29 Nisan 2024 Pazartesi

ŞÖVALYE TAİTBOUT DE MARİGNY’NİN ÇERKESYA SEYAHATNAMESİ (1818-1823-1824)

 İngilizceden Çeviren: Aydın Osman Erkan, Birinci Baskı: Şubat 1996, nart yayıncılık, İstanbul


Fransız asıllı Hollanda görevlisi olan yazarın 1818-1824 döneminde ticari amaçlarla gittiği Anapa ve çevresini kapsayan bölgedeki kıyı Çerkesleri arasında görüp yaşadıklarından bir kesit anlatılıyor.

*

Kitapta anlatılanlardan bazı örnekler şöyle:

*

“Rusya basınında… Marigny… adı altında bir eser yayınlanmıştır… Yazarın yokluğunda yayınlanmış olan kitap, her türlü yanlışlıklar ve kasti hatalarla doludur./ Devlet sansürünün çok kuvvetli ve devlet izni olmadan hiçbir şeyin doğru dürüst yayınlanamayacak olduğu Rusya’da, yayıncı özür dileyerek bu ilginç eserde yazarın orijinal kitabından birçok olumlu kısımları koyamamıştır veya Rus hükümetinin arzuladığı gerçeğe uymayan ekler yapmıştır./ İngiltere’ye ulaşmış olan Rusça kitap Rus hükümetinin Kafkasya halklarını ne kadar küçümseyerek yanlış bir şekilde göstermek istediğinin bir kanıtıdır.” (Marigny, “1837 yılı İngilizce Baskısı Editörü” imzalı Giriş Bölümü, s. 9, 10)


“Ünlü Doğubilimci, kaşif ve Kafkas dilleri uzmanı Klaproth’a… göre Kafkas berzahının nüfusu… 2.375.487 kişidir./ Çerkesler 51.130 aile/…/ Osetler 33.915 aile/ Mitscehi 35.850 aile/ Lezgiler 138.700 aile/…/ Toplam 527.887 aile”. "Mitsdjehhi". (Marigny, s. 13, 14, 189)


“Coşkun bir hürriyet ve bağımsızlık aşkı, hiçbir şeyin kıramayacağı yiğitçe kahramanlık, onları komşularına karşı üstün kılmaktadır.” (Marigny, s. 15)


“Çar’ın hizmetinde görevli, Fransız soylusu Dük de Richelieu, gereksiz bir savaşın durdurulmasını arzuluyordu”, planının kabul edilmesi üzerine 1817’de Mösyö Scassi eliyle “Rusların Çerkeslerle ticari ilişki kurmak için giriştikleri ilk deneme” gerçekleştirilmiştir. (Marigny, s. 17)


“Çerkesler için konukseverlik kavramının her şeyden öte kutsallık ve onurluluk ölçüsü olduğunu nereden bilebilirdim?” “Ben hemen, Pşı (Prens) Mehmet İndariko’nun konukları olduğumuzu… anlattım… ziyaretimizin mutlu bir geliş olduğunu söylediler.” (Marigny, s. 20)


3 Mayıs “Cenovalıları çok iyi hatırlar ve pek severlermiş, onları kardeş sayarlarmış. Bu duyguları aynı zamanda Fransızlar için de geçerliymiş… Çerkeslerin Avrupai bazı özellikleri başka hiçbir Doğulu ulusta yoktur.” (Marigny, s. 23)


“Burada billur gibi bir ırmak ve etrafında binbir çeşit karaağaç, yabani elma, armut, ardıç ve başka dev ağaçlar bulunuyordu… rehberimizin hoş ve dürüst tavrı, güzel yüzü bana güven verdi.” (Marigny, s. 26)


“Lacroix, Çerkeslerle ilgili ayrıntılı bilgi vermektedir… bu bilgilerin tam olarak doğru olmadığını ve yanlışlıklar bulunduğunu anlamaktayım.” (Marigny, s. 32)


“M. Tausch’un zekası ve yetenekleri beni çok etkiledi. Bu komisyoncu genç bir Almandı. Rus yönetimi süresince Anapa’da ticaretle uğraşırken Çerkeslerin içinde yerleşmeğe karar vermiş, burada kalmıştı. Mükemmel Adigece konuşuyordu ve M. Scassi tarafından çok gerekli kabul edilerek Pşiate’deki işlerin başına getirilmişti… Çerkes adet, yöntem ve törelerini kabul etmiş ve halk tarafından pek sevilmişti.” (Marigny, s. 34)


“Bütün bu ülke bana pek çok verimli göründü.” (Marigny, s. 35)


“Atiokhay ismini taşıyan bu Çerkes… bir prense tabi bir soyluydu. Malikanesi… görmüş olduğum en güzel İngiliz bahçesi ile çepeçevre çevrili, sevimli bir ormanın içindeydi./… çok keyifli bir zaman geçirdim. Verilen yemekleri çok nefis buldum, fakat biraz fazla yağlı ve tatlıydılar… dünyanın en iyi iki arkadaşı olarak ayrıldık.” (Marigny, s. 38)


“Çerkeslerde aşırı süslenme geleneği yoktur… Aralarında mükemmel bir eşitlik bulunur, başka milletlerde bu derece adil olarak görülmemiştir.” “Bu ülkede güzel kızlar kendileri gönüllü olarak Türk haremlerine satılmak istemektedirler… Çerkes kızı girdiği haremde… oranın hakimi ve yöneticisi olmaktadır. Sonra birçoğunun büyük servetlerle tekrar Çerkesya’ya döndükleri çok rastlanan olaylardandır. Bunların çoğu zengin evlere veya paşa konaklarına gitmekte ve orada Çerkesya’da mümkün olmayan bir saltanat sürmektedirler. Yalnız prensler hiçbir zaman çocuklarını satmazlar.” “Çerkes hukuk sisteminin ne kadar etkili olduğunu öğrenmiş oldum.” (Marigny, s. 40, 41)


“Çerkeslerde tüm anlaşmazlık davalarına… milli kurullar tarafından… bakılır… kararlar… kutsal sayılan eski adet ve töreler göz önüne alınarak… adil olarak alınır.” (Marigny, s. 42)

(“Çerkeslerin cengaver ruhları, kavgacı karakterleri, sakin işlerden hoşlanmamaları, zengin olmamaları, aralarında bir nevi hırsızlığın hoş görülmesini sağlamıştır.”) (“Parantezler içindeki bu kısım Rusça baskıda, Ruslar tarafından ilave edilmiştir.”) “Ülke yasalarına göre hırsızlık resmen suç sayılır, ama bazı hırsızlıklar, eğer büyük bir ustalıkla ve akıl gerektiren bir beceriyle yapılmışsa hoş görülebilir… İnsan kaçırma hiç hoş görülmez… Hırsıza ilk olarak çaldığını tazmin etme cezası verilir; bu, çalınan şeyin yedi katıdır.” (Marigny, s. 43)

(Bence hırsızlık konusu mülkiyet kavramına bakıştan kaynaklanıyor olmalıdır! Şeyler herkesindir ve onları almak hırsızlık değil, haktır, anlayışının henüz tam terk edilmediği bir geçiş dönemi çağıdır, o toplum için henüz zaman, ve o eski anlayışın bir ölçüde görülen izleridir, hırsızlık konusuna bakış, sanki!)


“Burada konuşma hakkı kutsaldır; ne rütbe, ne ünvan, ne de yaş kimsenin konuşma hakkını engelleyemez.””Prens’in derhal beni görmek istediğini bildirdi… İndariko, üzülerek bana kendisine karşı yapılan saldırıları anlattı. Onu, Rusları Çerkesya’ya sokmak istemekle suçluyorlar ve benim… bir casus olduğumu… ilk çıkacak Rus-Türk savaşında… oğlu Nogay’ın Ruslar safında çarpışacak bir birliğin başına geçeceğini… iddia ediyorlarmış!/… Bence, bizler Anapa’daki Osmanlı Paşası tarafından kışkırtılmış bir sürü dehşetli dağlı tarafından tehdit edilmekteydik./ Paşa’nın son zamanlardaki davranışları… bu kanımı güçlendiriyordu.” (Marigny, s. 52, 53)


“Çerkesler kesinlikle din yobazı değildirler. Çerkes Müslümanlarının dinlerini pek o kadar ciddiye almadıklarını da saptadım.” (Marigny, s. 57)


Bu “ülkede kızlar çok serbesttir, adeta Avrupa’daki gibi… Ana Prenses bir dostluk gösterisi olarak elini uzatıp benim elimi sıktı”. (Marigny, s. 67)


“Avrupalı hanımlar bilsinler ki Çerkes hanımlarının onlardan hiçbir eksik ve geri kalan yanı yoktur.” (Marigny, s. 68)


“Moudrov… kuracağımız ticari istasyonlar için Çerkeslerin şüphelerinin daha da fazlalaştığını belirtti. Anapa’da bazı Türkler, onun ve Tausch’un Rus ajanı olduklarını ve Rusların Çerkesya’ya sinsi yollardan gelmeleri için çalıştıklarını söylüyorlarmış.” (Marigny, s. 72)


“Şapsığların hücumunu görmek için giden M. Tausch, iyi haberle geldi. Sayıları 200 kadar olan Şapsığ savaşçıları, çarpışmaya gerek görmeden sorunun çözümünü Milli Meclis’in kararına bırakarak geri dönmüşler… Çerkeslerde kabileler arası savaşlar olduğu söylenir. Bu aslında doğru değildir. Anlaşmazlıklar her zaman olabilir, fakat kavgalar genellikle bu şekilde sonuçlanır.” (Marigny, s. 77-80)


“Atiokhay’la yaptığım konuşmadan sonra, Paşa bizim daha önce Nathuaç bölgesine gezi yaptığımıza iyice inanmış oldu. Orada neler yapmış olduğumu ve tekrar gidip gitmeyeceğimi sordu… Paşa’nın ismi Seyit Ahmet idi. Bizim ticaretimizin gerek Anapa ve gerekse kendisi için yararlı olacağına inanmıştı… Sonunda yardımcı olmaya karar vermiş olmalı ki…”. (Marigny, s. 103)


“7 Mayıs 1823 günü Anapa Valisi Seyit Ahmet Paşa’ya şu haber geldi: Bir iki gün önce 3000 kadar Çerkes süvarisi Rus Kazak bölgesine bir saldırı düzenlemiş ve çok sayıda esir alarak geri dönmüşlerdir. Paşa bu harekatı düzenleyen Adige Prenslerine çok kızdı. Kendisi Ruslarla olay çıkartmak istemiyor ve çıkan olaylarında, Ruslar tarafından, sanki Paşa’nın emriyle oluyormuş gibi zannedilmesinden çekiniyordu…/ Çerkesleri kontrol edecek bir gücünün de olmadığını biliyordu. (Marigny, s. 110-112)


“Bazen Türklerle Çerkesler arasında çıkan anlaşmazlıklar ve kavgalar Anapa’nın ve ticaretin düzenini bozuyordu… bir keresinde bazı topçu askerleri bir Çerkesin karısına hakaret ederek herkesin içinde küçük düşürmüşler. Bunun üzerine birçok Çerkes… Paşa’ya bu hakaret için gerektiği şekilde özür dilenmediği takdirde, bütün Türklere karşı saldırıya geçeceklerini bildirir… Suçlu asker Paşa tarafından hemen hapse atılır ve tazminat… vermeye mahkum edilir.” (Marigny, s. 113)


“Paşa… Avrupa’nın ne denli güçlü olduğunu bir türlü anlayamıyordu… Bunların hiçbir coğrafya bilgisi yoktu; onlara harita üzerinde bir şey anlatarak fikir vermem imkansızdı… Paşa hazretlerinin milyon hakkında hiçbir fikri yoktu. Yani milyon nedir bilmiyordu! Ona parmaklarının yardımıyla on kez yüzbini toplamasını öğretmeye çalıştım…/ Sonuç sıfırdı. Hiçbir şey anlamadılar ve hepsi iki eline bakıp kaldı. Sonunda bir çözüm buldular ve “çook” dediler.” (Marigny, s. 115)


“24 Mayıs günü İndariko’nun oğlu Prens Nogay… Pşiate’den geldi… Nogay kendisini bizim konağımız olarak ilan etmiş ve daha önce gelip yardımcı olamadığı için özür dileyerek Anapalılardan bir şikayetimiz olup olmadığını sordu. Ben ilk gelişimizde karşılaştığımız zorlukları ve şüpheci halleri anlattım. Bunun üzerine kızan Prens, Paşa’ya bu davranışının hesabını sormaya gidecek oldu. Yalvar yakar zor vazgeçirdik… Paşa’nın benim kendisini şikayet ettiğimi sanacağını anlatarak onu sakinleştirdik.” (Marigny, s. 116)


“Bu ticari ilişkiler Rusların Çerkeslere güven vermesi için iyi bir fırsat sayılabilirdi. Bunu anlayan Ruslar M. Scassi’nin önerisi üzerine Prens Mehmet İndariko’ya değerli armağanlar göndermişler ve Rusya’nın dostu ilan etmişler.” (Marigny, s. 117, 118)


“Tausch… Kırım’a dönüp akrabalarının yanında üç yıl yaşamış; bu arada Çerkesya’yı çok özlemiş, bir tür vatan hasreti çekmiş… eski patronu onu tekrar aynı işe davet etmiş ve o da yine komisyoncu olarak Çerkeslerin arasına dönmüş.” (Marigny, s. 119)


“Her kişinin o heceyi söylerken telaffuzu değişebiliyor. Bana göre bazı kelimeler ve heceler alfabeyle simgelenemeyecek kadar zordur.” (Marigny, s. 120)


“Paşa’nın adaletini bir denemek istedim. Buranın polis şefi olarak kabul edilen tüfekçibeşı, bizim tüccar Ali Ağa’ya satmış olduğumuz bazı malları ondan bedava almak istiyormuş. Halbuki biz bu yetkiliye çok miktarda armağan da vermiştik. Onu Paşa’ya şikayet ettim. Paşa derhal tefükçibaşını huzuruna çağırdı ve benim önümde adamı rezil etti… geri ödemesini emretti… Araya giren bazı Ermeni tüccarlar bana, tüfekçibaşıdan bu paraları geri almamamı, yoksa adamın bana müthiş garazı olacağını söylediler. Ben gittikten sonra acısını onlardan çıkarabilirmiş. ” (Marigny, s. 121) 


“Görkemli dağlar… şahane bir manzara arzediyordu.” (Marigny, s. 125)


“Çerkeslerle ticari ilişkiler kurmak isteyen Rusya hükümeti, birçok Çerkes prensine kıymetli armağanlar göndermiş. Bunlar arasında özellikle İndariko’ya… Çar Aleksandr tarafından gönderilen, üzerinde çok kıymetli taşlar bulunan bir kama da bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen İndariko Rus taraftarı olmamış”. “Guaşe bana… kamayı gösterdi.” (Marigny, s. 126, 127, 129)


“Çerkesler çok ince ruhlu ve sanatkar insanlardır.” “Bu insanların ilkel dinlerinin, belli belirsiz çok eski çağlara dayandığı kesin.” (Marigny, s. 133)


“Anapa… alış veriş yapılacak mallarla dolu değildi. Ağustos ayında gelmesi beklenen kervan Kuban’ın sol kıyısında Rus Kazaklarının hücumuna uğrayıp tamamen ve acımasızca yok edilmişti.” (Marigny, s. 135, 136)


“Anapa’da geçen yıl Türkler ve Çerkesler arasında çıkan anlaşmazlığın tekrar alevlendiğini… yolların güvenli olmadığını söyledi.” (Marigny, s. 141)


“Kazak Generali Vlassov bu bölgeye dehşet salmış ve birçok Çerkes yerleşim merkezini yerle bir etmiş, 2000 kadar masum insanı da kılıçtan geçirmişti./ Paşaya göre Çerkesler bu mezalimin bedeli olarak Ruslardan ağır tazminat taleb etmişlerdir… Çerkes prensleri ile anlaşamayan 10.000 kadar göçmen Nogay Tatarı tekrar nehri geçip Rusya’ya dönmüşlerdir.” (Marigny, s. 143)


“Öz vatanından… ayrılmış olmak bence yürek yakıcıdır.” “Anapa’da rastladığım Rusların çoğu asker kaçaklarıydı… mutlu görünürlerdi. Türklerin ve Çerkeslerin yanında kendilerini üstün ve gururlu göstermek isterler, fakat… tuhaf bir vaziyet ortaya çıkardı… Çerkesya’da köleler çok büyük bir şefkatle muamele görürler, aileden biri gibi sayılırlar. Bunların durumu… Avrupa’da, evimizdeki hizmetçilerle bile kıyaslanmayacak kadar iyidir./ Anapa’da tanık olup öğrendiklerimden sonra, bende köle kelimesinin dehşet verici anlamı yok oldu. Türkiye ve Mısır’a gönderilmek üzere hazırlanmış erkek ve kadın köleler gördüm. Bunların çok azı üzgün ve kederliydi.” (Marigny, s. 145, 146)


“Boğaz’daki Rus alışveriş ve değiştokuş pazarı, bir bildiriyle Çerkeslere çok uygun ve ucuz fiyatla tuz satabileceğini ilan etti. Çerkesler ellerinde bulunan yerli mallarıyla birden bu pazar yerine hücum ettiler. Bu olay Anapa tüccarlarını o kadar kızdırdı ki Çerkeslere engel olmak için silahlı müdahale yapmayı bile teklif ettiler. Sonradan elindeki ticareti kaptırmaktan korkan paşanın tüccarları kışkırttığını ve onlara top bile vermeğe söz verdiğini duydum.” (Marigny, s. 148)


“Buradaki Türk tüccarların benden nefret ettiğini bildiren birçok ihbarlar gelmekteydi. Çünkü F. Garibaldi’nin yapmış olduğu ticari faaliyetlerden sadece iki kişi faydalanmıştı. Bunlar da Trabzonlu Müslüman bir tüccar olan Gençe Ağa ile Ermeni Baltazar Efendi idiler. Diğer tüccarlar bunları çekemeyip dükkanlarını yakmak istemişler ve beni öldürtmek için İstanbul’dan kaçmış sabıkalı bir kiralık katil tutmuşlar. Bana gavurları Anapa’ya soktuğum için kızıyorlarmış… Beni öldürtmek istedikleri katil, Eyüp Çavuş adında bir adamdı. Sık sık yanımıza gelirdi, biz de ona rom ikram ederdik…/… Onu kiralayan patronlarına, benim önemli olmadığımı ve Ermeni Baltazar Efendi’nin zengin bir tüccar olduğunu söyleyerek 11 Haziran günü zavallı adamı dükkanının önünde bıçaklayarak öldürdü.” (Marigny, s. 149, 150)


“Baltazar Efendi’nin katlinden birkaç gün sonra Anapa’ya gelip bana yardımcı olan ve beni koruması altına alan Çerkes konaklarımdan Prens Nogay’a da minnettarım. Bu genç cengaver heyecanlı bir şekilde Anapa halkına bana karşı saygılı olmalarını emretti…/ Eyüp Çavuş ülke içlerine kaçıp Çerkeslere sığındı.” (Marigny, s. 152)


“Temmuz ayı boyunca Anapa’da Çerkes prensleri ve beylerinin iki büyük toplantısı, yani kurultayı oldu… Seyit Ahmet Paşa kaleden sekiz fersah içeride bulunan bir toplantıya bizzat katılmak için gitti. Bunun sebebi çok önemliydi. Paşa o civardaki Çerkes liderlerini padişaha bağlılık yemini ettirmek için gayret sarfediyordu… Padişaha pek aldırış etmeyen prenslerin de halkını kandırıp onlara karşı kışkırtıyordu. Paşanın söylediğine göre… Çare, Çerkeslerin koyu Müslüman olup, Sultanın emrine girmeleriydi./ Şimdi anladığımıza göre Şapsığ prenslerinin halk tarafından iktidardan indirilmesi, Seyit Ahmet Paşa’nın entrikaları sonucu olmuştur. Bu kez paşa aynı şeyi Kabartaylar, Abzehler ve Bjeduğlar için yapmaya kararlı idi. Onları bir Türkün yönetimine sokup, padişaha bağlılık yemini ettirmek amacındaydı. 2 Ağustos günü bunda başarılı olduğunu evinde tantana ile halka ilan etti. Ne kadar başarılı olduğu tabii belli olmaz!” (Marigny, s. 156-158)


“1824 yılının sonuna doğru Anapa Sancağı Trabzon Paşalığı’na bağlandı… 1825 yılında Trabzon Valis Çeçenoğlu Hasan Paşa bizzat Anapa’ya gelerek, padişah efendilerine bağlılık yemini ettikleri taktirde Kuzey Kafkasya’nın tüm halklarının Ruslara karşı dış güvenceye sahip olacaklarını ve bağımsızlık mücadelelerinde yalnız kalmayacaklarını ilan ederek köy köy dolaştı. Kuzey Kafkas halklarının büyük kısmı bu teklifi olumlu karşıladılar; fakat bir koşulla ki tam bağımsızlıklarına hiçbir zaman halel gelmeyecekti.” “1826’da sadece iki Rus gemisi Nathuaç sahillerine ulaşmış ve bundan sonra ilişki tamamen kesilmiştir. 1826 yılında Anapa’yı ziyaret eden küçük bir Rus savaş gemisi, Çeçenoğlu tarafından büyük bir dostluk gösterisiyle karşılandı. Bundan sonra Rusların gerek paşadan, gerekse Çerkeslerden şikayet edecek mazeretleri kalmamıştı./ Buna rağmen Kuban’da savaş devam ediyor… Kazak General Vlassov, kılıç ve ateşi her yere götürdü ve dönüşünde bazı önemli esirler getirdi…/ 1827 yılında Rus savaş gemisi “Kritski” özel bir görevle Anapa’ya geldi. Rus Çarı 1’inci Nikola tarafından Anapa paşasına pırlanta taşlarla süslü bir enfiye kutusu hediye olarak gönderilmişti… Rus komutan, Çeçenoğlu Hasan Paşa tarafından askeri törenle karşılandı./ Haziran 1827’de Rusya… Rus ticaretine yardımcı olduğu için İndariko ailesine 15.000 ruble armağan etti. Aynı zamanda Şapsığ kabilesi ile… anlaşmazlıkların düzeltilmesini sağladı…/… 1828 yılının şubat ayında Kemirkoy… Berzuk ile Hatukoy… Aslangeri Yekaterinador’a geldiler ve askeri törenle karşılandılar. Anlattıklarına göre, Rusların amansız düşmanı sayılan Çeçenoğlu Hasan Paşa kendilerini ziyaret ederek Kuban’ın en eski ve gerçek sahiplerinin onlar olduğunu söylemiş ve çıkacak ilk savaşta diğer Çerkes liderleriyle birlikte Osmanlı saflarında Ruslara karşı savaşmalarını istemiş… bu iki Çerkes prensi, çıkacak muhtemel bir savaşta Anapa paşasının yanında yer almayarak tarafsız kalmak istediklerini ve Rusların da bunu bilmesini arzu ettiklerini belirtmişler. Fakat bundan bir süre sonra çıkan savaşta… diğer kabilelerin tepkisini göze alamayarak… İkisi de bizzat at üstünde Rusya’ya karşı savaşa katıldılar./ Mart ayında Anapa komutanı Çeçenoğlu Trabzon’a gitti, yerine iki tuğlu Osman Paşa’yı bıraktı./ 14 Nisan 1828’de Rusya… savaş ilan etti… bir Rus donanması… Anapa’ya hücum etti.” (Marigny, s. 159-163)


Bu dönemde süren “sonucu olarak Prens Mençikov, Anapa’dan 15 verst uzaklığa kadar bütün Çerkes köylerinin yakılmasını ve yok edilmesini emretti.” “28 Mayıs’ta… talih Ruslardan yana döndü. 10 Haziran günü lağımlar kazılarak kalenin içine kadar girildi… kayıtsız şartsız teslim oldu.” (Marigny, s. 164, 165)


“AVRUPA HÜKÜMETLERİNE HİTABEN ÇERKESYA BAĞIMSIZLIK BİLDİRİSİ/ Ağustos 1835, Londra/… Çerkesler Sultan’a sadakatlarını dile getirmek ve yardım istemek için çok sayıda heyet gönderdiler ama hepsi de soğuk karşılandılar. İran’a müracaatları da başarıya ulaşamadı. Nihayet Mehmet Ali’ye… başvurdular ama… yardım elini uzatamayacak kadar uzakta idi…/… /… 200.000 insanımız Rus işgali altında kaldı… Aramızda, bizim barbarlığımızı kendi ülkelerinin uygarlığına tercih eden binlerce Rus var.” “Ama bağımsızız…/ The Portfolio’dan, cilt 1. sf. 187” (Marigny, s. 168-172)


“DAVİD URQUHART’IN ÇERKESLERE MEKTUBU/ Londra, 21… (Şubat 1835)/… İngiltere Rusya ile savaş halinde olmadığı için ona karşı askeri harekatlara destek veremez.” “Birlik konusuna özel önem veriyorum. Çünkü Rusya’dan çok, birleşememek sizin esas düşmanınızdır.” “Değerinizi farketmeyen ve size ihanet eden Osmanlı İmparatorluğu kendisinin savunucusu olduğunuzu Avrupa'dan öğrenecektir. İngiltere’den yardım isteyen Lezgiler, Kabardeyler, Çeçenler, Osetler, Çerkesler ve Abzehler ilk defa aynı noktaya bakmaktadırlar” “DAVUD” (Marigny, s. 172-176)

*

29.4.2024

***

23 Nisan 2024 Salı

MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU

Bernard Lewis, Güncel İngilizce III. Edisyon Çevirisi, 10. Baskı, 2018, Çeviri: Boğaç Babür Turna, arkadaş Yayınevi, Ankara


Arka kapak yazısına göre, ilk baskısı 1961 tarihli olan kitapta “Türklerin son 250 yıllık çağdaşlaşma serüveni” yorumlanmıştır.

“Türk milletinin bin yıl önce Çin’den vazgeçip İslamiyet’e yöneldiğinde başlamış olan Batı’ya doğru yürüyüş, şimdi de İslami mirasın büyük bir bölümünden vazgeçerek Avrupa’ya yönelmiş, artık Batılılaşma ve çağdaşlaşmanın Türkler için aynı anlama gelmesiyle Avrupai hayat tarzı Türklerin gündelik yaşamında yer etmiştir.”

*

Büyük ölçüde önemli bilgiler ve ilginç yorumlar var.

Ve büyük ölçüde İttihatçı-Kemalist bakış açısı egemen.

*

Kitaptan bazı notlar şöyle:


“Adadolu’da kapsamlı ve sistemli bir Türk kolonizasyonunun olduğu kesindir. Ancak bu sırada yerli halk ne yok edilmiş ne de tamamen sürülmüştür. Rumların üst sınıfı ve kültürel katmanı yerinden olurken, eski yerleşimciler de zamanla, bu kez İslami ve Türk unsurlar içinde eridi. Aslında kendi kültürlerinin bir kısmını… sürdürdüler.” (Lewis, s. 7, 8)


“Osmanlı sultanları… bir bölgeden başka bir bölgeye sürgün etme yöntemine sıklıkla başvurdular. Bu zorunlu göçler zaman zaman cezalandırma maksadıyla, bazen de siyasi, ekonomik ve askeri amaçlar için yapılıyordu. Örneğin yeni fethedilmiş topraklara ya da yeterince ilgi görmeyen bölgelere nüfus kaydırılırdı.” (Lewis, s. 15, 16)


“Osmanlı ordusu İran’ın içlerine ilerleyemedi…/ Doğu denizlerinde ise Portekizlilerin cüsseli gemileriyle karşılaştılar… Müslüman filolarını Hint Okyanusu’ndan silip atan da işte bunlar oldu./ Kırım ve daha ötesinde ise onları durduran Ruslardı. Osmanlılar Kefe’yi 1475 yılında ele geçirmişlerdi. Kırım kıyıları kısmen Osmanlı hakimiyetine geçti… 1569’da Osmanlılar Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açmak amacıyla büyük bir projeye başladılar, böylelikle Orta Asya’ya ulaşan bir deniz yolu tesis ederek Portekiz cenderesinden kurtulmak mümkün olacaktı. Ancak burada da Osmanlılar yolların kapatıldığını gördüler… 1502’de bir zamanların kudretli Altın Ordu Hanlığı nihayet tamamen ortadan kalkmış ve topraklarının büyük kısmı Rus toprağı olmuştu. Ardından gelen Kazan, Astrahan ve Kırım Hanlıkları zorlukla da olsa bir süre daha ayakta kaldılar. Ama çok geçmeden Ruslar Kazan ve Astrahan’ı alıp Kırım üzerinde sürekli artan bir baskı kurmayı başardı. Artık Karadeniz, Kuzey Kafkaslar, Hazar ve Sibirya’ya giden yol açıktı ve Rusların ilerleyişi… Osmanlıların önünü kesip onları kuşattı.” (Lewis, s. 35, 36)


“On yedinci yüzyılda Avrupa ordularında karşımıza çıkan muazzam teknik ve lojistik ilerlemeleri takip etme konusunda Osmanlılar geç ve yetersiz kalmışlardı.” (Lewis, s. 37)


“Ateşli silah ve top kullanımı büyük ölçüde artmış, bu da daha profesyonel orduların oluşturulmasını gerektirmişti. Böylece tımarlı sipahilerin görece önemi azaldı.” (Lewis, s. 43)


“1653’e gelindiğinde Katip Çelebi… İmparatorluğun dört bir yanında sahipsiz ve metruk köylerin mevcut olduğunu rapor etmektedir.” (Lewis, s. 47)


“Batılıların ve yerli Hıristiyanların, bankerlerin, tüccarların ve zanaatkarların hiçbiri adam yerine konmuyordu.” (Lewis, s. 51)


“Kırım’ın kaybedilmesi sayısız iç hesaplaşmalara ve tartışmalara yol açtı. 1787 yılında Türkiye ile Rusya arasında yeni bir savaş patlak verdi ve bir yıl sonra Avusturya bu savaşa dahil oldu. Ancak bu kez Polonya, Prusya ve Fransa’da çıkan karışıklıklar yüzünden Ruslar ve Avusturyalılar öncekiler kadar şiddetli bir baskı uygulayamadılar ve sonuçta Türkiye 1791-92 Avusturya ile Ziştovi’de, ve Rusya ile Yaş’ta birer barış anlaşması imzalamayı başardı… öncekilere nispeten daha hafif şartlar içeriyordu.” (Lewis, s. 56)


“1783’te Kırım’ın Ruslar tarafından ilhak edilmesi, yeni bir reform programının hareket noktası oldu. Osmanlı hükümetini Fransızlar cesaretlendiriyordu, zira Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının Rusya tarafından tehdit edilmesi ihtimalinden dolayı endişeliydiler.” (Lewis, s. 70)


“Moltke’ye göre” “Rusya’da belki yabancılardan nefret edilir, Türkiye’de ise yabancılar aşağılanır. Bir Türk Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına dahi getirmez.” (Lewis, s. 116)


“1826 Haziranında… sivil memurlara ve aslında diğer bireylere de bir tür hayat ve mülkiyet hakkı güvencesi veriliyordu. Bu, insanların o ana kadar pek de haberdar olmadığı bir şeydi”. (Lewis, s. 126)


“Osmanlı… gayrimüslim tebanın himayesini ve hoşgörü gösterilmesini öngörmüştü… Ne var ki bu hoşgörü, kendilerine hoşgörü gösterilen bu cemaatlerin ayrı ve ikinci sınıf olduğu ve dahası, açıkça bir şekilde damgalanmış oldukları varsayımına dayanıyordu. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık ilkesini bırakabilmek adına Müslümanların harcaması gereken çaba, üstün ırk anlayışının verdiği tatmin duygusundan vazgeçmeleri için bugünkü Batılılardan beklenen çabadan daha az değildi.” “Ancak vahşi kafirlere karşı takındıkları o eski küçümseyici tavır, bir boyun eğme söz konusu olduğunda, meydanı imrenme değil kin duygusuna bırakıyordu.” (Lewis, s. 150, 178)


“Paris anlaşmasının ön şartlarından biri olarak 18 Şubat 1856 tarihinde Padişah tarafından yeni bir reform bildirgesi (Hatt-ı Hümayun) ilan edildi. Bu Islahat Fermanı, ayrıca, Avrupa Mutabakatı (Uyumu) olarak bilinen şu uyumsuzluk zincirine Türkiye’nin üye olarak kabul edilmesi için de gerekiyordu. Hatt-ı Hümayun, İngiliz, Fransız ve Avusturya büyükelçilerinin şiddetli baskısı altında hazırlanmıştı… din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebasının tam eşitliği kuralını getiriyordu.” (Lewis, s. 162)


“Mustafa Kemal… sözleri” “Türk milleti bu haddini aşanların haddini bildirerek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek, kendi eline bilfiil almış bulunuyor.” (Lewis, s. 347, 348)


“Üç yıl içinde isyancı bir çeteden milli bir parlamento haline dönüşmüş olan Büyük Millet Meclisi, 16 Nisan’da yeni seçimler için kendini feshetti.” (Lewis, s. 350)


“Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre” “Tatarlar… dinsel ve mezhepsel işlerini Padişahın hakları gereğince tanzim edeceklerdir.” “Osmanlı padişahının kendi tebaasının dışında, diğer Müslümanları da kapsayacak türden bir çeşit papalık benzeri yetki alanı iddiası yeni ve daha önce benzeri görülmemiş bir şeydi… Sınırları aşan bir dinsel otorite iddiası köklü bir yenilik anlamına geliyordu.” (Lewis, s. 438)


“Rusya 1783’te Kırım Hanlığı’nı da ele geçirdi ve Kafkasların içlerine doğru ilerlemek üzere hazırlanmaya başladı. 1806’da Ruslar Bakü’yü de aldı, Bakü’nün ardından Derbend, Şirvan ve diğer bazı toprakların da kaybı, mağlup İran ile yapılmış 1813 Gülistan Antlaşmasıyla kesinleşmiş oldu. Rusya, İran topraklarında ilerlemeye devam etti ve 1828 Türkmençayı Antlaşması ile İran’ın bu kayıpları resmileşmiş oldu.” (Lewis, s. 439, 440)


“İslam politikasının temel amacı Daru’l-Harb-i Daru’l-İslam içine dahil etmek… en önemli sınıflandırma buydu: Müslüman, Zımni, Harbi… bu üçlü sınıflandırma… Türk, Rum ve Slav… İranlı ve Arap gibi ayrımlardan çok daha önemliydi. Bir mekana bağlılık biliniyordu, ancak bu bir ülkeye değil, bir köy ya da bir mahalle, en fazla, bir vilayet ile olan bir bağdı. Kişinin soyuyla arasındaki kan bağı ise eski ve güçlü bir bağdı. Ancak bu da millete değil, aileye ya da kabileye olan bağdı. Kişinin kardeş ya da yabancı olarak tasnif edilmesini sağlayan ölçü, nihai bağ, din idi. Bir Müslüman’ın dindaşı… onun kardeşiydi. Hıristiyan komşusu… yabancıydı./… Türkler kendi İslam öncesi geçmişlerinden pek az hatırayı ellerinde tutmuşlar, Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir ırk engeli yerleştirmemişlerdir.” (Lewis, s. 445)


“Arapça bir kelime olan ve doğum yeri veya ikamet edilen yer anlamına gelen vatan… Kullanıldığı bağlama göre, kişinin vatanı bir ülke, bir bölge, bir şehir veya bir köy olabilirdi. Bu anlamda vatan bir duygu ve bağlılık uyandırabiliyordu”. “Millet kelimesi ise, kökeni en nihayetinde Aramice’ye dayanan Arapça milla’dan geliyordu. Kur’an’da ise din anlamında kullanılmaktaydı. Bu anlam daha sonradan dini topluluk, özellikle de İslam ümmeti anlamına gelecek şekilde genişlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise… dini cemaatler için de kullanılmaya başladı. Ayrıca genişletilerek Frenklerin farklı “milletleri”ne de uygulandı. Frenk milletleri için kullanılırken dahi… dinsel bir içeriğe sahip olduğu kabul ediliyordu… İmparatorluk’ta Müslüman bir millet vardı, ama Türk veya Arap veya Kürt milletler yoktu. Rum ve Ermeni ve Yahudi milletler de vardı, ama bunlar etnik milletler değildi dini cemaatlerdi…/ Vatan ve millet kelimelerinin ikisi de 1839 Gülhane Hattı’nda yer alır.” (Lewis, s. 452-454)


“Osmanlı… Batılı ve liberal kamuoyunu etkilemek haricinde, gayrimüslimlerin askere alınması meselesini uzun zamandır ciddiyetle değerlendirmekteydi. Zira bu durum, tükenmiş Osmanlı ordularına yeni insan gücü temin etme yolunda cazip bir kaynaktı. Fuad Paşa’nın sadareti sırasında özel bir komisyon meseleyi tartıştı.” (Lewis, s. 457)


“Turancılık veya Türkçülük… önündeki en büyük engel olan Rusya ise Batılı ülkelerin yardımıyla alt edilecekti./… Osmanlı Türklerinin görüşü başlangıçta daha temkinliydi. 1914’te savaş patlak verdi ve Türkiye… Rusya’ya karşı savaşa girdiğinde, daha büyük ve kapsamlı umutlar uyandı. 1914 yılında Ziya Gökalp Kızıl Destan adlı şiirini şu beyitle açıyordu”, “Türkiye büyüyüp Turan olacak”, “umutlar 1917’de tekrar alevlendi. Zira Rus Devriminin gerçekleşmesi ve Rus İmparatorluğu’nun çöküşüyle Türk halklarını özgürleştirmek ve onları birleştirmek yolunda cazip bir fırsat doğmuş gibiydi. Böylece Pan-Türkist rüya da başarılabilirdi. Kısmen bu tür fikirlerin etkisiyle Enver Paşa o talihsiz planı, yani Kafkasları ele geçirme planını ve ardından gelecek Orta Asya maceralarını 1918’de başlattı.” (Lewis, s. 475, 476)


“Kırım Savaşı’nı takip eden… Reforma Avrupalı vaftiz babaları tarafından gösterilen ilgi, özellikle İmparatorluğun Balkanlar’daki eyaletlerine yönelmişti. 1859-1860 yıllarında Rumeli eyaletlerinde uluslararası bir teftiş heyetinin kurulmasına dair teklif, ancak Sadrazam… bizzat oraya gitmesiyle önlenebildi./ Balkan Hıristiyanları arasındaki hoşnutsuzluk ve isyan, İmparatorluk’ta gündelik hayatın alışıldık bir parçası olmuştu. Ancak düzensizliğin 1860-1861’de tamamen Müslüman olan Suriye bölgesine de sıçramış olması ve bunun doğurduğu yabancı müdahale göz ardı edilemeyecek bir tehlike işaretiydi. Devrin Hariciye Nazırı Fuad Paşa bizzat Suriye’ye soruşturma yapmak üzere gidip suçluları şiddetle cezalandırdı… taşra idaresinin içine düşmüş olduğu bu zafiyet ve itibarsızlık çok ciddi tehlikelere yol açmaktaydı./ Taşradaki idare sorunu Fuad Paşa ve çevresindekileri meşgul etmeye devam etti… özel bir komisyon kuruldu./ 1864’te Fuad Paşa yeniden Sadrazamlığa getirilmiş ve yeni Vilayet Nizamnamesi’ni bulduğu çözüm olarak ortaya koymuştu.” (Lewis, s. 522, 523)


“On dokuzuncu yüzyıldaki Avrupa istilasına karşı oluşan öfkede tarikatlar etkin bir rol oynadılar. Bu eylemlerin bir çoğu Türkiye’nin dışındaydı; örneğin Nakşibendiler Rus Kafkasya’sında, Sunusiler Kuzey Afrika’da, Hatemiler Sudan’da. Modernliğe ve Batı hakimiyetine karşı mücadelelerinin Türkiye’de yankı bulması kaçınılmazdı.” (Lewis, s. 549)


“On dokuzuncu yüzyılın başına gelindiğinde Anadolu’nun tamamı çeşitli derebeyi ailelerinin kontrolündeydi. Sadece iki eyalet, Karaman ve Anadolu eyaletleri, Bab-ı Ali’nin doğrudan idaresi altındaydı./ III. Selim’in saltanatı sırasında derebeyler güçlerinin zirvesine ulaştılar… 1808’de… Sened-i İttifak… isteği dışında olsa da Sultan Mahmud tarafından onaylandı.” (Lewis, s. 603, 604)


“On dokuzuncu yüzyıl Türk halk edebiyatında ve yirminci yüzyılın hikaye ve romanlarında… toprak ağaları arasındaki şiddetli mücadele kendini göstermektedir. Köylünün yegane savunucusu eşkiyadır. Dağa çıkan ve zalimler ile, onları besleyen devlet kuvvetlerine karşı savaşan kaçak köylüler.” “Göçebe aşiretlerin hayatlarını zamanın toplumsal ve ekonomik değişimlerinden ötürü rayından çıkmış ve parçalanmış bir halde bulmaları tesadüf değildir. Bunun en dikkat çekici örneği… Çukurova’dır.” “1886’da Padişah’ın hükümeti barışı sağlamaya ve yerleşimi teşvik etmeye yönelik bir program başlattığı zaman yeni bir döneme girilmiş oldu. İskenderun’a yerleştirilen Fırka-i Islahiye olarak bilinen askeri bir birlik Toros ve Amanos dağlarının içlerine doğru ilerledi. Bu dağlar ve… ovalık bölge kısmen… derebeyi ailelerin, kısmen de Türkmen aşiretleri ve eşkiya çetelerinin kontrolü altındaydı…/ Bölgede kontrol sağlandı. Artık yeni yerleşimcilere ihtiyaç vardı… üç bin Nogay Tatar ailesi Misis’in yukarısında, Ceyhan ırmağının her iki kıyısında iskan edildi ve yeni pamuk tarlalarında çalıştırılmak üzere Mısır’lı fellahlar getirildi. Daha sonra… gelen Müslümanlar bu bölgeye yerleştirildi. Aşiret isyanları bastırıldı”. (Lewis, s. 608, 609)

*

23.4.2024

***


21 Nisan 2024 Pazar

BAĞIMSIZLIĞIN EŞİĞİNDE

 Zelimhan Yandarbiyev, Grozni 1994, Çeviri: Prof. Dr. Ö. Aydın Süer, Takav Matbaası, Ankara



Kitapta esas olarak 1991'deki Çeçen bağımsızlığı öncesinde bölgede yaşanan siyasal mücadeleden bir kesit o mücadelenin önemli aktörlerinden biri olan yazarın gözüyle aktarılıyor. 

Yazarının ifadesiyle "1989-1991 yılları arasında Çeçenistan'da meydana gelen olaylara kısa bir bakış" esas olmuş ve ayrıca "1989-1992 yılları arasında yayınlanan... yedi makale de gözleme ek olarak verilmiştir." (Yandarbiyev, s. ııı, ıv)

İçerik olarak anlatılanlarda öne çıkan özelliklerden biri ""aşırıya kaçan" yurtseverlik iddiası" olarak ifade edilmiş ve şöyle söylenmiştir: "Fakat bu aşırılıkta, öz ve kapsam olarak, değersizlik kompleksi, toplumsal-siyasal olarak birilerinin sırtından geçinme düşüncesi, kibir, yani Sovyet siyasal düşüncesinin aşıladığı ikiyüzlülük virüsü esas unsuru oluşturmaktadır." (Yandarbiyev, s. ıv)

*

Anlatılanlarda belirgin bir şekilde öne çıkan bir husus da ilgili dönemde çok yoğun bir iç çekişme-mücadele yaşanmış olmasıdır.

Mücadelede sözkonusu olan ise görüş alışverişi değil, karşılıklı pozisyonların dayatılması olmuştur.

*

Şöyle bir husus da var ki, doğrusu durumu nasıl tanımlayacağımı ve konu hakkında ne söyleyeceğimi tam olarak bilemedim:

*

Yazar bir yerde şöyle diyor:

“Kafkasya kendisine bakmalıdır. Her Kafkas cumhuriyeti, fonksiyonu bir süre için kesilmiş Kafkasya devletinin bir üyesi olduğunun bilincine varmalıdır... Dinsel unsura özel bir dikkat yöneltilmelidir, çünkü bu birleştirici olduğu kadar, parçalayıcı da olabilir. Eğer imparatorluk merkezinin Müslümanları ve Hıristiyanları kıyaslayarak bundan ikinci şıkta yararlandığı dikkate alınırsa, bu konudaki çalışmanın dinlerden birisini ön plana çıkarmak için değil, onların potansiyelini birleştirmek için yapılması gerekir ve bu Kafkasyalılık düşüncesi geçerli olacak biçimde olmalıdır./... Kafkasyalılık-İşte bizim ulusal kurtuluş davasındaki milliyetimiz budur. Ama ancak Kafkasya'nın kurtuluşundan sonra biz Azerbaycanlı, Abhaza, Gürcü, Ermeni, Adigeyli, Balkarlı, Kabardin, Karaçaylı, Çerkes, Osetin, Abazin, İnguş, Çeçen ya da Dağıstan halkları olabileceğiz; ya da hiçbir zaman olamayacağız. Kafkasyalılığın tek alternatifi vardır-o da komünist imparatorluğun asimile olmuş, kişiliksiz halk kitlesi olmaktır. Ben seçimimi yaptım-Kafkasyalıyım./ 1990". (Yandarbiyev, s. 190-195)

*

Ancak 2000’li yılların başlarında yazar burada söylediğiyle hiç uyuşmayacak bir tavır alıp dünya genelindeki şeriatçılıkta aşırı gruplardan birinin en uç noktasında yer alıyor ve bu yeni anlayışıyla uyumlu bir ülke olduğu anlaşılan Katar’da yaşamaya başlıyor, ne var ki Ruslar 2004 yılında orada bir suikast düzenleyip yazarı öldürüyorlar, arkasından da yazarın görüşdaşı olan Katar yakalayıp yargı eliyle ceza kestiği Rus suikastçıları Rusya’ya teslim ediyor ve suikastçılar Rusya’da kahraman olarak karşılanıyorlar!  

*

Zincirleme trajedi denemez mi?

*

Kitaptan diğer bazı notlar da şöyle:

Çeçen yapısı ve ulusal örgütlenme konularında:

-”Çeçenler… prensler ve köleler olmadığını söyleyerek gurur duyarken, valinin ve astlarının hizmetine girmek zorunda kalmışlar ve… sonsuz bir acıma ya da tiksinti veren bir hor görme duygusu uyandırmışlardır.” (Yandarbiyev, s. 4)

-"Çeçen halkının karakterinde bireyci "ben"in her zaman sabırlılıkla, daha doğrusu dağın görkemiyle karşılaştırılan tahammüllü oluşla "sobar" (Çeçence) eşdeğer olduğunu ekleyelim." (Yandarbiyev, s. 196-203)

-Çeçenistan'daki toplumsal-siyasal hareketlerden "ilki olan "Kafkasya Derneği" 1987'de kuruldu. Bu dernekten… değişik düzeyde politize olmuş diğer yasadışı örgütler doğdu. Onların oynadıkları rol… çok önemlisidr. ÇİHC (Çeçen-İnguş Halk Cephesi)’nin kalabalık mitinglerinde halk sesini çıkarmaya başlıyor". (Yandarbiyev, s. 8)

“Zavgayev kendisini bu ulusun babası gibi görüyordu… Fakat bu yük, ona ve milletvekili grubuna çok ağır geldi.” (Yandarbiyev, s. 52)

“Umhayev’le Tartu’ya Cahar’a gittik. Birlikte gidiyorduk, fakat niyetlerimiz farklıydı: Umhayev… Cahar’ı İcra Komitesi başkanlığı yetkisini bırakması için ikna etmek amacındaydı. Ben ise… generali İcra Komitesindeki çalışmaları için görevden ayrılma konusunda ikna etmekle görevlendirilmiştim. General bizim gibi düşünmeyenlere umut ışığı bırakmadı. Kısa süre sonra bir kaç günlüğüne geldi, bir ay sonra ise yedeğe ayrılarak ÇHDÖ’nün kendisine verdiği sorumlulukları yerine getirmeye başladı.” (Yandarbiyev, s. 54)

Bağımsızlık çabalarının o dönemdeki sonu konusunda:

-“27 Ekim 1991 yılında yapılan seçimler… Nüfusun %70’den fazlası seçimlere katılmış ve bunların %90’ı Cahar Dudayev’e oy vermiştir… 1 Kasım 1991’de ise Çeçenistan Cumhurbaşkanı kararnameyle Çeçen Devletinin Bağımsızlık ilanını onaylamıştır. 2 Kasımda Parlamento aldığı bir kararla, ulusal kongrenin üç aşamasında belirtilen Çeçen halkının iradesini pekiştirmiştir. Bu işlemlerle Çeçen devletinin resmi tarihi başlamıştır…/ İki hafta sonra ise, 8 Ekim (Kasım olmalı!) 1991’de Rusya süngüleriyle Çeçenistan’daki yasal yönetimi devirme girişiminde bulunmuştur… Olağanüstü Hal… Çeçen halkı bağımsızlığını korumaya hazır olarak bekliyordu. İki gün sonra RSFSC Üst Konseyi cumhurbaşkanının kararını teknik olarak tamamlanmadığı gerekçesiyle yürürlükten kaldırdı. Çeçen halkı ise iyice bütünleşmişti… muhalefet olağanüstü halin… ilanıyla birlikte bir anda ortadan kayboldu… Çeçenistan halkı ise… 9 Kasım 1991’de ilk Cumhurbaşkanı olan Cahar Dudayev’in yeminini dinledi. Halk zaferini coşkuyla kutluyordu.” “Grozni, 1992-1993” (Yandarbiyev, s. 125-127) 

-“31 Mart 1992’de Rus işbirlikçileri cumhuriyetin radyo ve televizyonunu silahla ele geçirme hareketini örgütledikleri ve parlamento ve cumhurbaşkanının istifasını talep ettiklerinde… Halk bir kaç saat içinde imparatorluğun uşaklarını kovmuş…/… Rusya’nın olayları yöneten eli farkediliyordu…/… 31 Mart 1992’de artık taktik değişmişti: Darbe tümüyle yönetime değil, yönetimlerin yasama ve icrasına karşı çıkmaya yönelikti.” (Yandarbiyev, s. 141)

Kafkasyalılık konusunda

-"Dünyanın gelişimi, bir ulus olarak canlanan etnik grupların diğer uluslarla kaynaşamayacağını, gelişmelerinin ise ulusal bilincin artmasıyla birlikte gerçekleşeceğini göstermektedir... Kafkasya tarihi, Kafkas ırkına ait olan fakat ulus olma formasyonuna ulaşamamış etnik grupların birçok yakınlaşma ve tek başına oluş süreçlerini içeren bir gelişim tarihidir ve ulusal ruhun yok edilemeyeceğinin bir kanıtıdır./ "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özdeşliğe ulaşmakta, yalnızca burada ruh doğa ile tam bir kıyaslamaya girişmekte, kendisini salt bir bağımsızlık içinde tanımakta, iki aşırılık arasında kaybolmaktan kurtulmakta, kendini ve özünün gelişimini tanımlamakta böylelikle de dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişimi Kafkas ırkından geçmektedir." Hegel, Ruhun Felsefesi'nde böyle yazmaktadır." "Kafkasya'nın benzersizliği... Doğu ve Batı'nın... birleşmesi ve Kaykasyalılık kavramının kaynaşmasıdır.../ Dünyada, tarihin bilinen döneminde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus bulmak güçtür. Bu açıdan yalnızca Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalılığı bir prestij olarak kabul etmişlerdir. Başka bir deyişle, Kafkasya insanlığın bilincinde kendine özgü özellikleri ve bunlardan kaynaklanan durumuyla ayrı bir kıta olarak algılanır ve yaşamını sürdürür. Belki de bu nedenle, bu kabul edilmeyen kıta özgürlük mücadelesinde bu denli ısrarcıdır. Kafkasya'da bazen bir tek halkta olduğundan daha güçlü bir birlik olma bilinci vardır. Ayrıca, Kafkasyalılığın bazen bir ırk olma özelliği değil de, bir ulus özelliği olarak düşünülmesi de çok normal görünmektedir. Mantıksal olarak izin verilmemekle birlikte bu akla gelmektedir./ A. Avtorhanov bundan son derece inandırıcı olarak söz etmektedir. Dillerdeki diyalektik farklı boyların mevcudiyetine karşın, dağlılar, kültürel ve etnografik tarihsel verilere göre, gerçekte birbirleriyle akraba kabilelerden oluşan tek bir halk oluşturmaktadır... Aynı şeyi Kafkasya kökenli olmayan halkları da dahil ederek tüm Kafkasya için de söylemek mümkündür. Çünkü günümüzde bir çok bakımdan "Kafkasyalılaşmışlardır"... Kafkasyalılık... bizim ulus olarak yeniden doğuş mücadelemizde dayanak noktamız olacaktır. Buna özgürlük idealine olağanüstü bağlılığımızı da ekleyebiliriz. Bu, hiç kısıtlamasız, koşulsuz bir ulusal ve kişisel özgürlüktür. Kollektif ve bireysel özgürlüğün birleşmesi, "uygarlık yanlısı" Rusya'nın vahşi göründüğü maksimum bir özgürlük, gerçekte özgür bir ruhun konsantre ifadesi, Kafkasya'nın bir özelliğidir./ Fakat Kafkasyalılık bilincinde, Rus ve Sovyet imparatorluğunun ağır, yok etmeye varan siyasetinin bir sonucu olarak beliren bir deformasyonun varlığını yadsımak da mümkün değildir." "Üstelik ulusal özgürlük, geleneksel anlamda dar bir ulusallık olarak değil, tüm Kafkasya göz önüne alınarak düşünülmelidir./... Herhangi bir Kafkas halkının, Kafkasya birliğini göz ardı ederek ve diğerlerinden koparak özgürlük ve yeniden doğuşa ulaşabileceği gibi yanılgılar, kötü yanılgılar olup, Kafkasya'nın kaderi açısından baltalayıcı ve stratejik özellikler taşırlar. Bu yanılgılar imparatorluk merkezince, Kafkasya halkları arasındaki çatışmalara da dayanarak, (İnguş-Osetin v.b.) kışkırtılmakta ve desteklenmektedir... sorunun çözümünün tümüyle Rusya'ya bağlı olduğu... havası yaratılmak istenmektedir... iki taraf... sorunlarını Kafkasya Ocağı yoluyla çözümleyeceklerinden, ama önce bu ocağı kurmaları gerektiğinden söz etmemektedirler.” (Yandarbiyev, s. 190-195)

SSCB ve Lenin hakkında:

-"Rusya halklara daima özgürlük vaad ediyor ama bu özgürlük "hiç" gözle görünür biçimde ortaya çıkmıyordu. Örneğin XIX. yüzyılda Türkiye'ye göç edildiği sıralarda ve XX. yüzyıldaki büyük göç sırasında Kafkasya'ya verilen sözler gibi... Rusya'da kölelik hukuku her zaman geçerliydi.” “Lenin ve yandaşları ulusal soruna ilişkin görüşlerini köklü bir biçimde gözden geçirip değiştirmelerine karşın, bu sorun Bolşeviklerce benimsenmemiş olarak kaldı. Eğer Lenin gözünün ucuyla bile Stalin varyantının... bu dipsiz uçurumu görmüş olsaydı, Rusya'nın az nüfuslu halklarla yabancılaşmanın uçurumuna yuvarlanmasındaki değişmez esasların temelini atmak için elinden geleni yapardı. Fakat iki önder de gerçekte aynı yönde davranıyorlardı. Lenin'in bu sorundaki suçu daha büyüktür, çünkü o, Ekim bayrağı altındaki halkların özgürlüğe giden yolunu aydınlatan yeni bir dönemin simgesiydi ve bunları sahip olduğu olağanüstü nitelikleriyle başarmıştı. Özellikle de "tüm Rus çarlarından daha büyük devlet adamı, tarihteki herhangi bir imparatordan daha büyük emperyalist olan Lenin bir Rus şövenisti değildi. O, çok uluslu bir devlette bir siyaset adamı olarak büyük kişisel üstünlüklere sahip birisiydi". (A. Avtorhanov. "İmperiya Kremlya"). Bu özellikler, Bolşevik liderin ezilen halkların sempatisini kazanmasına, kendi imparatorluk özelliğini... gizleme olanağını veriyordu. Stalin ise doğru yoldan gidiyordu. Diğer liderler de doğru ve bilinen yoldan Lenin'in amaçlarına gidiyorlardı. Hepsi de... cumhuriyetlerdeki ulusların gelişimini, "eski" çarlık imparatorluğundaki halkların istisnasız kendi kaderlerini tayin hakkıyla birlikte ilan ediyorlardı. Ezilen halklardan hangisi, Bolşevikleri, özellikle de Lenin'i "ulusal bağımsız devletlerin kurulmasının değil, bir tek Marksist merkeze bağlı Marksist ulusal devletlerin özerk ve Sovyet devleti görünümü altında (koloni-Z.Y.) kurulmasının ilgilendirdiğinden," "Lenin'in kendi kaderini tayin hakkının kapitalizmde olabileceğini kabul ettiğinden, sosyalizmde ise bu hakkı kesinlikle yadsıdığından kuşkulanabilirdi" (A. Avtorhanov...)?/ Bolşeviklerin vaadlerine kanan halklar ise Ekim devrimini desteklediler, daha sonra da kanlarıyla savundular... "güçlenir güçlenmez Bolşevikler, "ağabey"in başkanlığındaki hegemonyalarıyla Rus ve diğer ulusal aydınların en seçkinlerini öldürdüler... halklar yeniden, Rusya'nın yeni olarak adlandırılan yönetimi altına sokuldular." (Yandarbiyev, s. 212-215)

"Halklara vaad edilen özgürlük ve eşit haklar yerlerini, herkesi gelecekteki "cennetin" Ruslaştırılmış tek bir parçası düzeyine getiren "sosyalist" ikiyüzlülüğe ve sloganlara bırakmıştı... Kremlin önderinin sözlerine uygun düşmeyen davranışa, düşünceye ve söze izin verilmiyordu. Arkadaşı, kardeşi, komşuyu gizlice dinlemek, gözlemek, ihbar etmek sosyalist bilinç, Sovyet yurtseverliği, komünist uyanıklığı demekti. Hatta... önce... tahrik ediyorlar, daha sonra da bu, ulusalcılık ve devrim karşıtlığı suçlamasına dönüşüyordu... 1937 ve 1940 yılları arasındaki kollektifleşme yılları savaşla birlikte on milyonlarca yaşama mal oldu, diğer halklar ise kendilerini köklerinden kopartılmış, ana vatanlarından çok uzaklara, nesilleri tükenmek üzere atılmış bir halde buldular... ulusal olan herşeyin sessizce yok edildiği yıllar izledi. Ülkede herşey, herkesi tek bir ortak Sovyet kültürü, yaşam tarzı, ekonomisi altında toplamaya yönelikti. Bu da Rus dili aracılığıyla ve en ilerici sayılan Rus kültürüyle gerçekleştiriliyordu." (Yandarbiyev, s. 216)

*

19.4.2024