardı… üç bin Nogay Tatar ailesi Misis’in yukarısında, Ceyhan ırmağının her iki kıyısında iskan edildi ve yeni pamuk tarlalarında çalıştırılmak üzere Mısır’lı fellahlar getirildi. Daha sonra… gelen Müslümanlar bu bölgeye yerleştirildi. Aşiret isyanları bastırıldı”. (Lewis, s. 608, 609)

*

23.4.2024

***


21 Nisan 2024 Pazar

BAĞIMSIZLIĞIN EŞİĞİNDE

 Zelimhan Yandarbiyev, Grozni 1994, Çeviri: Prof. Dr. Ö. Aydın Süer, Takav Matbaası, Ankara



Kitapta esas olarak 1991'deki Çeçen bağımsızlığı öncesinde bölgede yaşanan siyasal mücadeleden bir kesit o mücadelenin önemli aktörlerinden biri olan yazarın gözüyle aktarılıyor. 

Yazarının ifadesiyle "1989-1991 yılları arasında Çeçenistan'da meydana gelen olaylara kısa bir bakış" esas olmuş ve ayrıca "1989-1992 yılları arasında yayınlanan... yedi makale de gözleme ek olarak verilmiştir." (Yandarbiyev, s. ııı, ıv)

İçerik olarak anlatılanlarda öne çıkan özelliklerden biri ""aşırıya kaçan" yurtseverlik iddiası" olarak ifade edilmiş ve şöyle söylenmiştir: "Fakat bu aşırılıkta, öz ve kapsam olarak, değersizlik kompleksi, toplumsal-siyasal olarak birilerinin sırtından geçinme düşüncesi, kibir, yani Sovyet siyasal düşüncesinin aşıladığı ikiyüzlülük virüsü esas unsuru oluşturmaktadır." (Yandarbiyev, s. ıv)

*

Anlatılanlarda belirgin bir şekilde öne çıkan bir husus da ilgili dönemde çok yoğun bir iç çekişme-mücadele yaşanmış olmasıdır.

Mücadelede sözkonusu olan ise görüş alışverişi değil, karşılıklı pozisyonların dayatılması olmuştur.

*

Şöyle bir husus da var ki, doğrusu durumu nasıl tanımlayacağımı ve konu hakkında ne söyleyeceğimi tam olarak bilemedim:

*

Yazar bir yerde şöyle diyor:

“Kafkasya kendisine bakmalıdır. Her Kafkas cumhuriyeti, fonksiyonu bir süre için kesilmiş Kafkasya devletinin bir üyesi olduğunun bilincine varmalıdır... Dinsel unsura özel bir dikkat yöneltilmelidir, çünkü bu birleştirici olduğu kadar, parçalayıcı da olabilir. Eğer imparatorluk merkezinin Müslümanları ve Hıristiyanları kıyaslayarak bundan ikinci şıkta yararlandığı dikkate alınırsa, bu konudaki çalışmanın dinlerden birisini ön plana çıkarmak için değil, onların potansiyelini birleştirmek için yapılması gerekir ve bu Kafkasyalılık düşüncesi geçerli olacak biçimde olmalıdır./... Kafkasyalılık-İşte bizim ulusal kurtuluş davasındaki milliyetimiz budur. Ama ancak Kafkasya'nın kurtuluşundan sonra biz Azerbaycanlı, Abhaza, Gürcü, Ermeni, Adigeyli, Balkarlı, Kabardin, Karaçaylı, Çerkes, Osetin, Abazin, İnguş, Çeçen ya da Dağıstan halkları olabileceğiz; ya da hiçbir zaman olamayacağız. Kafkasyalılığın tek alternatifi vardır-o da komünist imparatorluğun asimile olmuş, kişiliksiz halk kitlesi olmaktır. Ben seçimimi yaptım-Kafkasyalıyım./ 1990". (Yandarbiyev, s. 190-195)

*

Ancak 2000’li yılların başlarında yazar burada söylediğiyle hiç uyuşmayacak bir tavır alıp dünya genelindeki şeriatçılıkta aşırı gruplardan birinin en uç noktasında yer alıyor ve bu yeni anlayışıyla uyumlu bir ülke olduğu anlaşılan Katar’da yaşamaya başlıyor, ne var ki Ruslar 2004 yılında orada bir suikast düzenleyip yazarı öldürüyorlar, arkasından da yazarın görüşdaşı olan Katar yakalayıp yargı eliyle ceza kestiği Rus suikastçıları Rusya’ya teslim ediyor ve suikastçılar Rusya’da kahraman olarak karşılanıyorlar!  

*

Zincirleme trajedi denemez mi?

*

Kitaptan diğer bazı notlar da şöyle:

Çeçen yapısı ve ulusal örgütlenme konularında:

-”Çeçenler… prensler ve köleler olmadığını söyleyerek gurur duyarken, valinin ve astlarının hizmetine girmek zorunda kalmışlar ve… sonsuz bir acıma ya da tiksinti veren bir hor görme duygusu uyandırmışlardır.” (Yandarbiyev, s. 4)

-"Çeçen halkının karakterinde bireyci "ben"in her zaman sabırlılıkla, daha doğrusu dağın görkemiyle karşılaştırılan tahammüllü oluşla "sobar" (Çeçence) eşdeğer olduğunu ekleyelim." (Yandarbiyev, s. 196-203)

-Çeçenistan'daki toplumsal-siyasal hareketlerden "ilki olan "Kafkasya Derneği" 1987'de kuruldu. Bu dernekten… değişik düzeyde politize olmuş diğer yasadışı örgütler doğdu. Onların oynadıkları rol… çok önemlisidr. ÇİHC (Çeçen-İnguş Halk Cephesi)’nin kalabalık mitinglerinde halk sesini çıkarmaya başlıyor". (Yandarbiyev, s. 8)

“Zavgayev kendisini bu ulusun babası gibi görüyordu… Fakat bu yük, ona ve milletvekili grubuna çok ağır geldi.” (Yandarbiyev, s. 52)

“Umhayev’le Tartu’ya Cahar’a gittik. Birlikte gidiyorduk, fakat niyetlerimiz farklıydı: Umhayev… Cahar’ı İcra Komitesi başkanlığı yetkisini bırakması için ikna etmek amacındaydı. Ben ise… generali İcra Komitesindeki çalışmaları için görevden ayrılma konusunda ikna etmekle görevlendirilmiştim. General bizim gibi düşünmeyenlere umut ışığı bırakmadı. Kısa süre sonra bir kaç günlüğüne geldi, bir ay sonra ise yedeğe ayrılarak ÇHDÖ’nün kendisine verdiği sorumlulukları yerine getirmeye başladı.” (Yandarbiyev, s. 54)

Bağımsızlık çabalarının o dönemdeki sonu konusunda:

-“27 Ekim 1991 yılında yapılan seçimler… Nüfusun %70’den fazlası seçimlere katılmış ve bunların %90’ı Cahar Dudayev’e oy vermiştir… 1 Kasım 1991’de ise Çeçenistan Cumhurbaşkanı kararnameyle Çeçen Devletinin Bağımsızlık ilanını onaylamıştır. 2 Kasımda Parlamento aldığı bir kararla, ulusal kongrenin üç aşamasında belirtilen Çeçen halkının iradesini pekiştirmiştir. Bu işlemlerle Çeçen devletinin resmi tarihi başlamıştır…/ İki hafta sonra ise, 8 Ekim (Kasım olmalı!) 1991’de Rusya süngüleriyle Çeçenistan’daki yasal yönetimi devirme girişiminde bulunmuştur… Olağanüstü Hal… Çeçen halkı bağımsızlığını korumaya hazır olarak bekliyordu. İki gün sonra RSFSC Üst Konseyi cumhurbaşkanının kararını teknik olarak tamamlanmadığı gerekçesiyle yürürlükten kaldırdı. Çeçen halkı ise iyice bütünleşmişti… muhalefet olağanüstü halin… ilanıyla birlikte bir anda ortadan kayboldu… Çeçenistan halkı ise… 9 Kasım 1991’de ilk Cumhurbaşkanı olan Cahar Dudayev’in yeminini dinledi. Halk zaferini coşkuyla kutluyordu.” “Grozni, 1992-1993” (Yandarbiyev, s. 125-127) 

-“31 Mart 1992’de Rus işbirlikçileri cumhuriyetin radyo ve televizyonunu silahla ele geçirme hareketini örgütledikleri ve parlamento ve cumhurbaşkanının istifasını talep ettiklerinde… Halk bir kaç saat içinde imparatorluğun uşaklarını kovmuş…/… Rusya’nın olayları yöneten eli farkediliyordu…/… 31 Mart 1992’de artık taktik değişmişti: Darbe tümüyle yönetime değil, yönetimlerin yasama ve icrasına karşı çıkmaya yönelikti.” (Yandarbiyev, s. 141)

Kafkasyalılık konusunda

-"Dünyanın gelişimi, bir ulus olarak canlanan etnik grupların diğer uluslarla kaynaşamayacağını, gelişmelerinin ise ulusal bilincin artmasıyla birlikte gerçekleşeceğini göstermektedir... Kafkasya tarihi, Kafkas ırkına ait olan fakat ulus olma formasyonuna ulaşamamış etnik grupların birçok yakınlaşma ve tek başına oluş süreçlerini içeren bir gelişim tarihidir ve ulusal ruhun yok edilemeyeceğinin bir kanıtıdır./ "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özdeşliğe ulaşmakta, yalnızca burada ruh doğa ile tam bir kıyaslamaya girişmekte, kendisini salt bir bağımsızlık içinde tanımakta, iki aşırılık arasında kaybolmaktan kurtulmakta, kendini ve özünün gelişimini tanımlamakta böylelikle de dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişimi Kafkas ırkından geçmektedir." Hegel, Ruhun Felsefesi'nde böyle yazmaktadır." "Kafkasya'nın benzersizliği... Doğu ve Batı'nın... birleşmesi ve Kaykasyalılık kavramının kaynaşmasıdır.../ Dünyada, tarihin bilinen döneminde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus bulmak güçtür. Bu açıdan yalnızca Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalılığı bir prestij olarak kabul etmişlerdir. Başka bir deyişle, Kafkasya insanlığın bilincinde kendine özgü özellikleri ve bunlardan kaynaklanan durumuyla ayrı bir kıta olarak algılanır ve yaşamını sürdürür. Belki de bu nedenle, bu kabul edilmeyen kıta özgürlük mücadelesinde bu denli ısrarcıdır. Kafkasya'da bazen bir tek halkta olduğundan daha güçlü bir birlik olma bilinci vardır. Ayrıca, Kafkasyalılığın bazen bir ırk olma özelliği değil de, bir ulus özelliği olarak düşünülmesi de çok normal görünmektedir. Mantıksal olarak izin verilmemekle birlikte bu akla gelmektedir./ A. Avtorhanov bundan son derece inandırıcı olarak söz etmektedir. Dillerdeki diyalektik farklı boyların mevcudiyetine karşın, dağlılar, kültürel ve etnografik tarihsel verilere göre, gerçekte birbirleriyle akraba kabilelerden oluşan tek bir halk oluşturmaktadır... Aynı şeyi Kafkasya kökenli olmayan halkları da dahil ederek tüm Kafkasya için de söylemek mümkündür. Çünkü günümüzde bir çok bakımdan "Kafkasyalılaşmışlardır"... Kafkasyalılık... bizim ulus olarak yeniden doğuş mücadelemizde dayanak noktamız olacaktır. Buna özgürlük idealine olağanüstü bağlılığımızı da ekleyebiliriz. Bu, hiç kısıtlamasız, koşulsuz bir ulusal ve kişisel özgürlüktür. Kollektif ve bireysel özgürlüğün birleşmesi, "uygarlık yanlısı" Rusya'nın vahşi göründüğü maksimum bir özgürlük, gerçekte özgür bir ruhun konsantre ifadesi, Kafkasya'nın bir özelliğidir./ Fakat Kafkasyalılık bilincinde, Rus ve Sovyet imparatorluğunun ağır, yok etmeye varan siyasetinin bir sonucu olarak beliren bir deformasyonun varlığını yadsımak da mümkün değildir." "Üstelik ulusal özgürlük, geleneksel anlamda dar bir ulusallık olarak değil, tüm Kafkasya göz önüne alınarak düşünülmelidir./... Herhangi bir Kafkas halkının, Kafkasya birliğini göz ardı ederek ve diğerlerinden koparak özgürlük ve yeniden doğuşa ulaşabileceği gibi yanılgılar, kötü yanılgılar olup, Kafkasya'nın kaderi açısından baltalayıcı ve stratejik özellikler taşırlar. Bu yanılgılar imparatorluk merkezince, Kafkasya halkları arasındaki çatışmalara da dayanarak, (İnguş-Osetin v.b.) kışkırtılmakta ve desteklenmektedir... sorunun çözümünün tümüyle Rusya'ya bağlı olduğu... havası yaratılmak istenmektedir... iki taraf... sorunlarını Kafkasya Ocağı yoluyla çözümleyeceklerinden, ama önce bu ocağı kurmaları gerektiğinden söz etmemektedirler.” (Yandarbiyev, s. 190-195)

SSCB ve Lenin hakkında:

-"Rusya halklara daima özgürlük vaad ediyor ama bu özgürlük "hiç" gözle görünür biçimde ortaya çıkmıyordu. Örneğin XIX. yüzyılda Türkiye'ye göç edildiği sıralarda ve XX. yüzyıldaki büyük göç sırasında Kafkasya'ya verilen sözler gibi... Rusya'da kölelik hukuku her zaman geçerliydi.” “Lenin ve yandaşları ulusal soruna ilişkin görüşlerini köklü bir biçimde gözden geçirip değiştirmelerine karşın, bu sorun Bolşeviklerce benimsenmemiş olarak kaldı. Eğer Lenin gözünün ucuyla bile Stalin varyantının... bu dipsiz uçurumu görmüş olsaydı, Rusya'nın az nüfuslu halklarla yabancılaşmanın uçurumuna yuvarlanmasındaki değişmez esasların temelini atmak için elinden geleni yapardı. Fakat iki önder de gerçekte aynı yönde davranıyorlardı. Lenin'in bu sorundaki suçu daha büyüktür, çünkü o, Ekim bayrağı altındaki halkların özgürlüğe giden yolunu aydınlatan yeni bir dönemin simgesiydi ve bunları sahip olduğu olağanüstü nitelikleriyle başarmıştı. Özellikle de "tüm Rus çarlarından daha büyük devlet adamı, tarihteki herhangi bir imparatordan daha büyük emperyalist olan Lenin bir Rus şövenisti değildi. O, çok uluslu bir devlette bir siyaset adamı olarak büyük kişisel üstünlüklere sahip birisiydi". (A. Avtorhanov. "İmperiya Kremlya"). Bu özellikler, Bolşevik liderin ezilen halkların sempatisini kazanmasına, kendi imparatorluk özelliğini... gizleme olanağını veriyordu. Stalin ise doğru yoldan gidiyordu. Diğer liderler de doğru ve bilinen yoldan Lenin'in amaçlarına gidiyorlardı. Hepsi de... cumhuriyetlerdeki ulusların gelişimini, "eski" çarlık imparatorluğundaki halkların istisnasız kendi kaderlerini tayin hakkıyla birlikte ilan ediyorlardı. Ezilen halklardan hangisi, Bolşevikleri, özellikle de Lenin'i "ulusal bağımsız devletlerin kurulmasının değil, bir tek Marksist merkeze bağlı Marksist ulusal devletlerin özerk ve Sovyet devleti görünümü altında (koloni-Z.Y.) kurulmasının ilgilendirdiğinden," "Lenin'in kendi kaderini tayin hakkının kapitalizmde olabileceğini kabul ettiğinden, sosyalizmde ise bu hakkı kesinlikle yadsıdığından kuşkulanabilirdi" (A. Avtorhanov...)?/ Bolşeviklerin vaadlerine kanan halklar ise Ekim devrimini desteklediler, daha sonra da kanlarıyla savundular... "güçlenir güçlenmez Bolşevikler, "ağabey"in başkanlığındaki hegemonyalarıyla Rus ve diğer ulusal aydınların en seçkinlerini öldürdüler... halklar yeniden, Rusya'nın yeni olarak adlandırılan yönetimi altına sokuldular." (Yandarbiyev, s. 212-215)

"Halklara vaad edilen özgürlük ve eşit haklar yerlerini, herkesi gelecekteki "cennetin" Ruslaştırılmış tek bir parçası düzeyine getiren "sosyalist" ikiyüzlülüğe ve sloganlara bırakmıştı... Kremlin önderinin sözlerine uygun düşmeyen davranışa, düşünceye ve söze izin verilmiyordu. Arkadaşı, kardeşi, komşuyu gizlice dinlemek, gözlemek, ihbar etmek sosyalist bilinç, Sovyet yurtseverliği, komünist uyanıklığı demekti. Hatta... önce... tahrik ediyorlar, daha sonra da bu, ulusalcılık ve devrim karşıtlığı suçlamasına dönüşüyordu... 1937 ve 1940 yılları arasındaki kollektifleşme yılları savaşla birlikte on milyonlarca yaşama mal oldu, diğer halklar ise kendilerini köklerinden kopartılmış, ana vatanlarından çok uzaklara, nesilleri tükenmek üzere atılmış bir halde buldular... ulusal olan herşeyin sessizce yok edildiği yıllar izledi. Ülkede herşey, herkesi tek bir ortak Sovyet kültürü, yaşam tarzı, ekonomisi altında toplamaya yönelikti. Bu da Rus dili aracılığıyla ve en ilerici sayılan Rus kültürüyle gerçekleştiriliyordu." (Yandarbiyev, s. 216)

*

19.4.2024

31 Mart 2024 Pazar

KAFKAS TUTSAĞI

L.N. TOLSTOY, Rusça Aslından Çeviren: Mazlum Beyhan, V. Basım, Şubat 2019, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul


Rusların Kafkasya’yı işgalde sona yaklaştığı1850’li yıllara tarihlenen 4 hikaye anlatılmış!

Ve iyi ki de anlatılmış, zira bu sayede o dönemde bölgede yaşananlar konusunda objektif olmasa da bir ölçüde bilgi-fikir sahibi olabiliyoruz. 

*

Anlatılanlar muhtemelen Çeçen bölgesinde yaşanıyor, ama yerlilerden genellikle Tatar diye söz ediliyor.

Anlatım güzel ama objektif sayılamaz. Yazılanlarda çok koyu bir Rus bakış açısı hakim.

*

Farklı bir bakış açısıyla bakıldığında sadece kitapta yazılanlardan hareketle dahi şunlar söylenebilir:

*

1. Yazar şu tür ifadelerle objektiflik görüntüsü altında Rus askeri övgüsü yapıyor:

Yüzbaşı “çarpışmayı izliyordu. Askerler ne yapacaklarını öyle iyi biliyorlar ve işlerini öyle iyi yapıyorlardı ki, onlara karışması, herhangi bir emir vermesi gerekmiyordu”, “Pek öyle savaşçı denebilecek bir görünümü yoktu yüzbaşının; ama duruşundaki, tavırlarındaki sahicilik, sadelik beni dehşetli etkiliyordu. “Kahraman dediğin böyle olur işte!” diye geçiriyordum içimden.” “Kendisini her zaman nasıl gördüysem, burada da aynen öyleydi. Davranışlarındaki sakinlikle, sesinin hiç yükselmeyişiyle, güzel sayılmayacak ama saf, sahici yüzündeki kurnazlıktan uzak ifadeyle… bir tek, duru, aydınlık bakışlarında, sakin bir şekilde işini yapmakta olan bir insana özgü dikkatin belki biraz daha yoğunlaştığı görülebilirdi.” “Bence Rus insanının kahramanlığının yüce ve çok kendine özgü bir özelliğidir bu. Durum böyle olunca, Fransızların eski şövalye mertliğini yansıtma savı taşıyan ucuz birtakım Fransızca lakırdıların genç subaylarımız arasında yinelendiğini görmek, doğrusu Rus insanının yüreğini burkuyor.” Genç asteğmen de yaralılar arasındaydı.” “Korku nedir bilmezsen olacağı budur… Üstüne bir de aptal olursan, adama işte böyle ödetirler!” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 35-38)

Rus askerleri “içinde en sık rastlanan tip, hepsinin içinde en tatlı, en sevecen ve çoğu kez uysallıkla, dindarlık, sabırlılık, kendini Tanrının iradesine teslim etmişlik gibi Hıristiyanlığın en iyi niteliklerini de kendinde birleştirmiş tip, boyun eğenler tipidir.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 49)

Umutsuzların ikincisi “olan ahlaksız umutsuzlar, berbat insanlardır. Ancak Rus ordusunun onuru adına belirtmemiz gerekir ki, bu tiplere pek az rastlanmaktadır… İnançsızlık ve ayıp işler yapmaktaki gözü karalık, başlıca özelliklerini oluşturur.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 50)

“Güney halklarının kahramanlık biçimi olarak gördüğümüz, bir anda kabarıp bir anda sönüveren coşkulu, taşkın ruh hali yoktur Rus askerinde. Onu coşturmak da zordur, coştuğunda sakinleştirmek de. Söylevler, savaş çığlıkları, marşlar, trampetler gibi etkileyici araçlara gerek duymaz o: Tam tersine, düzen, dinginliktir ona gerekli olan, gerginlik, gürültü patırtı değil. Gerçek Rus askeri asla palavra atıp övünmez, tehlike anında gözünü karartmaz, sağduyudan ayrılmaz, coşmaz. Tam tersine, alçakgönüllülük, yalınlık, sadelik, tehlikeyle karşılaştığında orada tehlikeyi değil, bambaşka şeyleri görme yeteneğidir Rus askerinin ayırt edici özellikleri. Bacağından yaralanmış bir asker görmüştüm; başlangıçta bacağına değil, yeni gocuğunun delinmiş olmasına üzülüyordu… 1852 yılındaki çarpışmalardan birinde, takım komutanı, takımının bulunduğu yerden sağ kurtulmasının olanaksız olduğunu söyleyince, bütün takım öfkeyle üzerine yürüyüp bugün bile hatırlamaktan utandıkları ağır sözler sayıp dökmüşlerdi adama.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 93, 94)

“1845’te askerin biri tam burada yaralanmıştı… Sonra kendisini bir ağacın altında bırakmıştık?” “Karnı parçalanmıştı, çok acı çekiyordu. Durduğumuzda idare ediyordu… bırakın beni diye yalvardı. Hiç kolay bir karar değildi. Düşman dersen göz açtırmıyordu. Üç topçumuzla bir subayımızı kaybetmiştir. Bataryamızla bağımız kopmuş… rezillik ki, olursa o kadar olur!” Orada “öylece bıraktık.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 95, 96)

*

2. Bu övgüye layık Rus askerinin rol modellerinden biri kılık değiştirerek yerli kıyafetine girip sivil katliamı yapmayı iş edinen Rus katiller grubu üyelerini örnek aldığı anlaşılan ve şöyle anlatılan bir subay oluyor: 

Rus birlikleri arasında, “atlı Tatarların yanında”, adı kahraman çıkmış, “Giyim kuşamı, duruşu, halleri, havaları, Tatarlara benzemeye çalıştığını” gösteren, “Kendini Marlinskiy-Lermontov biçiminde şekillendirmiş genç” yakışıklı bir subay-teğmen bulunuyor, 

“Tatarları öldürmek için birkaç Tatar arkadaşıyla birlikte geceleyin dağa çıkardı”,

“bu insanlara acı çektirmeyi görevi bilirdi”,

“sevgilisi -elbette bir Çerkes kızıydı bu- onun son derece sevecen, yufka yürekli olduğunu söyleyecekti”. (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 11-14)

*

3. Bu anlayıştaki Rus askerleri yıllardır Kafkasya’da bulunuyorlar, ama yazar orada ne aradıkları konusunda hiçbir şey söylemiyor. Sadece bir yerde şu ifadelerle oradaki işlerini hiç sorgulamadan bulundukları toprakların sahibini belirtmekle yetiniyor:

“Dağ boğazlarından köylerin dumanları yükseliyordu. “Buralar hep onların toprağı,” diye düşündü Jilin.” “Rus kalesi oradaydı sanki.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 155)

*

4. O bölgeye Ruslar şu tür amaçlarla geliyorlar: 

“Siz niçin buradasınız?” “Söylencelerden dolayı… Rusya’da, sizin de bildiğiniz gibi, Kafkasya üzerine birbirinden ilginç söylenceler dolaşır: Burası her türden mutsuz insan için bir tür vaat edilmiş topraktır.” “Çerkez kızlarıyla öyle yüce bir Kafkasya imgesi var ki Rusya’da herkesin kafasında! Korkunç bir şey bu! Hiç değilse birkaç şeyi bilselerdi”. “İyi bilmediğimiz dilde şiir okumak gibi bir şey bu: Olduğundan daha iyiymiş gibi geliyor insana o şiir?” Buraya gelmekle “kurtulacağımı sandığım… her şey… benimle geldi. Aradaki tek fark, daha önce bunlar büyük bir merdivendeydiler, şimdiyse ufacık, pis, her basamağında milyonlarca küçük kaygı, iğrençlik, aşağılanma bulduğum merdivendeler. İkincisi, burada manevi yönden her gün biraz daha alçaldığımı duyumsuyorum.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 66-68)

“Buraya gelirken tasarladığım gibi, boynuma Anna ve Vladimir nişanı asmadan ve binbaşı olmadan dönemem Rusya’ya.” “Passek, Sleptsov ve benzerleri sayesinde Rusya’da yaygınlaşan bir söylenti getirdi bizi buraya: Kafkasya’ya gitmeye değer, çünkü işin ucunda madalyalara boğulmak var. Bizden beklenen, istenen şey bu! İki yıldır buradayım, bu süre içinde iki harekata katıldım, ama hiçbir şey kazanabilmiş değilim. Yine de binbaşı olup, boynuma Anna ve Vladimir nişanı takmadan Rusya’ya dönmeyi düşünmeyecek kadar kendime saygım var… milletin yüzüne nasıl bakarım… insanoğlunun yapısı işte bu: Yüzlerini bile görmek istemediğim insanlar için hayatımın en güzel yıllarını, mutluluğumu, geleceğimi harcıyorum!”(Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 79, 80)

“Çift maaş aldığınız için keyfiniz yerindedir herhalde delikanlı?” “Ama öyle değil”. “Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu delikanlı? Biz de asteğmendik bir vakitler! Bu parayla ferah, rahat bir hayat sürdürebilirsiniz.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 85, 86)

“İki kardeşten biriysen gidip de ne yapacaksın!” “Kendilerini zor doyururken, bir de çıkagelen asker kardeşi mi doyuracaklar? Yirmi beş yıldır askerim, sağ olup olmadıklarını bile bilmiyorum.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 97)

“Kafkasya’daki hayat için… ruhuma iyi gelir… diye düşünüyordum… beni sevecekler, bana adımdan dolayı değil, yiğitliğimden dolayı saygı duyacaklar, haç nişanı verecekler”, “herhalde buradaki subayların çok kötü olduklarını söylememi bekledi… Salt Fransızca bildiğim için buralı subaylardan hiç hoşlanmamam gerektiği gibi bir düşünceye sahip olması müthiş sinirime dokunuyordu… içinden çıkıp geldiği toplumdan çok daha saygın buluyordum onları.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 119)

“Benim beş parasız olduğumu anlayınca bana karşı tavırları yüz seksen derece değişti, her gün biraz daha kabalaştılar… neredeyse aşağılama, horlamaya başladılar.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 121)

“Para yok, en gerekli şeyler yok, yine de… Kafkasya’da askerlik hizmetini kabul edişinizi anlamakta zorlanıyorum doğrusu”. “Burada on yıl da kalsanız iskambil, içki, askeri harekatlar, nişan, ödül, madalya… bunlardan başka tek bir şeyden söz edilmediğini görürsünüz.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 125, 126)

Neden burada? “Fyodoriç kendini göstermek için burada.” “Anna ve Vladimir nişanı kazanmış bir kurmay subay ne demektir, biliyor musunuz delikanlı? Bunun Rusya için ne büyük anlamı olduğunu?” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 83, 84)

*

5. Ve geldikleri başkalarının toprağı olan bölgede Ruslar köylere baskın yapıp her şeyi yakıp yıkıyor, ağaçları kesiyorlar. Yazar anlatmıyor, ama elbette katliam da yapıyorlar.

*

5.a. Hikayelerden birindeki anlatıma göre;

Ruslar bir gece bir köye baskına gidiyorlar, 

“Böyle güzel bir ülkede savaşmak, gerçek bir zevk!”, deniyor ve, 

Generalin talimatıyla, “Batarya, bir saf oluşturarak hemen atışa başlıyor”, “Avul, yoğun ateş altında. Albay Hasanov… generalden aldığı emirle, avula doğru sanki uçuyor. Savaşa özgü çığlıklar, haykırışlar”, “Görüntü gerçekten görkemli. Bir tek, çarpışmaların dışında kalan ve bu işlere hiç alışkın olmayan benim için, bu görkemi alaşağı eden bir gereksizlik izlenimi söz konusu: Bütün bu atılışlar, coşku, çığlıklar gereksiz geliyor bana”. (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 29, 30)

“Avul, birliklerimizin işgali altındaydı… avulda tek bir düşman kalmamıştı”,

“Uzun, düz damlı, güzel bacalı, tertemiz evler, bir derenin şırıldayarak aktığı kayalık bir yamaca kondurulmuştu. Bir yanda, kocaman armut ve lıça ağaçlarının oluşturduğu yemyeşil bahçeler göz alıcı gün ışığı altında uzanırken, öbür yanda… uzun sırıklar görülüyordu. Cigit mezarlarıydı bunlar”,

“Bir dakika sonra dragonlar, Kazaklar, piyadeler sevinç çığlıkları atarak avulun eğri büğrü sokaklarına daldılar; bomboş avul bir anda canlandı. Orada bir dam göçürülüyor, sağlıklı, sapasağlam bir ağaca inen baltanın sesi duyuluyor, tahta bir kapı paramparça ediliyor; burada bir ot tınazı tutuşturuluyor, çitler, ev alevler içinde kalıyor, yoğun bir duman sütunu masmavi gökyüzüne yükseliyor. Kazağın biri bir çuval unla, bir halı kapmış götürüyor; askerin biri sevinçten ışıyan bir yüzle bir evden elinde bir leğen ve birtakım çaputlarla çıkıyor; bir başkası kollarını genişçe açmış, çitin orada gıdaklayarak kendilerini oradan oraya atan iki tavuğu yakalamaya çalışıyor; bir üçüncüsü, kim bilir nereden bulduğu süt dolu kocaman bir kumganı başına dikip içtikten sonra, kahkahalar atarak yere çalıyor”,

Bir “yüzbaşının yanına oturdum”, “Düşman galiba fazla kalabalık değildi?” dedim, “Ne azı, hiç yoktu düşman! Olanlara da düşman demek bile doğru olmaz! Akşam, birliklerimiz geri çekilirken bize… nasıl bir uğurlama töreni düzenleyeceklerini görürsünüz!”

Az ötede toplaşmış “Don Kazaklarını göstererek” sözünü kestim,  “Ne yapıyorlar bunlar orada?”, “Bir şey bölüşüyor bu alçaklar, ama ne?” dedi yüzbaşı sakin sakin, “bembeyaz bir oğlak göründü ortalık yerde. Genç asteğmen” “Bir çocuğu öldürüyorlar sandım da…” dedi.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 31-34) 

*

5.b. Asırlık ağaçlar kesilip güzelim doğanın mahvedilmesi konusunda şunlar söyleniyor:

Kazakların “üç Tatarı öldürdükleri haberi geldi… üç verstlik bir orman kesilmişti ve kesim yeri öyle temizlenmişti ki, tanımak olanaksızdı: Daha önce gür ağaçlardan oluşan orman kıyısı, yanan ateşlerden yükselen dumanlarla kaplı ve ordugaha doğru harekete geçen atlı ve yaya birliklerimizle dolu çok geniş bir açıklığa dönüşmüştü.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 76, 77)

“Harekat sona ermişti, ağaçları kese kese orman içinde dar bir yol açmıştık… toplarımızı sarp dağ yamacına yerleştirmiştik. Tablo güzelliğinde yerlerdi; arada bir… düşmanca amaçları olmayan dağlılar görüyorduk. Akşamlar, Kafkasya’da Aralık’ta hep olduğu gibi sessiz, saydam, pırıl pırıldı… Bitmez tükenmez balta seslerinin yükseldiği ormanda, kesilen çınarlar gürültüyle devrilirken… açık mavi kış göğüne mavimsi dumanlar dimdik uzanıyordu.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 101)

*

6. Köyleri yakıp yıkıyorlar, ama Ruslar o bölgede askeri birlik olmadan kale dışına çıkamıyorlar:

“Kafkasya’da savaş yıllarıydı. Gece gündüz geçit vermiyordu yollar. Bir Rus, kaleden biraz uzaklaşayım dedi mi, Tatarlar onu ya öldürür, ya dağa kaldırırlardı. O yüzden de haftada iki kez kaleden kaleye askeri bir birliğin koruması altında gidilip gelinmesi kuralı getirilmişti. Önde ve arkada askerler, ortada sivil halk olacaktı.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 137)

*

7. Tatarlar diye anılan yerliler ise kale dışında gördükleri Rusları rehine olarak yakalayıp para isteyen pis kokulu “alçaklar” olarak anılıyorlar.

“Jilin “Bu alçakları bilirim… İnsanı sağ yakaladılar mı, bir çukura atıp basarlar kırbacı! Beni asla sağ ele geçiremeyecekler!” “Ayağa kalkmaya çabaladıysa da pis kokulu iki Tatar yetişti… kollarını arkasından bağlayıp sıkı bir Tatar düğümü attılar”. “Tatar çocukları Jilin’in çevresini sardılar: Bağrışıyor, sevinç çığlıkları atıyorlardı”, “ayaklarını meşe kütüğünden prangaya bağlayıp kilitlediler, sonra da götürüp samanlığa attılar”. (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 139-141)

*

8. Biri Rus hizmetinde olan Kafkasyalılardan iki tip de şöyle anlatılıyor:

*

8.a. “Yüzbaşı Trosenko… Eski bir Kafkasyalıydı… Kafkas olmayan her şeyi küçük gören ya da Kafkas olmamak gibi bir ihtimali neredeyse olasılık dışı sayan biri olmasına karşın, bunları da bizden olanlar-bizden olmayanlar diye ikiye ayırırdı. Birincileri sever, ikincilerden tüm varlığıyla nefret ederdi. Ama en önemli yanı, çifte su verilmiş bir kişiliğe sahip olmasıydı: Sakindi, yürekliydi, arkadaşlarına ve astlarına karşı örneği az bulunur iyi insanlardan biriydi.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 83, 84)

*

8.b. “Bir de yaşlı bir adam vardı: Köyde oturmaz”, “efendisine elindeki Rusları hemen öldürmesini, köyde tutmamasını söylediğini çıkardı… kim olduğunu sordu”, “Büyük bir adamdır o ihtiyar… Bir zamanlar köyün en yiğit adamıydı, çok Rus öldürmüştür. Varsıldı: Üç karısı, sekiz oğlu vardı. Bunların yaşadığı köye Ruslar geldiler, bütün köyü yaktılar, yıktılar, karısını ve yedi oğlunu öldürdüler. Sağ kalan tek oğlu da Ruslara teslim oldu. İhtiyar da gitti ve Ruslara teslim oldu. Üç ay yaşadı onların arasında, bu süre içinde oğlunu buldu, elleriyle öldürdü, sonra da kaçıp geldi. O günden sonra savaşı bıraktı, Mekke’ye gitti, hacı oldu. Başlığına o yüzden sarık sarar. Siz Rusları hiç sevmez. Seni öldürmemi istedi benden. Ama nasıl öldürürüm seni, o kadar para verdim senin için. Hem ben seni sevdim de İvan: Söz vermemiş olsaydım seni bırakmazdım bile.” (Tolstoy, Kafkas Tutsağı, s. 152, 153) 

*

Birazcık tarihte yaşananlara bakıldığında böyle bir açıyla yapılacak sunum daha adil olmaz mıydı?

30.3.2024

***


12 Ocak 2024 Cuma

TÜM FATURA ÇEÇENLERE

 “Hey Çeçen, tüm suçların suçlusu sensin”, denen bir Çeçen şarkısı var: Nerede bir olumsuzluk varsa, Çeçenlerden bilindiği anlatılıyor.

Japonya’daki depremin de Çin’deki selin de.

Şarkıda sanki gerçek hayattaki gerçek bir durum çok doğru bir şekilde ifade ediliyor.

Günümüzde durum tam olarak öyle değil midir? 

Elbette olumsuz davranışlarda bulunan Çeçenler de olabilir.

Ama oluşturulan imaj-algı gerçeklikten epeyce sapmıyor mu?

Hatta oluşturulan algının sonucunda gerçekten mağdur olan “Çeçen” değil midir?

Albayrak’ın tavrı da öyle sayılmaz mı?

Albayrak şunları anlatıyor:

*

Seçimde “Saat beş olunca kapıyı kapatmışlar. Larisa listeyi alıp sayıma geçmek isteyince odada dolaşan bir sivil gerek yok tutanaklar hazır imzalayın bitsin demiş.” (Albayrak, s. 224)

Nalçık’ta “Olup biteni çekinmeden eleştirdiğim için dostlarımın sayısı her gün azalıyordu.” “Çalanlar yalnız bürokratlar değildi. Kim neyi bulursa çalmaktan çekinmiyordu… İnsanlar gasp ve kaçırılma korkusuyla korumasız sokağa çıkamıyordu. O günlerde mafya ile yaşadığım çok sıkıntılı olayı Çeçen halkına bakışımı çok etkilediği için anlatmak istiyorum.” (Albayrak, s. 229)

“Hammadde nakli için Garipoğlu firmasının yetkilisi olan Turan isminde Çeçen bir arkadaştan yardım istedim. Turan Bey, Yunus adında bir Çeçeni çağırdı. Tır başına bin dolar karşılığında anlaştık… Bir süre sonra… sonlandırdık… birkaç ay geçti… “Yunus adında bir Çeçen bizden 10 bin dolar istiyor,” diye bilgi verdiler… bazı görüşmeler sonrası olayın kapandığını düşündüm, ama bir süre sonra Çeçen mafyası 10 bin dolar istiyor dediler, yetkililere bildirip tedbir alıp görüştük, reisleri Ruslan Dudarev adında iki metrelik bir devdi, onu gördüğümde Korkmaz Yiğit’in “kimyam bozuluyor” lafına hak vermiştim, çeşitli görüşmelerden sonra “seni Çeçenistan’a götüreceğim. Orada bana yalvararak 50 bini ödeyeceksin,” dedi, “Benim kimyam bir yana, fiziğim ve biyolojim de birbirine karışmıştı. Baş savcı “ne yapalım” diye sordu… On kişilik grup tutuklanarak emniyete götürüldü… tercüman hanım beni “polis rüşvet almak için kumpas kuruyor” diye uyarıyordu, “Nalçık havaalanına bir özel uçak indi. Uçaktan inen fötr şapkalı kibar tavırlı üç adam otele odama geldiler. Bu nedenle sizden özür diliyoruz. Biz Çeçenler olarak kardeşlerimizi bu gece alacağız”, şikayet etmezseniz dostunuz olarak buradan ayrılacağız dediler, şikayetçi olmayacağımı bildirdim, adamları gece karakoldan almışlar ama getirdikleri hasta hayatını kaybetmişti, Çeçenlerden kurtulduğuma seviniyordum, İstanbul’daydım, Dudarev telefon etti, “Mashadov aynı günlerde Hakkı Bey’in Antalya’daki otellerinde misafir ediliyordu. Hemen İstanbul’daki Çeçen temsilcisini otele çağırdık. Ruslan arayınca telefonu temsilciye verdim”, bir saate yakın konuştular, “Çeçen şeriat mahkemesi Nalçık’da ölen adam için Ruslan’ı yargılayarak kan parası ödemeye mahkum etmiş. Bu parayı bizim ödememiz gerektiğini Aslan Mashadov bizim dostumuz ise parayı o ödesin diyormuş. Çeçen temsilci “bu adam şerefsizin biri sakın birşey ödemeyin ben bu durumla ayrıca ilgileneceğim,” diyerek ayrıldı, ertesi hafta Nalçık’tan telefonlar gelmeye başladı, “Çeçen plakalı araçlar devamlı bizi takip ediyorlar. Bir nakliye aracımızı ateşe verdiler”, çözüm bulun diyorlardı, “Ya fabrikayı kapatacaktık ya da bu problemi çözecektik. Polis bize mesafeli duruyordu, bir aracı buldum, Ruslan’la görüştü, “Nalçık’da ölen adamın yetim çocuklarına verilmek kaydıyla Grozni polisine teslim edilmek üzere 10 bin dolar ödeyeceğimize dair bir tutanak alarak parayı teslim ettik. Bu anlaşmadan sonra bir daha bizi arayan olmadı./ Sorunu bu kadar kolay çözmek varken başımıza neler gelmişti”, Çeçenlerden kurtulmuştuk ama Çeçen teröristlere yardım yapıyorsunuz dendi, başsavcının gayretiyle olayı kapatabildik, “bu olaylar nedeniyle Çeçen lafını duyduğumda ürperir ve mesafeli durmaya özen gösteririm.” (Albayrak, s. 230-233)

*

Burada tek sorumlu Çeçenler midir?

En azından,

-Seçim sonucuyla çok yakından ilgilenen,

-Ama suçlarla yeterince ilgilenmeyen, 

ilgililer için de söylenecek bir söz yok mu?

*

Albayrak Dudayev’e de fatura çıkarıyor:

Şöyle yazıyor:

*

“Dudayev iki defa Türkiye’ye gelmişti… Güreş… Çiller ile… buluşturmuştu… bir milyon dolar nakdi yardım ve askeri teçhizat yardımı almıştı. Tansu Çiller’in örtülü ödenek harcamaları ile ilgili savunma yaparken “açıklarsam savaş çıkar” dediği belki de konu bu yaşananlardı.” (Albayrak, s. 214)

*

“Yuri Kalmukov’un anlatımıyla Çeçen savaşı:... Çeçenistan bağımsızlıkta ısrar ediyordu.” Bakanlar Kurulu’nda Yeltsin askeri müdahale dediğinde “Söz aldım; “bu anayasayı hazırlayan kurulun başkanı benim… Ordunun Parlamento kararı olmadan federal birr cumhuriyete müdahale hakkı yoktur. Anayasal suç işlemiş oluruz,” dedim. Yeltsin sinirlenerek “sorumluluk bana ait imzalamak istemiyorsanız yapacağınızı biliyorsunuz,” dedi./… “Bana beş gün müsaade edin Dudayev’le yüz yüze görüşeceğim. İkna edemezsem gereğini yaparım,” cevabını verdim. Bazı üyelerde beni desteklediler. Yeltsin kabul edince… Nalçık’a gittim… Grozni’ye gittik. Onbir saat boyunca Dudayev’i savaştan vazgeçirmeye çalıştım. Çeçenistan’a anayasada olmayan genişletilmiş siyasi ve ekonomik haklar verileceğini, sadece Rusya sınırları ve bayrağını tanıyarak ülke içinde kalmasını diğer bütün uygulamalarda tam bağımsız olacağını, bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım…/ Bazen yalvardım, bazen rica ettim… ama bir adım geri atmadı. Savaşmak için Yeltsin’den daha istekliydi. Beni Ruslardan korkmakla ve Rus taraftarı olmakla suçladı… döndüm./… istifa ettim.” (Albayrak, s. 201-212)

*

Yazar burada ve Güreş ile Türkeş'i tanık gösterdiği bu konudaki diğer anlatımlarda açıkça Dudayev'i savaş isteyen biri olarak resmediliyor.

Böyle bir şey olabilir mi? Bu doğru olabilir mi?

Dudayev'in tavrı olsa olsa bağımsızlıkta ısrar sayılabilir, savaş istemek değil. Bağımsızlık da o dönemde diğer birçok ulusa teslim edilen bir hak olduğu gibi Çeçenlerin de en doğal hakkıydı ve zaman da bu hakkı dillendirmenin tam zamanıydı.

Ayrıca açıkça anayasa aykırı davranan Yeltsin ve tüm Rus yönetimi neredeyse masum hale getiriliyor!

Bugünden bakıldığında, Dudayev keşke biraz daha esnek ve "reel politik" olabilseydi, denebilir, ama bu durum, Dudayev'in ilkesel olarak çok doğru yerde durduğu ve Rusya-Adıge ilişkilerinin bugün geldiği yere bakıldığında da çok yerinde tavır aldığı gerçeğini değiştirmez, hatta Rusya'nın bugün geldiği yer Dudayev'in haklılığını açıkça kanıtlar.

İkincisi, Kalmukov, "bir ayrılığın diğer federal cumhuriyetlerde de ayrılıkçı unsurları tetikleyeceğini uzun uzun anlattım", demiş, peki, birçok yerde tekrarlana gelen bu görüş doğru mu, bütün tarafların yeni anayasaya evet dediği bir ortamda artık bunun tutarlı bir yanı var mı?

Bence kesinlikle hayır!

Albayrak Dudayev'e haksızlık yapıyor.

*

Rusya’da “1992 yılında özgür bir anayasa ile kurulan demokratik sistem 10 yılda iyi bildikleri otokratik çarlık düzenine evrilmişti… Rusya artık bir devlet değil sanki mafya organizasyonuydu./… küçük federatif cumhuriyetlerde durum daha da feciydi… merkez atanan sömürge valileri tarafından yönetilmeye başlanmıştı… kadrolar… parayla satın alınıyordu… Sovyet döneminde bile var olan kendi anadilinde eğitim ve kullanım hakkı kaldırılarak anadil seçmeli ders haline getirilmişti.” (Albayrak, s. 235)

“Ruslar, Çeçenleri savaşla yenemeyeceklerini anlayınca halkın milliyetçi radikal İslamcı ve ılımlı İslamcılar olarak ikiye bölünmesini sağladılar… kendine özgü bir İslami yandaş devlete dönüştürdüler./ Anavatanla ilgili bütün umut ve hayallerimizi birer birer kaybederken sadece seyrediyorduk… vebalı muamelesi görüyorduk”, Adıgey Cumhurbaşkanı Carım Aslan “en tutarlı hümanist diplomat ve halkına yakın lider”di.” (Albayrak, s. 236)

Adıgey’de Adıge nüfus oranı %16.65 iken federal anayasaya göre “sayısal olarak azınlıkta olsalar da Adıgeler parlamentoda %51 oranında temsil ediliyorlar. Cumhurbaşkanı ve başbakanın Adıge olması zorunludur.” (Albayrak, s. 237, 238)

***

Şu anlatımlar ise çok özensiz gibi geldi bana:

Teslim olduğunda “Grozni’den yola çıkan Şamil başkente üç ayda varabilmişti… kiminle savaştığımı yeni öğrendim” demişti, “silahları geri verilmiş ve serbest olduğunu nereye isterse gidebileceği söylenince Mekke ve Medine’ye gitmek istediğini dile getirmiş.” (Albayrak, s. 71)

(Zamandan kopuk olan anlatım farklı anlamlara gelebiliyor!)

“Çeçenler Afganistan işgalinde gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle üstün hizmet madalyası almış emekli General Cahar Dudayev liderliğinde bağımsızlık… istiyordu.” (Albayrak, s. 194)

(Dudayev Afganistan işgaline katılmış mıydı?)

“Uzunyayla’dan tanıdığım iki işadamı fidye için kaçırıldı./ Net Holding’in Çeçen liderliğine verdiği plaket ve yardım çekini teslim etmek için Çeçenistan’a gidecek iki Çeçen arkadaşımız yola çıkarken İstanbul’da bir grup Uzunyaylalı bir araya geldik. Kaçırılan arkadaşlarımızın serbest bırakılması için Çeçen liderliğine bir mektup hazırlayarak giden görevlilere verdik. Bir hafta sonra giden iki Çeçen’in de fidye için kaçırıldığı haberini aldık.” (Albayrak, s. 195)

(O iki Çeçen burada belirtildiği gibi Net Holding’in plaket ve çekini teslim etmek için gitmemişti, kendi programlarındaki kendi amaçları için gitmişlerdi, ancak sanırım bu arada talep olunca Net Holding’in isteğini yerine getirerek yardımda bulunmak da istemiş olabilirler!)

“Çeçenistan savaştan önce iki milyon iki yüz bin nüfusuyla Rusya Federasyonu’nun en zengin ve anayasal hakları daha fazla iki cumhuriyetten biriydi. Önce ikiye bölünerek İnguşetya ayrıldı. Savaşta hayatını kaybeden ve ülkeyi terk eden Çeçen sayısı sekiz yüz bini geçti. Kalan yedi yüz bin Çeçen Viladimir Putin’in dostu ve kuklası, tarikat lideri bir adam tarafından İslami diktatörlükle yönetiliyor.” (Albayrak, s. 212)

(Buradaki sayılar gerçeğe tamamen aykırı.)

*

Şu ifadeler de bence genelde ibretlik durumları yansıtıyor:

Tamamen mafyatik olan “bu olaylar nedeniyle Çeçen lafını duyduğumda ürperir ve mesafeli durmaya özen gösteririm.” (Albayrak, s. 230-233)

Rusya’da “1992 yılında özgür bir anayasa ile kurulan demokratik sistem 10 yılda iyi bildikleri otokratik çarlık düzenine evrilmişti… Rusya artık bir devlet değil sanki mafya organizasyonuydu.” (Albayrak, s. 235)

“Anavatanla ilgili bütün umut ve hayallerimizi birer birer kaybederken sadece seyrediyorduk … vebalı muamelesi görüyorduk”, Adıgey’de “en tutarlı hümanist diplomat ve halkına yakın lider” olarak cumhurbaşkanı olan Carım Aslan yerinden oluyordu. (Albayrak, s. 236)

2002 seçimi doğrudan halkın yapacağı son seçim oldu. (Albayrak, s. 245) 

Federal “haklar kısıtlanmaya başlandı. Putin iktidarı güçlendikçe özgürlükçü insan hakları ve etnik özgürlükler kısıtlandı. Bu koşullarda DÇB’nin sivil ve liberal tavrı, etnik talepleri ve çalışma konularının çoğunun yeni Rusya’nın kitabında yeri yoktu.” (Albayrak, s. 274)

"Anavatanla 22 yıl devam eden işadamlığı hikayemiz burada sona ermişti”, hayallerimiz “fiyasko ile sonuçlanmış”tı, “Adige cumhuriyetinin etnik, siyasi ve kültürel haklarına kavuşacağı umudu ve hayaline kapılmıştık. Gelinen süreçte Adıgeler totaliter Sovyet rejiminde sahip oldukları hakları da ellerinden alınarak otokratik bir rejimin mağdurları olmuşlardı.” (Albayrak, s. 288)

*

Adigeler 1990’larda umutla başladıkları Kafkasya yolculuk ve ilişkilerinde Çeçenlerden uzak durmaya özellikle özen gösterdiler, bu anlayış Çeçenistan'da savaş başladıktan kısa bir süre sonrasına denk gelen Mart 1995 ayından itibaren Türkiye’de de çok belirgin oldu, bu uzak durma bence elbette Rus yönetiminin arzu ve yönlendirmesinden kaynaklanıyordu, ancak Adıgeler bu durumu doğru olmayan bir şekilde genelde bu kitapta yazarın da yaptığı gibi Çeçen mücadelesinin radikal dinciliğe evrilmesi gerekçesine bağlamaya çalıştılar, oysa asıl neden Rusları memnun etmekti, sonrasında ise, memnun ettikleri Ruslar tarafından hayal kırıklığına uğratıldılar, yazarın net şekilde anlattığı gibi 2010’larda Adıgelerin umut ve hayalleri yok oldu, hüsrana dönüştü.

Çok ibretlik bir durum değil mi?

*

“Çerkes asıllı yazar ve araştırmacılar eserlerinde müptela oldukları kabilecilik tutkularının esiri olmaktan kurtulamıyorlardı.” (Albayrak, s. 254)

Uzunyayla’da “Hatkoy köyleri festivale katılmamış ve daha sonra alternatif festival düzenlemişlerdi.” (Albayrak, s. 258)

“Woynax müzik grubu” (Albayrak, s. 262)

“Çeçen savaşının karakteri ve örgütün üye yapısı nedeniyle DÇB fazla müdahil olamadı.” (Albayrak, s. 273)  

*

Federal “haklar kısıtlanmaya başlandı. Putin iktidarı güçlendikçe özgürlükçü insan hakları ve etnik özgürlükler kısıtlandı. Bu koşullarda DÇB’nin sivil ve liberal tavrı, etnik talepleri ve çalışma konularının çoğunun yeni Rusya’nın kitabında yeri yoktu.” (Albayrak, s. 274)

2006’da Kanokov seçilmişti, Kaffed ve bazıları “yeni Cumhurbaşkanını tebrik etmek istiyordu. Fakat bir türlü randevu alınamıyordu. Kaffed’den arandım ve bu konuda yardım istendi”, sorduğumda önüme “Kaffed’in yayınladığı bir dergiyi koydular. Kapak resminde Putin’in bir fotoğrafı ve “Katil Putin Çeçenya’dan defol” ibaresi yer alıyordu”, Kanokov’a Moskova’da gösterilmişti, “Bu nedenle randevu veremiyoruz” dendi, “Hemen bir çözüm bulduk… Tebrik programı Türk-Rus İş Konseyi adına düzenlenecekti”, Putin bu konseyin başkanı Turgut Gür’ü “bana Türkiye’yi sevdiren adam,” şeklinde takdim eder. (Albayrak, s. 278, 279)

2006’da DÇB toplantısı İstanbul’da yapılacaktı, “Yönetimde kimliği saklı olmayan gizli serviste görevli bir üye vardı”, görevli bir albayla geldiler, DÇB seçimi için düşüncemizi sordular, albay, aynı zamanda Rus vatandaşısın, “bizim adayımız sensin” dedi, “avucumuzdasın” demek istiyordu, “Tanımadıkları biri seçilirse kontrolü kaybetmekten korkuyorlardı”, yönetime bile girmeyeceğimi belirttim, ısrar ettiler, reddettim, Rus tarafında “Devlet artık derneği tümüyle kontrol altına almaya karar vermiş olmalı ki” sürprizler yaşadık, sonraki üç yıl sıkıntılı geçti, “İlişkiler soğudu”, Maykop’taki son kongrede “Nalçık’taki şaibeli ve kirli işlere bulaşmış bir avukatın başkan adayı olduğunu öğrendik… itiraz ettik… İstesek yeni bir adayla seçimi kazanabilirdik. Fakat niyetimiz ve hazırlığımız yoktu. Şaibeli kirli avukat tek aday olarak başkan seçildi. Üç yıl içinde… İçini boşalttı ve üç yıl sonra Gizli Servis işbirlikçisi bir işadamının kucağına bıraktı. DÇB son on yıldır arasıra derin devletin davulunu çalarak işlevsiz ve itibarsız varlığını sürdürüyor… on yıl önce bu yola girmişti.” (Albayrak, s. 281-283)

“Türkiye ile Rusya ilişkileri… asimetrik bir dostluktu.” (Albayrak, s. 285)

“Bu kadar dengesiz ilişkiyi barındıran dostluk nasıl bir şey anlayana aşk olsun. Bu kadar adaletsiz ve asimetrik dostluğu sürdürmenin mutlaka bilinmeyen sırlar barındırdığına şüphe yoktur. Konuyu anlatırken Rusya ve Türkiye yerine Putin ve Erdoğan isimlerini kullanmamın sebebi her iki devlet yönetiminin evrildiği pozisyondur.” (Albayrak, s. 287)

Putin Türklere Rusyada çalışmayı yasaklıyor, çeşitli hukuki yolları denemeye kalksalar da iş yapamaz hale getiriyorlar, elçilikle konuşup Türk vatandaşlığından çıkarak “Oteli kurtarmıştık… Fazla dayanamadık, oteli… sudan ucuz bir bedelle devretmek zorunda kaldık. Anavatanla 22 yıl devam eden işadamlığı hikayemiz burada sona ermişti”, hayallerimiz “fiyasko ile sonuçlanmış”tı, “Adige cumhuriyetinin etnik, siyasi ve kültürel haklarına kavuşacağı umudu ve hayaline kapılmıştık. Gelinen süreçte Adıgeler totaliter Sovyet rejiminde sahip oldukları hakları da ellerinden alınarak otokratik bir rejimin mağdurları olmuşlardı… anadil okullarda tercihe bağlı ders haline getirilmişti. Bu uygulama anavatandaki kültürel varlığı kısa sürede felce uğratarak şüphesiz asimilasyon sürecini hızlandıracaktı./…/… iki emperyal devletin menüsünde yer aldığımız günden beri kaybetmek kaderimizdi. Yine öyle oldu.” (Albayrak, s. 288)


*

12.1.2024