27 Nisan 2018 Cuma

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ

Charles Dickens (1812-1870), Çeviren: Aslıhan Kuzucan, 2. Baskı, Ocak 2018, İthaki Yayınları, İstanbul


Arka kapak yazısında şöyle deniyor:
"İki Şehrin Hikayesi, edebiyat dünyasının en kuvvetli yapıtlarından biri ve dünya tarihinin en önemli olaylarından Fransız Devrimi'nin gölgesinde vuku bulan bir trajedinin anlatısıdır. Doymak bilmez bir canavar olan giyotinin kızıla çaldığı topraklardaki var olma mücadelesinin hikayesi, yalnızca geçmişin değil şu anın ve geleceğin de izlerini taşır."
*
Chesterton'un ÖNSÖZ'ünde de şöyle deniyor:
-"Fransa'yla ilgili esas bilgisizliğinin, onunla ilgili gerçeği inanılmaz bir sezgiyle anlaması... dahi bir insanın en yalın imine sahiptir; yani anlamadığı şeyi anlayabilmektedir./... Carlyle, Fransız Devrimi konusunda epey okuma yapmıştı. Dickens ise Carlyle'ın yazıları dışında hiçbir şey okumamıştı... Dickens, Fransa'yla irtibatını kesmiş bir İngilizdi; Carlyle ise tarihsel olarak Fransa'yla bağı olan bir İskoçyalıydı... Dickens'ın Fransız Devrimi, muhtemelen Carlyle'ınkine nazaran gerçek Fransız Devrimi'ne daha yakındır... Cardinal Newman'ın... Devrim notlarından biri, ahmak insanların optimizm dediği, akıllıların ise yüksek moral dediği şeydi... Tüm kanı ve kara giyotinleriyle Fransız Devrimi'nin morali epey yüksekti... Carlyle, aslında Fransız Devrimi'ndeki bu kıvraklığı ve ciddiyetsizliği hiçbir zaman tespit edememişti... Dickens, Devrim'le alakalı daha az şey biliyordu ama daha fazla fikri vardı. Dickens suiistimallere saldırdığında, onları tam o türden bir neşeyle ve Fransız halkının Batille'i yıkarkenki tek taraflı memnuniyetle yıkmıştı. Dickens belli başlı şeylere kelimenin tam manasıyla masumca inanıyordu; bence onlar için kılıcını çekmişti. Carlyle belki de elli tane şeye yarım yamalak inanıyordu... Carlyle, şikayet eden hizmetli tiplemesinin mükemmel bir örneğiydi... Dickens, şikayet etmektense isyan edecek bir adamdı... "Zalimlik ve mutlak gücün suiistimali," demişti bir gün... "insan doğasının iki kötü tutkusudur." Carlyle bu coşkun sağduyunun yüksekliğine erişmekte epey yetersizdi.../... Carlyle, Fransız Devrimi'nin öyküsünü yazmış ve bunu mutlak bir trajediye dönüştürmüştü. Dickens ise... hiçbir şekilde trajikleştirmemiştir. Dickens, bir feveranın nadiren trajik olduğunu bilmektedir; hatta genellikle trajediden kaçıştır. Tüm gerçek trajediler sessizdir... Bu kitapta, tıpkı tarihte olduğu gibi musibet, giyotin değildir; o aksine musibetin çözümüdür" 12-15
*
Daha önce, İki Şehrin Hikayesi'nin özet bir metnini okumuştum.
*
Romanın bu okuduğum metni, çevirisi değilse de yazımı, bence, özensiz.
*
Özensiz metin de olsa, ben, bu eseri, arka kapak yazısında belirtilenden çok çok daha güzel buldum.
Tek kelimeyle çarpıldım!
Şimdiye kadar okuduklarım içinde en güzel bulduğum roman diyebilirim.
Bence, mesela, Dostoyevski'ninkilerden kıyas kabul etmeyecek kadar üstün bir eser!
Benim için, edebiyatın gücünü-etkisini somut olarak gösteren bir eser oldu.
O etki de, müthiş!
İnsanın anlayışını oluşturma-şekillendirme... konusunda çok önemli bir rolü olmalı!
*
Anlatım çok hoş!
Tipler çarpıcı!
Kurgu sürükleyici!
*
Romanın baş kahramanlarıyla ilgili değilse de, mesela;
-"Monsenyör" ile ilgili sayfa 151-178'deki,
-Sydney Carton ile ilgili sayfa 209-219, 420 ve 495'deki,
-Madam Defarge ile ilgili sayfa 240, 244, 245, 252, 360, 479 ve 480'deki,
-Bay Lorry ile ilgili sayfa 348, 351-355, 376 ve 414'deki,
-Kitleler ile ilgili sayfa 373 ve 374'deki,
anlatımlar, benim için, hoş ve çarpıcı!
*
Anlatımda ve tiplerde açıkça abartma-gerçeküstülük var; ama, sanki hiç öyle değil... sanki, anlatılan her şey gerçekten daha çok gerçek!
*
Tarihte çok önemli bir olayın olduğu dönemdeki yaşam konu ediliyor!
*
Beni çarpan en önemli husus da, sanırım, belki de, tam bu konuyla ilgiliydi!
Fransız devriminin, genelde, okumalarımda, hep, insanlık açısından olumlu-ileri bir adım olarak anlatıldığını görmüştüm.
Ancak, bir süredir, o dönemde çok ve anlamsız ve aşırı ve gereksiz bir şiddetin olduğunu düşünür olmuştum.
Mesela, kraliçe ve çocuklarının katli, "devrimciler"in birbirlerini katletmeleri, bana, çok çok aşırı ve gereksiz işler olarak görünür olmuştu!
Bu kitap da, bir yönüyle, tam da, bunu anlatıyor!
Hem de o kadar çarpıcı bir şekilde anlatıyor ki!
Ancak bu kadar olur!
*
Şiddeti şiddetli bir şekilde anlatmış, ancak şiddetin yine şiddetli bir şekilde anlattığı önceki dönemin zulmünün eseri olduğunu belirterek şiddete bir tür mazeret de bulmuş-göstermiş, yazar.
Bununla birçok soruya da kapı aralamış!
*
Şiddet konusunda, Sovyetler ve Cumhuriyet akla geldiğinde neler söylenebilir, ki?
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü... şimdiki dönemden pek de farklı sayılmazdı" 19
-"İngiltere'de ise ulusal böbürlenmeleri haklı çıkaracak bir düzen ve güven ortamından söz etmek pek mümkün değildi... gündüz Şehir tüccarı kılığında gezen biri, karanlık çökünce eşkıyaya dönüşüyordu.../ Pek kıymetli bin yedi yüz yetmiş beş yılında bu ve bunun gibi daha binlerce olaya şahitlik edilmişti" 21, 22
-"O zamanlarda yolcular, kısa süre içinde samimi olmaktan çekinirlerdi, çünkü yolda karşılaşılan biri soyguncu olabilir" 24
-"Her insanın bir başkası için gizli bir sır ve gizem oluşu, üzerinde düşünmek için harika bir gerçektir" 31
-"... hayli eskimiş Türk halısının üzerinde..." 42
-"Tıpkı birçok Fransız beyefendisinin ve ailesinin olduğu gibi, onun işleri de tamamen Tellson Bankası'nın güvencesindeydi" 45
-"... şarap fıçılarından biri... düştü.../... bazı kadınlar, başlarına bağladıkları şalları şaraba buladıktan sonra bebeklerinin ağızlarından içeri sıkıyorlardı" 53
-"... buz gibi bir soğuk, pislik, hastalık, cesaret ve yokluk, bu karanlığa eşlik eden soylulardı... yüzlerindeki kırışıklıklarda tek bir şey okunuyordu: Açlık. Her yerdeydi" 55
-"Suç ve ufunetin kol gezdiği dönemeçli ve daracık sokağa sinmişti" 56
-"... bu yalnızlığın içinde sesini kullandığı bile yoktu" 67
-""Bana adımı mı sordunuz?"/ "Evet."/ "Yüz Beş, Kuzey Kulesi."..." 70
-"... her çeşit suçun dörtte üçünün cezası ölümdü. Bunun suçu önlemeye bir faydası dokunmasa da... sorunlar ortadan kalkıyor ve geride hiçbir pürüz kalmıyordu. Tıpkı diğer şirketler gibi Tellson Bankası da o günlerde çok can almıştı" 87
-"İnsanlar, sanki Bedlam'da* sergilenen bir oyunmuş gibi Old Bailey'de olup bitenleri izlemek için de para veriyorlardı/ * Londra'da bulunan ve bir zamanlar insanların para vererek hastaları seyredebildiği bir akıl hastanesidir./.../... "Öncelikle onu asacaklar ve henüz can çekişirken darağacından indirilip diri diri parçalanacak; sonra bağırsakları deşilip yakılacak; başı kesildikten sonra dört parçaya ayrılacak. Ceza tam olarak böyle."..." 95, 96
-"Doktor Manette, kendi ülkenizde, mahkemeye çıkmadan ve hatta herhangi bir suçla itham edilmeden uzun süre hapis yattığınız doğru mu?" 111
-"Ayıklığınızla fazla böbürlenmeyin; başınıza neler geleceğini asla bilemezsiniz" 125
-"O zamanlar içkinin su gibi aktığı zamanlardı" 127
-"Fransızların en gerekli ve güzel özelliği olan azıcık malzemeyle çok şey yaratma yeteneğine doğuştan sahipti" 137
-"... bu sert kabuğunun altında yalnızca kadınlarda görülen fedakar bir ruhun yattığını da biliyordu; kadınlar... parlak umutların gönüllü kölelerine dönüşüyorlardı. Bay Lorry, sadık bir kalpten daha iyi hiçbir şeyin olmadığını bilecek kadar çok yaşamıştı" 140
-"Sarayın en güçlü lortlarından olan Monsenyör... bu sabahki sıcak çikolatanın, Aşçı'nın yanındaki dört güçlü adamın yardımı olmaksızın Monsenyör'ün boğazından geçmesine olanak yoktu./... biri sıcak çikolata kasesini Monsenyör'ün kutsal huzuruna çıkarır; ikincisi çikolatayı bu iş için taşıdığı küçük bir aletle öğütür ve köpürtür; üçüncüsü kokulu mendili takdim eder; dördüncüsü (iki altın saatli adam) ise sıcak çikolatayı servis ederdi... Çikolatası yalnızca üç adam tarafından servis edilecek olsa şerefi beş paralık olurdu; iki kişi tarafından servis edilecek olsa da ölürdü./... ülkeyi satan mutlu Stuart nedeniyle yaşanan keder dolu günlerde İngiltere'de de durum aynıydı./... Monsenyör'ün özel kamu meselelerine dair gerçekten asil olan diğer fikri, her şeyi kendi gücüne ve hazinesine bırakmaktı... asil bir fikri daha vardı; dünya onun zevkleri için yaratılmıştı" 151, 152
-"Mültezim, oldukça savurgan bir adamdı. Ahırlarında otuz atı, evinde yirmi dört erkek uşağı ve karısı için de altı bayan hizmetkarı vardı. Çalıp çırpmaktan başka bir şey bilmeyen mültezim.../... Askeri bilgisi olmayan askeri subaylar; gemiye dair hiçbir şey bilmeyen deniz subayları... dünyanın en kötü din adamları; hepsi yaptıkları iş için biçilmiş kaftan rolü yapıyordu ama gerçekler hiç de öyle değildi; her biri Monsenyör'ün düzeniyle uzaktan ya da yakından ilgiliydi... Hiçbir zaman var olmamış hayali hastalıklar için yazdıkları muhteşem ilaçlarla büyük servet kazanan doktorlar... Dünyaya baş belası bir yaratık getirmek dışında bu kadınların gerçekten de annelikten anladığı bir şey yoktu.../.../ Monsenyör'ün devasa otelindeki tek teselli, orada toplanmış herkesin müthiş giyinmiş olmasıydı. Eğer Mahşer Günü'nde önemli olan şey giysiler olsaydı, oradaki herkes kusursuz sayılırdı... Tanrı'nın bin yedi yüz seksenince senesinde... bir celladın parçası olduğu sistemin ömrünün kısa olacağından kim şüphelenirdi ki!"153-156
-"Kaldırımı olmayan bu dar sokaklarda atlarını hızla koşturan acımasız soyluların yarattığı tehlike.../... tekerleklerden biri... sarsıldı.../.../ "Pardon Mösyö Marquis!" dedi pejmürde görünümlü, uysal bir adam, "Bu bir çocuk."/.../ "Öldürdünüz onu!" diye bağırdı adam canhıraş bir halde.../.../ İnsanlar öylesine yılmışlar, böyle bir adamın yasalar dahilinde ya da dışında neler yapabileceğini öylesine uzun ve zor bir şekilde deneyimlemişlerdi ki, ne sesini çıkaran, ne elini kaldıran, ne de başını kaldırıp bakan oldu.../ Araba yoluna devam ederken... Baloya katılanların arabaları da parlak bir akıntıyla peşi sıra ilerledi. Sıçanlar, olan biteni görmek için deliklerinden dışarı çıktılar ve saatlerce öyle kaldılar... insanlar olan biteni görmenin bir yolunu buluyorlardı... Çeşmenin suyu akıyordu, nehrin suyu akıyordu, gün akıp geceye kavuşuyordu ve şehirdeki hayat kurallara göre akıp ölüme yaklaşıyordu" 158-161
-"Onların bu yoksulluğunun nedeni ortadaydı; bu ufak köyün resmi kuralları, köylünün elinde avucunda bir şey kalmayana dek devlete vergi ödemeyi, kiliseye vergi ödemeyi, lorda vergi ödemeyi, yerel vergileri ve genel vergileri ödemeyi şart koşuyordu" 163
-"Mösyö Marquis, önünde eğilen zavallı yüzlere baktı; kendisi de Saray'ın Monsenyörü'nün önünde tıpkı bu şekilde eğiliyordu -tek farkları, bu yüzlerin dalkavukluktan değil, acıdan eğilmesiydi-..." 164
-"Monsenyör, yoksulluktan ölen çok kişi var ve sayıları hızla artıyor.../.../... evlerin pencerelerinde ışıklar yanmaya başladı; evler yeniden karanlığa büründüğünde ve yıldızlar parıldamaya başladığında bu ışıklar, sönmek yerine gökyüzüne yükselmiş gibi görünüyordu" 167, 168
-"Mösyö Marquis... eski mızraklarla, kılıçlarla ve av çakılarıyla dolu acımasız bir koridordan geçti; kurtarıcıları olan Ölüme kavuşmadan önce birçok köylünün efendisi öfkelendiğinde ağırlığını hissettiği binici kamçıları, koridoru daha da acımasızlaştırıyordu" 169, 170
-""... sizi rahatsız eden bu iltimaslar artık yalnızca çıkar ve arsızlıkla elde edilebilir. Bu ayrıcalıkları herkes ister ama (nispeten) pek azı elde edebilir!... Fransa her konuda gittikçe kötüledi. Yakın sayılabilecek atalarımızın, bayağı insanların yaşam ve ölümünde söz hakkı vardı. Bu odadan alınıp darağacına götürülen çok köpek oldu... Birçok ayrıcalığımızdan olduk; artık yeni bir felsefeden söz ediliyor..."/ Marquis... hala içinde yaşadığı bir ülkenin teceddüdüne dair zarif bir mutsuzluk içindeydi./... yeğeni... "Fransa'da bizim adımız kadar nefret edilen başka bir ad daha yoktur."/ "Öyle olduğunu umalım," dedi amcası, "Üst sınıftan nefret etmek, alt sınıfın istemeden gösterdiği hürmettir."/.../ "Varlığını koruyan tek felsefe, baskıdır. Bakın dostum, korkunun ve köleliğin karanlık hürmeti," dedi Marquis... "bu evin çatısı altında olduğumuz sürece köpeklerin kırbaca itaat etmesini sağlar."/.../ "Dostum, ben içinde yaşadığım sistemi ebedileştirerek öleceğim."/.../ "Ya siz?" dedi amcası.../ "Ben, yaşamak için diğer yurttaşlarımın, soyluların bile bir gün yapmak zorunda kalacakları şeyi yapacağım... çalışacağım."/ "İngiltere'de mi mesela?"/ "Evet... ailemizin soyadı orada hiç zarar görmeyecek."/.../ "... İngiltere benim için bir Sığınak gibi."/ "Kibirli İngilizler, ülkelerinin birçok insanın Sığınağı olduğunu söylerler..."..." 173-178
-""Fransa'dan isteyerek sürgün edildim; eğlencesinden, baskı ve sefaletinden kaçtım"..." 188
-"Stryver... "... Tavırların o kadar sessiz, huysuz ve ürkekti ki, senden utandım Sydney!"/ "Baroda çalışan senin gibi bir adam için herhangi bir şeyden utanç duymak çok yararlı," diye karşılık verdi Sydney, "Bana borçlusun."..." 195
-""... dostunun oldukça güçlü biri olduğunu artık çok iyi biliyorsun. Evet, Sydney, böyle bir hayat sürmekten artık bıktım; bir erkeğin gitmek için sabırsızlandığı bir evi olmasının (gitmek istemediğinde de gitmeyebilir) çok hoş bir şey olduğunu düşünüyorum..."/ Varlıklı biriymiş gibi patronluk taslaması... daha itici kılıyordu /... devam etti Stryver, "... Sana bakacak birini bul..." 197
-""... İndirin onları aradan! Casuslar!..."/.../ İnsanlar ele geçirdikleri bu eşyaları büyük bir zevkle paramparça ederken... böyle zamanlarda korkunç bir canavardan farksız olan kalabalıkları durdurmanın hiçbir yolu yoktu.../.../ Ölü gömülmüştü ve artık kafile kendine başka bir eğlence bulmalıydı; bu sırada sivri akıllı biri... yoldan gelip geçenleri Old Bailey casusu olarak itham etmeyi ve onlardan intikam almayı önerdi. Harekete geçen kalabalık... kendi halindeki insanlara saldırıp sertçe hırpaladı. Bundan... yağmalamaya geçiş de hayli kolay olacaktı. Birkaç saatin sonunda saldırganlar, silahlanmak için kameriyeleri yerle bir etmiş, çitleri yıkmıştı" 216, 217
-""Ah, baba, büyüyünce ben de ceset hırsızı olmak istiyorum!"/ Bay Cruncher rahatlamış olsa da başını şüpheyle iki yana salladı. "Yeteneklerini geliştirirsen olabilirsin. Yeteneklerini geliştir ve kimseye söylemen gerekenden fazlasını söyleme; o zaman başarılı olabilirsin."..." 225
-"Kralların sarayından suçluların zindanına kadar, alçak ya da yüksek demeden her yerin içine bakan casuslar, şarap dükkanında..." 227
-""Jacques Bir, Jacques İki, Jacques Üç! Jacques Dört olarak bulduğum tanığı size getirdim..."..." 229
-"Defarge... "karım... tek bir heceyi dahi unutmaz! Listeyi kendi ilmeklerine ve simgelerine göre örüyor..."..." 236
-"... ablak suratlı Kral ile güzel yüzlü Kraliçe altın arabalarıyla çıkageldiler... yol işçisi, "Yaşasın Kral! Yaşasın Kraliçe..." diye bağırıverdi.../.../ "Sen aradığımız adamsın," dei Defarge yol işçisinin kulağına. "Bu aptalları her şeyin sonsuza dek süreceğine inandırdın. Onlar da gittikçe küstahlaştı ve böylece sonları yaklaştı."/... "doğru."/ "Bu aptalların bir şey bildiği yok. Sen ve senin gibi yüzlercesinin yaşamının onlar için hiçbir değeri yok; atlarından ya da köpeklerinden birinin yaşamına bile değişmezler; onlar sadece senin onlara söylediklerini biliyorlar. Onları biraz daha kandırmaya devam et; zaten çok sürmeyecek."..." 238, 239
-"Köyde yayılan dedikoduya göre -köylülerin kendisi gibi zayıf ve silik bir dedikoduydu bu-, Marquis'nin vücuduna bıçak saplanınca taş yüzlerindeki gurur ifadesi yerini öfke ve acıya bırakmıştı" 240
-""Zafere ulaşmaya katkı sağlamış olacağız," diye karşılık verdi madam... "yaptığımız hiçbir şey boşa gitmeyecek. Zafere... ulaşamazsak... elime geçirdiğim aristokratın ve tiranın boğazını..."/.../... bağırdı Defarge , karısı onu korkaklıkla itham etmiş gibi.../ "Doğru! Ama bazen yoluna devam etmek için kurbanını ve fırsatları görmeye duyduğun ihtiyaç, senin zayıf noktan..."..." 244, 245
-"Sözlerini bitirdikten sonra örgüsünü topladı ve başına koyduğu gülü çıkardı... bu süsün ortadan kalkması... insanlar bundan kısa süre sonra... içeri girdiler ve şarap dükkanı her zamanki görüntüsüne yeniden kavuştu./ Bütün kadınlar örgü örüyordu. Ördükleri beş para etmeyecek türdendi ama sürdürdükleri bu mekanik çalışma yemenin ve içmenin yerini tutuyordu; çeneler ve sindirim sistemi yerine eller çalışıyordu" 252
-"Temmuz... yıllardan bin yedi yüz seksen dokuzdu.../ "Artık," dedi Bay Lorry... "geceyi Tellson'da geçireceğimi düşünmeye başlamıştım... Paris'te öyle bir huzursuzluk hakim ki, resmen bize karşı bir güven patlaması söz konusu! Herkes parasını bizim bankamıza göndermek için yarışıyor. Bazıları parasını İngiltere'ye göndermeye kararlı."..." 288
-"O sabah Saint Antoine bir oraya bir buraya kaçışan korkulukların akınına uğramıştı; dalga dalga yükselen başların üstündeki çelik bıçakların ve süngülerin üstüne güneş ışığı vuruyordu.../ Kimse onlara bu silahları kimin verdiğini ya da buraya nereden geldiklerini bilmiyordu... herkesin elinde tüfekler, fişekler, barut, mermiler, demir ve tahta çubuklar, bıçaklar, baltalar, mızraklar ve öfke içinde silaha çevirebilecekleri türlü aletler vardı. Saldıracak bir şey bulamayanlar, kanlı elleriyle yaşadıkları yerlerin duvarlarındaki taşları ve tuğlaları sökmüştü... Oradaki hiçbir canlının hayatının bir önemi yoktu ve çıldırmış kalabalık tutkulu bir azimle canını feda etmeye hazırdı./... öfkeli kalabalığın buluşma noktası da Defarge'ın şarap dükkanı olmuştu; kazanın içindeki her insan damlası, baruta ve tere bulanmış Defarge'ın emir ve silah dağıttığı girdabın içine çekilmişti.../ "Jacques Üç, yanımdan ayrılma," diye bağırdı Defarge, "Jacques Bir ve Jacques İki, siz de ayrılın ve yurtseverlerin başına geçmeye çalışın. Karım nerede?"/ "Buradayım ya!" dedi madam... bugün örgü örmüyordu... elinde... bu kez balta vardı.../.../... Defarge, yankılanan bir sesle, "Yurtseverler... Bastille'e!"/ Kalabalıktan yükselen gürültüye bakılacak olursa, sanki bütün Fransa Bastille diye bağırmıştı... Saldırı başlamıştı./ Derin hendekler, çift asma köprüler... Defarge... iki saat boyunca yiğit bir asker gibi savaştı./... "... Jacques Yirmi Beş Bin... çalışın!"... Defarge iyice ısınan topunun başından ayrılmıyordu./ "Kadınlar etrafımda toplansın!" diye bağırdı Madam, "Bastille'i ele geçirdikten sonra biz de erkekler gibi öldürebiliriz!" Bütün kadınlar tiz çığlıklar atarak onu takip etti... intikam ateşleri aynıydı" 290, 291
-"... ihtiyar valiyi saran, coşku ve hırsla uluyan güruhun ortasındaki tek sakin kişi bir kadındı... valinin yanında duruyor, başından hiç ayrılmıyordu; Defarge ve insan seli, adamı sokaklar boyunca sürüklerken kadın yine adamın yanındaydı... sopa yağmuruna tutulduğunda yine adamın yanındaydı... cansız bedeni yere yığıldığında aniden harekete geçti... bıçağıyla boğazını kesiverdi./ Saint Antoine'ın gücünü göstermek için lamba yerine insanları asacağı o korkunç an artık gelmişti... gözüne kan bürümüştü; zorbalığın ve demir elin hükümdarlığının kanı... Madam Defarge'ın... ayağının dibine akıyordu. "Şuradaki lambaya asalım!" diye bağırdı... insanlar, öldürecek yeni birini bulmak için etrafına bakınırken... Valinin askerlerinden birini asan öfkeli deniz, akmaya devam etti./ Siyah ve tehditkar suların, yıkıcı ve kabaran dalgaların derinliği ve gücü henüz bilinmiyordu. Çalkantılı bir şekilde sallanan bedenlerin ve intikam seslerinin amansız denizinde, acının ocağında sertleşmiş yüzlerde merhamete dair hiçbir iz kalmamıştı./ Acımasız ve öfkeli ifadelerin capcanlı olduğu yüz okyanusunun içinde yedi kişilik iki grup yüz vardı... bu iki grubun yüzündeki acı, hiçbir şeye benzemiyordu... yedi tutsak vardı; her biri, sanki Dünyanın Sonu gelmiş gibi korkmuş... Diğer yedi ölü yüzün göz kapakları kapanıyor, Kıyameti aralı gözlerinin ardında bekliyorlardı.../ Serbest kalan yedi tutsak, mızrakların ucundaki yedi kanlı kelle... Paris sokaklarına doluşmuştu... bu ayak sesleri bir kez kırmızıya bulandıktan sonra bir daha kolayca temizlenemez" 296, 297
-"Bitap düşen Saint Antoine halkı, bir hafta boyunca zafer sarhoşluğuyla birbirlerine sarılıp tebrikleşerek çektikleri acıları dindirdi.../... insan kümeleri vardı; sefil ve mutsuz görünüyorlardı ama şimdi bu mutsuzluklarının yerini gözle görülür bir güç almıştı... en hırpani adamın bile, "Ben para kazanmanın ne kadar zorlaştığını biliyorum ama sen, seni öldürmemin ne kadar kolaylaştığını biliyor musun?" der gibi bir hali vardı. Daha önce işsiz güçsüz dolaşan her baldırı çıplağın artık bir işi vardı.../... Açlık sınırındaki bir bakkalın karısı olan kısa boylu... kadın, Madam Defarge'ın teğmeni gibiydi ve "İntikam" lakabını çoktan hak etmişti" 298, 299
-"... vahşi çığlıklar eşliğinde hem kendilerini hem de birbirlerini kışkırtıyorlardı. Hain Foulon yakalanmış... Aç insanlara ot yemelerini söyleyen Foulon!".../.../ Halk... Sorgu Odasına akın edip... sokakları istila etti.../... "İhtiyar caniyi iplerle bağlamışlar...".../.../... halkı adamın üstüne çullandı!/.../ Adam önce yerlerde sürüklendi, sonra ayağa kalktı, sonra da binanın merdivenlerinden kafa üstü yuvarlandı... itilip kakılıyor, dövülüyor, yüzlerce elin suratına fırlattığı ot ve saman yığınlarının arasında boğuluyordu... her yeri kanıyordu; herkesten merhamet dileniyordu... bacakların oluşturduğu ormanın arasından adamın üstüne bir kütük fırlatıldı... Madam Defarge, adamla tıpkı kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu... erkekler ise adamın ağzına ot tıkılarak öldürülmesini... haykırıyorlardı... ip... adamın kellesi bir kazığa geçirildi ve ağzına... halkını dans ettirmeye yetecek miktarda ot tıkıştırıldı./... kalabalık... Foulon'un damadının beş yüz süvarinin koruması eşliğinde Paris'e geldiğini duyunca yeniden galeyana geldi... kısa süre içinde ele geçirdiler; kellesini ve kalbini kazığa geçirerek... sokaklarda gezdirdiler./ Erkekler ve kadınlar... aç çocuklarına ancak gece karanlık çöktükten sonra kavuşabildi... bayat ekmek alabilmek için sefil fırınların önünde sabırla kuyruğa girdiler.../... cılız çocuklarıyla nazikçe oyunlar oynadılar; etraflarını çevreleyen böyle bir dünyaya rağmen tüm sevgililer geleceğe aşk ve umutla bakıyorlardı" 300-304
-"Fransa'nın köylerini gezen, hiçbir engelin durduramadığı benzer adamlar gördüğünü düşündü" 309
-"Şato, alevler içindeki kaderine terk edilmişti... Burnunda iki çukur olan yüz... dumanın içinden sıyrılıverdi; kazığa bağlanarak ateşe verilen ve can çekişen Marquis'ye benziyordu" 311
-"... o gece ve diğer geceler, güneş doğarken, görevlilerin bedenleri doğup büyüdükleri huzurlu sokaklarda sallanırken bulundu... sokak lambalarında sallanan halkın cansız bedenleri olmuştu. Ama dört vahşi adam kararlı bir şekilde doğuya, batıya, kuzeye ve güneye doğru yol almaya devam ediyordu. Ne zaman biri asılsa, ardından yangın çıkıyordu" 312, 313
-"Üç yıl boyunca ateş ve deniz durmadan yükselmişti... fırtına nihayet dinmişti.../... ayak sesleri kırmızı bir bayrağın altında çalkalanıp duran, ülkelerinin tehlikede olduğu açıklanınca... vahşi hayvanlara dönüşen bir halka aitti./.../ Kraliyet Mahkemesi'nin gösterişli Mensupları da ortadan kaybolmuştu... Şeytanın kibrine, S... şatafatına ve bir köstebeğin körlüğüne sahip bu sınıfa zaten hiçbir zaman iyi gözle bakılmamıştı; şimdi ise hepsi kaçıp gitmişti... Kraliyet ortada yoktu.../ Bin yedi yüz doksan iki senesinin ağustos ayıydı.../ Monsenyör'ün Londra'daki merkezi ve büyük toplanma yeri Tellson Bankası idi... soylular... tüm mal varlıklarını İngiltere'deki Tellson'a aktarmışlardı" 314, 315
-"Bay Lorry... "... Fransa'daki kayıtlarımız... ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya. Belgeleri ele geçirir ya da yok ederlerse müşterilerimizin başına neler geleceğini ancak Tanrı bilir; Paris'in bugün ateşe verilmeyeceğini ya da yarın yağmalanmayacağını kim söyleyebilir!... o belgeler arasında adil bir seçim yapıp hiç zarar vermeden ortadan kaldırmak evvela bana düşer..."..." 317
-"Sığınmacı konumuna düşen Monsenyörler ve yerli tutucu İngilizler, bu korkunç Devrim ortada hiçbir şey yokken bir anda kendi kendine oluvermiş gibi konuşup duruyorlardı; sanki Fransa'daki milyonlarca yoksulun çektiği acıyı kimse bilmiyormuş.../... Kraliyet Barosu'ndan Stryver... Monsenyör'e, Fransa'daki köylüleri havaya uçurup yeryüzünden silerek yola onlarsız devam etme planını anlatıyordu; tüm bu insanları, neslinin tükenmesi için kuyruklarına tuz dökülen kartallar gibi yok edecekti" 318, 319
-"Her şehir kapısında ve köylerin vergi dairelerinde konuşlanmış olan yurtseverler ateş almaya dünden hazır ulusal tüfekleriyle bekliyor, geleni gideni durdurup sorguya alıyor... her şey, sloganı "Cumhuriyet Tektir ve Bölünemez: Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ya da Ölüm." sloganıyla kurulan yeni cumhuriyet için en iyisinin ne olduğunu söyleyen içgüdülerine bağlıydı./ Charles Darnay, Fransa topraklarına henüz yeni girmişti ki, Paris'te iyi bir yurttaş olarak ilan edilmediği sürece geri dönebilmesi için hiç umut olmadığını fark etmeye başladı... Ülke genelinde öylesine kuş uçurtulmuyordu ki.../ Alınan umumi tedbirler onu yolda yirmi dakikada bir durdurmakla kalmıyor... geciktiriyordu.../... küçük kasaba... bir handa uyandırıldığında.../ Onu utangaç bir yerel görevliyle yatağın üstünde oturan silahlı üç yurtsever uyandırmıştı.../.../... utangaç görevli. "sen bir aristokrat olduğun için refakatçi olmaksızın hiçbir yere gidemezsin; bunun bedelini de bize ödemen gerek."/.../ Darnay kendisine söyleneni yaptı... muhafız kulübesine götürüldü... yüklü miktarda para ödediği refakatçilerle... sabahın üçünde ıslak yollara düştü./.../ Akşam... sayısız insan, "Göçmenin işini bitirin!" diye bağırıyordu./.../ "... Lanetli hayatı artık kendisine değil, Fransa halkına ait!"/ Darnay kalabalığın gözündeki nefreti gördüğünde okların kendi üstüne çevrileceğini anladı.../.../ "Göçmenlerin mülklerini satmak için bir yasa çıktı."/.../ "Herkes bunun yalnızca başlangıç olduğunu... söylüyor; göçmenlerin ülkeye girmesini yasaklayıp girdikleri takdirde onları idam edecekler..."/ "Ama henüz o kadar çok yasa çıkmadı, değil mi?"/ "Bilmiyorum ki... Çıkmış da olabilir, çıkmamış da. Ne fark edecek ki?"/.../... Paris'in surlarına vardıklarında... Sınır kapalıydı ve önünde muhafızlar bekliyordu./.../... içeri girmeye çalışan sayısız kadın ve erkek vardı ama kimlik kontrolü o kadar zaman alıyordu ki, sınırdan içeri çok yavaş girilebiliyordu.../.../... uyku ile uyanıklık, sarhoşluk ile ayıklık arasında duran ya da uzanan asker ve yurtseverlerin bulunduğu muhafız kulübesine girdi.../.../ "... artık yeni yasalarımız ve yeni suçlarımız oldu...".../.../ "Göçmenlerin hiçbir şeye hakkı yok..."/.../ "Haksız bir şekilde götürüleceğim hapishanede dış dünyayla özgürce iletişim kurabilecek miyim?"/.../ "Göreceksiniz. Hem ne olmuş ki? Daha önce bir çok mahkum benzer şekilde hapsi boyladı."/.../ "Sizin için," dedi Defarge... "kılımı bile kıpırdatmam. Benim yalnızca ülkeme ve halkıma karşı sorumluluklarım var..."/... insanların yoldan geçip giden mahkumlara ne kadar alışkın olduğu gözünden kaçmamıştı... iyi giyimli birinin hapse girmesi, işçi giysileri içindeki bir işçinin işe gitmesinden artık farksızdı... bir konuşmacı... kraliyet ailesinin halka karşı işlediği suçlarla ilgili nutuk çekiyordu.../... Birkaç saat sonra başlayıp günler ve geceler boyu sürecek olan korkunç katliam, kutsal hasat zamanını kana bulayacaktı... her şeyden habersizdi. "Yeni doğan ve Giyotin adını taşıyan keskin kadın" onun için... henüz bir muammaydı. Kısa süre sonra yaşanacak korkunç olaylar, bu olaylara imza atacak kişilerin muhtemelen aklının ucundan bile geçmiyordu. Nazik insanlar böyle şeyleri nasıl akıllarına getirebilirlerdi ki?/.../ La Force Hapishanesi kasvetli, karanlık ve pis bir hapishaneydi; üstelik her yere yayılmış korkunç bir uyku kokusu vardı. İlgilenilmeyen yerlere mahkum kalmış uykunun mide bulandırıcı kokusunun bu kadar hızla sinmesi şaşılacak bir şeydi doğrusu!/.../... bir odaya ulaştılar; içerisi hem kadın hem erkek mahkumlarla doluydu.../... yaşadığı en gerçek dışı olay, mahkumların onu karşılamak için bütün nezaketleriyle ayağa kalkmaları olacaktı./... etrafını ölülerin çevrelediğini düşündü.../.../... "Maalesef gizli getirilenlerden."/.../ "... Şimdilik yemek dışında hiçbir şey alamazsın."/... "Ölü gibi bir başıma kaldım," diye geçirdi içinden" 331-344
-"... varlıklı soylu... kaçmak için aşçısının kılığına girmiş ve sınırları bu şekilde aşmıştı... bu adam... Monsenyör'den başkası değildi./... yıllarca onun emrinde çalışmış üç güçlü hizmetkarı... yeni... Cumhuriyet adına onu bulup boğazını kesmek istiyorlardı.../ Eğer Londra'daki Tellson Bankası, Paris'teki Tellson Bankası gibi olsaydı Müdür çoktan aklını kaçırmış olur... Sorumluluk sahibi saygın İngilizler... Fransa'da bulunan Tellson... bir şekilde başa çıkabiliyordu; olaylar çığırından çıkmadığı sürece kimse bankadaki parasını çekecek kadar çok endişeye kapılmadı./... Tellson'un bu dünyada asla dengelenmeyecek kaç hesabı öteki dünyaya kalacaktı.../... Bay Lorry... yalnızca işini düşünüyordu.../.../ "Tanrı'ya şükürler olsun," dedi... "... sevdiğim kimse bu gece bu korkunç şehirde değil..."..." 346-348
-""... Fransa'da Bastille'de yattığımı bilip beni el üstünde gururla tutmayacak tek bir kişi bile yoktur..."/.../... hepsi içeri hücum edip bileği taşında çalışmaya koyuldular.../.../... yüzler, en büyük vahşilerin yüzlerinden bile daha korkunç, daha zalimdi... Keskinleşen taşın başına birer birer geçen adamlar yarı bellerine kadar çıplaktı, kolları ve bedenleri kan içindeydi... Bilenmek için getirilen küçük baltalar, bıçaklar, süngüler ve kılıçlar da kana bulanmıştı... sokaklara akın ettiğinde, kırmızının aynı tonu bu defa çılgın gözlerindeydi; bunu gören medeni bir insan, o gözlerin sahibini öldürmek için hayatının yirmi yılını verebilirdi./.../ "Onlar," diye fısıldadı Bay Lorry... "mahkumları öldürüyorlar..."/.../... yine insanlar akın etti ve bileği taşı yeniden çatırdayarak dönüp durdu... "Susun! Askerlerin kılıçları orada bileniyor." dedi Bay Lorry... "Burası artık halka ait ve bir tür cephanelik olarak kullanılıyor..."..." 350-353
-"Bay Lorry'nin işkolik zihninde canlanan düşüncelerden ilki, mahkum edilmiş bir göçmenin karısını Tellson Bankası'nın çatısı altında barındırarak bankayı tehlikeye atmaya hakkı olmadığıydı... yaşamını bile Lucie... için... tehlikeye atabilirdi ama tek sorumlusu kendisinin olmadığı banka söz konusu olduğunda ciddi bir iş adamı olduğunu unutamazdı" 355
-"Bayan Pross... Bütün İngilizliğiyle Madam Defarge'ın üzerine öksürdü ama ikisi de... karşılık vermedi./.../ Madam Defarge.../ "Şu çocuk kadar küçük... olduğumuz zamanlardan bu yana görmeye alışık olduğumuz... annelerin suçu neydi o halde? Onların kocaları... hapse atıldı... üzüldüler; yoksulluktan, çaresizlikten, açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, sefaletten, eziyetten ve her türlü ihmalden acı çektiler."/ "Bundan başka bir şey görmedik ki," diye karşılık verdi İntikam" 358-360
-"... her yaştan kadın ve erkek bin yüz savunmasız mahkumun halk tarafından öldürüldüğünü, bu dehşetin dört gün dört gece sürdüğünü ve etrafını saran havanın bu katliamın kokusuyla ağırlaştığını... mahkumlara karşı bir saldırı düzenlendiği, siyasi suçluların tehlike altında olduğu ve bazılarının kalabalık tarafından dışarı sürüklenerek öldürüldüğü.../... hapishaneye vardığında kendinden menkul bir Mahkemenin kendisini bekliyor olduğunu görmüştü; mahkumlar... hızla katledilmelerine ya da serbest bırakılmalarına... hükmediliyordu.../ Doktor Manette... bazılarının uykuda, bazılarının uyanık; bazılarının kan içinde, bazılarının temiz; bazılarının ayık, bazılarının sarhoş olduğu Mahkeme heyetine damadının... serbest bırakılması için yalvarmıştı... tezahüratla karşılanan Doktor Manette'e... Mahkeme başkanı... onun hatırı için can güvenliğinin sağlanacağını söylemişti... vahşi kalabalığa teslim edilmediğinden emin olmak için izin isteyince tehlike geçene kadar bu Kana susamış Mahkeme Salonunda beklemişti./... gördükleri inanılır gibi değildi. Kurtulan mahkumlar için duyulan çılgınca sevinç, onu en az paramparça edilenlere karşı beslenen delicesine gaddarlık kadar şaşırtmıştı" 362-364
-"Doktor... halk arasında yaygın olan fikirlerle savaşamazdı. Yeni bir çağ başlamıştı; kral yargılanmış... kellesi uçurulmuştu... cumhuriyet... öldürmeye hazırdı; simsiyah bir bayrak Notre Dame... dalgalanıyordu; Fransa'nın dört bir yanından üç yüz bin erkek zorbalığa karşı ayaklanmıştı... Devrimin Birinci Yılı boyunca yükselen tufana karşı kim tek başına durabilirdi?.../ Şiddet durulmuyor... Gece ve gündüz eskiden olduğu gibi birbirini kovalasa da kimsenin geçen günleri saydığı yoktu. Zaman, tıpkı bir hastanın ateşinde kaybolduğu gibi bir ulusun öfkeli ateşinde yitip gitmişti... cellat, kralın kellesini insanlara gösterdi... karısının kellesi de öfkeli kalabalığa sergilendi; güzel kraliçe, kocasının ölümünün ardından sekiz ayını sefalet içinde hapiste geçirdiği için saçları beyazlamıştı./... ateş her yeri hızla sarıyordu. başkentte bir devrim mahkemesi ve ülke çapında kırk ya da elli bin kadar devrimci komite kurulmuş, çıkarılan Şüpheliler yasasıyla özgürlük ve can güvenliği ortadan kaldırılarak masumlar kötü ve suçlu insanların eline teslim edilmişti; hapishaneler hiçbir suçu olmayan ve kendini savunma hakkı verilmeyen insanlarla doluydu; tüm bunlar... kanıksanmıştı. Daha da kötüsü, herkesin varlığına dünyanın oluşumu kadar eskiymiş gibi alıştığı keskin bir kadın söz konusuydu artık: Giyotin./ İnsanlar bu konuda şakalaşır olmuştu; baş ağrısına iyi geldiği... Bu, insan ırkının yenilenmesinin işaretiydi. Haçın yerini almıştı.../ Giyotin öyle çok kelle almıştı ki, hem kendisi hem de yerler çürük kanın kırmızısına boyanmıştı.../... Devrim iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı; güneydeki nehirler geceleri vahşice boğulmuş insanların cesetleriyle doluydu" 366-368
-"Bıçkıcı... üstünde "Küçük Azize Giyotin" yazan testeresini... arkasına koymuştu.../... En az beş yüz kişi... popüler olan Devrim şarkısı eşliğinde dans ediyorlar, hep birlikte diş gıcırtısı gibi bir ses çıkarıyorlardı... Hiçbir savaş, bu dansın yarısı kadar bile korkunç olamazdı; eski masumiyetini kaybederek şeytanlaşmıştı. sağlıklı bir eğlence, insanları öfkelendiren, hissizleştiren ve zalimleştiren bir dansa dönüşmüştü.../ Bu, Carmagnole dansıydı" 373, 374
-"Bay Lorry, mülk sahiplerinin sahip olduğu malları elinden geldiği kadar korumaya çalışmıştı" 376
-"Listede yirmi üç isim vardı ama çağrılan mahkumlardan biri hapishanede ölüp unutulduğu, diğer ikisi de çoktan giyotinle idam edilip unutulduğu için sadece yirmisi ismine karşılık verebilmişti... Darnay'in hapishanede sevdiği herkes giyotinle öldürülmüştü./.../... önce on beş mahkum mahkemeye çıkarıldı ve hepsi idama mahkum edildi.../... her şeyin ters düz olduğunu ve zalimlerin dürüst adamları yargıladığını düşünmüş olmalıydı. Alçak, zalim ve berbat insanlarla dolu bir şehrin en alçak, en zalim ve en berbat insanları duruşma salonunun ruhunu yönetiyordu; gürültü içinde yorum yapıyor, alkışlıyor, itiraz ediyor, tahmin yürütüyor ve sonuca ulaşıyordu.../ Savcı, Charles Evremonde'u, namıdiğer Darnay'ı göçmenlikle suçluyordu ve göçmenleri Ölüm cezasına çarptıran yasa uyarınca Cumhuriyetin bedelini hayatıyla ödemek zorundaydı.../.../ Kalabalığın içinde öyle kaypak insanlar vardı ki, az önce Darnay'i sokaklarda sürükleyerek öldürmek için can atanlar şimdi onun için tezahürat eder olmuştu" 377-380
-"Başkan onun özgür bırakılmasına hükmetti./... insanların... merhametli olma dürtülerini ttamin ettiği muhteşem bir gösteri başladı... gözyaşları, tıpkı kısa süre önce dökülen kan gibi sel olup aktı... kardeşçe duygularla boynuna sarıldılar.../... Sıra, devrim için herhangi bir söylemde ya da eylemde bulunmadığı için Cumhuriyet düşmanı olmakla suçlanan beş mahkumdaydı. Mahkeme, Darnay'ı idam edememiş olmanın acısını çıkarmak için bu beş kişinin yirmi dört saat içinde idam edilmesine büyük bir hızla hükmetti" 382, 383
-"... masumları kanıtsız şüpheler ya da yalnızca nefretle ölüme göndermekten çekinmiyorlardı" 386
-"... her evin kapısına... o evde yaşayan herkesin ismi... yazılmak zorundaydı.../ Zamanın üstüne çöken evrensel korku ve güvensizlik ortamında, günlük yaşamın zararsızlığı da ortadan kalkmıştı... günlük tüketim ürünleri... cüzi miktarda küçük dükkanlardan satın alınıyordu" 387
-"Tek bildikleri Gece Yarısı Cinayetleri ve Şeytanlık" 388
-"Seni Cumhuriyet adına yeniden tutukluyoruz" 391
-"Cumhuriyet sizden fedakarlık yapmanızı bekliyorsa, siz de iyi bir yurtsever olarak bunu hiç sorgulamadan yapmalısınız. Cumhuriyet her şeyden önce gelir. Halk her şeyden önemlidir.../.../... onu Bay ve Bayan Defarge ihbar etti. Biri daha var" 392
-"Antik Çağın Örnek Cumhuriyetçisi Brutus'un işaretinin olduğu bir dükkan.." 393
-"Fikir uyuşmazlığı yüzünden birini öldürmek oldukça olağan bir şeydi" 394
-""...Keşke Bay Barsad bir Hapishane Kuzusu olmasaydı."/ Bu kelime, o zamanlar gardiyanlar arasında casuslar için kullanılan argo bir kelimeydi" 398
-"çaresiz bahisler için çaresiz oyunların oynandığı çaresiz bir zamanda yaşıyoruz... Kimsenin hayatının bir önemi yok. Bugün omuzlarda eve taşınan biri yarın idama mahkum edilebilir..." 401
-"Hapishane Kuzusu, Cumhuriyetçi komitelerin casusu, kah gardiyan kah mahkum, her zaman casus ve gizli bir muhbir, Fransızlardan daha az şüphe uyandırdığı için İngiliz olmak daha değerliyken o bir İngiliz ve kendini patronlarına sahte bir isimle tanıtıyor. Bu kartlar epey güçlü. Bay Barsad, Fransa'nın ve özgürlüğün düşmanı olan aristokrat İngiliz hükümetinin emrindeyken şu anda cumhuriyetçi Fransız hükümeti için çalışıyor. Bu, muhteşem bir kart. Bu şüphe ortamı içinde, Bay Barsad'ın hala aristokrat İngiliz hükümetinin adamı olduğu, Pitt'in casusluğunu yaptığı, cumhuriyetin göğsüne çöken kalleş bir düşman olduğu, sürekli bahsedilse de bulunması hayli güç olan İngiliz bir vatan haini ve her türlü pisliğin temsilcisi olduğu gün gibi ortada" 402
-"Bay Barsad'ın elinde, Sydney Carton'un haberinin olmadığı berbat kartlar vardı. Orada istenmediği için değil (İngilizlerin sır tutma ve casuslukta ustalığı modern zamanların başarısıdır) ama başarısız işler çıkardığı için İngiltere'deki onurlu mesleğinden atılmıştı; daha sonra Manş'ı geçerek Fransa'daki işine başlamıştı" 403
-"hiddet içinde köpüren ve havada şüpheden başka bir şey olmayan Paris'te... bir başka aristokrat casusla iletişimde olduğunuz halde yapılan ihbardan yakanızı sıyırmanız imkansız!.../... Pes... tek yolu, sahte bir cenaze merasimi düzenlemekti" 407
-"Şu an doktorlar ceplerini Ginelerle doldururken dürüst bir tüccar meteliğe kurşun atıyor" 410
-"Bu korkunç zamanda insanların kelleleri ardı arkasına uçuruluyor ve bu nedenle hayatını getir götür işleri yaparak idame ettirenlerin kazancı düşüyor; insanın etrafında böyle korkunç olaylar yaşanırken kendi fikirlerinin oluşmaması imkansız" 411
-"Yetmiş sekiz yaşındayım/... iş adamıyım.../ Yalnız ve bekar bir ihtiyarım... benim için ağlayacak kimse yok" 414
-"Sona yaklaştıkça sanki bir dairenin içinde yolculuk ediyormuşum gibi yeniden başa dönüyorum. Bu, kendimizi ölüme alıştırmanın ve içimizi yatıştırmanın en yumuşak yolu. uzun süredir uykuda olan anılar birer birer canlanıyor gönlümde; genç ve güzel annemin... gençliğinin anıları; Dünyanın gözüme o kadar haşin görünmediği ve hatalarımın farkında olmadığım günlerin anıları" 415
-"Bugün altmış üç kişi idam edildi. Kısa süre içinde bu sayı yüze çıkar" 416
-"... insanlar yıllar içinde rahip geçinen hırsızların, sahtekarların ve günahkarların neden olduğu yozlaşma nedeniyle dinden de iğrendikleri için artık dua okunmayan kiliselerin kulelerine baktı.../ Arabaya binenlere şüpheci gözlerle bakıldığı için sokaklarda çok az araba vardı... Her şeye rağmen tiyatrolar doluydu" 419
-"... gece, ayı ve yıldızlarıyla birlikte gittikçe solarak yok oldu; kısa bir süreliğine de olsa sanki Yaratılış, Ölümün saltanatını yerle bir etmiş gibiydi./... Elini siper ederek baktığı güneşle arasında adeta bir ışık köprüsü oluşmuştu.../ Hızlı, derin ve kendinden emin nehrin güçlü akıntısı, sabah sessizliğinde cana yakın bir arkadaştan farksızdı" 420
-"O adaletsiz Mahkemede sanıklara kendini savunma hakkı tanıyan neredeyse hiçbir makul usul yoktu. Eğer bütün yasalar, formaliteler ve törenler en başta bu kadar canavarca bir şekilde kötüye kullanılmış olmasaydı Devrim de olmaz, Devrimin korkutucu intikamı tüm bunları yerle bir etmezdi./... Jüri üyeleri, bir geyiği yargılamak için bir araya gelmiş aç köpeklerden farksızdı./... Sanki zalim, uzlaşmasız, ölümcül bir iş havası vardı" 421
-"... insanların köpeklerden daha saldırgan olduklarını zaten görmüştüm" 427
-"Doktor, bu Soylular çok gururludur ama biz pespaye köpekler de bazen gururluyuzdur" 431
-"... biraz et bulabildiğimizde insanların görüp elimizden almasından korkar, kapıları ve kepenkleri kapatarak yerdik" 432
-"... bir köylüyle kılıç tokuşturmuş olmasını gururlarına yediremediklerini..." 437
-"Ölüme mahkum edilen Darnay... Halkın en coşkulu arzularından biri eskilerin mantıksız değer yargılarını taklit ederek insanları ulu orta kurban etmekti... salonda, yurtsever hezeyanlarla dolu büyük bir heyecan fırtınası koptu; kimsede vicdandan eser kalmamıştı" 441
-"Boşa harcanmış bir hayatın değeri yok. Oysa hayat çabalamaya değer" 446
-"Carton ise bir Jakoben* gazetesi alıp.../* Jakobenler veya Jakoben Kulübü, Fransız Devrimi ertesinde Fransa'yaa yaklaşık bir yıl süreyle egemen olan ve devrimden çok daha fazla kanın döküldüğü Terör Dönemi'ne sebep olmuş Fransız siyasi partisidir" 450
-""Ama," dedi Defarge, "bir yerde durmamız gerek... soru, nerede durmamız gerektiği."/ "Hepsi yok olduktan sonra," dedi Madam Defarge./ "Harika!" diye bağırdı Jacques Üç" 451
-"Yüzünü gördüm ve ifadesinden gerçek bir Cumhuriyet dostu olmadığını okudum" 452
-"Giyotin kurbanlarının yasını tutup onlara acımak büyük suç" 458
-"O gün... İdam mahkumlarının sayısı, bir yılın haftalarının sayısıyla eşitti" 460
-"... sayısız masum insanın aynı şekilde can verdiği ve her gün cesurca yüzleştiği düşüncesi ona kendini daha güçlü hissettirmişti" 461
-""Ben ölmekten korkmuyorum... ama ben masumum. Eğer benim gibi yoksullara yardım edecek olan Cumhuriyet ölümümle güçlenecekse, ölümden korkmuyorum ama... buna inanmak mümkün değil..."/.../ "Onun için mi ölüyorsunuz?" diye fısıldadı kız./ "Kızı ve çocuğu için de..."..." 470, 471
-"... idam edilen insanlardan yemeklerden bahseden bir gurme edasıyla konuşuyordu.../.../ "Çocuk da sarı saçlı mavi gözlü," dedi Jacques Üç... "... Bunu izlemek eğlenceli olacak!/ "Kısacası," dedi Madam Defarge... "bu konuda kocama güvenemem..."/ "Asla kaçmamalılar," dedi Jacques... "... Yeterince idam mahkumu yok. Her gün giyotine yüz yirmi kişi gönderilmeli."/.../ "Küçük yurttaş..." dedi Madam Defarge... "... şahitlik edecek misin?"/ "Elbette..." diye bağırdı bıçkıcı" 476, 477
-"... çocukluğu da ona adaletsiz olmayı ve üst sınıfa kin duymayı öğretmişti... vicdansız biri yapmıştı.../ Masum bir adamın atalarının işlediği günahlar yüzünden idam edilecek olması içini hiç acıtmıyordu... bu insanlar onun düşmanları ve avı olduğu, dahası, yaşamaya hakları da olmadığı için bu ceza onlar için azdı bile. Vicdanı olmadığı için ona yalvarmak yersizdi... kendine bile acımazdı.../ İşte Madam Defarge'ın pespaye kılığı altında taşıdığı kalp böyle bir kalpti. Özen göstermeden giydiği elbisesi tuhaf bir şekilde ona bir hava katıyordu... zengin gösteriyordu. Göğüs cebine gizlediği dolu bir tabancası vardı. Belinde ise keskin bir hançeri vardı" 479, 480
-"Cruncher... "Dualar hakkındaki fikirlerimin değiştiğini söylemek istiyorum... Bütün kalbimle Bayan Cruncher'ın şu anda dua ediyor olmasını umuyorum" 482
-"Bayan Pross... "... beni alt edemezsin. Ben bir İngiliz kadınıyım."..." 484
-"Bayan Pross onu, her zaman nefreti yenmeyi bilen sevginin gücüyle tutuyordu" 487
-"Toprağı zengin, iklimi eşsiz Fransa'da bile devrimden daha belirgin şekilde büyüyen tek bir ot... bile yoktu. İnsanlık bu çekiçlerle aynı şekilde bir kez daha dövülecek olursa, aynı işkence görmüş şekline bir kez daha bürünecekti.../... Güçlü bir büyücü olan Zaman... Tanrı'nın değil hırsızların evi olan kiliseler..." 490
-"O gece şehirde herkes, daha önce idam edilen kimsenin yüzünün onunki kadar huzur dolu olmadığını konuşuyordu" 495
*
30.4.2018  

26 Nisan 2018 Perşembe

KÖŞE BUCAK ANADOLU

ÖZYAŞAM//04

Fakir Baykurt, Literatür Yayınları'ndan Birinci Basım (2. Basım), Mart 2018, İstanbul

8 kitaplık özyaşam serisinin dördüncüsü.
Öncekilerin benzeri.
*
Biraz tarih.
*
Biraz da fazla ben diyor, sanki!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Müdür yardımcıları, "Kitaplar demirbaş!" diyor" 23
-"Çamurlu köyü.../.../... Bütün olup bitenlerin ayırdında, hem de alayında gibidirler" 25
-"Agop'un Ermeni kökenli oluşu acaba sorun yaratır mı?/.../... Ermenilerin işlettiği doyumevinde öğle yemeği yemiş... "... Sivas gerçekten müthiş!"..." 29
-"Öğrencilerimden birinin adı Kevork. Seçime gittiğim köyde bir "dönme" gösterdiler, "Harun" adını almış. Azalmışlar iyice; eskiden silme Ermeni'ymiş kimi köyler. Sivas'ın içinin de epeyi Ermeni'ymiş. Çok kötü, istenmez olaylar olmuş, baş eğdirici, yüz kızartıcı olaylar; çok az Ermeni kalmış. Kırılmış çoğu" 32, 33
-"Uzun Yayla'nın ortasında ıssız, kıpırtısız bir Sivas" 41
-"Nihat.../.../... "... Romanını basıp sana ün kazandıracağız, yetmez mi? Ne parası istiyorsun daha?" demesin mi?" 55
-"O yanı köylerinin hemen hepsinin adını değiştirdiler. Birtakım insanlar... dünyanın en manyak işini düşünüyor. Neymiş? Ermeni adı, Rum adı, Kürt adıymış! Kim bilir kaç yüzyıllık köyler; adları tarihin şiiri. Değiştiriyorlar acımasız. Kimi zaman yabancı sanıp has Türkçe adı da değiştiriyorlar" 90, 91
-"İsmail Bey.../.../ "Yıl 1927... Atatürk... Meclis'e işçi, köylü, esnaf, hem de bir ölçüde kadın milletvekili almaya karar verdi... Ben o zaman koyun çobanıyım... Atatürk yurt gezisine çıkmış.../ Merhaba çoban, evlat!.../ Merhaba paşam.../.../ Demiş: Yazın bunun adını, adresini.../ Jandarma geldi, Vali çağırttı, gittim Sivas'a. Korkuyorum açığı. Milletvekili seçildiğimin bildirimi yapılasıya kadar tasa çektim... Yaptılar bildirimi... Atatürk'le, İnönü'yle konuşturdular. Dediler: Şuraya oturacaksın. Elini şöyle kaldıracaksın, böyle indireceksin, görevin bu! Bizden istenen görevi tam yirmi üç yıl yaptım. Ama iyi ama kötü yaptım.../.../ Hiç konuşmadım...".../.../... sordum: "Yirmi üç yıl milletvekili olarak kalabilmenizi neye borçlusunuz?"/ Güldü: "Atatürk'ün, İnönü'nün yollarından hiç ayrılmadım. El kaldır, kaldırdım, baş salla, salladım!"/.../... Kadir öksürüyor usul usul: "Bizim köyden iki adam çıktı. Biri koyun güdüyordu, oldu mebus. Biri fakülte okuyordu, oldu hapis! Ometiv'in ünlü sözüdür bu..."/ Tingedek düştüm: "Kim oldu hapis?"/ "Ziya Efendi vardır... Komünisttir, yani öyle derler..."/ "Nazım Hikmet yüzünden tutuklamışlar. Çok işkence gördüğü, on yıl içerde kaldığı... bilinir... Nere gitse ardında polis... işe girse... atılır işten... köylü onu dışladı... Kendi sülalesi bile konuşmaz.../.../... Yaklaşanları sorguya götürdüler.."/.../ "On dokuza devrildi, burada... yalnızım... Sinop'ta yattık... bir işte çalışamazsın... geldik köye... Beni bırak, benimle konuşanı tedirgin ediyor. Çoklarını alıp götürdü, yatırıp dövdü. Şu senin geldiğin Hafik'deki karakol yapıyor bunu. Bir işkence bilir, başak bilmez..."/.../... İnönü'yü andırıyor.../.../ "... Belki bizim de bir derece kusurumuz olmuştur. Sanki körler ülkesinde ayna satmak istedik.../.../... Yılda bir kez... giderim... karakola da uğrarım. Söylerim böyle böyle, radyoma pil almaya geldim... komşumuz Sovyetler... düşman, uzak Amerika'yla dost olduk. Bulgaristan, Yunanistan gibi öbür komşularımızla arayı açtık. İnsan bu kadar düşman arasında yaşayınca elbet büyük ordu beslemek zorunda kalır..." Ziya Ersarı ot çayı kaynattı bize" 100-109
-"Zara, İmranlı... irili ufaklı Kürt köylerinden geçtim... tek tük kadın görüyorum, hiçbiri Türkçe bilmiyor. Erkeklerin esi de kıt" 127, 128
-"Coğrafyada buralar "Uzun Yayla" diye geçer.../.../... çok yoksunluk yerler; ama anlatılmaz güzellik dolu. İnsanlar görgülü, saygılı, hem de "gariban"..." 131
-"Hubuyar Alevi köyü imiş. Alevi köyleri... kıyımlardan ötürü, varılmaz yerlere çekilmiş. Yavuz Sultan Selim'in kestirdiği Alevi sayısının 500 bin olduğu yazılıyor.../.../ Nevşehir'deki Derinkuyu nasıl yedi kat yerin altında ise, Hubuyar da öyle; yer altında değil ama tam anlamıyla dağların ardında saklı, küçücük bir köy... Şeyh Mehmet Temel Dede.../... görkemi karşıdan seçilemeyen evi.../.../... bir Türkmen semahı aldı yürüdü odanın içinde" 145, 148
-"Sırf Almanlardan yirmiden fazla okul şarkısı almışız. Melodiler onlardan, sözler bizden. İsveç'ten, Fransa'dan ne kadar aldık kim bilir?" 150
-"Yaşar'la her dereler, tepeler düz. Hem de bağırıyor, alabildiğine: "Onlar bilmiyor... Cevat Beyi de kim bilir kimler yellendirdi? Bizans'tan beterdir şu İstanbul'da Cumhuriyet... Halide Hanıma gideceğiz önce. İçlerinde en taşaklısı o. Koydu ağırlığını, 5000'e de çıkarttı ödülü.../... Nadir Beyi bekleyeceğiz. İçlerinde en koçyiğidi, en tekesi odur!.../.../... Türkiye'de en birinci roman kurdu Thilda'dır. Belki dünyada Thilda'dır... Tonguç Baba okuyunca ne diyecek bakalım, onu da merak ederim..."..." 242, 243
-"Halide Hanıma gittik. Yaşar Kemal... elini öptü.../.../ Ağızlığındaki sigarayı bitirdi, birini daha taktı... "... Demokratlar çılgın bir inişle uçuruma gidiyor. Bakalım sonları nere varır?..." dedi.../.../ Yakup Kadri Karaosmanoğlu... gittik.../... "... Ben köy konusunda Yaban'ı yazmış olmakla başarılı saymam kendimi. Bir tasarım vardı... Porsuk kıyılarında bir köye çekilecek... yazacaktım. Yaşam beni başka yerlere çekti... Hasan Ali'nin büyük hizmetlerinden biri yazınımıza oldu. İki yolla: Bir, klasikleri çevirtip... iki, köy enstitüleri yoluyla..."..." 248, 249
-"Yaşar Kemal'le yürüyoruz.../.../ "... Cumhuriyet'in ikinci sayfasında yazmaya... istekliyim..."/ Sözümü bitirip yüzüne baktım.../ "... Şimdilik bu isteğini yut. Yalnız aramızda kalsın. Böyle bir isteğin olduğunu Cumhuriyetçilerden kimseye belli etme... o da kendine göre bir dükalık. İstediğinin resmini kor... istemediğinin yazısını basmaz... olacak yanını görürsem, akıllarına düşürürüm, kendileri sana önerir... Senin yükün cevahir yükü benim babam, onu yüceden sakın indirme. Bunun için de konuşulacak adam Koçyiğit Nadir Beydir, başka kimse değil!..."..." 250, 251
-"Sabahattin Eyuboğlu konuşmaktan çok iş yapıp susmanın adamı" 253
-"Yaşar'la Nadir Beyin kapısını çaldık. Bakan odası görmedim daha; sanki öyle görkemli.../.../... Yaşar hem susuyor hem yere bakıyor. Nadir Nadi'nin yanında sesi çıkmıyor nedense" 259, 261
-"Orhan Kemal neşeliydi o gün.../ "Valla, sinema bizde tam bir batak! Sana gülünç bir para önerirler. Senaryocu senden çok alır... Vermesen çalarlar..."..." 264
-(Komutan) "Ödülden önce ne kadar sertti. Bir insanın davranışlarında bu kadar gelgit olur mu?" 268
-"Bura köyleri Gürcü kökenli ama Müslüman. Öbür yan Gürcüleri gibi Hıristiyan değil. Öğrencilerin Türkçesi epey kıt. Noktaları söyleyemiyorlar" 297
-"İhsan Güven bir kez hıngel... yemeye çağırdı... Hıngel buraların güzel bir yemeği, bir tür hamur işidir. Yağlıca da yapmışlar" 306
-"Her yerdeki gibi burada da köylerin adını değiştirmişler. Üzümlü, Armutlu, Cevizli, Erikli, Yoncalı, Arpalı, Mısırlı... Şavşat'ın yeni köy adları hububat pazarına benziyor. Bizim gideceğimiz ise Balıklı. Başımızdakiler eski adlardan, etnik varlıklardan pek hoşlanmıyor... Burdur'da Selçuklulardan kalma öpöz Türkçe adları yabancı sanıp değiştirmeye kalktılar" 309
-"Şavşatlıların "hıngel" dediği mantısı..." 323
-"O günlerin sinema dünyasında Hintli yönetmen Satrajit Ray adı fırtınalar koparıyor... Ray... 1921 Kalküta doğumlu... Olaylar yaratan siyah-beyaz filmi Pather Panchali'yi Hindistan'ın köy romancısı B. Padhaya'nın yapıtına dayandırıyor. Bu bir üçlemenin ilk filmi.../... Ray, yarı amatör bir kamera bulup köye çekilmiş. Bengal hükümetinden biraz yardım almış. Pather Panchali'ye üç yıl emek vermiş. Oyuncu olmayan kişilerle çalışmış. Film pahalı çıkmasın diye çok az negatif kullanmış.../ Ray'ın romancı Padhaya üstüne de görüşleri var. Onun üçlemesi, dağınık yapılı, özyaşamsal bir romanmış. Ama insancıl lirizmi yüksekmiş. Gerçeğe yaklaşımı ilgi çekiciymiş. Romanın yapısındaki dağınıklık, yapıttaki gerçeklik duygusunu arttırıyormuş. Konusu da çok yalınmış. Ray, ilk filmde Apu'nun çocukluğunu, ikincide büyük şehre gelişini, üçüncüde evlenişini ve eşini yitirişini anlatmış. Ray, usta bir gözlemci, amansız bir ayrıntı avcısıymış" 330, 331
-"Turhan Tükel, biz köy romancılarını... tartıştırmak istedi... Orhan Kemal, Kemal Tahir, Talip, ben olacağız. Mahmut da geldi.../... ayırdına vardım; Kemal Tahir'e ayrı bir davranış var.../... Kemal Tahir'in ortak olduğu Düşün Yayınevinde kitap olarak da basıldı... "... düzeltmeleri yapalım!" dedim... söz verdiler. Ama kitap basılınca, bu olanağı Kemal Tahir'den başkasına vermediklerini gördüm. Yalnız ona verdiklerini de sonra Turhan Tükel'den duydum... Kemal Tahir'in bütün cümleleri yazı cümlesi gibi düzgün, söyledikleri de Allah için derli toplu; bizimkiler tam konuşma havasında, kimi zaman kırık, kimi zaman kopuk... incitildik" 334, 335
-(Trende) "Uzun uzun oturacak yer kavgası oluyor. Üçüncü'nün insanları, insanlarımız, dört kişilik yere üç kişi oturuyor; "Sahibi tuvalete gitti, şimdi gelecek!" diyor; hem de sana yan yan bakıyor.../... Eskilerden sürüp gelen, yenilerde yakılan Kürt türküleri birbirine ekleniyor. Sözler insanın kulağına çakıl taşları gibi yuvarlanarak akıyor.../.../... Türkiye demiryolları tek hat. Karşıdan tren gelecekse, bizimki bekliyor... Kars'a geldik... gecikme 14 saati aşıyor" 347, 348
-"Her ilde, ilçe merkezinde olduğu gibi, burada da yöreyi denetim altında bulunduran iki aile var. Bunlar ticaretle uğraşıyor. Okumuş oğullarından birini seçime sokup Meclis'e yollamayı başarıyorlar. Bizim Şavşat'taki aile oldukça dallı kollu. Yerli memurların yarısı... adamı.../... "Ecza dolabı" da tıkır tıkır işliyor... politik gücü, ekonomik gücünü aşıyor" 347, 348
-"... başkentte bir görev... Güya sürgün değil... Baskılar o kadar arttı ki... sustu... sindi... cezaevinde. Uslanmayan gazetelere, resmi ilan kesme korkutması çok etkili oluyor" 359
-"O yıllar öyle akla sığmaz kurallar vardı:/ 1) Askerler üstüne kimse yazamaz.../ 2) Memurlar... yazı yazamaz" 371
-"Hastaneler yorgunu yokuşa sürüyor. Yoksulluk belgesi getirmişler. Onu görünce geçip gidiyorlar. Tanış doktor bulmak gerekiyor" 381
-"Hakkı Bey, Kızılay'a indiğinde Piknik adlı yerde bira içmeye çağırıyor... pek hoşlanıyor" 397
-"Şevket Süreyya Aydemir.../... Menderes çağırtmış kendisini. "Tıkandık Şevket Bey, ne yapalım? Ne dersiniz?"/ "İsmet Paşa'yla diyaloğa geçin! Onsuz bu ülkede bunalım atlatılamaz. Anlaşıp yeni bir seçim tarihi açıklayın dedim," diye anlatıyor" 400
-"Fehmi Yavuz Milli Eğitim Bakanı.../.../ "Her şey elimde mi bilmiyorum. MBK'nin de görüşleri var tabii!"" diye yere baktı" 406, 408
-"Hakkı Tonguç.../... "Mahmut'a, Fakir'e haber ver, birlikte birer bira içelim!" diyor. 27 Mayıs'ın ona sevinç getiren günlerinde bunu sık yaptı.../.../ 23 Haziran; 27 Mayıs'ın üstünden bir ay bile geçmedi./.../ Hakkı Tonguç köy çocuğuydu, Silistre'ye bağlı Tataratmaca köyünde doğdu.../ "Altmış iki yaşındaydı..."/.../ Cebeci'de toprağa koyarken..." 410, 413
-"27 Mayıs.../.../ Abdullah Ağabeyi çekemeyen biri, kitapta böyle bir öykü olduğunu subaylardan birinin kulağına fıslıyor.../... hemen alıyorlar içeri.../... Askerle ilgili diye kimse bulaşmak istemiyor... bir yazı yazdım: "Anlamsız Bir Yasak."/... bir asker yanıt verdi: "Anlamlı Bir Yasak!"/.../... Abdullah Ağabey epey yattıktan sonra salıverildi./... Yaşı kuruyu ayırmadan tutukluyorlar.../... askerler valiliği, kaymakamlığı kendileri üstlenirken, köy muhtarlığını öğretmenlere yıktılar... Her şeyin... öze inmeyip kabukta kaldığını ilerde daha iyi anladık" 417, 418
-"Eğitim Milli Komisyonu Raporunun yazmanı Kemal Yılmaz.../ "Fakirciğim... bütün aşırı particiler, gericiler, yiyiciler... Hocanın çevresini sardı... Ona çok iyi bir müsteşar bulmamız gerekiyor..."..." 421
-"Ev sahibimiz İlhan Önder... "... o dediğim siviller gene geldi... feci izleniyorsun..."..." 423
-"Fehmi Hoca, Halil... işini düzeltti. Veysel... ile Cevdet... işlerini düzeltemedi. Gizli Emniyet engelini aşamadı./ Bu arada bakanlık sık sık Danışma Kurulu topluyor.../.../ Tartışmalar... ilgi duyana açık... Amerikan Yardım Kurulu AID'nin Eğitim Bölümü Başkanı... gelip oturuyor" 428, 429
-"Ali Okulları Genelkurmay, Milli Eğitim ile Ankara'daki Amerikan Yardım Örgütünün katılımıyla yürütülüyor" 433
-"Zeki Beyin kendine göre bir onuru, gururu, hatta Doğulu insanlarımızın çoğunda gördüğüm bir yüceliği var... yağcılık bilmiyor" 437
-"Bakanlığın... bir yıllığına Amerika'ya göndereceği eğitimciler arasında adım çıktı.../... Ankara... İngilizce kursu.../.../ Adı Georgctown Üniversitesinin düzenlediği kurs ama doğru dürüst öğretim kadrosu yok. Yada bize öyle geliyor. O zaman Ankara'da elini sallasan Amerikalıya değiyor.../... eleştiri, dedikodu diz boyu: ABD'nin amacı yardım değil, kendi çıkarlarına hizmet edecek kadroları hazırlamak.../.../ 8 ayın sonunda İngilizceyi ilerlettim... beni yollamadılar... "Fakir Baykurt'un dosyası var! Amerika'ya gidemez!"/.../... sesimi yükselttim:/.../... Çağırdılar: "Bir yanlışlık oldu. Seni gelecek yıl gönderelim..."..." 439, 440, 442
-"Fuat Baymur.../.../... Cumhuriyet kurulur kurulmaz, çeşitli alanlarda yetiştirilmek üzere dışarı yollanan eğitimci gençlerdendi. Bunlar eğitim tarihimizde "Viyana Beşleri" diye geçer: Fuat Gündüzalp, Rauf İnan, Muvaffak Uyanık, Kemal Kaya, bir de Baymur Hoca" 444
-"Ankara'da Birleşmiş Milletler'den iki halk eğitimi uzmanı vardı. Biri Kanadalı, biri Hintli... 27 Mayıs'tan sonra bakanlıkta bir Halk Eğitimi Genel Müdürlüğü kuruldu" 448
-"Baymur Hoca... "... Tevfik İleri... Yılanların Öcü romanınızı Talim Terbiye Kurulunun bir kararıyla suçlamak istedi... Feriha söz alıp ilk karşı konuşmayı yaptı... Bakanlık, hiç görevimiz olmayan konularda bizi uygulamalarına araç yapmasın dedi. Burası Basın Mahkemesi değil..."..." 449
-"Gürsel Paşa... Aziz Nesin'e.../ "... Yaptığınız iyi niyete dayanmıyor..."/ Aziz Nesin yanot verecek olunca... "Sus!" yaptı./ Bu durumda... "Öyleyse yanıtımı yarın gazetede okursunuz!"/... okumadı, çünkü o akşam gazete kapatıldı./ Askerlerin egemen olduğu yönetim bir öyle, bir böyle gidiyor.../.../... Cumhuriyet'le aramız epeydir... limon. Yolladığım yazılar çıkmıyor... Ulus'a vermeye başladım... ama "Bütünü Kurtarmak" adlı yazım çıkmadı... sormak için Subaşı'nın odasına girdim... kendisi açtı: "Bülent Bey sizin yazınızın birkaç yerini sakıncalı buldu..." dedi, şaşırdım. Bülent Bey dediği Ecevit.../.../ Çok kibar söylüyor... Gürsel Paşa'nın iyi niyetini belli ettim... yazı çıktı" 455-457
-"İmece.../... dergimizi çıkarmalıyız./.../... "İlk sayıya... İnönü'den bir yazı alınacak...".../.../... Mahmut... İnönü'den buluşum aldı... Söyleyip yazdırdı... düzeltti.../ Mahmut... Paşa'nın titizliğine şaştı.../.../ 1961 martının başıydı.../.../ Kısa bir süre sonra İstanbul'dan olumsuz haberler gelmeye başladı. Görüşler ikiye, üçe ayrıldı.../.../ Bir süre sonra haftalık başka bir derginin hazırlığı gündeme geldi. Başında Doğan Avcıoğlu var. Mümtaz Soysal ile birlikte çalışacaklar... bildiri hazırlamışlar... "yön" anlatılıyor. Metni imzaya açtılar.../.../ Yön'cüler Forum'culara benzemiyor... tartışmak yok... şef yönetimi egemen" 459-461
-"Getirip sansüre verdiler... Takıldığı anlaşıldı. Senaryosuna izin verdiklerinde hava biraz iyiydi. Arada seçimler yapıldı, Meclis'e, Senato'ya gericiler girdi... Yılanların Öcü'nün sansür öyküsü... üzücüdür.../.../ "... senaryoya izin verilmişse de, filmde birtakım tadiller gerekir!" diye karar çıktı.../.../ Aynı zamanda tiyatrosu hazırlanmıştı... yasakladılar" 468-470
-"Gürsel Paşa.../ "Teşekkür ederim, vatana hizmet ettiniz Baykurt..."..." 481
-"Romanya'da bir yayınevi ile sözleşme yaptım. Yılanların Öcü... yayımlayacaklar. Bizim Dışişlerinin haberi olmuş... caydırmışlar" 490
-"Rauf Bey... enstitüleri doğuran nedenleri anlatıyor./ Okuryazarlık köylerde sıfıra yakın. Ermeniler gitti, sanatlar yok. Rumlar gitti, Yahudiler azaldı, ticaret yok" 495
-"Behçet Kemal Çağlar ile Suphi Baykam da geldi: söz istediler. "Acaba sağcılardan yana mı konuşacak bunlar?"... "hakkında" konuşacaklarmış. Çağlar konuşacağı zaman Dursun kulağıma eğildi: "Daha ilk cümlesinde Atatürk diyecek, bak dikkat et!" O da duymuş gibi, "Yüce Atatürk!" diye başladı.../.../ Suphi Baykam: "Kanımca köy davamız hala önemini koruyor... bir adım daha vardır; o da büyük Atatürk'ün Millet Mektepleri dediği gece okullarıdır... köy enstitülerine karşı çıkmak, milletin okutulmasına karşı çıkmaktır... demokrasiye karşı çıkmaktır" 498, 499
-"Köy enstitüleri tartışmasının ikincisi.../.../... çopur delikanlılar Tevetoğlu'nu çılgın gibi alkışladı.../.../ İlk sözü gene Rauf İnan'a veriyor. Gençlerden ikisi hemen söz atacak oluyor.../.../... çopur delikanlılar sataşıyor.../.../ Tevetoğlu'na geldi sıra. Alkış alkış.../ "... komünizm... etkinlik gösterir..."... alkış patlıyor.../ "Fakat yağma yoook! Bu yurdun bekçileri var. Mel'un planlar keşfedilmiştir.../.../ Hayır; köy enstitüleri yeniden açılmayacaktır! Çünkü buna izin vermeyeceğiz!..."/ Salon alkışlarla inler... eski müfettiş Ali Uygur'a söz verdi.../ "... kontrollerin hepsini yaptık./ Bir:... Türk ahlak ve töresine aykırı olarak öğretmen ve öğrenci eşitti... Amaç, komünizm gelip kolayca yerleşebilsin!/ İki... kız erkek bir arada... kızlar gebe kalıyordu.../ Üç:... al bayrağımız başta... ulusal değerlerimize... aşağılayıcı telkinler yapılıyordu... Türklerin ezeli düşmanı Ruslara karşı, özellikle edebiyat yoluyla hayranlık uyandırılıyordu..."/... Ankara İmam Hatip okulunda okuyan çopur delikanlılar, şimdi daha çok bağırarak... kendilerine yüklenen görevi yerine getiriyorlardı.../... slogan atmaya başladılar; "Komünistler Moskova'ya!...".../... Başkanın çağırdığı polisler ise gelmiyordu./.../ Çantamı alıp... yürüdüm. Ali Uygur... Tevetoğlu... kıs kıs gülüyor. Kurtçuklardan elle, kolla sataşanlar var./ "Terbiyesizlik yapmayın! Hayvan mısınız siz?" diye bağırdım.../ Yoksul köylü çocuklarının doldurulduğu İmam Hatip Okulları, ilerde bu türlü toplantılarda pek çok hizmet yerine getirecekti" 503-508
-"Yılanların Öcü.../.../... gösterilmesine izin çıktı.../.../ Eşi dostu çağırdık... sinemaları dolaşıp Kızılay'dakine geldik. Çıktık sahneye. Selamlıyoruz. Önceden yerleştirilmiş çopur delikanlılar bir ağızdan bağırıp çağırmaya başladı... mürekkep şişesi atıyorlar... slogan atıyor: "Komünistler Moskova'ya!..."/... Salondaki solcular toplandı birden... Kurtçukları tutup tutup atıyorlar yere" 509-511
-"Açılışlarla birlikte bütün yurtta gösterim başladı... İmam Hatipliler topluca bilet alıp yuhalamaya geliyor./ Ankara'da... 30 kişi... jiletle... oturduğu koltuğu dilmiş./.../ Siyasal.../.../... Ergin Günçe konuştu:/ "Arkadaşlar; usuldan usuldan, hem de devlet eliyle gerici kadrolar yetiştirme işine hız verildi... kaba güce başvuruyorlar. Polis ses çıkarmıyor..."..." 514, 515
-"Öğretmen arkadaşlar... filmi görmek istediler.../.../... 45 bilet ayırıver!.../ "... toplu... yasak!" dediler./.../... ayırdılar... izliyoruz... bir karaltı... "Dışarı kadar gelir misiniz?"/ "... Emniyet Müdürlüğüne kadar gideceğiz." diyorlar./.../... yedi bey oturuyor.../.../ "45 kişilik bilet aldınız?"/.../... "... oraya gitmeyin... güvenliğiniz tehlikeye girer; biz sizi evinize götürelim!" dediler./.../... bir kaygı almış: "Fakir'i kaçırdılar!..." diye" 519-521
-"Hasanoğlan Gösterimi/.../ Okulda ABD'li üç uzman var. "Öğretmen yetiştirme" projesi uyguluyorlar... Filmi görmeye onlar da kalmış. Pek yaklaşmıyorlar bana.../.../... Öğrenci Derneği yöneticilerini Disiplin Kuruluna verip İsmail Gençtürk'e, İsmail Çoban'a okuldan uzaklaştırma cezası verdiler... okula döndüremedik.../ İsmail Gençtürk bir orman işletmesinde iş buldu. İsmail Çoban Almanya'nın yolunu tuttu.../ Bu arada Amerika'ya gitme sıram geldi. Pasaport almam çok zor oldu. Ama sonuçta bu kez engel olamadılar... gidip bir yıl kaldım" 523, 526, 531
*
27.4.2018

14 Nisan 2018 Cumartesi

DÜŞÜNCENİN BIRAKTIĞI İZLER

Osman Çelik, 1988, Gelişim Matbaası, Ankara

Merhum Osman Çelik 1966-1988 döneminde yazdığı yazılardan bazılarını bir araya getirmiş, düşüncenin bıraktığı izler demiş!
Gerçekten de öyle olmuş!
Merhum, muhtelif konularda, ciddi ciddi düşünmüş, belli ki, çok yoğunlaşmış, çok emek sarfetmiş. Bu kitapla da, düşüncesinin izlerinden bazılarını aktarmış!
*
Neler yok ki!
Çeşitli teorik-tarihsel konular...
Sosyal konular...
Bazı kitap ve kişiler konusundaki düşünceler...
*
Ancak bir hususu şaşırtıcı buldum: Bu kadar yoğun bir şekilde düşünüp yazan merhum, Çerkes Ethem konusunda yazmamış...
Yoksa yazmış mı?
Düşüncesini bilmek isterdim!
*
Ben merhumu, 1990'lı yıllarda, Çeçenistan'da savaş varken tanıdım, ciddiyetine, duyarlılığına, Kafkasya sevgisine, çabasına-emeğine şahit oldum, kendisini sevdim, saygı duydum, ve, duygu ve düşüncelerimi de adına hazırlanan bir kitap için yazdım.
*
Düşüncesinin izleri, merhumun ne denli ciddi bir düşünce adamı olduğunu gösteriyor. Hem ciddi ve duyarlı hem de emek verip çaba gösteren biri...
Düşünmüş, yazmış, odağında da hep Kafkasya olmuş!
*
Öğretici!
*
Yararlandım.
*
Ama içerik olarak katılmadığım kısımlar da var.
*
Tam olarak bilmemekle birlikte, merhumun sol karşıtı olacağını düşünür-tahmin ederdim, ancak, sol karşıtlığının ölçüsünün bu denli şiddetli olacağını düşünemezdim, algılayabildiğim kadarıyla komünizm karşıtlığının şiddeti beni şaşırtacak ölçüde imiş!
Hatta, o beyefendi insanı, çileden çıkaracak kadar...
*
Burada söylemek istediğimi, sanırım, şu iki alıntıdaki üslup, benim sözlerimden daha iyi yansıtır; ilkinde, kendi kitabının eleştirisi karşısında, tavır nedeniyle üzüldüğünü belirtirken, ikincide, kendisi eleştirirken, utanma yokluğu-yüzünün derisinin kalınlığı gibi ifadeler kullanabilmiş.
Tanıdığım o beyefendi insanla bağdaştıramadığım bir üslup...
Bu da komünizmin etkisi olmalı!
1) 1979, "NART SAVSUR'A/ "Nart Savsur", takma bir ad. Bu adın arkasındaki bir "Muhterem"... son yazımı eleştirmiş.../... alaylı... tepeden bakma eda yazı boyunca devam etmiş./ Eleştiri medeni bir usul; gerçek demokrasilerde, insani, hukuki bir haktır. Yazım, olumsuz şekilde ele alındığı için değil, takınılan tavır, kullanılan ifade beni üzmüştür.../.../ Halinden memnun "uysal bir köle" olsaydım, yazmaz susardım. Köşemde keyfime bakardım. Ulusal bir sancım var ki, "Ben de varım!" diyorum./.../ Sen kalkacaksın; ihtiyaç duyduğunda, İmam Mansur'la, İmam Şamil'le Hacı Murat'la öğüneceksin. Sonra, her şeyi unutup, "Turan safsatası" diyeceksin. Kuzey Kafkasya'da binbeşyüz yıldır oturan Karaçay-Balkarları inkar edeceksin. Ama, işine gelince, günümüz Kafkasya'sında yaşayan Karaçay-Balkar aydınlarıyla öğüneceksin. Dilediğin Turani kökenlileri kendinden bileceksin, istemediklerini unutmuş görüneceksin. Bu zeka biraz fazla değil mi?/... Biz, Kuzey Kafkasyalı kaslarla Turani kökenlilerin aynı kültür potası içinde piştiğine inanıyoruz. Bu inanç, Turani kökenliler dahil, her Kuzey Kafkasyalıda vardı. Ta ki, Sayın Savsur gibileri sol hummaya tutulaana kadar./ Şunu da hemen hatırlatayım. Bağımsızlık yolu sağ ya da sol ideolojiden geçmez.../.../ Kafkasya davası, bir bütündür. Amaç, tam bağımsızlıktır./ Başarının şartı, "Birleşik Kafkasya" dır.../.../ İkiyüz bin Çeçen-İnguş'un, yirmibeşbin Karaçay-Balkar'ın yurtlarından nasıl sürüldüğünü, cümle alemin bilmediğini sanıyor. Sayısız bireysel kıyım ve sürgünün olmadığını farzediyor. Komünist rejime ters düşen aydınların, nasıl temizlendiğini bilmez görünüyor. Bizim Turancılık yaptığımızı iddia ederken, Slav ırkının akıl almaz zulmünü aklı sıra gizlemeğe çalışıyor" 175, 177, 179-181
2) 1980, "KİTAPLAR/ "Ulusal Sorun ve Çerkeslerin Konumu", Yazan: Murat Özden.../ Kitap... asıl gayenin; komünizme, özellikle Rus emperyalizmine hizmet etmek olduğu açıkça görülür./.../ Adığe dilinde, "vursı" (vurıs) diye bir kelime vardır. "Düşman", anlamına gelir. Aslında bu, "Rus" adının karşılığıdır... her türlü düşman için, bu kelime kullanılır... kendi soyundan ruhça uzak kalanlar, bu gerçeği kavrayamazlar./.../ İlk bölümlerden biri... marksizmin ne harikalar yarattığını, "uluslara" ne büyük "özgürlükler" sağladığını anlatıyor. Güya komünizm; "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını" getirmiş. Lenin: "Proleterya, bir ulusun bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yanadır." demiş. Büyük laf etmiş. Etmiş ama; Rusya İmparatorluğu içinde bulunan yirmiye yakın mahkum millet; "biz, Rusya'dan ayrı bağımsız bir devlet kurmak istiyoruz." demek akıllılığını gösterememiş "insaf", "utanma" kavramlarını tanımayan, komünist ahlakına bakınız. Sormak gerekir: "Rusya içindekiler bir yana; Macaristan ve Çekoslovakya'dan ne haber?"/ Bu görüşlerin karşısında olanlar geri zekalı imiş! Keskin zekaya bakınız! Daha doğrusu, bu sözleri yazabilen adamın yüzündeki derinin kalınlığını ölçünüz./.../... Rusya, 18 Mayıs 1918 tarihinde kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti'ni, gerici bir hareketin ürünü sayarak, bu genç kardeşine saldırıyor. Yazar, bunu alkışlıyor. "Mart 1920'de tüm Kuzey Kafkasya toprakları gerici beyaz yönetimden kurtarılarak, yeniden devrimci yönetimler kuruldu." diyor./... Teraki... Afganistan'ı buna örnek gösterilmiştir.../ Afgan Halkı, "ulusal eşitlik" ve "sosyalizm" yolunda "önemli adım" atmanın kefaretini ağır bir şekilde ödemektedir.../.../... Kafkasya'daki "uluslara" geniş "özgürlükler" verildiğini, dile getiriyor. Bunu yaparken de savunduğu bazı şeyleri kendi kendine yalanlıyor. "Örneğin yerli dilin nüfus çoğunluğunca konuşulduğu özerk bölge ve özerk çevre yok gibidir. Birlik ve özerk cumhuriyet birimlerinde bile yerli nüfusun sayısı artmakta, fakat oranı düşmektedir." diyerek, Kuzey Kafkasya'nın "Rus Denizi" içinde yavaş yavaş nasıl batmakta olduğunu itiraf ediyor./.../ Komünizmde, asla milliyetçilik söz konusu olmazmış. Çünkü, bütün "uluslar" kardeşmiş.../ Bu sözlere, aancak, Lenin ve Stalin kadar has komünistler inanır./.../ Yazar, milli varlığımızın yokolması gibi bir tehlikeyi anlatmak için yola çıkmışken bundan vazgeçiyor; herşeyi komünizm adına feda ediyor. Zaten asıl yapmak istediği de bundan başka bir şey değildir./.../... Lenin'in hiçbir zaman uygulanmamış, yalan olarak kalmış, boş sözlerini yeniden yutturmağaa çalışmaktadır./.../ Rusya'nın, milletimizi yoketmek için yapmadığını bırakmadığı halde, biz yine de, Sayın Yaazaar'a göre şükran borcumuzu ödemeğe devam etmeliymişiz. Kendi asıl vatanımız üzerinde hak iddia etmek yerine, Rus komünist partisinin proğram hedeflerine varması için çalışmalıymışız. Türkiye'yi Sovyetlere bölmek için, kaynağı ne olursa olsun bütün komünistlerle işbirliği yapmalıymışız./ Bu tür düşünceler, zeka ürünü olmaktan ziyade, ruh bozukluklarından kaynaklanır. Kişinin soyuna karşı yabancılaşmasıdır. Milletimiz bu tipleri çok iyi tanır./.../... "Dönüşçü" tezi savunanlar varmış. Bu, devrimci maskesi altında küçük burjuva hareketiymiş... Zaten böyle bir istek devrim yasalarına ters düşermiş.../.../ Kendi milleti aleyhine işleyen, bu kadar alçalmış bir vicdan bulmak son derece güçtür. Böylesine çürümüş beyinlerin aramızdan çıkabilmesi, utanç vericidir./.../ Bu tür isteklerde bulunanlar, milliyetçi faşistlermiş.../ vatanları ve milletleri için bağımsızlık isteyen Kuzey Kafkasyalılara; faşist, Nazi ve Amerikan işbirlikçisi diyenler, sadece Rus uşaklarıdır. Asıl işbirlikçiler, vatanından ve milli bağımsızlık idealinden vazgeçenlerdir. Rusya'nın dünyaya hakim olma sevdasına hizmet edenlerdir./ Süper bir devlet, büyük bir güce sahip olduğu kabul edilen Rusya'ya gelince! En büyük güç Allah'tır. Maddeye tapanlar bu gerçeği bilmezler./ Rusya, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, doğal genişleme sınırlarına ulaşmıştı. Afganistan'ı işgal etmekle bu sınırı aşmıştır. Geriye doğru saymanın ilk adımlarını atmıştır./... Sovyet Rusya İmparatorluğu'nun yıkılacağı günler pek uzak değildir./.../... "Dönüş gibi saçma bir istekten vazgeçere, Türkiye'deki rejimi yıkalım; burada özerk bir topluluk olalım." demek istiyor. Fakat, dili bir türlü tam çözülemiyor./" 201-207
*
Kitaptan diğer bazı notlar:
-1966, "TEMEL VE MALZEMESİ/.../ 1917 Bolşevik İhtilali, Rusya'da tam bir anarşi meydana getirmişti. Rus olmayan bütün milletler istiklal için harekete geçmişlerdi. Kırım'da bunlardan biriydi. Kırım'da halk, bilhassa köylüler uyarılmaya muhtaçtı. Bu maksatla, Kırım istiklal hükümeti, anavatandan öğretmen istemişti. Anavatan; mağlup, her bakımdan yıkılmış olmasına rağmen, bu isteği cevapsız bırakmadı. Ş. Bektöre, yola çıkışlarını şu şekilde anlatır: "Elliden fazla öğretmenle, İstanbul'dan ayrılarak Kırım'a gidiyorduk... bir an önce vazifemize başlamak için çırpınıyorduk."/ Volga Kızıl Akarken, Anlatan: Prof. Şevki Bektöre./ Ş. Bektöre Kırım'da, Kuruözen Köyü'nde öğretmenlik yapar, Akmesçit'te gazete çıkarır. Fakat, çok geçmeden komünistler Kırım'a girerler... Bektöre... Türkiye'ye dönmedi. Mücadeleye devam etti. "Türkiye'nin müdafaası buralardan başlıyor." diyordu. Kafkasya'ya geçti. Bakü... Daha sonra, Türkmenistan'da, maarif teşkilatında görev aldı. Orada da rahat yoktu... 1930 isyanı kanla bastırılıyor.../.../ Komünist Rusya'da suç işlememiş olmak mühim değildi. Suçu kabullenmek mühimdi... Bektöre inat etmişti. İtiraf etmiyor... Hem neyi itiraf edecekti? 1930 isyanı, baskı rejimine bir direnişti. Bu direniş, doğal bir haktı. Komünistler bunu biliyorlardı.../.../ Zerefşan kampı... Orta Asya'da ve Sibirya'daki yüzlerce kamptan biriydi. "Sovyetler Birliğinde, mecburi çalışma kampları, lüzumlu ihtiyaçları karşılamak ve hükümetin siyasetini desteklemek maksadıyla meydana getirilmiştir."... "İnsan hayatına, şeref, ahlak gibi manevi değerlere zerre kadar kıymet vermeyen komünistler...".../.../ İkinci Dünya Harbi... "Alman orduları süratle Rusya içinde ilerledikçe... Halkta, zorla cepheye gönderilmek korkusu hakimdi. Hiç kimse Bolşevikler uğruna hayatını kaybetmeyi istemiyordu.".../.../ Harpten sonra çalışma kamplarında temizlik başlamıştı. Bektöre'yi: "Mahkumiyetin bitti." diye serbest bıraktılar. Yaşlanmış Bektöre'ye yapılacak başka muamele yoktu. Türkiye'ye dönmek için müracaat etti. Aldığı cevap:/ (-... Senin Türkiye'ye gitmene müsaade edilemez. Zira sen, tehlikeli bir adamsın. Türkiye ise, bizim, Amerika'dan sonra en çok korktuğumuz yerdir.)/.../ Sibirya'ya bir çok milletler sürülmüştü... Çeçen-İnguşlar... Sibirya, milletler hapishanesi haline gelmişti... Alman kadın ve kızlarına hayasızca tecavüz ediliyordu.../ Bektöre'nin Sibirya'daki mahkumiyeti 1956 senesine kadar devam etti. İhtiyarlamıştı... Son on yıl, Türkiye'ye dönmek için durmadan mücadele etti... Nihayet 7.Eylül.1956 da, ihtiyar Bektöre'yi sevindiren haber çıktı. Pasaportu tamamdı./... Viyana, Belgrad üzerinden, İstanbul'a doğru uçtu. Yeşilköy'e indiği zaman heyecanlanmış, gözleri yaşarmıştı. "Birden etrafımı kalabalık bir gazeteci grubu sarınca..."/ Komünistlerin işkencesine, 25 yıl dayanan Bektöre; ertesi gün, gazetelerin en mühim konusu olmuştu. Halbuki, komünist Rusya'da, Bektöre gibi binlerce, milyonlarca insan hala inliyordu./ İşte, komünist binasının temel malzemesi: Milyonlarca insanın hayatı. Milyonlarca insanın karşılıksız emeği.../.../... "Tanrı benim!" diyen Mısır Firavunları, Kızıl Şeflerde çok daha samimi idiler. Firavunlar kullarına, Tanrıca davrandılar. Kulları, kendilerine: "Tanrıdır" diye itaat ettiler. Gerçek değildi. Fakat, tatlı bir oyundu. Ya Kızıl Şefler! Cennet vadederek milyonları cehenneme sokmaları. Milyonlar, cehenneme girdikten sonra anladı sahtekarlığı.../ Evet. Bir devletin elinde, milyonluk ırgat grupları olur ve bunlar bedava çalışırsa, hazine elbette dolacaktır./ Dünyanın diğer ülkelerinde, hür camiada; bazı kuş beyinli aydınların gözünü boyuyan, parlak Rus zaferinin temelinde bu gerçekler yatmaktadır" 13, 15-23
-1966, "BÜYÜKLERİN PROJELERİ, KÜÇÜKLER VE ESİRLER/.../ Irk, fiziki karekterlerin müşterek olmasıyla izah edilir. Millet, ruhi unsurlar ve kültür birliğidir.../.../ 18. asırda, Fransa'da bir "Filozoflar nesli" yaşıyordu. Bu nesil, olumlu bir fikri çalışmanın eseriydi. Filozofların, Fransız milletinin hayatını ve hudutlarını aşan evrensel fikirleri vardı.../... Avusturya İmparatoru II. Joseph ile Rus Çariçesi II. Katerina, "Rum projesi"nin ana hatlarını, gizli olarak çizmişlerdi. II. Katerina'nın filozoflar nesliyle, sözde, samimi ilgilenişine karşılık; filozofça eserleri ve davranışlarıyla, filozof hükümdar ünvanını alan Büyük Frederik, ikili, gizli anlaşmaya, başka maksatla katılınca üç kafadarlar çetesi tamamlanmış oluyordu. Rum projesi ile, Türk'ler Balkanlardan ve Ön Asya'dan sürülecek; üçlü ittifakla Lehistan pay edilecekti.../... Fransa... ihtilalle çalkalandı... kanlı hadiselere sahne oldu... Fakat filozoflar, fikirlere ve hadiselere kendi özel damgalarını vurmuşlardı... 1791 Fransız Anayasasına da şu fasıl girmişti: "Fransız milleti fütuhat gayesiyle herhangi bir harbe girişmekten vazgeçmektedir. Kuvvetlerini hiçbir milletin hürriyetine karşı, hiçbir zaman kullanmayacaktır."... bu hakkı teslim duygusunun sürekli kaynağı olacak gerçek samimiyeti, hiçbir zaman taşımamıştır. İhtilalin meşhur ettiği bir asker, İmparator ünvanıyla Avrupa'yı harabeye çevirdikten sonra, Rusya'ya gayesiz bir sefer yapmıştır./ Fransa, sözde şerefi için savaşıyordu. Değişen bir şey yoktu. Filozofların: "Milletlere hak ve istiklal" parolası, Fransa'nın boynunda bir altın haç gibi sallanıp kalmıştı./ 19. asırda, iktisadi meseleler... "Milletlere hürriyet" fikrinin mahiyet ve yönünü değiştirmiştir... kötü şartlar altında yaşayan binlerce işçi, huzursuzluğun, her türlü kargaşalığın kaynağı olmaya başlamıştı... Gür sakallı bir Alman Yahudisi işçilere arka çıkmıştı. "Dünya işçileri birleşiniz!" diyordu. Büyük şehirlerin etrafında, her türlü manevi değerini yitirmiş, makineleşmiş insan yığınlarına fazla güvenmişti. Gür sakallı Yahudi, dünya ihtilalini müjdelemişti. Modern çağların peygamberi gibi konuşuyordu. Milletleri ayıran kesin hatları görmemezlikten geldiği için, büyük bir yalancı olarak kaldı. Fakat, yalanları gerekli etkiyi yaptı. Hiç gönül vermediği köylüler, fabrika işçilerinden daha baskın çıktı.../ Savaşın sebepleride değişmek üzere idi. Savaş için, iktisadi kaynaklar, istihsaller ve bunların planlanması esas oluyordu... Fransa'da yayılan, bir an için değer kazanan, "Milletlere istiklal" sözleri, iktisadi sebepler yüzünden tekrar unutulmuştu. Sözde, tek insanın, topluluk içindeki hürriyeti ve hakları ele alınmıştı./ 19. asırda, alt yapı buydu. Üstte, klasik müesseseler aynen duruyordu. Dış siyasetin sahte, kaypak yüzü değişmemişti.../ Kırım harbinden sonra, 1856 da Paris'te toplanan taraflar, asrın en dikkate değer kararlarını imza altına almışlardı. "Menfaat, ancak, kuvvetlilere feda edilerek, zaifler zararına elde edilmektedir." Sözü, tam anlamıyla uygulanmıştı. Galipler, mütecavize "Artık Yeter!" diyecekleri yerde; kendi aralarındaki menfaat savaşı yüzünden, Kırım'ı ve Kafkasya'yı feda etmişlerdi. Müttefiklerle savaşan Kafkasya, konferans salonuna alınmamış; hayatı savaş konusu olan Kırım ise, tedrici bir ölüme terk edilmiştir... Esir milletlerin dünkü hamisi Fransa, Paris antlaşmasında, İngiltere ile Asya üzerinde, menfaat ve nüfuz savaşına girmişti. Bu yüzden de Rusya mağlup olmasına rağmen, en karlı olarak, antlaşma salonunu terk etmişti./ 19. asrın son, 20. asrın ilk yıllarında, büyük devletlerin hak anlayışı değişmemiştir... Hukuk ve siyasi kanaatların bu hantal yürüyüşüne karşılık, saavaş makinesi korkunç bir mahiyet almıştı... Savaş, bütün bir memleketi harap ediyordu. Onun için, savaşı kendi gözleriyle gören halklar, baştakileri tutmada ve seçmede, eskisi kadar cömert davranmıyorlardı. Bu, halk idaresinin doğması demekti. Bir taraftanda milletler, kendi toprakları üzerinde, savaşsız yaşamak arzusuyla, birazda, hakların iadesi fikriyle beslenmek zorundaydı. Zira, hakların çiğnenmesi, savaşın sebebi oluyordu. Bunun için; I. Dünya savaşından sonra, Cenevre Milletler Cemiyeti, II. Dünya savaşından sonra da Birleşmiş Milletler Teşkilatı kurulmuştu./ Cenevre Milletler Cemiyeti, büyük devletlerin vesayeti altında kurulmuştu. Bir mütecavize karşı koyacak, hiçbir hazırlığı yoktu.../.../ Birleşmiş Milletler Teşkilatı, hazırladığı -"İnsan hakları beyannamesi"- ile, küçüklere ve esir milletlere ümit ve heyecan vermişti.../... Teşkilatın ana hedeflerine gidebilmesi, güçlülerin insafına terk edilmiştir.../.../ Sovyet Rusya, bir dünya devleti hayal etmektedir.../ Amerika, bunun aksini düşünmektedir... Devletlerarası münasebet, hakkaniyet esaslarına dayanacaktır. Serbest çalışma ve serbest mübadele, iç ve dış düzeni sağlayacaktır.../.../ Belki, Amerika, Rusya kadar suçlanmaya hak kazanmayabilir. Ancak, Rusya'nın bugünkü hale gelmesine, Amerika'nın ve dostlarının gafleti sebep olmuştur. Dünyanın tamamını istemeyecek bir Rus projesi, Amerika için muteberdir. Bugünkü hudutları içinde Rusya, istediği zorbalığı yapabilir.../.../ Türkiye; Cumhuriyet öncesinin kısır dünya görüşü, Türk milletinin başına büyük felaketler getirdi. Cumhuriyet sonrasının temelsiz, sulh ve batı uygarlığı parolası, devletin varlığını küçültücü bir faktör olarak gelişti. Büyüklüğünü besleyen, ırki ve kültürel kaynaklara sırtını çevirmiş oldu. Hak çerçevesi içinde, kutsal bir hedefi nişanlama yerine, tarihiyle öğünen cüce bir devlet oldu. Ama, Türk milletinin özü bu değil! Millet, büyüklüğün yollarını gösterecek liderler serisini beklemektedir./.../ Doğu Avrupa halkları, yerli hainlerle kızılların işbirliği sonunda mahkum olmuşlardır" 37, 40-49
(Merhum Çelik'in milletin beklediğini belirttiği liderlerden en azından birisi bugün mevcut olan lider olmalı, ama, maalesef kendisi göremedi!)
-1966, "NEVRUZ'UN DÜĞÜNÜ/ Mevhum bir mevsim. Güneşin doğduğunu düşünün. Dağların, beyaz-gri bulutlardan sıyrılmış, çelik tolga giymiş yüce tepelerini görürsünüz. Farzedin, böyle dağları olan bir ülkedesiniz. Dağların, kar-buzul kaplı dik yamaçlarından aşağı doğru ininiz; siyah, kırmızı, morumsu toprak... Sonra orman! Daha sonra, tatlı bir meyil. Çim ve çayırlardan geçin; ekili, verimli topraklara giriniz. Vadi tabanında tembel tembel akan bir ırmağın kenarında bir süre yürüyünüz. Yoruldunuz. Durun! Geldiğiniz yere doğru dönün. Ne görüyorsunuz? Renk ve ses cümbüşü. Değişim. Canlı ve ölü varlığın müşterek tablosu./ Bağ ve meyve bahçeleri ile orman arasında bir yeşil berzah" 51
-1968, "SAVAŞ VE BARIŞ/.../... Savaş; direnmek, var olmaktır. Bir harekettir. Yaşamaktır./ Barış nedir?... barış... Sonsuz farklılığın varlığını kabul etmektir. Barış, tek bir düşünce, değişmeyen bir tek düzen yaratma hayalini terketmektir.../ Barış, durgun bir düzenin adı değildir. Düşüncenin sonsuz farklılığına rağmen, bir prensibe bağlı olmasıdır. Her düşüncenin, sahibi adına, haddini bilmesidir./.../... Sözde, barıştan yana, çok emek çok masraf yapılmaktadır. Hepsi sahte!" 57, 58, 61
-1968, "GÜRCÜSTAN/ (Yazan... Ahmet Özkan (Melaşvili...)/ Kitap.../.../... Sovyetlerin taksimatına göre; bugünkü Sovyet Sosyalist Gürcüstan Cumhuriyeti'ne, Abhazya ve Güney Osetya'nın tamamı, Çeçenistan'ın bir kısmı dahil edilmiştir.../.../ XIX... Yüzyılın ilk üç çeyreğinde, Kuzey Kafkas-Rus mücadelesi fasılasız devam etti. Bu sırada (maalesef) Gürcü prensler Ruslarla müttefikti. (Gürcü Halkının bu ittifakla gönülden katıldığına inanmak çok güçtür.) Azerbaycan ve Gürcüstan'ın Rus garnizonlarıyla dolu olması, Kuzey Kafkasya istiklal mücadelesini zayıf düşürmüş ve yardım alma imkanlarını tamamen kaybettirmiştir. Sadece bir fikir düzeyinde de olsa, Gürcüstan'ın katıldığı bir Kafkasya Birliği doğmuş olsaydı, bütün Kafkasya için bağımsızlık ümit edilebilirdi... Ama, Gürcüstan aristokrasisinin hareketi aksi olmuştur.../.../ Eserin... çağ, din savaşlarının yapıldığı bir çağdır... Avrupalı savaşı kazandığı zaman, sürüyor, hayat hakkı tanımıyor, Osmanlı ise girdiği yere, bir hukuk düzeni götürüyordu" 63-67
-1974, "GEGUAKO-USAKOLAR/.../... Geguako-Usakolar, Adığelerin halk şiirlerini, halk deyişlerini en iyi bilen, en iyi söyleyen topluluklardı. Adiğe müziğini en iyi seslendiren kişilerden oluşuyordu.../.../... neden hayat sahnesinden çekilmişlerdi?.../.../... Geguako-Usakolaar, yabancı mal ve paralara karşı çıkacaklarına, onlarla birlikte ülkeye giren dine karşı çıkmışlardır. Halbuki, Onlar'ın itibarını düşüren din değil, yabancı ülkelerden gelen mal ve para idi.../.../ Geguako-Usakoları, din değil, işte bu, iktisadi sebepler ortadan kaldırmıştır.../.../... Her türlü ses şamatasının müzik kabul edildiği, onlar için binlerce lira ödendiği bir devirde, bizim milli müziğimizin değeri bir "Hiç!" midir?" 71, 73-75, 77
-1975, "ALİ İLE NİNO/... Azeri yazarı Yusuf Vezir'in eseridir.../.../... Ali Han ne kadar Asyalı ise, Nino o kadar Avrupalı. Ama, ikisinin kaderi Kafkasya'da, Avrupa ile Asya arasındaki sınır taşı üzerinde düğümleniyordu./ Ali Han, Türk ve Müslüman. Mezhebi Şii. Şii'lik O'nu ve ailesini İran'a yaklaştırmıştı... Türklüğü, ayrı bir renk veriyordu benliğine... Türkiye'ye umutla bakıyordu./ Nino ise, Gürcü ve hıristiyan. Hıristiyanlığı O'nu Avrupa'lı yapıyor, Rusya'ya yaklaştırıyordu. Gürcü kanı ikinci bir kişilik halinde beliriyor, O'nu yurduna bağlıyordu./ Ali Han ile Nino, görünüşte bu birbirini tutmaz temeller üzerine kuruyorlar aşklarını.../... Her ikisinin dostu, bahtsız Ermeni Naçararyan.../.../ Naçararyan şöyle diyordu:/ -"İşte Kafkasların en büyük üç milletinin üç temsilcisi bir aradayız: Bir Gürcü, bir Müslüman, bir de Ermeni. Aynı göğün altında aynı toprakta doğmuş, hem birbirlerinden farklı, fakat yine de aynı, Meryem, Hazreti İsa ve Ruhulkudüs üçlüsü gibi. Avrupalıyız. Buna rağmen Asyalıyız. Doğu ile Batıdan hem alıyor, hem de veriyoruz."/ Birinci Dünya Savaşı.../ Savaşın başında Enver Paşa'nın yönettiği Türk Orduları Ali Han'a umut veriyordu... Ermeni taburları Anadolu'nun içine doğru ilerledikçe, Naçararyan izahı güç bir hazla sarsılıyordu. Nino ise, bu iki devin arasında kararsızdı. Çarlığın yıkılabileceğini asla hayal dahi etmiyordu. Olanları korkuyla seyrediyordu./ Savaş, Türk cephesi için iyi gitmiyordu. Naçararyan dostluğu bozdu. Ali Han'ın nişanlısı Nino'yu kaçırdı. Nino bir barbar olan Ali Han'a göre değildi. Nino'nun duygularında da biraz ihanet kokusu vardı. Büyük savaş hattının gerisinde, başka bir savaş başlamıştı. Ali Han, dostları... Naçararyan'ı öldürdü. Naçararyanlar... Ali Han'ı... aylarca aradılar. Dostluğun yerini şimdi, kin ve kan davası almıştı. Ali Han, Dağıstan'a kaçar. Dostları ise, Nino'dan ayrı bir hesap istemektedirler. Ali Han'ın namusu ve şerefi! Gerekirse... Nino'yu öldüreceklerdir. Nino, kadınca bağlılığını ispat eder. Toprak damlı küçük bir evde, hasır üzerinde nikahlarını Seyyid Mustafa kıyar. Kayalara asılmış, topraksız, yoksul Dağıstan köyünde, mutlu günler geçirirler. Kafkasya'nın içlerinde olmak her ikisine de huzur ve güven verir./ Bu mutluluğu, sonuna kadar sürdürmek de güçtü. Bir yerde kesilmesi gerekiyordu. O da oldu. İhtilal!... Cepheler bozuldu. Kurulu herşey yerinden oynadı./ Ali Han ve Nino da Bakü'ye döndüler./... Bakü'de artık Rus idaresi yoktu. Hiçbir idare yoktu. Başıboş askerler, ne yapacağını bilmeyen memurlar, korkuyla bekleyen halk. Kafkasya Birliği'nden bahseden, fakat içten ayrı bir maksatla kımıldanan Ermenistan. Tedirgin, suskun Gürcüstan. Bakü sokaklarında kanlı çarpışmalar./ Ali Han ile Nino, bu defa İran yolunda./ İran'da geçen sıkıntılı günler. Uykulu, melankolik bir ruh dünyası.../ Bakü'de Türk Ordusu; çekilme, arkasından İngilizler.../ Kafkasya'da yeni cumhuriyetler kuruluyordu. Federal bir birlik yerine, birbiriyle uğraşan genç devletler. Kızıllar durmadan kemiriyordu bu genç toplulukları. Ermeniler büyük hayaller peşindeydi. Azerbaycan ve Gürcüstan hududuna yığınak yapıyor, Doğu Anadolu'da taşkınlıkları sürüp gidiyordu./ Sonra herşey bitti./ Kızıl Ordu, dört Kafkas Cumhuriyetini ezerek geçti. Türk hududuna dayandı. Halklara bağımsızlık vadeden komünistler, Çarlığın varisi oluyorlardı./ Genç Cumhuriyetler ölürken, Ali Han Şirvanşir gibi vatanseverler de öldü. Nino ve benzerleri de dul kaldı. Kafkasya yine sahipsizdi. Yalnızdı... tekrar zincire vurulmuştu. Bütün aydınları ya öldürülmüş ya da sürülmüştü.../ "Ali ile Nino", gerçekte Kafkasya'nın hikayesidir./ Bu hikaye daha bitmemiştir.../... O, kişisel dikbaşlık. Uzlaşmaz gurur. Ötesini düşünmeden, "Benim!" diyen sonsuz inat!" " 79, 81-84
-1975, "KUBAN VE KUBAN BALIKÇILARI/ Kuban, Kuzey Kafkasya'da; doğudan batıya akarak Karadeniz'e ulaşır. Güneyden, yine Kafkas dağlarından hızla, büyük bir gürültüyle dökülüp gelen bir sürü ırmak, çay, dere Kuban Nehri'ne karışır. O'nu besler. Nehir, Karadeniz'e yaklaştıkça büyür, yatağı genişler, suyu ve derinliği artar./.../... Balıkçıların ruhunda biraz bezirganlık vardı. Üreten ve satan bir tüccar sınıfı meydana getirmişlerdi. Seçtikleri hayat yolu; kararlılık, sükûnet ve barış istiyordu. Bu hayat; devamlı tesisler, tecrübe, sabır gerektiriyordu./ Balıkçılar, meslek bakımından ayrı bir sınıf teşkil ediyorlardı. Ama, ayrı bir ırkı temsil etmiyorlardı. Kuban'ın orta mecralarında Bjeduğ ve Şapsığlar, aşağı mecralarda ise yine Şapsığlar ve Taman Hatkoyları bulunuyordu.../ 1700-1750 yılları arasında, Kuban Balıkçıları'nın üretimi artmıştı.../ Ruslar, Baltık Donanması'nı ve ticaret filolarını kurduktan sonra, dünyaya havyarı tanıtmışlardı. Halbuki havyar, yüzyıllardan beri Volga boyundaki Türkler ve Kuban Balıkçıları tarafından üretiliyordu.../.../ Karadeniz'in tam kuzeyinde, Kırım-Rus çekişmesi devam ediyordu. Rus baskısının ağırlığı hissedilir olmasına rağmen, Kafkas limanlarında henüz emniyetli bir pazarlama imkanı mevcuttu. Bu sebeple, Kuban Balıkçıları yeteri kadar alıcı buluyorlardı./.../... balıkçılar... Kara avcıları gibi, sert mizaçlı değildiler. Uysal, barışçı, dostluğu seven insanlardı. Kara avcıları, ister yaya ister atlı olsunlar, silahları ellerinde diledikleri yere gidebiliyorlardı. Diledikleri yerde kamp kurabiliyorlardı. Hiçbir baskıyı kabul etmeyecek kadar uçarı bir hayat ve hareket serbestliğine sahiptiler. Ama, balıkçılar öyle değildi. Sabit kamplar kurmuşlardı. Taşınması güç tesisleri, malları vardı. O yüzden rahat değildiler. Zaman zaman endişeli günler geçiriyorlardı. Gün geçtikçe de, bu endişeler, açık bir güvensizliğe dönüşüyordu. Bilhassa 1750'den sonra... kara bulutlar ufukta görünmeye başlamıştı./.../ Kırım, Rusya'ya bağımlı bir ülke olmuştu. 1787 ve 1807 savaşları sonunda, Rusya Karadeniz'in kuzeyine hakim olmuştu. Kafkasya'da ise, Kuban ve Terek boylarına kadar inmişlerdi... Girdikleri yerlere, yönetici olarak değil, yerleşici olarak giriyorlardı. Yakıp, yıkıyor; yerli halkı sürüyor, öldürüyorlardı. Herşey Rus ve Rusya oluyordu./.../ Kuban Balıkçıları, Kafkasya bağımsızlık savaşlarında önemli bir lider, çıkarmamışlardır. Ne yapabileceklerini bilen insanların alçak gönüllülüğü içinde, her zaman mütevazi mevkilerini korudular. Er olarak çarpıştılar" 85, 87-90, 92
-1976, "KIRIM SAHASI ve MANGIT-NOGAYLAR, KALMUKLAR/.../... Hazarlar, Peçenek-Oğuz baskısıyla zayıfladılar. 965 yılında hanlıkları yıkıldı./.../ Peçenek-Oğuz birleşik boyları, Volga ile Dnepr arasındaki bozkırlarda yüz yıl kadar kaldılar. Kuman (Kıpçak) baskısıyla, Peçenek-Oğuz boylarının bir kısmı Balkanlara bir kısmı da Macaristan içlerine kadar ilerlediler.../ Kuman (Kıpçak) ların yürüyüşü, pek öyle gelip geçici olmadı. Volga ile Dnepr arasındaki bozkırın yüzyıllarca gerçek insan unsuru oldular. Bozkıra kendi adlarını verdiler. Yüzyıllarca yaşadıkları bu geniş alanlara "Deşt-i Kıpçak" denildi. Esasen, daha sonraki yüzyıllar zamanımıza kadar, Kuzey ve Doğu Türklüğünün hayatında Kıpçak boylarının rolleri büyük olacaktır./ Moğol istilasından sonra, Altın Orda'nın* dayandığı hakim nüfusu, Kuman (Kıpçak) lar teşkil etmiştir. Kumanlar olmasaydı, Altın Orda Devleti kurulamazdı.../ İnsan toplulukları için göç, basit, önemsiz bir olay değildir... Yaşama muhiti için gerektiğinde savaşıyor, ölüyordu./ Bugünkü milletlerin ve devletlerin doğuşu, kavimler göçü sonunda olmuştur. Yeryüzünün, ırki kabiliyetlere göre iskanı, göçler sonunda gerçekleşmiştir./.../ * (1241-1502), Doğu Avrupa'da ağırlık merkezi Aşağı İdil (Volga) boyunda bulunan Türk-Moğol Devleti.../.../... Şehirler... Altın Orda sahasında yaşayan kavimlerin kaynaştığı, dil ve kan karışımı yapıldığı, Moğolların hakim Kıpçaklar arasında asimile olduğu, toplu yaşama yerleriydi.../ Altın Orda... Hükümet merkezi Saray Berke'de Müslüman din adamlarından başka, Ortodoks rahipleri vardı... Henüz pagan (Putperest) adetlerini sürdüren Hanlar, her iki dine (İslamiyet ve Hıristiyanlık) eşit şartlarda cemaatlerini çoğaltma izni veriyorlardı./ Altın Orda Hanları, Moskova Büyük Prensini (Büyük Kneze) tayin ediyor; diğer Rus prenslerinin ona tabi olmalarını istiyorlardı. Bağımsız şehirler, bu şekilde Hanların müdahalesiyle tek idare altında toplanmıştı. Ayrıca, zamanla Hanlar, vergi memurlarını çekerek, kendi adına vergi toplama yetkisini Büyük Prense vermişlerdir.../ Moskova Büyük Prensi'ne tanınan imtiyazlar, Altın Orda'nın, Kuzey ve Doğu Türklüğünün felaketi için atılan ilk adımlardı. Verilen bu imtiyazlar, Rus Birliği, Rus Devlet Teşkilatı için lüzumlu ana malzeme olmuştur. Birbirleriyle boğuşan şehirler, birbirlerinden ayrılarak farklılaşan Slav boylarını akılsızca bir araya getirilmiştir. "Birleşin! Bizi mahvedin!" dercesine, Altın Orda Slav Birliği'ni kendi eliyle sağlamıştır./ Altın Orda, görünüşte büyük ve güçlü idi. Ancak, yapısı zayıftı. Devletin gücü, hanedana mensup göçebe feodallarının merkeze bağlılıkları ölçüsünde değişiyordu. Kırım ve batı sahası kumandanı Cuçi'nin torunlarından Nogay, Tuda Mengü Han (1280-1287) zamanından itibaren, müstakil bir hükümdar gibi hareket etmeye başlamıştı. Altın Orda'nın zoruyla Büyük Prense tabi olmak istemiyen, küçük Rus Prensleri, Nogay'dan yardım görüyorlardı. Bu gerginlik ilerde, kötü ve yüz kızartıcı bir ölçüye ulaşacaktı./ Doğu sahasında bulunan bazı kabileler de, oldukça serbest hareket ediyorlardı. Timur, Batı Türkistan'da ün kazanınca, doğu sahasındaki bu kabilelerin bazılarının, onun nüfuz sahasına kendi rızalarıyla girdiklerini görüyoruz.../ Timur, belirli bir Han soyundan gelmiyordu. Onun için, devamlı olarak yanında bir Han gezdiriyordu. Hanlara saygısı vardı... Fakat Timur, kendisini tanımayan hanların yaşamasına tahammülü yoktu. Bu sebeple, Altın Orda ile dostluğu uzun sürmedi./ Timur ile Toktamış Han ilk defa, doğu sahasında Kundurçe (Kunduzça) mevkiinde, 1391 yılında karşılaşmışlardı. Toktamış Han... zor kurtulmuştu. İkinci karşılaşma Kuzey Kafkasya'da olmuştu. Toktamış Han'ın ordusunda Kuzey Kafkasyalı atlı ve yaya kıtaları vardı. 1395'te, Terek boyunda vuku bulan savaş çok kanlı oldu. Her zaman olduğu gibi, yine Timur kazandı. Bu savaş, Altın Orda ve Toktamış Han'ın bir nevi sonunu getirmiştir./ Timur, Kuzey Kafkasya, Kırım ve Volga boyundaki bütün önemli şehirleri tahrip ve yağma ettirmiştir.../ Daha sonraki yıllar, Altın Orda'nın çöküşünün ve parçalanışının hızlandığı yıllardır. Uluğ Mehmet eski Bulgar toprakları üzerinde Kazan Hanlığını, Hacı Girey Kırım Hanlığını kurmuşlardır. Altın Orda, göçebe bir devlet durumuna düşmüştür. Aşağı Volga boyunda, kısmen Harizm'i içine alan cüce bir devlet haline gelmişti./ Bu üç devletin kesin hudutları yoktu. Bozkır, yine göçebelerindi... bu göçebeler... Bozkırın feodal birliklerini meydana getiriyorlardı. Beyleri, mirzaları, kendilerine göre teşkilatları, devletvari bir görünüşleri vardı./ Timur istilasından sonra, Altın Orda tahtı için, Hanzadeler arasında uzun süren mücadeleler olmuştur.../... Timur bozgunundan sonra Altın Orda, çok basit bir ulus olmuştur. Bu hal, sonuna kadar, Kuzey ve Doğu Türklüğünün kaderi olacaktır./.../ Altın Orda, 1480 yılına kadar, çevredeki Hanlıkların, göçebelerin saygısını toplayan eski bir "Ata ocağı" idi. Moskova Büyük Prensliği, Orda'ya, hala kuşkuyla bağlılığını ifade ediyordu... Seyyit Ahmet'in Moskova üzerine yaptığı iki seferi, Kırım ve Kasım Hanlığı yüzünden başarısız geçti. Bu seferler esnasında, Seyyit Ahmet Lehistan (Polonya) Kralı Kazimir ile, Kırım Rusya ile müttefikti./ Kırım 1475 yılında Osmanlı İmparatorluğunun nüfuz sahasına girmişti. Hanlar iç işlerinde serbestti. Kefe'de ise, devamlı olarak askeri karakterde bir Osmanlı Valisi oturuyordu... Kuzey Türklüğünün tek temsilcisi olmak isteyen Kırım Hanları da, Osmanlı sarayına daima yanıltıcı raporlardan başka bir şey sunamadılar. Yaklaşan Rus tehlikesini zamanında gereği gibi göremediler./ Hanlar, Rusya'dan vergi aldılar. Güçleri tükenince hediye kabul etmeğe başladılar. Rus şehirlerini yağmaya çıktılar. Sözde Osmanlı toprağı sayılan Kuzey Kafkasya'yı talan ettiler./ Osmanlı tabiiyetinin ilk yüzyılları, Kırım için refah yüzyılları oldu.../... Mirzaların dahili kavgaları, Osmanlı otoritesi ile bir süre durdu. Huzur ve zenginliğin kaynağı, bu sağlam ve kendinden emin yönetimden ileri geliyordu./... yüzyıllar geçti. Rusya vergi ve hediye vermez oldu. Kırım süvari kıtalarını, Rus ateşli silahları etkisiz hale getirmeye başladı. Mirzaların taht kavgalarını, zamanla İstanbul Hükümetleri önleyemez hale geldi. Bu kavgalar, Rus yanlısı mirzalar yetiştirdi./.../ Mangıt-Nogaylar, tam göçebe idiler.../.../... Volga'nın doğusuna "Nogay tarafı" batısına ise "Kırım tarafı" adı veriliyordu. Zaten, 1550 yılına kadar, Volga'nın batısında Nogay mirzalarına bağlı hiçbir boy (uruk) yoktu./ Yayık Nehri havzasında yerleşmeye çalışan Rusların en büyük düşmanı, Mangıt-Nogaylardı... Ruslar, Mangıt-Nogay feodal yapısının zayıf taraflarını çabuk keşfettiler. Veliaht durumunda olan... "Alçı İsmail Mirza" yı elde ettiler. İsmail Beğ, Rus dostu oldu. Ruslara tabi bir durum aldı./... Ticaret, mübadele şeklinden, para esasına dönüştü. Rus parası, birçok şeyi satınalır oldu... 1588 yılında Nogaylar, Moskova pazarlarına otuz bin at sürmüşlerdi.../ Kırım Sahası'nda da Osmanlı ve İran parası söz sahibiydi. Üstelik, onaltıncı asır, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında refah ve huzur devriydi. Kırım Sahası'ndaki parlak ve huzurlu hayat, Nogayları batı yakasına çekiyordu. Nitekim, 1550 yılından sonra Nogayların, Volga'nın batısına geçmeğe başladıklarını görüyoruz. 1557-1558 yıllarında, Yayık Nehri havzasında büyük bir kıtlık başgöstermişti. Kıtlık, Mangıt-Nogay göçünü fazlalaştırmıştır./ Ruslar, batıya yayılan Nogay Göçü'nü istemiyorlardı... göçü önlemek istediler. Muvaffak olamadılar./.../ Yusuf Beğin oğulları, diğer söz sahibi Mirzalar, kendilerine bağlı boylarla 1558-1559 kışında, Volga'nın donan kısmından batıya geçtiler.../... araba üstünde taşınan çadırdan evleriyle binlerce kilometre yol almıştır./... Volga'nın batısına göçenlere "Kiçi Nogay", doğuda kalanlara... "Ulu Nogay" adı verilmiştir./ 1588 de, yine önemli Nogay Göçü olmuştur.../.../... 1580 yılında Ruslar, Altın Orda'nın ikinci hükümet merkezi Saraycık Şehrini işgal ederek yağma ettiler... 1584 yılında Yayık Kalesi'ni kurdular. 1600 yılında Nogaylardan boşalan Ufa ile Samara arasını işgale başladılar.../ 1601 yılı kışı, Yayık çevresinde oturan Nogaylar için acı oldu. Önemli kışlak merkezleri Rusların kontrolü altındaydı... Mirzaaları Saydak ve Tin Ahmet Oğulları kendilerine bağlı boylarla Kuban ve Kırım hududuna göçettiler./... Saydak ve yakınları Kuzey Kafkasya'yı özellikle Terek ve Kuban ötesini zorlamaya başlamışlardı. Bu yüzden, kanlı bir şekilde Kabartay-Nogay çatışması oldu./ Göçlerden memnun gibi görünen Kırım, göçebelere gerekli ilgiyi göstermiyordu... Nogayların Kuzey Kafkasya'ya taarruzları Kırım Hanlığı'nın yol göstermesiyle olmuştur./ Rusların Volga boyunu kontrol altına almalarından sonra, her iki tarafa vaki göç hareketi bir süre durdu./ Osmanlı toprakları sayılan Kırım Sahası'ndaaki Nogaylar, hiçbir zaman Kırım Yarımadası'na sokulmadılar... bozkırda göçer hayat sürdüler. Kırım ve Osmanlı ordularına atlı kıtalar verdiler.../.../... Doğu Moğolları daha 1447 de batıya doğru harekete geçmişlerdi... Doğu Moğolları'nın baskısıyla, 1552 yıllarında Kalmuk hareketi de batı yönünde baskısını sürdürdü./... 17. asrın son yarısında, Kazakistan'ı kontrolleri altında tutan Kalmuklar; hafif, çok seri hareket eden süvari birliklerine sahiptiler. Hazır kıtaları, daima yüz binin üzerinde oluyordu./ 1630 yıllarında Kalmuk öncüleri, Volga kıyılarına varmışlardı. Bu sırada, Rus istilası yüzünden parçalanmış, dağılmış, Mangıt-Nogay ve Batı Kazakları, Kalmukları bir kurtarıcı gibi karşılamışlardı. Ne de olsa, Kalmuklar bir Asya kavmi idi./... 1600-1608 yılları arasında Mangıt-Nogay, Kazak, Başkurt ve Kalmuk hareketi müşterek oldu. Rusların elinde olan Tobil, Tümen ve Ufa kalelerine müşterek taarruzlar tertip edildi./ Çok geçmeden, Kalmuklara bağlanan ümit boşa çıktı. Batı Kalmuk Hanı, 1655 yılında Ruslara tabi oldu. Volganın batısına geçti./ Kalmukların Volga boyundaki hayatları, gayesiz ve istikametsiz bir şekilde geçmiştir. Budist olmalarına rağmen, eski pagan adetlerini de sürdürüyorlardı. Koyu göçebe idiler... çevrelerindeki Müslüman Türk boyları ile birlik ve barış içinde olmalarına imkan yoktu... her istikamete yönelttikleri gayesiz ve mantıksız saldırılarıyla kendilerini sonunda tüketmişlerdir./... 1635 de, Mangıt-Nogayların üçüncü büyük göçü başlamıştır. 1640 yıllarında, bütün Nogay ileri gelenleri Kuzey Kafkasya ve Kırım hududunda toplanmışlardı... Nogaylarla Kalmuklar arasında şiddetli çarpışmalar olmuştur./.../ Bazı Nogay Mirzaları, 1641 yılında... Volga'nın doğusuna geçtiler. Rusya'ya tabi oldular... tekrar batıya, Kırım Sahası'na döndüler. Kırım-Osmanlı uyruğu oldular. Bir kısım Nogay 1649 da tekrar Volga'nın doğusuna geçerek, Volga-Yayık arasına yerleştiler.../... 1696 da, Ulu Nogaylar batıya geçmişlerdir. Kalmuklar, bunları zorla tekrar doğuya sürmüşlerdir. 1723 de aynı Nogay boyları, tekrar Kırım tarafına geçtiler. Bir yıl sonra, Rus ve Kalmuklar Ulu Nogay boylarını Volga'nın doğusuna geçirdiler. 1728 de, son Mangıt-Nogay hareketi batıya oldu. Ulu Nogay'ın son göçü feci oldu.../ Kalmuklar Ruslarla birlikte, Mangıt-Nogayların yanı sıra Kazakları da perişan etmişlerdir.../.../ Zamanla Ruslardan ateşli silahları kullanmasını öğrendiler. Rus hükümetleri, Asya kavimlerine hertürlü silah satışını yasaklamışlardı.../.../ Volga'nın doğusundaki Kalmuk hareketi, Kazak Bozkırı'nın boşalmasına sebep olmuş, Rusların buraya kolayca girmelerini sağlamıştır.../ Uralların her iki tarafında yurt tutmuş olan Başkurtlar, Rus tehlikesini en iyi sezen Türk boyu idi. Bir kısmı göçebe bir kısmı da yerleşik hayat sürüyordu... yerlerini terketmediler. Korkunç Kalmuk göçünü en iyi değerlendiren Başkurtlardır. Kalmuklarla dost geçinerek, onları Ruslara karşı kullanmışlardır. Öyle ki; 1663 de isyan ettiklerinde, Kalmukların yardımını sağlamışlardır. 1683 de, Başkurtlarla birlikte, çevredeki Rus kalelerine kırkbin kişilik bir Kalmuk ordusu saldırmıştır. Deli Petro, İsveç ile savaşırken, Samar ve Kama ırmakları arasındaki Rus göçmen kamplarını ve kasabalarını tahrip ve yağma etmişlerdir.../ Kalmuk Hanı Ayüke, Kalmuk ve Başkurt kıtaları ile Kuzey Kafkasya üzerine de yürümüştür. İlk sefer, Kalmuk ve Başkurt işbirliği ile gerçekleşmiştir./ Terek ve Kuban nehirlerinin kuzeyinde yoğunluğu artan, Mangıt-Nogay göçebeleri rahat durmuyorlardı. Terek ve Kuban ötelerine saldırıyorlardı. Sözde Osmanlı Toprağı sayılan Kuzey Kafkasya sahasında yapılan bu çapulları, Kırım Hanları da destekliyordu. Üstelik, Kefe'de bulunan Osmanlı Valileri de görüyordu. Bu yüzden, Kabarday Prensleri Rusya ile ittifak yapmak zorunda kalmışlardı.../... Kalmuk-Başkurt kıtaları Terek'teki Rusları gerçekten bozguna uğratmışlardır. Ancak, kırsal alanda yaşayan Kabardayları yağma etmek daha çok işlerine gelmiştir. Kalmukların yağma için müsait gördükleri Kuzey Kafkasya'ya bu şekilde birkaç seferleri olmuştur. Bu yüzden kanlı çarpışmalar olmuştur./.../... 1758 yılında, iki generalin idare ettiği büyük bir Çin Ordusu, geniş çapta Kalmuk imha hareketine girişti. Bir milyondan fazla Kalmuk öldürüldü... Böyleece Doğu Kalmukları, bir daha başkaldıramayacak şekilde ezilmişlerdir./ Batı Kalmuklarını da, buna benzer bir akıbet bekliyordu./.../ Volga'nın batı sahası artık Kalmuklar için, emin bir yer değildi. Eskisi gibi, Rus kuvvetlerine karşı koymak mümkün değildi. Açık alanlarda, göçebe hayatı süren toplulukların buna dayanması devri geçmişti. Üstelik Ruslar, diledikleri gibi yaşama imkanı da vermiyorlardı.../ 1771 yılında, batı yakasının son Kalmuk Hanı Ubaşı... Volga'nın doğusuna geçti... Cungarya'ya kaçtı. Yol boyunca da, Başkurt ve Kazakların hücumuna uğradılar, yağma edildiler. Sekiz ayda Çin hududuna vardılar. Fakat yüz bin Kalmuk telef olmuştu, yetmiş bin kadarı Çin'e varabilmişti. Çin hükümeti, bu perişan topluluğu iyi karşılayarak, Doğu Türkistan yaylalarına yerleştirmiştir./ Böylece, manasız bir şekilde başlayan Kalmuk hareketi manasız bir şekilde bitmiştir... bu okumamış, çağın gerisindeki Moğol urukları, hem kendilerinin hem de Kuzey Türklüğünün mahvına sebep olmuşlardır./ Mangıt-Nogaylar, Kalmuk çekilişinden sonra, doğrudan doğruya Ruslarla yüz yüze gelmişlerdir. Nogaylar genellikle Kırım ile, bazan da Kuzey Kafkasya ile kader birliği etmişlerdir" 93-95, 100-117
-1977, "KAFKAS IRKINDA FİZİKSEL DEĞİŞİM/... "Kafkas Irkı" deyimiyle, Kafkasya'nın ilk sakinleri olan Kasları kastetmeyeceğiz.../ Tarih öncesi göçlerle, ilk önce; güneyden Alpinler, kuzeyden Nordikler Kafkasya'ya girmiştir.../ Bir tarih koymak gerekirse, bugünkü Kafkas Irkı'nın, ırki özelliklerini, Moğol istilasından biraz önce tamamlamıştır.../ Kafkas Irkı'nın bilinen özellikleri; normalin üstünde boy ve açık kumral bir renktir.../.../ Yunan, Bizans, Arap, Acem ve Rus eski yazarlarının "Güzel Irk" dedikleri Kafkas Irkı'na ne oldu? Beyaz Irk'a örnek gösterilen "Kafkas Irkı", ilmi bir terim, tarihi bir hatıra olarak mı geride kaldı?/ Bir bakıma öyle!/... Kafkas Irkı... Hazar Devleti'ni meydana getiren federasyonun üyesi olmuş, Peçeneklerin, Kuman-Kıpçakların etkisi altında kalmıştır. Ancak, Moğol istilasından sonra Kafkas Irkı, bünye olarak, yeni unsurları kabul etmemiş, reddetmiştir./... Artık, millet olma şuurunun eşiğinde olan unsurların, toplulukların, birbirlerini reddetmesi doğaldı./ Hazar Devleti istisna tutulursa, Altın Orda Devleti zamanına kadar; gerek insan unsuru bakımından gerekse iktisadi yönden kuzeyde, Kafkasya'yı tam anlamıyla etkisi altına alacak güçlü devletler kurulmamıştır.../.../ Hazar Federasyonu'nun bir üyesi olan Kafkasya, bu devletin hayatı boyunca, köle ticaretinden pek etkilenmedi. Peçeneklerin baskısı ile yıkılan Hazarlardan sonra, Kuzey bozkırlarında bir otorite boşluğu meydana gelmiştir. Bu sırada, Karadeniz'de ticaret üsleri kuran İtalyan denizcileri ve korsanlar, büyük kar getiren köle ticaretini yüzyıllarca sürdürdüler.../.../ Altın Orda, İran'da saltanat süren İlhanlılara karşı Mısır'la birleşmişti.../ Bereke Han'la siyasi ve ticari işbirliği yapan Mısır'daki iktidar, Kafkas menşeli kölelerden oluşmuştu. Mısır kölemenleri, eski yurtları Kafkasya ile ilişkilerini sürdürmüşlerdir... özel askeri kıtalarını, Kafkasya'dan davet ettikleri göçmenlerle kurmuşlardır./ Böylece, Kafkasya'da, Hazar Devleti'nin yıkılışından sonra... baskılar olmuştur. Kafkasya'nın insan unsuru kötü bir seleksiyona (elemeye-seçime) tabi tutulmuştur. Irkın, en sağlıklı, fizik yapı bakımından en güzel bireyleri seçilmiştir./ Kırım ve Osmanlı Devleti zamanında da... erkekler asker, kadınlar cariye olmuştur./ Felaketin en büyüğü, Rusların Kırım'a, Kafkasya'ya inmesiyle başlamıştır. Yüzyıl süren Kafkas-Rus savaşları esnasında, sağlıklı genç kuşaklar ölmüş, öldürülmüştür.../.../ Üstelik göç edenler, göç ettikleri yerlerde de, yeni bir seçime... tabi tutulmuşlardır. Göçettikleri yerlerin zedegan sınıfı, Kafkas göçmenlerinin en güzel fertleri ile evlenmeyi amaç edinmişlerdir" 121, 123-126
-1979, "ELBRUZ GAYTAOĞLU/.../ Elbruz Bey... Sanki, yarın veya öbür gün, bir ya da birkaç yıl sonra tekrar yola düşecekmiş gibi yaşadı. Tedirgin, etrafına bakınarak oturdu. Bekledi./ Yer değiştirdikçe, yeni bir dil öğrenmek zorunda kaldı" 145, 148
-1979, "KAFKAS HALKLARININ DÜNÜ, BUGÜNÜ, GELECEĞİ.../.../ Kafkasya Halkları, aynı vatanı, aynı kültürü, aynı kaderi paylaştıkları halde, hiçbir zaman birlik içinde olmamışlardır.../.../ Bugün Kafkasya'da... Küçük cumhuriyetlere, muhtar bölgelere bölünmüş Kafkasya, bir daha birleşmemek üzere, farklılığa sürüklenmiştir" 151, 152
-1978, "KÖLELİK DÖNEMECİ/ (Roman. Yazan: Kemal Bilbaşar...) /... "Kölelik Dönemeci"... Kuzeybatı Kafkasya'da meydana gelen olayları anlatmaktadır./... 1774.../.../ Kırım'ın elden çıkması üzerine, Kafkasya, Osmanlı Devlet adamları gözünde önem kazanmıştır. Kafkasya'da yaşayan halka itimat telkin edilir, yeteri kadar savunma kaleleri inşa edildiği zaman, Rusya önünde bir baraj kurulabileceği inancı savunulur olmuştur./.../... Nathoy... Zanuko (Zanoğlu) Mehmet Bey, bir heyetin başında, İstanbul'a gönderilmişti./ Padişah ve Osmanlı Devlet adamları, heyeti ilgiyle karşıladılar... dinlediler.../ Fakat, Osmanlı Devleti bu konuda hiç hazırlıklı değildi. Hudutlar içinde bulunduğu kabul edilen Kafkasya, yeterince tanınmıyordu. Kuzey Kafkasya halkı da, kendi adına antlaşmalara imza atan, Rusya ile "senin, benim" tartışması yapan Osmanlı Devleti'ni, efendisi olarak kabul etmiyordu./ İstanbul'a, yardım istemeye giden Zanuko Mehmet Bey ve arkadaşları, ricacı gibi değil, müttefik arayan bir gösteriş içindeydiler./ Ne olursa olsun, istekler, müşterek menfaatleri dile getiriyordu. Kafkasya'ya bir "Sefer Heyeti" gönderilmesine karar verildi. Soğucak'da, bir bölük Yeniçeri'nin koruduğu küçük bir kale vardı. Tutunma noktası olarak burası seçildi. "Soğucak Muhafızlığı" ihdas edildi. Muhafızlığa, İzmit Mutasarrıfı Ferah Ali Paşa seçildi... Kafkasya kökenliydi.../... zamana ihtiyaç vardı. Bunun için, "Soğucak Muhafız Vekili" ünvanıyla Mehmet Bey, Kafkasya'ya geri gönderildi. 1782 Ağustos ayında da Ferah Ali Paşa, Soğucak önlerinde, Kuzey Kafkasya'ya ayak bastı./... Gelincik ve Anapa kalelerini inşa ettirdi./ Bu arada, Kırım'daki taht kavgasını ilgiyle izledi./ Ferah Ali Paşa'nın Divan Katibi Haşim Efendi, bu seferle ilgili olayları not etmiştir.../ Kemal Bilbaşar, "Kölelik Dönemeci" ni, Haşim Efendi'nin bu notlarından yararlanarak yazmıştır. Romanın konusu, Ferah Ali Paşa ile başlar, O'nun ölümüyle biter.../.../... Kabileler, kabilelerin söz sahibi soyluları, biri diğerinin tabi haline gelmeyecek kadar gururlu, başına buyruk ve bağımsızdı./ Kuzey Kafkasya'da siyasal birliği; Osmanlı Devleti'nin maddi ve manevi gücünü temsil eden bir askeri vali sağlayabilirdi./ Zanuko'nun gördüğü ikinci gerçek de bu idi./.../ Romanda, böyle bir Zanuko Mehmet Bey'den eser yoktur./.../ Kafkasya konusu işlenmemiştir... Ferah Ali Paşa zamanında başlayan Kafkasya'nın dramı, sonsuz bir oyun gibi hala devam etmektedir" 155-157, 162, 165
-1979, "ÇOK, PEK ÇOK DÜŞÜNMELİYİZ/.../ 1917 Bolşevik İhtilali'nden sonra, sadece bizim kaderimiz değil, düşmanlarımızın kaderi de değişti. Kişinin hürriyetini, sosyal ve ruhsal hak ve yeteneklerini inkar eden komünizm, yeni bir düzen ve ahlak anlayışı getirdi./ Komünistler, aslı olmayan vaadler ve korkunç yalanlardan meydana gelen bir proğramla, iktidar koltuğuna oturdular.../ Dinlerin, evrensel ahlakın, gerçek hukukun meydana getirmek istediği ve fakat hala başaramadığı barış ve eşitliği; komünizm, "ben başaracağım" dedi. O denli sinsi ve o denli şeytani bir propaganda tekniği geliştirmişti ki, zayıf ve ezilmiş kitleler içinde taraftar buldu. Hatta budala soyluları, iki yüzlü zenginleri, fanatik aydınları bile bir köle gibi kullandı. Barış ve eşitlik adına yaptığı zulmü, hak adına başarının şartı saydı. Gerçek eşitlik doğuncaya kadar da, bu zulmün devam etmesi gerektiğini savundu ve zorla kabul ettirdi./.../ İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra; dinsiz, ahlaksız ve hukuka saygısız, sadece akıyla herşeye yön vereceğini sanan dünyanın yeni nesli, komünist yapının temel malzemesi olabilecek bir taş ocağı haline geldi./ Başta olduğu gibi, bütün dünyada; inanç, ahlak ve hukuka dayalı bir direniş başladı. Kısa zamanda, hürriyetçi nizam ile komünist nizam dünyayı iki büyük kampa böldü./... Türkiye'nin... bu savaştan etkilenmesi oldukça doğaldı. Komünizm, daha ihtilalin zuhuru esnasında, Türkiye'yi zayıf anında yakalamış, ilk mikrobunu rüşeym halinde Anadolu'ya bırakmıştı./.../ 1950 yılından sonra; hürriyetçi bir rejim, açık bir ekonomi sistemi, dışa dönük bir kültür alış verişi, bizi, yabancı bütün evrensel değerlerle ve fikirlerle yüzyüze getirdi.../ Türkiye'de; sol, demokratik sol, komünizm perde perde; tiyatroda, sinemada, basın ve hertürlü yayın hayatımızda boy göstermeye başladı.../.../... Kuzey Kafkasyalı göçmenler, bu ülkede azınlık değil, gerçek vatandaştırlar. Her zaman saygı göstermişler ve saygı görmüşlerdir.../.../ Biz biliriz ki; komünizm, bizi yurdumuzdan eden Slav ırkının dünya hakimiyeti için kullandığı korkunç bir silahtır. Biz biliriz ki; komünistler, münkir ve yalancıdırlar. Biz biliriz ki; komünistler, sinsi ve sözlerine sadık değildirler./ Komünist nizamın babaları, Lenin ve şürekası; "Slav olmayaan halklar! Bizimle olun! Kendi mukadderatınızı kendiniz tayin edeceksiniz!" demişlerdi daha 1917-1918'lerde.../ Biz biliriz ki; bu büyük laflar, görülmemiş şeytani bir tuzaktı. Yalandı. Yalan çıktı. Milletimizin en güzel neslini bu yalanla yokettiler./ Biz biliriz ki; bütün bunlar, aksi ispat edilemeyecek acı gerçeklerdir./.../ Bugün Türkiye'de; "Halklara özgürlük" diye komünistlerin tutturduğu terane, bize göre değildir. Biz halk değil, milletiz. Biz komünistlerin nemenem olduğunu biliriz.../ Biz, Türkiye Cumhuriyeti Kanunları'nın tanıdığı vatandaşlık haklarından başka bir şey istemiyoruz. Bizim milli seciyemiz, ancak bu şekilde düşünmeye ve davranmaya izin vermektedir.../ Bizim hürriyet davamızın mahiyeti ve hedefi açıktır. Biz, Kuzey Kafkasya'nın kurtuluşunu istiyoruz.../ Bu aydınlık, bu açık yolun dışındaki düşünceler; saçma aldatmaca ve çok kötü vehimdir" 167, 169-173
-1980, "ÇAĞRIŞIM/.../ Kökleri, seyrederken Kuzey Kafkasyalıları, Musa Kundukhov'u okurken zencileri hatırlamamak mümkün değildir.../.../ Olayları gören ve yaşayan Musa Kundukhov şöyle yazıyor:/ "... General Loris Melikof, Çar'dan ödül almak arzusu ile Çeçenlerin Terek ötesine, Küçük Kabardiya'ya aktarılması hakkında Prense bir proje sundu. Bu projeyi gerçekleştirmek için Batı Kafkasya'daki kuvvetler Çeçenistan doğrultusunda harekete geçtiler."/.../ Kafkasya işgal edildikten sonra; "ya hükümetin seçeceği yere ya da Rusya dışına" diyerek, halk göçe zorlanmıştır. Rusya içinde, Volga öteleri, Güney Sibirya düşünülüyordu. Halk bunu bildiği için Osmanlı Ülkesine sığınmak zorunda kaldı./.../ Komünistlere göre; "Milletler, kendi geleceklerini kendileri tayin edecekti." Bu aldatmaca sözlerin, ömrü ve geçerliliği yoktu. Yalan söylüyorlardı. Yeniden kıyımlar, sürgünler, göçler oldu. Daha kanlı, daha acımasız./ Komünist uygulama ise, daha korkunç oldu.../.../... sözde Almanlarla işbirliği etmişlerdi. Bu bahane ile binlerce Çeçen, Karaçay-Malkar yurtlarından sürüldü" 185-188
-1980, "İMAM ŞAMİL/.../ Şamil... Babası, Dengalara mensuptu. Dengalar, sıradan bir Avar ailesiydi.../... Üstün bir zeka ve geniş bir seziş gücüne sahipti... İman konusunda, takvaya erişti.../.../ Nakşibendi Tarikatı'nın kurucusu, Behaeddin Şah-ı Nakşibend, miladi 1340 yılında Buhara civarında bulunan, Kasr-ı Arifan köyünde doğmuştu... Hayata bağlı, dinamik Nakşibendi dervişleri, Osmanlı Devleti'nin yükselme ve genişleme döneminin akıncı ruhunu beslemişlerdi./ Nakibendi Tarikatı'nda, altı esas mevcuttu: 1) Zikr (Allah'ı anma ve ibadet), 2) Murakaabe (Nefsi kontrol); 3) Kalbi vukuf (Sezgi), 4) Muhabbet (Sevgi), 5) Nisbeti hıfz (Bilgi ve bunun için şeyhi rehber edinmek), 6) Mürşid sohbeti (Şeyhin başkanlığında her konuyu tartışmak)./ Şah-ı Nalşibend, izlediği yolu şu şekilde tarif eder: "Zahirde (açıkta) halk ile, batında (gizlilikte) hak ile bulunmak./ Tarikatın temel esaslarından "kalbi vukuf", insanı yücelten en büyük unsurdur. "Allah, gerçeği kişinin kalbine yerleştirmiştir. Sonra da, o gerçeği nefsani arzularla örtmüştür. Eğer insan, nefsani arzularını kalbinden çıkarıp atarsa, gerçeği görür. Gerçeği gören, Allah'ını da bilir." "Kalbi vukuf", düşünerek gerçekleşir./ Kur'an ve Hadisi Nebiviyi esas kabul eden Nakşibendilik; İslami görüşü kavramağa çalışmaktan, İslami görüşü hayata uygulamaktan ibarettir. Karanlık, belirsiz amaçları yoktur./.../ Nakşibendi Tarikatı, İslam dünyası içinde oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Ancak, Kafkasya'da meydana getirdiği heyecan, hiçbir yerde görülmemiştir. Amacı, ruhu olgunlaştırmak; kalbi sevgi dolu, barışçı insan tipini ortaya çıkarmak olan tarikat, Kafkasya'da adeta metod değiştirir. İmanlı, yürekli; ölümü hiçe sayan fedailer yetiştirir. Sertleşir./ Kafkasya'da Mürşid, zaviyede postu üzerinde oturan bir aksakallı değildir. Mürşid; önderdir, yöneticidir, kumandandır. Belinde kılıcı, omuzunda tüfeği vardır. Gerektiğinde camide, zaviyede konuşur, nasihat eder. Gerektiğinde, müridlerinin önünde, yalın kılıç vatanı savunur. Emirler verir. Kanunlar koyar. Bunları uygular. Ama, "sözüm söz" diyen bir despot değildir. Önemli kararlar almak için, naipler meclisinin fikirlerini öğrenir. Hatta, yönettiği halka danışır./ Mürşid-Mürid ilişkisi; saygı, güven ve itaate dayanır. "Müridizm" adı verilen bu hareket, şartların zoruyla ortaya çıkmış, dini-milli bir harekettir. 19. yüzyıl Kuzeydoğu Kafkasyası'nda, vatanı saran harici tehlikeye karşı ortaya çıkan sosyal bir reaksiyondur. Vatanın içine düştüğü tehlikeye rağmen, Avar Hanları'nın ihaneti, soylu beylerin vurdum duymazlığı karşısında, halkın başkaldırmasıdır./ İmamlar, soy kütükleri ne olursa olsun, halkın önderi olarak ortaya çıkmışlardır. Halkın ve naipler meclisinin oyuyla seçilmişlerdir. Nakşibendi Tarikatı esaslarına bağlı müridizm hareketi, demokratik bir harekettir. Kuzey Kafkasya'nın geliştirdiği orijinal bir modeldir./.../... Hamzat Bek... Avar Hanedanı'nı ortadan kaldırdı./ Ne var ki, Han ailesine bağlı olanlar, İmam Hamzat'ı daha sonra şehit ettiler. Bu cinayete, daha sonra, bağımsızlık savaşlarının ünlü kumandanları arasında yer alan Hacı Murat da karışmıştı. Hacı Murat, öldürülen Hanzadelerin süt kardeşi oluyordu./ Hamzat Bek, 18 Eylül 1934 (1834 olmalı!) Cuma günü, Hunzah camiinde şehit edilmişti. Bu olayı, kararsız, kaygılı günler izlemiştir. Nihayet, 2 Ekim günü, Aşilte köyünde toplanan naipler meclisi, Şamil'i "İmam" seçmiştir./ İmam Şamil.../.../... Mıntıkalarında saygı gören, ülkenin bütün büyüklerini etrafında toplamayı başarır. Adları, Kuzey Kafkasya tarihinde daima anılacak ünlü birer kumandan yapar. Şuayb Molla, Duba, Taşof Hacı, Sadu, Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Hitinav Musa, Danyal Sultan ve Hacı Murat bunların en tanınmış olanlarıdır. Müridler ise, birer efsane kahramanıdır./.../ Bağımsızlık savaşı, Batı Kafkasya'da da devam ediyordu. Batı'da, Doğu'daki gibi, dini vasıfları olan müridizm teşkilatı yoktu... İmam Şamil... Batı'ya, kendisini temsil edecek naipler göndermiştir. 1845 te Hacı Mehmet, 1846 da Süleyman, 1848 de Mehmet Emin naip olarak, Batı Kafkasya'ya gitmiş ve görev yapmışlardır./ Batı'yı yöneten, bölgenin bir Milli Meclisi vardı... Yetkilerin, daha seri kullanılabilmesi için, İmam Şamil'in gönderdiği naipler etkili olmuştur. Özellikle Mehmet Emin, başarılı çalışmalar yapmıştır./.../ İmam Şamil, üstün bir kumandan, güçlü bir hatip, zeki bir yönetici idi. Ne var ki, Kafkasya için, geç gelen bir liderdi. Kafkasya'nın kötü kaderi belli olmuştu. Rusyaa, Karadeniz'in kuzeyinden, Osmanlı Devleti'ni uzaklaştırmıştı. Batı'da, Fransız ve Alman tehlikesi kalmamıştı. Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı çözülmüştü. Güney'de, İran, uzun sürecek bir uykuya dalmıştı. Orta Asya'daki, Türk hanlıkları çoktan çökmüştü. Henüz milli birliğini kuramayan Kuzey Kafkasya, çok geniş kaynaklara sahip Rusya karşısında yapayalnızdı./ Kuzey Kafkasya'nın tek bir vücut haline gelmesi için, sosyal yapı henüz müsait değildi. Halk, okumamış yığınlardan ibaretti. Aydınlar yok gibiydi./ hür kalmak için, bütün millet ölmeğe hazırdı.../.../ Büyük İmam, Gunip Dağı'na çekildiği zaman, yanında sadece dörtyüz kişi kalmıştı. Oysa, Çeçenlerin bu eski kartal yuvasını kuşatan Rus kuvvetleri altmış bin kişiden fazla idi./ Rus harekatı, 9 Ağustos 1859 günü başladı. 20 Km. uzunluğundaki Gunip yaylasını, dörtyüz muharip yirmi yedi gün savundular.../ Nihayet, Rus Birlikleri... Küçük Gunip Kalesi'ni, topçu bataryaları ile kuşattılar. Burası aslında kale değil, küçük bir Çeçen köyü idi./ Büyük İmam'ın yanında, Gunip köyünün vatansever köylüleri, bir avuç sadık müridi, oğulları, kadınlar ve çocuklar vardı./ Büyük İmam, Büyük Mucahid, 6 Ağustos (Eylül olmalı!) 1859 günü, öğleden sonra teslim oldu" 191-199
-"MİLLİ TARİH ŞUURU/ Sosyal ilimler, "millet kavramını"; din, dil, ırk vatan ve kültür birliği içinde olan, aynı tarihi ve ideali paylaşan, geçmişte olduğu gibi gelecekte de beraber yaşamayı amaçlayan insan toplulukları olarak tarif eder.../ Kısaca, millet olma, bir insan topluluğunun müşterek duygu ve düşüncede birleşmesidir.../.../... Ayrıca Kuzey Kafkasyalılar, islamiyetin beraberinde getirdiği çok geniş bir hoşgörüye sahiptirler./ Kuzey Kafkasya'da düşündürücü olan dildir. Birkaç dil ve bunların lehçeleri konuşulur. Fakat, millet olmak için dil, yeterli bir engel değildir.../.../ Mevcut milletlerin hiçbiri tek bir ırktan meydana gelmemiştir.../.../ Batu Han orduları karşısında bütün kavimler karton kuleler gibi savrulup giderken Kuzey Kafkasya inatla direnmiştir. Altın Orda'ya karşı durabilmiştir. Timur Orta Doğu'da kasırga gibi eserken, Kuzey Kafkasya'da hızını kesmek zorunda kalmıştır. Kırım Hanlarının, Nogay ve Kalmuk göçebelerinin her saldırısı püskürtülmüştür. Osmanlılar, sadece sahillerinde tutunmakla yetinmişlerdir./ Dünyanın en korkunç emperyalist devleti Rusya'ya karşı ise, bir bütün halinde karşı koymuştur.../ Doğu'da Çeçenler arasında çıkan İmam Mansur, ülkenin en batısındaki Anapa Kalesi'ni savunmuştur. Orada Ruslara esir düşmüştür. İmam Şamil'in, naipleri, Batı'da valilik yapmışlardır. Halk tarafından sayılmış, saygı görmüşlerdir.../ 11 Mayıs 1918 tarihinde kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti, Kuzey Kafkasya'nın ideal birliği içinde olduğunun en büyük delilidir. Emperyalist Çarların varisçisi kızıllar, bu genç cumhuriyeti yaşatmamışlardır.../... Kuzey Kafkasya'nın ideal birliği yokolmamıştır. İdeal birliği bugün de vardır.../.../ Kuzey Kafkasya'da tek bir millet vardır. Bu sebeple tek bir cumhuriyet kurulabilir.../.../ Ya kızılların yaptıkları.. Genç Cumhuriyetin yıkılması. Çeçen ve Karaçayların sürülmesi" 209-213
-1986, "HALKLARIN PSİKOLOJİSİ/.../ Halk, homojen bir insan topluluğudur. Geniş anlamda, bir milleti meydana getirir... bünyesinde etnik grupların varlığından sözedilebilir./ Halk, basit bir insan yığınından ibaret değildir... "Sınıf" sözcüğünün ifade ettiği mananın ötesinde bir yapı gösterir.../.../ Marksist felsefenin tek sınıflı öğretisini, yapısına uygun olmayan uydurma bir elbise kabul eder. Giymemek için direnir... Marksist felsefe, tek sınıf ve madde temelinde ısrar ederken, halk farklılıkta direnir ve manevi değerlerini ortaya koymağa çalışır. Kollektif mülkiyet yerine, bireysel mülkiyeti savunur... Felaketleri acı çekerek karşılarken, bireylerin tümü tek bir vücutmuş gibi birlikte nefes alır. Sevinçli günlerinde coşkuyla boşalır./.../ Bir milleti meydana getiren halk, üzerinde yaşadığı coğrafi alanlarda, ekolojik şartlara uygun farklı adacıklar şekillendirir. "Yöresel özellik" denen, küçük ayrıntılar yaratır. Dilde şiveler, fiziki yapıda nüanslar ortaya koyar.../ Halk, kendisine kaynaklık yapan ırkların temel özelliklerini taşır.../ Halk, varlığını korumak için idari ve politik tercihler yapar. Bunda ilk amaç... Birliğin korunmasıdır. Hayatın devam etmesidir. Bu şekilde ortaya çıkan irade, devleti meydana getirir./ Halk, dışa karşı kollektif bir refleks gösterirken, kendi özel sahasında bireysel davranışlardan hoşlanır. Üstün yetenekleri alkışlar.../ Halk, tıpkı bireyler gibi, yeni şartlar karşısında varlığını sürdürmek için yeni biçimler dener.../... Geri kalmış halkların psikolojik yapısı statiktir.../ Bölünmüş halkların psikolojisi, çevre özelliklerine, içinde yaşadıkları halklarla olan münasebet derecesine göre yeni biçimlere doğru sürüklenir.../.../... Kuzey Kafkasya halk psikolojisinin birliğe doğru yönelmesi 10. asırda başlamış, 19. asırda olgunluk devresine ulaşmıştır.../.../... Kuzey Kafkas halk psikolojisi, varlığını korumak için, birliğin çatısı olacak son hedefe yönelmişti. Bu hedef; devlet olmaktı! Fakat, bu fırsat Kuzey Kafkasya halklarına verilmedi. 19. yüzyılın ikinci yarısında, ülke Ruslar tarafından tamamen işgal edildi./.../ Basit bir işgal, halk psikolojisini yoketmek için yeterli değildi... Psikolojik bütünlüğün bozulması şarttı. Bunun gereği hemen yapıldı./ Kuzey Kafkasya Halkları, göçe zorlandı. Ülkenin boşalan yerlerine, işgalci Rusların kolonileri yerleştirildi.../ Bu uygulamalar... Sovyetler döneminde, daha öldürücü bir hız kazandı./ Bütün bu zorlayıcı tedbirlere rağmen, Anavatan'da kalan Kuzey Kafkasya Halkları, büyük bir inatla psikolojik bütünlük içinde kaldılar.../ Muhaceretteki Kuzey Kafkasyalılar; Osmanlı Devleti'nin parçalanmasıyla, ayrı politikaları, ayrı kültürleri olan değişik ülke ve halklar arasında kalmışlardır.../... psikolojik yapıları bu kötü gidiş karşısında inatla direnmiştir./.../... muhaceretteki bölünmüş Kuzey Kafkasyalı Halkların psikolojik temayülleri iç-içe iki halka oluşturmak zorunda kalmıştı./ duygu ve davranışlarıyla, içinde yaşadıkları halkların psikolojik temayüllerine katılmaları, psikolojik görüntünün birinci halkasını ve katını oluşturuyordu.../ Buna karşılık, hakim halk psikolojisinden farklı psikolojik davranışlar gösterme temayülleri ikinci halkayı oluşturuyordu. Israrla farklılığı benimseme, soyu ve kültürü korumak iç güdüsünden ileri gelmiştir. Dil, sosyal değerler, gelenekler bilerek veya bilmeyerek kitlenin bütünleşen ve tekleşen iradesiyle muhafaza edilmiştir. Bu konuda ne derece başarılı olunmuştur hususu, şüphesiz tartışılabilir.../... Kuzey Kafkasya Halklarının psikolojik temayülü iki ana hedef seçmiştir. Birincisi; halklar olarak varlığın sürdürülmesi.. İkincisi; Kuzey Kafkasya'nın bağımsızlığına kavuşması, halkların tekrar Anavatan'da birleşmesi.../ Halk psikolojisi... önce varolma savaşı verir. Acele etmeden yoluna devam eder. Psikolojik zorlamalar karşısında kabuğuna çekilir. Bekler. Zarar görürse, acı çeker. Yarasını, zaman içinde tedaviye çalışır... "Kurtuluşa giden yol tektir!" diyenlere kuşkuyla bakar. Çünkü; engin bir tecrübesi vardır. Bu tür kendini beğenmiş aydınların, işi nereye kadar götüreceklerini görmek için sabırla bekler. Gerekirse, onları yüzüstü bırakıverir. Maceradan, acelecilikten hoşlanmaz. Çünkü halk, birkaç slogandan başka serveti olmayan bir fanatik değildir. Halk; anadır, babadır. Büyük anne, büyük babadır. Delikanlıdır, çocuktur. İffet sahibi; kadındır, gelindir, kızdır. Ev, tarla, bahçe, hayvan, eşya sahibidir. Sorumlulukları vardır. Gururludur. Yeri geldiğinde utanır, kızar, ağlar. Gülünç duruma düşmekten korkar. İnançlarından, geleneklerinden, alışkanlıklarından vazgeçmez" 215-223
-1986, "BAĞIMSIZLIK ÇAĞI/ 16. ve 17 yüzyıllarda... okyanuslar sır olmaktan çıkmıştır. Avrupalı bu sayede, Amerika'ya, Güney Afrika ve Asya'ya ulaşma imkanını bulmuştur.../ 20. yüzyılın başlarına kadar, milyonlarca kilometre karelik verimli müstemleke toprakları karşılıksız kullanılmıştır.../.../ 20. yüzyılın başlarında, bağımsız ülke sayısı yirmi civarında iken, bugün ikiyüzün üstüne çıkmıştır./.../ 10. ve 15. asırlar arasında Ruslar, küçük prensliklerin yönetimi altında yaşıyorlardı. On kadar büyük Slav kabilesi, kendi hiyerarşik yapılarını koruyarak, birbirleriyle mücadele halindeydiler. Büyük Altın Orda Devleti'ne vergi veriyorlardı. Altın Orda, Timur tarafından yıkılınca, Slav boylarında bir kaynaşma başlamıştır. Moskova Knezliği'nin öncülük ettiği milli birlik hareketi, zamanla, güçlü bir devlet şekline dönüşmüştür./ Buna karşılık, Altın Orda'nın halkını meydana getiren Moğol-Türk boyları... tam bir anarşi içinde yüzüyorlardı.../.../ Ruslar, ortaya çıkan bu yeni durumu, çok iyi değerlendirmesini bilmişlerdir./ Kazan Hanı Uluğ Mehmed'e yenilen Moskova Knezi Kör Vasili, anlaşma gereği Han'ın çocuklarına kendi topraklarında "yurt" verecekti. Bu, Moskova'nın çıkarları bakımından gerilemek değil, ilerlemek için önemli bir adım olmuştur. Uluğ Mehmed'in oğullarından Kasım'ın adını taşıyacak olan bu "yurt" çok geçmeden yeni bir hanlığa dönüşecekti. Kasım Hanlığı ile Altın Orda'nın parçalanmasından sonra meydana gelen hanlık adedi, dörde yükselmiş olacaktı. Kasım Hanlığı, kısa bir süre sonra, Türk illerinin gözetlendiği ve izlendiği bir Rus sömürgesi durumuna gelecekti./ Bundan sonra, Ejderhan'a karşı Kırım Hanlığı kullanılmıştır. Kazan Hanlığını vurmak için, Kasım Hanlığı'nın imkanlarından yararlanılmıştır./ Osmanlı Devleti'nin himayesini kabul eden Kırım Hanlığı, varlığını ikiyüzelli yıl daha uzatmak imkanını bulmuştur. 1552 yılında Kazan, 1556 yılında ise Ejderhan (Astarhan) Ruslar'ın eline geçmiştir. Kasım Hanlığı, büyüyen Rusya'nın ortasında ikiyüz yıl, sadece adını korumuştur. Bu süre içinde Hanzadeler, sefil bir sadakatle Ruslara hizmet etmişlerdir.../ Tarihi oyun bitmemiştir... Volga ötesindeki Mangıt-Nogaylar parçalanmıştır... Volga'nın doğusunda Kalmuklar görünür. Başkurtlar, Fin boyları, Çuvaşlar.. hepsi Rus politikasının kurbanı olurlar. Köçüm Han ile birlikte Sibir Hanlığı çöker. Bu trajediyi, Orta Asya Türk Hanlıkları uzaktan seyrederler. Adeta, sıranın kendilerine gelmesini beklerler./ Kuzey Kafkasya da aynı gafletin içindedir. Milli birlik ve milli devlet yoktur.../ Ruslar, Kuban ve Terek boylarına indikleri zaman bile gaflet devam etmiştir. Diğer prenslerle yaptığı mücadelede yenik düşen Kabartay Prensi Kanşoko, Rus himayesini kabul eder. 1762-1763 yıllarında, Rusların Mozdok Bölgesi'nde bir kale inşa etmelerine yardımcı olur. Doğuda, Hunzah Hanları, saltanatlarının Rus himayesinde devam edebileceğine inanırlar./ Kuzey Kafkasya, bu şartlar altında Ruslara yakalanır... şanlı şerefli bir bağımsızlık mücadelesi verir./.../ Kabilelere bölünmüş, kabile hiyerarşisini devam ettiren milletler emperyalizmin kurbanı olmuşlardır.../.../ Fakat, çağımızın yeni emperyalistleri vardır... Asılsız sloganlarla, bir hayalet gibi her ülkeye sızmaya çalışmaktadırlar. Bunlar, komünistlerdir./... Sovyet... Kabile hiyerarşisi esas tutularak, milletler bölünmüştür.../.../ Çarlık Rusya'sı... Kabileler arası ayrılıkları körüklemiştir./ Komünistler ise, aynı amaca yönelen yeni metodlar geliştirmişlerdir. Kabile ayrılığına dayanan, cumhuriyetler ve özerk bölgeler kurmuşlardır.../ Maalesef, komünist propaganda etkili olmuştur. Muhaceretteki Kuzey Kafkasyalılar arasında bu yalanlara inananlar çıkmıştır... marksist görüşü savunanlar olmuştur. Bunlar, utanmadan, Kuzey Kafkasya'daki uygulamayı alkışlamışlardır. "Soydaşlarımız, kendi özerk bölgelerinde bağımsız yaşıyorlar." diyebilmişlerdir./ Ayrıca, belirli bir siyasi amaç gütmedikleri halde, gaflet içinde geleneksel kabile hiyerarşisini sürdüren, farklılıkta direnenler olmuştur. Amerika'da, aynı bölgede yaşayan Çeçen ve Kabartaylar, çok yakın bir zamanda mezarlıklarını ayıracak kadar tefrikaya düşmüşlerdir.../... millet ideali içinde erimek şarttır" 225-231
(Özerk bölgeler-cumhuriyetler konusundaki yazarın yaklaşımı şaşırtıcı değil mi? Özerklik tamamen zararlı mıdır? Hiç yararı yok mudur? Ve, başka ne bekleniyor, ki?)
-1987, "ALLAH RAZI OLSUN/.../... Biri yazdığı kitabı lütfedip size gönderdi... Sakın fiyatına bakmayın... ödemeğe falan kalkmayın. Çok ayıp olur... "Allah razı olsun!" deyiniz. Efendim, borcunuz fazlasıyla ödenmiştir.../.../ Manevi ve estetik değerlerimize yorum getiren büyük sanatkarlarımız var mı? Tarihimizi ve kültürümüzü işleyen düşünür ve yazarlarımız var mı? Dehamız, araştırmacılarımız var mı? Herkesin hayranlık duyabileceği bize ait eserler var mı?/... Sorduklarımıza "evet!" demek çok zor./ Değer üretmek; emek, azim ve zaman ister. Sağlam karakter ve disiplinli çalışma ister. Bunların karşılığı ise, sadece manevi değildir. Üretilen her değerin, ayrıca maddi bir değeri vardır./ Çağımızda, maddi değer; para ile ifade edilir. Ancak biz, bunun kolayını bulmuşuz. Parayı; "Allah razı olsun!" çekiyle ödemişiz" 233-235
-1987, "GİORGİ SAAKADZE/ (Büyük Savaşçı)/... Yazan: Simon Kvarianı.../.../ Gürcüstan 17. yüzyılda sekiz parçaya bölünmüştür. Üçü krallık seviyesinde, beşi prensliktir" 239
-1975, "ADİGHE-HATİKHE/ (Çerkes Tarihi)/... Şora... eseridir... 1842 de tamamladığı eseri... oğlu Evristan tarafından 1861 de bastırılmıştır... 1974... Türkçe... /.../ 1830-1835 yılları arasında Şora'yı, Petersburg'da Rus Çarı'nın özel muhafız birliğinde görüyoruz.../... 1844 yılı içinde tamamladığı eserini, aynı yıl içinde akademiye sunmak ister. Kalp yetersizliğinden ölür./.../ Şora'nın fikri çalışmaları, hayatı gibi çelişkilerle doludur... Bedeniyle Ruslara hizmet etmiş, zihni ve ruhuyla milletine bağlı kalmıştır. Muhtemelen dilediği gibi düşünememiş, dilediği gibi yazamamıştır. Bu yüzden eseri, ölü bir eser olmuştur... Hoş! Etkin olacak şeyler yazsa da, yurttaşları okuyacak durumda değildi. Zordur Şora'nın durumu. Hayatı boyunca derlediği kırık dökük bilgileri bir araya getirmiştir. Çevresini, çağının olaylarını izliyeceği, gözlemlerini aktaracağı yerde; oturmuş, eski anıları derlemiştir. Gününün olaylarına yaklaştığı zaman, kalemi elinden bırakmıştır. Susmuştur. "Eserim tamam!" demiştir" 243-245
-1979, "AHMET CANBEK/ Biz, "Canbek Amca" derdik... yumuşak görünüşünün altındaki kemikleşmiş iradesini herkes görebilirdi. Tek tek hepimizle ilgilenirdi. Beştoy'un şahsında Çeçenleri över... Kendisi Kabartay olduğu için, tevazu gösterir, "Kabartaylarda iş yok" diyerek Lu'ya takılırdı.../.../ 1903 de, Kabartay'da doğmuştu. 1920 de, onyedi yaşında yurdunu terkederek İstanbul'a gelmişti.../... Ruhunun ve kişiliğinin temiz kalmasına büyük özen gösterdi. Yetenekleri, büyük bir ihtirası besleyebilecek güçte olduğu halde, O, azla yetindi. Pasif yaşadı. Sessiz köşeleri tercih etti. Ama, azimli, bilinçli yürüdü./ Canbek Amca'nın yetmişbeş yıllık hayatı; vatansızlıktan dolayı ülkeden ülkeye, geçim derdinden dolayı da görevden göreve atlayarak geçti. Bu çile dolu, yorucu hayat, O'nun bilgi ve düşünce alanına geniş boyutlar kazandırmıştı. Adıgece, Türkçe, Bulgarca, Rusça, Lehce ve İngilizce biliyordu. Bütün dünyadaki Kafkas literatürünü az-çok ana hatlarıyla takip etmişti.../ Kesinlikle şuna inanıyordu: Kafkasya mutlaka hür olacaktı. O gün gelecekti. Buna bizim de inanmamızı isterdi./ İkinci bir görüşü daha vardı. Bu görüş, O'nun birinci inancı kadar güçlüydü. "Kafkasya'yı yeniden kuracak olanlar, Türkiye'de yaşayan Kafkasyalılardır." derdi.../.../ Biz kendisini tanıdığımız zaman, yaşı altmış civarındaydı. Yorgun görünüyordu. Yaş ve fikri olgunluğa erişenlerin sadeliğini, ağır başlılığını, tedbirli ve temkinli hareket etme alışkanlığını elde etmişti. Bu görünüşü ile O, çekingendi. Köşesinde, gölgede kalmayı isteyen; ışıktan, gürültüden, aşırı hareketten kaçan biriydi./ İsteseydi, ibret dolu hatıralarını yazabilirdi.../.../... O, yol gösteren, emreden bir sesti. Fakat, kendisi gölgede kalmayı tercih ederdi./... Polonya ile Kafkasya'nın geçmişinde bir paralellik görürdü. "Her iki ülkeyi, Ruslar perişan etti. İkisinde de, soyluların akıl almaz ihtirasları, milli devlet olma şuurunu geciktirdi. Bir zamanlar Polonya'da yüzbin soylu vardı. Bizde ise herkes." derdi./.../ "... Davaya inanmayanlardan fedakalık beklemeyin. Başkalarına güvenip yola çıkmayın!" dedi./.../... Yeni, zor bir mücadeleye girecek cesaret ve gücü artık kendinde göremiyordu./.../ Hayatının son yıllarında, iyice kabuğuna çekilmişti" 251-257
-YENİ-1988, ""FETHEDİLEN KAFKASYA"/... isimli kompoze kitap, 20. yüzyılın başında Rusya'da yayınlanmıştır.../.../ Kitap; ayrı ve müstakil bölümlerden oluşmasına, ayrı yazarlar tarafından farklı tarihlerde kaleme alınmasına rağmen, bir bütünlük arzetmektedir. Kitabı meydana getiren metinleri derleyen A. A. Kaspari, bölümleri tarih sırasına ve konuların akışına göre düzenleyerek gerekli ahengi sağlamıştır./.../ Kitap, 663 sayfa olup, 1904'de Petersburg'da yayınlanmıştır./.../... Kafkasya'nın tarihi... ile bilhassa bu görkemli ülkenin fethi ve yatışma dönemine şahit olmuş Rus insanının kahramanlığı... editörü, bu edebi eseri hazırlamaya itmiştir./.../ Birinci bölüm... Bu geniş izahlara yer verilmemiş olsaydı, Kafkasya'yı fetheden Yermelov ile haleflerinin yapmış olduğu seferleri kavramak çok güç olurdu./ Sonra geniş bir bölüm; (deyim yerinde olursa), Rusya'yı Transkafkasya'ya çeken güçlü politik bir organizasyon olan Gürcüstan'a hasredilmiştir./.../ Sonunda ise, yakın geçmişte Rusya'yı çetin savaşlarla hayli hırpalayan önemli Dağlı topluluklar ve Kabilelerin anlatımıyla dolu Kafkas kahramanlık destanı yer almaktadır./... nihayet ünlü Yermelov döneminde Kafkasya'nın fethi... yeralmaktadır./... Gazavat, Şamil'in 1859 yılında tutsak edilmesine kadar devam eden dramatik sahnelerle doludur... yenen ve yenilenin de aynı derecede övüldüğü büyük savaşta.../... Özetlenirse; uzun, ısrarlı, kanlı savaşlardan sonra Kafkas Ülkesi'nin şimdiki görüntüsü ortaya çıkar... yeraltı kaynaklarının ortaya çıkarılması, ticaretin sağlam temellere oturtularak gelkiştirilmesi.. Sözün kısası; yakın geçmişte sadece zulüm ve yağma düşünen vahşi insanlarla ve soyguncu yuvalarıyla dolu Kafkasya'nın, Rusya ve O'nun fedakar evlatlarına borçlu olduğu gelişmiş, refaha ulaşmış ülke olması gibi olumlu neticeler bu bölümlerde anlatılmaktadır.../... Rusya'nın en iyi süslerinden biri olan bu harikulade ülkenin... her bakımdan tam bir tablosunu gözler önüne sermekle... hizmet ettiği.../... Tüm sanatını Kafkasya'ya adamış ünlü ressamların tablolarında Rus askerinin kahramanlıkları tam ve doğru olarak yansıtılmaktadır. Kafkas Tarihi'nde kişiliğiyle sivrilmiş önemli kahramanların portreleri günümüz insanına hatırlatılıyor.../.../... bazı pasajlar:/.../... önce, kısa bir açıklama.../ Rusya, Kiev Büyük Prensi Vladimir zamanından başlayarak, Kafkasya'yı işgal etmek için birkaç defa teşebbüste bulunmuştur. Kafkasyalılar, Rusların gizli emellerine kanmadıkları sürece, bu teşebbüsler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.../ Buna karşılık, kaleyi içten fethederek, Kafkasyalılardan yardım gördükleri zaman başarılı olmuşlardır. Nitekim; Kabardey Prensi Temiriko'nun Çar İvan'dan, Gürcü Kralı Salamon'un ise Çariçe Katerina'dan yardım istemesi, Rusya'nın işini kolaylaştırmıştır... Kabardey Prensi Kanşoko... nun... Rus himayesini kabul etmesi ise ayrı bir facia olmuştur. Amcazadesi olan prenslere kızarak saf ve din değiştiren bu zavallı Prens, yurduna ve halkına en büyük kötülüğü yapmıştır. Birliğe karşı, bir red cephesi oluşturarak, ülkenin kapılarını düşmana açmıştır./... kitabından takip edelim./ İmparatoriçe Katerina'nın tahta çıktığı yıl... Kabardey Prensi Korgoko Konçokin... Rus yöneticilerinin izniyle, Küçük Kabarda'dan kendine tabi halkın bir kısmıyla Terek'e yerleşir. Mozdok sahasında bir kale inşa ettirir. Konçokin buradan Asetinleri, Çeçenleri ve diğer Dağlı kabileleri denetim altında tutacağını söyler. Andrey İvanoviç adını alarak, Ortodoks olur. İmparotoriçe, gene de Çerkes Konçokin adıyla prenslik onurunu sağlam tutar. O'nu armağanlara boğar. Bu arada, Mozdok sahasında yükselen kalenin önemli stratejik bir nokta olduğunu anlayarak, Albay Gan'a ileri karakolun sağlam bir istihkama dönüştürülmesini emreder./ Kalenin inşa edilmesi Kabardeyleri telaşlandırır... karşı dururlar. Buna rağmen, 1765 yılındaa Mozdok Kalesi'nin inşaatı tamamlanır./ Tarihçi V. Potto: ... "Mozdok, Kafkas Savaşı'nda, tam yüzyıl milyonlarca maddi kayıp ve manevi çabalara malolan büyük programın gerçekleştirilmesinde önemli bir başlangıcı teşkil etmiştir. Tam zamanında Konçokin'le doğan bu iki ideal, zamanla muazzam ölçülere vararak gelişmiştir. Mozdok Kalesi'nin yapılmasıyla, Kafkasya'yı zaptetmek hususunda ilk köşe taşı atılmıştır..."/ Başka bir deyişle, Kabardeylerin kendilerine ait saydıkları topraklardaki Mozdok Kalesi'nin inşaası, Rusların yeniden Kafkasya'ya doğru ileri hareketin başlangıcı olmuştur./ Kabardeyler, muhtemel bir istilayı önlemek için, Petersburg'a bir delegasyon gönderirler. Fakat elleri boş dönerler. Bu defa etkin bir mücadele için karar alırlar. Kuban Çerkesleri ile birleşerek Kızılyar Kalesi'ne saldırırlar. Kuşatma, tam onbeş gün sürer. Sonra, yoğun bir saldırı başlatırlar. Ancak, büyük kayıplar vererek geri çekilirler.../ Bu arada, beylerinden kaçan alt tabaka insanlar, Mozdok bölgesine sığınırlar. Bu hal, 1780 yılına kadar devam eder. Prensler, bu çözülmeyi engelleyemezler./... Mozdok Kalesi inşa edildikten sonra, onun çevresindeki ilk kolonileri, hıristiyanlığı kabul eden Dağlılar oluşturur. Onlara çok geçmeden elli kadar aile ile Don Kazakları katılır. 1769 yılında ise, Mozdok ve Greben kasabaları arasında, Mozdok Alayı içinden teşkil edilen Voloj Kazakları yerleştirilir. Beş adet Stanistaa (Kazak Köyü) nın Böylelikle Kafkas hattında, geleceğin sol kanadını teşekkül etmiş olur./... Güney'de... Rus yazarlarının kalemlerinden dinleyelim./ (1768 yılı... Osmanlı-Rus Savaşı...) / Bu sırada, İmeretiya'da I. Salamon tahttadır. Geçmişle bağını koparmış, kendini halkının Türk boyunduruğundan kurtarılması davasına adamış olan bu Kral, sarsılmaz, çelik iradeli bir kişidir... sevilir... çok geçmeden tahttan indirilir. Ama, maneviyatını yitirmez ve kendisini tekrar ülkesine götürecek çareleri bulmakta güçlük çekmez. Lezgilerin yardımıyla ülkesine döner. Ancak... Kutais ve... Poti, Türklerin elindedir. Onları geri almak için Rusya'dan yardım ister./ Bu devirde Kafkasya ile ilgili bilgiler, Petersburg aydın çevrelerinde yok denecek kadar azdır... Fon-Vizin... şu olayı anlatarak dile getirir. Bir defasında Katerina, yabancı işler kuruluna... Tiflis'in nerede olduğunu sorar. Aldığı cevap ilgi çekicidir. Kurul ittifak halinde, Tiflis'in Hazar Denizi kıyılarında bulunduğunu söyler. Fakat, Rusya talihlidir. Katerina üstün bir zekaya sahiptir. İmparatoriçe, profesyonel diplomatlardan çok daha bilgilidir. İmeretiya'nın konumunu haritada gördükten sonra burada küçük bir cephe açmak suretiyle, Türk kuvvetlerini buraya çekmenin mümkün olacağını ve böylece Tuna üzerindeki Türk Ordusu'nun sayıca azaltılabileceğini düşünür. Bu plan üzerine, Salamon'a yardım etmeye karar verir. Nitekim, Transkafkasya'ya küçük bir birlik gönderir./... küçük bir açıklama.../ Aslında Katerina, Gürcüstan için düşündüğü planın gerçekleşeceğinden pek emin değildir. Bir nevi kumar oynayacaktır. Bunun içinde, uygun biri gereklidir... Bu kişi, General Totleben'dir!/ General Totleben... Almanlarla kurduğu bazı gizli ilişkiler yüzünden... idama mahkum edilir./ Şu halde, Totleben'den daha iyi bir fedai olamazdı. Katerina... bu general eskisini affeder. Gürcüstan Seferi için komutan tayin eder./ Kuzey Kafkasya'da alınan mesafeyi... kaybetmemek için, geniş bir plan yapılır... Totleben'in, General Medeme ile birlikte hareket etmeleri kararlaştırılır./... Totleben sadece Rus ve Kazaklardan oluşan bir kuvvetle Gürcüstan'a yürüyecektir. Medeme ise, mevcut kuvvetlerine ilaveten, bozkırdaki Kalmuk ve Nogayları tahrik ederek Kırım ve Kuzey Kafkasya'yı meşgul edecektir./... ortam uygundur. Kabardey Prensleri'nin başı derttedir. Alt sınıflar isyan halindedir... Nogay ve Kalmuklar da... cahil topluluklardır./... Totleben... Gürcüstan'a ulaşır... görevi de başarır./ General Medeme ise, Kalmuk liderlerinden Dunduk Hanı, Doğu Kafkasya'ya sevkeder. Dunduk Han, Kabardey ve Çeçen bölgelerini büyük ölçüde rahatsız eder. Kanlı çarpışmaların meydana gelmesine sebep olur./Bu arada, General'in kendisi de boş durmaz. Kalmukların diğer lideri Ubaşi'yi yanına alarak Kuban Bölgesine saldırı. Ancak, feci şekilde bozguna uğrar... Ubaşi'yi... suçlar./... Kabardey'in açık alanlarına saldırır./ Hal bu iken... Rus tarihçileri gerçeği tahrif etmişlerdir.../... metinden izleyelim./... Kubanlıların üstesinden gelen, Tuğgeneral Medeme... 1769 baharında, Kafkasya'ya bağımsız bir birliğin komutanı olarak gönderilmiştir. Tüm Terek Kazakları O'na boyun eğerler. Oysa, Medeme'nin birliği pek o kadar büyük değildir. Üçbini aşmayan piyade... en önemli gücünü, Kalmuk Hanı Ubaşi'nin yirmi bin kişilik ordusu teşkil eder./... iki Kırım Sultanı... Kalmukların Ruslarla beraber Tuna'ya hareket ettiklerini sanarak, Kalmuk ulusunu yoketmek için fırsattan yararlanmak isterler. 24 Nisan 1769... ansızın Ubaşi'nin kuvvetleriyle karşılaşırlar... Kalmukların, Tatar ve Çerkeslere saldırısı amansız olur... çok azı... kaçmayı başarır.../... Medeme, bundan yararlanır. Kabardey'i işgal eder... Ubaşi... Kuban... yakıp yıkar... Rus Birliği Kuban gerisine geçer. Fakat, Çeçenlerin Kızılyar'a saldırması... Medeme'yi... dönmeye mecbur eder. Çeçenleri geri püskürtür. Fakat ertesi yıl Çeçenler, taze kuvvetlerle yeniden Kızılyar önlerinde görünürler. Her tarafı, yakıp yıkarlar... Medeme, Türk Ordusu'nu Avrupaa savaş sahnesinden uzaklaştırmak amacıyla Kuban'da bulunuyordu. Kızılyar bozgunu, O'nu bu hatta tekrar döndürmek zorunda bırakır... Çeçenler... çareyi çekilmekte bulurlar.../ Medeme... insanlarla iyi geçinmek... başaramaz... Ubaşî'ye, Rusların paha biçilmez müttefikine tepeden bakar... Ubaşi, Ruslardan... kopar... 1771... yirmisekiz bin Kibitka (çadırlı araba) ile doğuya kaçar... Çin sınırına ulaşır./... Rus tarihçilerine göre... Medeme'de sonsuz bir güç ve hız vardır. Karadeniz ile Hazar sahilleri arasında mekik dokumuştur.../.../ 'Fethedilen Kafkasya' kitabında, İmam Mansur Olayı:/ Önce kısa bir açıklama:/ İmam Mansur olayı, II. Katerina'nın son zamanlarına raslar. Yönetimde tecrübenin ve kudretin doruğunda olan yaşlı Çariçe'yi çok zor durumda bırakmıştır.../ Rus tarihçileri, İmam Mansur'un başlattığı "Birleşik Kafkasya" idealini görmek istemezler.../ Bu maksatla da İmam Mansur'u, sağlam mantığı olan biri olarak değil; hasta, meczup bir kişi olarak tanıtmak isterler./ Metinden.../ İmam Mansur, hoca sıfatıyla sahneye çıkar... kardeşlik sevgisini yaymaya çalışır. Malını-mülkünü yoksullara dağıtır... Muhammed'in... elçi olarak kabul edilir. Sara hastalığı... üstün ruh oluşumunun bir delili olarak görülür. Mansur, bundan yararlanır... Kardeşlik ve sevgi duygularını aşılarken... "İnançsızları (Ruslar kastedilmiştir), amansızca yoketmek, mallarını gaspetmek farzdır!" der.../ Ayrıca Mansur'un... İstanbul Hükümeti'nin Kafkasya'ya ordu sevk edeceği söylentisini yayması, Dağlıların büyük coşkusuna ve O'nu tasvip etmelerine neden olur./ Bu fanatik kişinin "Peygamberliği" gerçek olan bir vakıadır... şöhreti Çeçenya'nın dışına taşmış... Mansur en nihayet, "Kutsal Savaş" çağrısını başlatır... Yarbay Piyer'in Birliği mağlup edilir... bu Birlik... Çeçenya Ormanlarında... perişan edilir... Rusların Kafkasya'daki bu ilk yenilgilerini daha kötüleri izler./ Mansur... Kabarde'yi ayaklandırır... Kızılyar'a saldırır.../ V. Potto makalesinde: İmam Mansur'un sadece Dağlıların değil, Rusların da düşüncelerini perişan ettiğini anlatır. Kızılyarlılar, hayatlarından bezmişlerdir... "... Rus ve Ermeni azizleri kentin sokaklarında... kutsal su serpmişlerdir." der. Dağlılar, 1785 Ağustos'u içinde Kızılyar'a beş defa saldırırlar. Fakat, büyük kayıplarla geri püskürtülürler. Sonunda, Tomsk Alayı tarafından Terek ötesine sürülürler.../... Rus tarihçilerine göre, Mansur büyümez, küçülür. Zamanla önemini yitirir.../ Halbuki, gerçek bu değildir. İmam Mansur'un başlattığı "Birleşik Cephe Fikri" Kuzey Kafkasya'yı yetmiş yıl daha ayakta tutacaktır.../ 'Fethedilen Kafkasya' kitabında, Battal Hüseyin Paşa Olayı:/ Önce kısa bir açıklama:/ 1787 de Osmanlı-Rus Savaşı çıktığı zaman, Kuzey Kafkasyalılar bazı ümitlere kapılmışlardı. Osmanlı Devleti'nin yardımıyla... Rusları durdurmayı düşünmüşlerdi. Bu maksatla, İstanbul'dan yardım istemişlerdi./... İstanbul... Battal Hüseyin Paşa'yı Anapa'ya gönderir... ikbal bekleyen Paşa bozulmuştur... Trabzon Valiliği iptal... hoşnutsuzluğunu büsbütün arttırır./ Kuban ve Terek nehirlerinin kuzeyindeki Rus kalelerinde, savaş nedeniyle asker azalmıştır. Bazı birlikler, Batı Cephesi'ne gönderilmiştir. Kafkasyalı liderler Paşa'ya, bu fırsatı değerlendirmak gerektiğini söylerler. Paşa Onlar'a hakaret eder...liderler hakareti sineye çekerler. Osmanlı topları olmadan, Rus kallelerine nüfuz etmenin mümkün olmadığını biliyorlardı... /... Paşa'nın olumsuz... tutumunu Padişah'a duyururlar./ Padişah III. Selim, Paşa'ya hareket ve saldırı için kesin emir verir./ Çok sert bir dille kaleme alınan fermanda, Battal Hüseyin Paşa'yı ürküten esrarengiz bir hava vardır... idam edileceğini düşünür./ Artık Paşa, savaşı değil geleceğini düşünür./... Anapa Kalesi'nden çıkar... Kuban Nehri'ni geçer... yavaş yol alır. On günlük yol, iki ayda tamamlanır./... Ruslarla ilişki kurar. Orduya ait sekizyüz keselik hazineyi toprağa gömerek, gizlice düşmana iltica eder. Ordu çaresiz, Anapa'ya geri döner./.../... Bu Olayı bir de Rus tarihçilerinin ağzından dinleyelim./ Türklerin bu savaştaki amacı, bir önceki Kırım Savaşı'ndaki kayıplarını geri almaktır. Porta (Padişah)... Kuban'ın Batı yakası... Başkomutan olarak Battal Paşa'yı atar. 1789... Kuban'ın sol yakasında güçlü bir hücum ordusu kurar. Tüm Dağlı halkları Ruslarla savaşmaya çağırır... Korkunç an yaklaşmıştır. Birbirine hiç de eş olmayan Çerkes, Kabardey, Çeçen ve Lezgilerden meydana gelen birlik yaklaşmaktadır... Rus Ordusu gene komutansız kalmıştır... Kont De Balmen... hastalanır.../ Battal Paşa ise, zaferinden emin, sadece Kafkasya'daki değil, Ural ve Volga boyundaki tüm Müslümanları Ruslara karşı koymaya çağırır./... Battal Paşa herşeyden önce, Kabardeylerin yardım edeceğinden emindir. Sonra yarı deli Nadir Şah'ın buyruğuyla iğdiş edilen... İran Şahı Ağa Muhammed'in transkafkasya'ya saldırmak için, sadece Türk zaferinin neticesini beklediğini bilmektedir... Dağlılarla takviyeli ellibin kişilik ordudan kuşku duyulabilir mi?/ Rus tarafı... düzensiz... casusları, Battal Paşa'nın moralini bozacak haberler yayarlar.../... "olağanüstülük".../ General German... üçbin altıyüz kişilik bir birlik olur.../... onbin kadar Çerkes süvarisiyle birlikte kırk bin kişilik Türk Ordusu... German... Türklerin üzerine ne zaman gidileceğini bilir. Taarruz eden kuvvetlerin, cepheye yayılmasını bekler./ 30 Eylülde, Rus Öncü Birliği, Toktamış Irmağı'na hareket eder. Başlarında Gürcü Prens Orbeilani bulunmaktadır.../.../... Gelecekteki Napolyon Savaşları'nın kahramanı genç komutan Lukovkin'in başı çektiği Don Kazakları haykırışı.../... Üçbin Rus, ellibin kişilik orduyu çığlık çığlığa kaçan firarilere dönüştürmüştür. Lukovin, Battal Paşa'yı esir alır.../... Batalpaşinski adlı bir Kazak köyü inşa edilir./.../... hayal mahsulü rapor... örneklerinden biridir./... Osmanlı kaynakları çok daha açık... Türk Ordusu, onbeşbin kişiden fazla değildi. Kuzey Kafkasyalıların da buna yakın bir kuvvet çıkardıkları tahmin edilmektedir... bu ordu, Rus kuvvetleriyle ciddi bir çarpışma yapmamıştır... Battal Paşa Ruslara sığınmıştır... esir alınmamıştır./.../... Ruslar... propaganda malzemesi yapmışlardır. Kuzey Kafkasyalıların moralini bozmak... için onu kullanmışlardır./ 'Fethedilen Kafkasya' kitabında, İora Savaşı./ Önce kısa bir açıklama:/ ... Tiflis'e Rus birliklerinin gelmesi Osmanlı... telaşlandırmıştır. Osmanlı... tahrik edilen Dağıstanlılar, Gürcü-Rus işbirliğini bozmak için 1785 yılında harekete geçmişlerdir. Ilısu Hanı Ali Sultan ve Avar Hanı Omar Han, yirmibeş bin kişi... Gürcüstan'a saldırmışlardır./... Tiflis'i kuşatmıştır. Çıldır Valisi... topları göndermediği için, başarı gösteremezler. Dağıstan kuvvetleri... Kışı Çıldır'da geçirmek isterler. Süleyman Paşa, bu isteği kabul etmez.../ Bu defa, yorgun Dağıstan Ordusu'nun önünü Rus ve Gürcü birlikleri keser. Kanlı çarpışmalar sonunda, düşman hattı yarılır. Ağır kayıplar pahasına ülkelerine dönerler./... bu olayın bazı bölümlerini, "Fethedilen Kafkasya" kitabından izleyelim./... bu bahtsız ülkede (Gürcüstan) amansız biri daha ortaya çıkar. Bu tüm Lezginistan'ın sahibi, Avar Hanı Omar'dır./ Omar Han becerikli, usta, küstahlık derecesine varan gözüpekliğiyle ün salmıştır... Omar Han, kuşku götürmez Dağıstan zekasına rağmen, Gürcüstan'ın Rusya gibi büyük bir devlete ait olduğunu düşünmez. Sınırı geçerek, saldırır. Lezgiler... Tiflis'e ulaşırlar. Lazarev ile Gulyakov hemen karşılarına çıkar. Fakat Omar Han... Tiflis'e yönelir.../.../ Rus birliği, sessizce İora ırmağı vadisine sokulur. Lazarev... saldırı emri verir. Saldırı da Gürcü Milisleri de bulunmaktadır.../.../ Lezgin kaybı, iki bin kadar ölü ve yaralıdır... Omar Han... kalçasından... yaralanmıştır. Rus kaybı ise, bir ölü bir yaralıdan ibarettir./ Dağıstanlıların Gürcüstan Seferi, bu ülkedeki Rusları büyük ölçüde endişelendirmiştir... doğru olmayan raporlar tanzim etmişlerdir.../.../ 'Fethedilen Kafkasya' kitabında, Gürcüstan'ın İlhakı:/ Kısa bir açıklama:/ Ruslar, Gürcüstan'a girdikten sonra, iktidar için mücadele eden prenslerin en zayıfları desteklenmiştir. Rusya'ya bağlılığı konusunda şüphe uyandırmayan kişiler tercih edilmiştir. Otuz yıl gibi kısa bir süre içinde, Gürcüstan bağımsızlığını yitirmiştir./ Himaye altındaki Gürcüstan'ın son günlerini, metinden izleyelim./.../ Ölüm döşeğindeki Kral... bir iç savaşın patlak vereceğini anlar... İmparator Pavel'e bir mektup yazar./ "... Gürcü halkı, eğer İmparator kabul ederse, Rusya'nın tebalığına daimi olarak girmeyi arzu etmektedir." der./ 18 Aralık 1800 tarihinde, hükümdar manifestosu yayınlanır. On gün sonra da Georgi ölür./... Gürcü tahtı lağvedilir... 16 Şubat 1801 tarihinde de Gürcüstan kesin olarak Rusya'ya bağlanır./.../... Dağlı topluluklar... Baskınlar düzenleyerek, ülkeyi yağma etmeye başlarlar... 1802... başkomutanlığa Prens... Tsitsianov tayin edilir./ Kafkas Ülkesi için, yeni bir dönem başlamıştır./... Puşkin'in şu coşku dolu satırları bu dönemi en iyi biçimde karakterize etmektedir:/ ".../ Coşkulu Tsitsianov'un belirdiği o anı..."/... başka örnekler bulmak mümkün. Kitabın tam tercümesi elimizde olmadığı için, bu kadarıyla yetiniyoruz./... / Kuzeybatı Kafkasya'nın uzlaşmaz liderleri, Kabardey ve Gürcü prensleri, Dağıstan hanları devamlı bir yanılgının içinde bulunmuşlardır. dar bölgelerinde, üç günlük dünya saltanatı için birbirleriyle uğraşmışlardır. Rus Çarlarının dostluğunu kazanmak ümidiyle, gururlarından fedakarlık etmişlerdir. Halklarını esarete ve felakete sürüklemişlerdir" 259, 260, 263-288
*
15.4.2018