26 Aralık 2024 Perşembe

ARKADAŞ

Yaklaşık 30 yıl önce tanımıştım R'ı. Benim son 25 yıldaki en yakın arkadaşımdı. Bu dönemde en çok görüştüğüm kişiydi. Birçok ortak yönümüz vardı. Bazen "memleket kurtarırdık"! Önceki gün vefat etti ve bugün defnediliyor. Mekanı cennet olsun. Sanırım eksikliğini en çok hissedeceklerden biri de benim! Gidişiyle çok eksildim.

26.12.2024

24 Aralık 2024 Salı

OSMANLI’YA ÇEÇEN GÖÇÜ

    OSMANLI’YA ÇEÇEN GÖÇÜ           

           Osmanlı Belgelerinde Kafkas Göçleri. II, S. 366’dan alınmıştır.


            CUMA BAYAZIT

    









OSMANLI’YA ÇEÇEN GÖÇÜ 


CUMA BAYAZIT

  

















KISALTMALAR

KK                     :Kuzey Kafkasya       : 

DÇ                    :Dağıstan-Çeçenistan

93 Harbi           :1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı







*

Kaynak teminindeki katkıları için Ece’ye TEŞEKKÜRLER

*





"Fert, asıl vatanında iken birtakım kültürel, maddi imkanlara sahiptir." Göç uzun vadeli ve sürekli olduğu zaman ağır demografik ve ekonomik sonuçlar doğurur. (Saydam, s. 6, 9)

“İnsanoğlunun yaşamı süresince karşılaşabileceği en talihsiz olaylardan birisi, yıllarca yaşadığı topraklardan zorunlu olarak göç etmek zorunda kalmasıdır.” (Asan, s. 1)

“Nedir bu memleket denen şey, neden böyle sevilir, insanın burnunda tüter, kan gerçekten çeker mi? William Saroyan” (Gündoğan)

Göçmen toprağından “sökülüp atılmanın acısını kendisi ile birlikte sürükler.” (Çavdar’dan naklen, Karpat-GÖÇLER, s. 81)

“Göç tarihi bir yönüyle insanlık tarihi sayılabilir.” (Kurt-Kazazyanlar)










İÇİNDEKİLER


     -                                                                                                            İç sayfa

     -                                                                                                                  “


1.GİRİŞ    

                                                                                                                      …                                                                                           

2. TARİHSEL ARKA PLAN                                                                                                      “

2.a.Coğrafya

2.b.Halklar

2.c.Kısa Bir Tarihçe

2.c.1.Genel Olarak


2.c.2.Eski Çağlar


2.c.3.Geçiş Çağı: 1556-1783 Dönemi


2.c.4.Rus Vahşeti Çağı: 1783-1864 Dönemi


2.c.4.1.Rus Vahşetinde 1783-1829 Dönemi

2.c.4.2.Rus Vahşetinde 1829-1864 Dönemi

2.d.Ruslar Orta Asya’da

2.e.Bölgeyle İlgili Güçlerin Yaklaşımları

2.e.1.İngiliz Tavrı: Savaş Kışkırtıcılığı

2.e.2.Osmanlı’nın Tavrı: Umut Verip İdare Etme

2.e.3.Rus Uygulamaları: Vahşet ve Soykırım

2.e.3.1.Rus Vahşetinin Aletleri: Kazaklar ve Diğerleri

2.e.3.2.Oluşturulan İmaj: Medeni Ruslar, Barbar Dağlılar

2.e.4.Bölge Halklarının Tavrı: Bölünme

2.e.4.1.Yerli Halklarda Bölünme Örnekleri

2.e.4.2.KK’da Doğu-Batı Ayrılığı

2.e.4.3.Bölünmede Güncel Duruma Dair

2.f.Mücadelenin Sonu: Soykırım ve Sürgün


3.KAFKAS YA DA ÇERKES/ÇERKEZ GÖÇÜ

3.a.Genel Olarak 

3.b.Osmanlı-Rus Göç Antlaşmasına Dair

3.c.Göç Süreci

3.c.1.Kafkasya’dan Göç

3.c.2.Balkanlar’dan Göç

3.d.Göçün Nedenlerine Dair

3.e.Osmanlı’nın Göç Konusundaki Tavrına Dair

3.e.1.Göçten Osmanlı da Sorumludur

3.e.2.Göçte Osmanlı Tamamen İnsancıl Davranmıştır 

3.f.Göçün Niteliği: Sürgün

3.g.Göçün Kapsamı

3.g.1.Kırım Göçmenleri

3.g.2.KK Göçmenleri

3.g.3.Balkan Göçmenleri

3.h.Göçmenlerin Yolculuğu: Yürek Burkan Haller

3.ı.Osmanlı’da İskan

3.ı.1.Genel Olarak

3.ı.2.İskanda Müdahaleler

3.ı.2.1.Rus Müdahaleleri

3.ı.2.2.İngiliz, Fransız ve İtalya Müdahaleleri

3.ı.2.3.Diğer Çeşitli  Hıristiyan Çevrelerin Müdahale Çabaları

3.ı.2.4.Diğer Çeşitli  Müdahale Çabaları

3.ı.3.İskan Uygulamaları

3.ı.3.1.Balkanlar’da İskan

3.ı.3.2.Anadolu’da İskan

3.ı.3.3.Halep-Diyarbakır Hattında/Deyr Zor’da İskan

4. ÇEÇEN GÖÇÜ

4.a.Günümüzdeki Bazı Anlatımlar

4.b. Genel Olarak

4.c.Dönemsel Olarak Çeçen Göçleri

4.c.1.1860-1863 Dönemi Çeçen Göçleri

4.c.2.1865 Dönemi Çeçen Göçü

4.c.2.1. Kapsam

4.c.2.2. Yolculuk

4.c.2.3. İskan

4.c.2.4.Diğer Bazı Hususlar

4.c.3.1879-1907 Dönemi Çeçen Göçleri

4.c.3.1.Öztürk/Toprak’ın Çalışması

4.c.3.2.Taşbaş’ın Çalışması

4.c.3.3.Bolat’ın Çalışması

4.c.3.4.Çeşitli Kaynaklardaki Diğer Bazı Bilgiler

4.d.Çeçen Göçü Konusundaki Doğrulanamayan Bazı Bilgiler


5.SORUNLAR 

5.a.Görevlilerin Davranışları

5.b.İklime Uyum Sağlayamama

5.c.Yerli Halkların Düşmanlıkları

5.c.1.Balkanlar’daki Düşmanlıklar

5.c.2.Anadolu’daki Düşmanlıklar

5.c.3.Halep-Diyarbakır Hattındaki Düşmanlıklar

5.c.3.1.Genel Olarak

5.c.3.2.Çeçenler

5.d.Göçmenlerden Kaynaklanan Sorunlar

5.d.1.İskan Yeri Değişikliği Çabaları

5.d.2.Dönüş Çabaları

5.d.2.1.Güncel Anlatım Örnekleri

5.d.2.2.Genel Olarak Dönüş Çabaları

6.SONUÇ 


KAYNAKLAR




1.GİRİŞ

*

Şea mahkahx cxı diinç 

dünenahx hudoara   

          

Kendi ülkesinde olmayan 

yaşamı ne yapmalı 


Dilin lezzetini ve ne büyük bir zenginlik olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koyduğunu düşündüğüm bir Vaynahx şarkısının iki dizesi 

*

Osmanlı’ya Çeçen göçü Türkiye’de bir bütün olarak hiç incelenmemiştir. Çerkez göçü konusundaki çeşitli kaynaklarda bazı yönlerine değinilmişse de bu kaynaklarda da çoğunlukla çelişkili bilgiler verilmiştir.

Arşivlerde konu hakkında bilgi olduğu elbette kuşkusuzdur, ancak bu bilgiler henüz yeterince inceleme konusu yapılıp kamuoyuna yansıtılmamıştır.

Ayrıca konu hakkında yeterli sözlü anlatım da bulunmamaktadır. 

Oysa Çeçenlerin Osmanlı’ya geliş tarihleri pek eski de sayılmaz. Aradan en çok dört-beş kuşaklık bir zaman geçmiştir. Unutulması pek mümkün olmayacak denli önemli olan göç olayını içinde barındıran ve hatırlanması mümkün bir geçmiş olduğu halde o geçmişle ilgili genel bazı anlatımlar dışında sonraki kuşaklara aktarılan tatmin edici bir sözlü anlatım mevcut değildir. 

*

"Büyüklerimiz suskundu, pek fazla bir şey anlatmazlardı. Girit'in cennet olduğunu, bolluk içinde yaşadıklarını söylerlerdi ama ayrıntılara girmezlerdi. Mübadele ile ana vatana gelişleri onları her gün yaşadıkları baskı ve zulümden kurtarmıştı, yaşamları güvence altına alınmıştı. Fakat büyük çoğunluğu Girit'te terk ettikleri mülklerinin karşılığını alamadılar, muhacir hakkıyla yetindiler ve yoksullaştılar. Türkçe bilmediklerinden haklarını da arayamadılar. Birinci kuşak mübadiller kalan ömürlerini hayata tutunmaya çalışarak geçirdiler. Belki de bu yüzden küskün ve suskunlardı. İkinci kuşak ise gün ağarırken kalkıyor, gün batımına kadar deliler gibi çalışıyor, yerini sağlamlaştırmaya çabalıyordu. Geçmişle ilgilenecek zamanları da, hevesleri de olmadı. Geçmişi sorgulamak biz üçüncü kuşağa kaldı. Mübadele derneklerinin kurulması, mübadele üzerine yazılanlar bu döneme rastlar.” (Metin Öztürk)

Çeçen başbakanı 1860'larda Osmanlıya yapılan göçle ilgili bilgi topladıklarını belirtince, "bu konularda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığımız gibi, geçmişimizi araştırmada da yeteri kadar meraklı olmadığımızı hatırladım. Kafkasya'dan gelen kuşağın, ardıllarına göç ve göç sonrası yaşadıklarını, bu konulardaki anılarını fazla anlatmadıklarını ve belki de bundan özellikle kaçındıklarını düşünüyorum... anlatanlar varsa da... anılarının çocuk ve torunlarınca not alınıp yazıya dökülmediğinden, yitip gittiğini değerlendiriyorum. Bu nedenlerle, önceki kuşakların, göç kararı verme nedenleri, göç yolunda ve yeni vatanlarına yerleşirken nelerle karşılaştıkları, ne beklerken ne bulduklarına dair düşünce ve değerlendirmeleri... -büyük ölçüde- bilinmemektedir." "Bugün elli ve sonraki yaşlarda olan ben ve kuşağımın büyük dedeleri Kafkasya'dan gelmiştir... Buna göre ben Türkiye'de doğan üçüncü kuşağım. Görüldüğü gibi bu çok uzun bir zaman değil... bu konularda bize aktarılan fazla bilgi bulunmadığı hepimizin malumudur. Büyüklerimizin, atalarımızın bu konularda bizlerle çok az konuştuklarını, göçle ilgili anılarını çok az aktardıklarını düşünüyorum./ Peki, ama neden? Neden... anlatmadılar. Buraya, yeni vatanımıza hangi koşullar altında yerleştiklerini, nelerle karşılaştıklarını ne umduklarını ve ne bulduklarını bize anlatmadılar ya da çok az anlattılar?/ Osmanlı Devleti'ne göçmeye karar veren dedelerimizin -Çeçenlerin yaklaşık yüzde on beşi- Çeçenistan'dan göçe niçin ve nasıl karar verdikleri, göç yolculuğunda yaşadıkları, Osmanlı Devleti'ne geldikten sonra burada karşılaştıkları ortam ve geri dönüşle ilgili bir düşüncelerinin olup olmadığını, bu konulardaki görüşlerini bizlerle neden paylaşmadıklarını daha iyi anlayabilmemiz için, göç sürecini ve koşullarını, bu süreçte Çeçenistan'ın ve Çeçenlerin durumunu bilmenin yanı sıra, Osmanlı Devleti'nin o tarihte içinde bulunduğu koşulları... da ele alıp objektif olarak... değerlendirmemiz gerekmektedir." Zaman içinde "ata vatanda kalan soydaşlarının... durumları, göç kararı verenlerin göç yolculuğunda -doğal olarak- yaşadıkları sıkıntılar, refah ve bolluk içinde yaşanıldığına inandırıldıkları yeni yurtlarında vadedilen müreffeh koşulların bulunmamasından kaynaklanan hayal kırıklığı hep birlikte değerlendirildiğinde, büyük bir moral çöküntüsü yaşayan dedelerimizin, çocukları ve torunlarıyla -belki de unutmak istedikleri- süreçle ilgili olarak neden yeteri kadar konuşmadıklarını, konuşamadıklarını ve bizim de bu konularda anlatıma dayalı bilgilerimizin neden yetersiz olduğunu anlamak mümkündür. Yine empati yaptığımızda -belki de- kimi yakınlarını geride bırakarak ata vatanlarını terk etmelerinin verdiği mahcubiyetin de büyüklerimizin göç kararı, göç yolculuğu ve göçten sonra yeni vatanlarına yerleşirken yaşadıklarını çocuk ve torunlarına aktarmaktan kaçınmalarında etkili olduğu düşünülebilir." (Polatkan, s. 9-18)

*

Sonraki kuşakların imkan ve kültürel donanım yetersizliği yüzünden doğru soruları sistemli bir şekilde doğru kişileri bulup sorarak cevaplarını tespit etmeyi başaramamaları/bilememeleri de bu sonucun oluşmasında elbette etkili olmuş olmalıdır.

*

“Geç kalmıştım açıkçası. İnsanlığın bu, en eski ve en acılı yaralarından birinin, göçün, sürülmenin, yurt değiştirmenin yaşayan öznelerinin düşüncelerini, duygularını söze yazıya geçirememiştik zamanında.” (Özyürek, s. 5)

*

Ayrıca sanki garip/bilinçli bir suskunluk da olmuş, sanki bu tür konuların konuşulmasından kaçınılmış ve geçmiş unutulmaya terk edilmiş gibidir!

Acaba bu suskunlukta “Vatandaş Türkçe Konuş!” anlayışının da bir dahli olmuş mudur?

*


“Kafkasya’dan Anadolu’ya büyük ve kitlesel bir göçü simgeleyen 1864 yılı  Türkiye’deki genel kamuoyunda -bizzat Kuzey Kafkasya kökenliler ve konuya özel ilgi duyanlar dışında- neredeyse hiç bilinmez.” “Ayrıca homojen bir ulus yaratma düşüncesine sahip Cumhuriyet idarecileri, nüfusu oluşturan farklı etnik gruplara “ana yurtlarını” ve “etnik kökenlerini” hatırlatacak konuları ön plana çıkarmanın pek işlevsel olmayacağını düşünmüş de olabilirler”, “bir Türk ulusu yaratmak adına tarih konusunda muhtemelen bilinçli olarak “cahil” kalmak tercih edilmiş olabilir.” (Hacısalihoğlu)

*


Kısacası Türkiye kamuoyunda Çeçen göçü yeterince bilinmemektedir.

Aslında sadece göçleri değil Çeçenlerin kendileri de Türkiye’de pek bilinmemektedir. Aralık 1994’te başlayıp 2010’lara kadar süren Rus silahlı saldırılarına direndikleri dönemde bir ölçüde bilinir olmuşlarsa da daha önce genelde yanlış bir şekilde Çerkez olarak bilinmişlerdir.

*

"Türkiye'de Çeçenler, İnguşlar, Dağıstanlılar kendilerini Çerkes olarak tanıtırlar." (Avagyan, s. 18) 

Bu ifade doğru değildir. Çeçenler kendileri kendilerini öyle tanıtmazlar, ancak Türkiye’de genelde öyle bilinmişlerdir.

*

Diğer yandan insan ve toplum yaşamında çok önemli bir olay olan göç konusu günümüzde dünya genelinde çok güncel bir konu durumundadır.

1800’lü yıllarda Karadeniz’in Çerkezlere mezar olmasına benzer şekilde 2020’li yıllarda Akdeniz Afrikalılara mezar olmaktadır.

Günümüzün televizyon görüntülerindeki Akdeniz’de batan teknelerden denize dökülen insanlar ve kıyıya vuran “Aylan bebek”in cansız vücudu 1800’lü yıllarda neredeyse kelimenin tam anlamıyla döküldükleri Karadeniz’de yitip giden Çerkezleri anımsatmaktadır.

1800’lü yıllarda Kafkas dağlarını aşıp çoluk-çocuk demeden günlerce ve hatta aylarca yürüyerek gelen Çeçenler de 2020’li yıllarda İran sınırında donarak ölen Afgan  göçmeninin sonuna benzer sonlarla karşılaşmış olmalıdırlar!

2021 yılında Afganistan’da Kabil havaalanında ABD kargo uçağına binmeye çalışan insanlar unutulmayacak bir görüntü oluşturmuşlardır!

Böyle bir ortamda yaşananları merak edip anlamak istedim. Sadece gerçeği anlamaya yönelik olan çabam sırasında hem asıl kaynak olan Rus ve Osmanlı arşivlerini inceleme olanağım olmadı, hem de kavram kargaşasının yanısıra mevcut yazılı kaynaklarda çeşitli sorunlar olduğunu gördüm ve dolayısıyla sonuçta bir çok husus benim için bilinmez olarak kaldı.

*

“Göç sırasında vuku bulan hadiseleri aydınlatabilmekten şimdilik mahrumuz… araştırılmaya muhtaçtır ve ilgililerin önünde de bakir bir konu olarak durmaktadır.” (Kutlu-Direniş, s. 330)

*

Benim bu çalışmada yapabildiğim ise esas itibariyle söz konusu göçle ilgili Türkçe metinlerdeki bazı bilgilerin bir araya getirilmesi ve genel olarak konuya ilişkin bazı hususlardaki gözlem ve düşüncelerimin ifade edilmesinden ibaret olmuştur.

Bu çalışmada Çeçen terimi ayrım yapılmadan Çeçen ve İnguşların tamamını içerecek şekilde Vaynahx halkının tamamı için kullanılmıştır. Esasen Türkçe kaynaklarda istense de böyle bir ayrımı yapma imkanı bulunmamaktadır.

Bu çerçeve kapsamındaki asıl konuya geçmeden önce arka planla ilgili bazı hususların açıklanması yararlı görülmektedir.


2.TARİHSEL ARKA PLAN


Osmanlı’ya Çeçen göçü,  uzun yıllar süren Kafkas-Rus mücadeleleri sonrasında gerçekleşen geniş ölçekli göçün bir parçasıdır ve bu göçe genelde Çerkez/Çerkes veya Kafkas göçü, veya daha doğru ifadeyle sürgünü,  denmektedir.


Bu göçün oluşumu da, Taştekin’in ifadesiyle, çok çok özetle şöyledir:

*

Çerkeslerin yaşadıkları, üzerinde en az çalışılmış tarihsel trajedilerden birisi… işgal savaşlarının ardından Çerkesler özgür topraklarından sökülüp atıldı. Vadileri kanla sulandı. Köyleri yakıldı. Ekin ve bahçeleri yok edildi. Barbarlık tarihinin en feci tablolarından biriydi. Nüfusun yüzde 85-90’ı öldü ya da sürüldü. Simgesel tarih 21 Mayıs 1864. Kafkasya’nın düştüğü gün. Osmanlı limanlarına gönderildiler. Karadeniz’in dalgalarında ölüm tabutlarına dönüşen gemilerle. Açlıktan ve salgın hastalıklardan ölüm vardı; binlercesi gemilerde, binlercesi vardıkları sahillerde. Hassas bölgelerde denge kurma, savaşçı açığını giderme, tampon bölgeler kurma ve toprakları işleme ihtiyacına göre Osmanlı coğrafyasına dağıtıldılar.” (Taştekin)

*

Yaşananların özünü olabildiğince kısa, ancak çok doğru bir şekilde dile getiren bu özetin bir ölçüde de olsa ayrıntılarına girildiğinde ise, yine kısaca olmak üzere, şunlar söylenebilir:

2.a.Coğrafya

İki kıta, Asya ile Avrupa, ve iki deniz, Hazar Denizi ile Karadeniz, arasında yer alan Kafkasya, dağ, vadi, ova, ırmak ve ormanların yanısıra diğer çeşitli zenginliklere sahip, görünümü güzel ve iklimi yaşam için elverişli olan bir bölgedir. (Hızal, s. 7, 16-22)


Burası siyasi olarak stratejik önemde bir kavşaktır ve Avrupa ile Asya arasında “kıtalar ve uluslararası ulaşım ve büyük ticarete” elverişli “çok sağlam bir Çerkes eğeri” konumundadır. (Alpaslan, s. 181)


Türkler tarafından bazen bir koruma kalkanı bazen de bir köprü olarak görülen Kafkasya Ruslar için güney yolundaki ana istikametlerden biri olmuştur. İngilizler Kafkasya‘yı, Ruslar‘ın Akdeniz‘deki hâkimiyetlerini tehdit etmesini önleyen bir set olarak görürken, İranlılar bölgeyi Ruslar‘ın güneye inip İran için bir tehdit oluşturmasını önleyici bir kalkan olarak kullanmak istemişlerdir. Almanlar ise tamamen Kafkasya‘nın zenginliklerine yönelmişlerdir. (Koç-Kuzey Kafkasya, s. 112)


Bölgenin kuzeyindeki bir kıyıda hep cazibe merkezi olan Kırım, güneydeki diğer kıyıda dinsel çağrışımlara da yol açan zenginlikleriyle Bakü bulunmaktadır. Batum ile Astrahan diğer iki önemli bölgedir. Güneyde orta bir yerde de bağlarıyla ünlü Tiflis yer almaktadır.


Burası eski dünya merkezlerinin kavşak noktası olan bir geçit, insanların karakterlerinin oluşumuna belirgin şekilde damga vuran bir coğrafya ve doğal güzellikleriyle hep ilgi çekip sanatçılara ilham kaynağı olan masalsı Kafdağı diyarıdır; Batılıların "milletler ve dağlar memleketi" dediği bir bölgedir. (Kaflı, s. 60)

*

"Bir efsaneye göre... Tanrı dağlılara kendisi için ayırmış olduğu en güzel toprakları verir. Bu güzel toprakların bulunduğu yer Kafkasya'dır". (Öztürk-Serhanların Kaderi, s. 1)


Bulutlar "aniden dağıldılar ve Elbruz'un muhteşem görüntüsü gözlerimin önüne serildi." (Bell, s. 462)


“Bütün bu ülke bana pek çok verimli göründü.” (Marigny, s. 35)

*


Genelde bölgedeki dağların dehşetli heybeti yerlilerin yaşamlarını sanatsal bir tarzda şiir gibi sürdürmelerini sağlayan bir faktör olurken, bölgeye yabancı olup uzaktan bakanlar için de sanatsal ilham kaynağı olmuştur.


Gürcü prenseslerin 1854’te Şamil’in Rusya’da bulunan oğlu Cemaleddin ile takas edilmek üzere kaçırılıp götürüldüklerinde bölgede gördükleri bir kaynakta şöyle anlatılmaktadır:

*

“Çok uzun ve bitmeyen korkulu bir yolculuktu bu.” “Geçtikleri topraklarda bir sihirkar güzellik vardı… Bu topraklar o kadar güzeldi ki, esirler ellerinde olmayarak yine cesaretlenmişlerdi… prensesler çocukları için çiçek topluyorlardı”, “iki üç gün geçirmeye karar vermişlerdi… bütün grup kaldıkları zaman eğlenmeye başlamışlardı. Böyle latif bir kırlıkta kendilerini toparlayabilmesi olayı onlara adeta bir kır gezintisi duygusu vermişti.” (Blanch, s. 299-301)

*

Dünya tarihinde ABD ile Japonya’nın öne çıkmasından önceki zamanlarda bu bölge Ortadoğu, Asya ve Avrupa'da yoğunlaşan dünya güç odakları merkezlerinin tam ortasında yeralan bir bölge olmuş ve bu niteliğinin de etkisiyle çağlar boyunca dünyanın en önemli güç merkezleri arasında stratejik önemdeki bir geçit niteliğine haiz bir yer olarak kalmıştır. 


Kafkas göçmenlerinin Osmanlıya geldiği yer işte bu bölgenin kuzeyi, yani Kuzey Kafkasya (KK)’dır.


2.b.Halklar

Kafkasya toplumsal yapısı itibariyle çok çeşitli halkların yaşadığı sosyal olarak fazlasıyla karmaşık bir bölgedir.


Potovski "Kafkasya'daki güç dengesinin, Avrupa'da Westphalia Antlaşması'nın yapıldığı dönemdeki kadar karışık bir yapı gösterdiğini ve buradaki çıkar çevrelerinin çok daha fazla olduğunu” yazmıştır. (Bell, s. 368)


Bölgeye başka bir yerden geldikleri konusunda hiçbir işaret olmaması bir yana herhangi bir iddia dahi bulunmayan yerli halkların çok eski çağlardan bu yana hep o bölgede yaşayageldikleri kabul edilmekte ve uygun yapısı sayesinde bölgenin yerli halklar için tarih boyunca gelip geçen çeşitli kavimlerin saldırılarına karşı bir sığınak işlevi gördüğü belirtilmektedir. (Hızal, s. 25-28; Saydam, s. 16-18)

Kısacası uzun zaman önce bölgeye Ortadoğu ve Asya’dan gelip yerleşerek kalan çeşitli halklar da bulunmakla birlikte bölgenin yerli halkları aydınlık tarih boyunca o bölgede yaşagelmişlerdir.


Güncel bir araştırmadaki “İki tarih öncesi erkeğin iskeletleri üzerinde yapılan bir DNA analizi, Avrupalıların atalarının ilk olarak yaklaşık 37 bin yıl önce Kırım’a yerleştiklerini ortaya” çıkarmıştır. (Duvar)

Romalı tarihçi Strabon ve Plutarch bugünkü Çeçen-İnguş bölgesinde “Gargarlar” isimli bir halkın Amazonlarla birlikte yaşadığını belirtmişlerdir. (Aydemir-Eski Tarih, s. 160)

*

“Bunlar dünyanın en güzel insanları olarak bilinirdi. Özellikle tarif edilemeyen doğuştan bir zerafet sahibiydiler.”  (Blanch, s. 13, 53, 90, 92, 245, 295)


Bir belgede Çerkeslerden “terbiye ve medeniyete kabiliyetleri olduğu, yiyeceklerinin pak ve temiz olduğu” şeklinde bahsedilmiştir. (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


"Kafkaslı başlı başına bir tiptir. Cesur, mücadeleci, mağrur, inatçı, muharib, dindar, vefakar, sözünün eri, misafirperver, tok gözlü, asil tavırlı, zeki ve yakışıklıdır." (Hızal, s. 29, 30)

*


Kendilerine Vaynahx diyen Çeçen-İnguş-Batsoyların eski dönemlerdeki isimleri konusunda Kutlu’nun eserinde ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. (Kutlu-Direniş, s. 32-39) 

*


"Bir Çeçen veya İnguş birisini "sabırlı bir insan" (sobare stag) olarak adlandırdığında bu büyük bir övgüdür.” Onları çoğu kez "rahatsız edici ve korkutucu" bulmuş olan Lieven kendisini ağırlamış olan Çeçenler hakkında şöyle yazmaktadır: "Çeçenler arasına gitmenin... soğuk ve fırtınalı ama aydınlık ve bir bakıma normal varoluşu aşan bir sabaha gitmek olduğu... anlamına geldiğini hiçbir zaman yitirmedim... Çeçen halkına, neredeyse sanki cesaretin kendisine bakıyormuş gibi bakmaya alıştım; herhangi bir şekilde adalet veya ahlaka gerekli ilişki olmadan ama sadece görmek güzel olduğundan."  (Forsyth, s. 200, 316, 783, 784)


Sayısız ırmak ve derelerle kaplı Çeçenistan “tamamen ormanlık bir ülkeydi.” “Bu ırmakların kenarlarında Çeçenler, birbirlerinden ayrı büyük çiftliklerde veya sayıları bazen bir kaç yüzlere varan evlerin bulunduğu avullarda (köylerde) yaşıyorlardı. Evler, tek katlı olarak sazlardan ve kerpiçlerden yapılıyor ve dam, düz olarak örülüyordu. Ağaçlarla desteklenerek sağlamlaştırılan evlerin içi ve dışı çok temiz tutuluyor ve çeşitli şekillerde süsleniyordu… Her evin, kendisine ait bahçesi veya üzüm bağı bulunurken köyün çevresinde ormanlık blgeden arta kalan düzlüklerde mısır, arpa, yulaf veya darıyla dolu işlenmiş tarlalar uzanıyordu.” “Çeçenistan’da herhangi bir hükümet sistemi olmadığı gibi halk arasında bir sınıf sistemi de oluşmamıştı. Her Çeçen, doğuştan sahip olduğu bir hakla kendisini eşit sayardı.” “Fert olarak Çeçenler, uzun boylu, kıvrak, ince ve sağlam yapılı, genellikle yakışıklı, atik, cesur ve sert, düşmanlarına karşı korkulu ve kurnaz; fakat bunların yanında, kendi ilginç düsturlarına göre son derece şerefli ve onurlu insanlardır. Öyle ki, bunun derecesi ve şiddeti, daha gelişmiş ırklarda çok az bilinmektedir. Misafirperverlik, bütün Dağlılarda olduğu gibi, en kutsal bir ödevdir. Bir Çeçen’in… cüzi bir kazanç uğruna, hiç bir acıma duygusu ve vicdan azabı çekmeden öldürebileceği bir kimse davetsiz de olsa evinin eşiğinden adımını içeri attığı anda Çeçen, hayatını, istediği takdirde onun ayakları dibine fırlatırdı. Başkalarının sürülerini sürüp götürmek, yollarını kesmek ve düşmanlarını öldürmek gibi şeyler, bu ilginç yaşam düstürüne göre şerefli işler sayılıyor… kızlar tarafından da teşvik ediliyordu.” Bu insanlar “dışardan hiç bir yardım almadan,” topları olmadan,  “Allah ve Peygamber’den başkasına güvenmeden” ellerinde kılıçlarla yarım asırdan fazla bir süre korkunç Rus gücünü hakir görüp ordularını yendiler, inançları, özgürlükleri ve ülkeleri için savaştılar, fakat “aynı zamanda farkında olmadan İngilizlerin Hindistan’daki güvenliğini de sağlamış oldular”. (Baddeley, s. 30-33)


"Bugün görülen asıl Kafkas dilleri... zamanımızdan 7-10 bin yıl kadar evvel yaşadığı kabul edilen... ilk beyaz insan neslinin... yegane kalıntısı olduğu anlaşılan en eski ırka aittir." (Hızal, s. 25)


*


2.c.Kısa Bir Tarihçe

Belli ölçüde kültürel ortaklık olmakla birlikte Rusların egemen olmasından önce yerli halklar arasında hiçbir zaman siyasi bir birlik sağlanamamış olan bölgede genelde farklı bakış açıları ve güven eksikliği egemen olduğundan tarih yazımı da dahil birlikte iş yapma imkanı pek olmamıştır.


2.c.1.Genel Olarak


Sağlıklı bir KK tarihi henüz yazılmamıştır. Aslında söylenmesi gereken her şey söylenmiştir. Ama gereğinden fazlası da söylenmiş ve söylenegelmektedir. Farklı bakış açılarına ek olarak bu fazlalıkların da etkisiyle sonuçta doğru yanlıştan ayrılamaz hale gelmiş ve anlatılanlardan doğru olanların birçoğu da gerçekten daha çok efsane haline dönüşmüştür.

*


"Kuzey Kafkasya hakkında böyle derli toplu bir kitaba hiç bir dilde tesadüf mümkün değildir." (Kaflı, s. 18)


KK konusunda "verilen hüküm ve yargıların "doğru" olanını izah ve ispat etmek "yanlış" olanını düzeltmek ve izah etmekten daha zordur. Sözkonusu "Kuzey Kafkasya ve Kafkasyalılar" işte böylesine çetrefil ve sağlıklı bir cevap vermeyi zorlaştıran konuların başında gelmektedir." "Kafkasya hala bir yere yerleştirilememiştir." (Kaflı, içinde Kuzey Kafkasya'nın Tarih Metodolojisi Üzerine, Erol Cihangir, s. 7, 8)

*


Kafkasya tarihi sağlıklı bir yaklaşımla yeterince incelenmemiş ve bilgi toplama teşebbüsleri de genelde boğulmuştur. Konu ile ilgili materyallerdeki bilgiler genelde yanlı ve gerçekdışıdır. Kafkasya yerlileri Rus belgelerinde genelde 'vahşiler', 'canavarlar', 'asi çete haydutları', 'imansız fanatikler' ve 'buyruk dinlemez barbar kalabalıkları' olarak adlandırılmaktadırlar. Sovyet döneminde kısa bir süre için değişen bu anlayış daha sonra varlığını aynen sürdürmüştür. Genelde bu anlayış Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada da geçerli olmuştur. Böyle bir tablo karşısında bölge tarihinin doğru olarak yazılmasının çok zor olacağı açıktır. (Yaşurka, s. 1-4, 8)

*


"En çok zorlandığımız konu "Çerkes Tarihi" konusudur." (Ersoy-Kamacı, s. 10, 15-22)


"Kafkasya halklarının İ.Ö. 3000 yıllarından çok önceleri bile, atı ilk ehlileştiren halkların süvarileri oldukları da anlaşılmaktadır... Kas ve Önasya halklarının atı İ.Ö. 5000 yıllarında tanıdıkları da bilinmeyen bir gerçek değildir./ Pharmat efsanesindeki Pharmat'ın atı Turpal" dır." (Aytek Kundukh, içinde Kutlu, s. 107-113)

*


2.c.2.Eski Çağlar


Mitolojiye göre insanlara ateşi verdiği için tanrılarca cezalandırılan Prometheus burada zincire vurulmuştur ve ayrıca antik çağda bölgenin sürgün yeri olarak görüldüğü ve  Büyük İskender’in cezalandırdığı kişileri buraya sürgün ettiği de ifade edilmektedir.

*


"Milattan dokuz yüzyıl önce İlyada'nın şairi Homeros kuzey Kafkasya'nın kahramanca hareketlerin memleketi olduğunu yazar.../ Tarihçi Heredot'a gelince kuzey Kafkasya üzerinde özellikle durur. Fakat hep İskit'lerden bahseder." (Kaflı, s. 86)

*


Geçit niteliğindeki bölgeden tarih boyunca birçok kalabalık ve güçlü kavim gelip geçmiş ve bölgenin tarihi büyük ölçüde coğrafyası tarafından şekillendirilmiştir. Kırım ve Bakü başta olmak üzere çevredeki verimli vadilerin bulunduğu bölgeler cazip görülmekle birlikte dağların zirveleri bölgeden gelip geçen bu kalabalık ve güçlü kavimler için fethedilmelerinin güçlüğüne değecek ölçüde cazip olmamıştır. Güçlülerin saldırıları karşısında bu zirvelere sığınan yerli halklar ise bölgeden gelip geçen güçlü kavimlere baş eğmemiş, ulaşılması güç olan dağlarda direnmiş ve ayrıca çeşitli nedenlerle güçlülerden kaçan güçsüzlere kucak açıp geleneklerindeki misafirperverlik anlayışına da uygun şekilde kaçaklara barınma imkanı sağlamışlardır. Vaynahxlar savunmada orman ve dağların doğal yapısına ilaveten kalıntıları halen mevcut olan tek kişi/aile için kale niteliğindeki “Bav”lardan da yararlanmışlardır.

*


1832’de Vladikavkaz’ın “güneyinde bulunan Balta’dan 3.000 piyade, 500 Oset ve 4 dağ topundan oluşan bir kuvvet, Galgaylara doğru yola çıkarıldı.” “Köyler tahrip edildi, kuleler havaya uçuruldu, ekinler yakılarak yokedildi”. Tornau’nun anlatımıyla, bir yerde “kare şeklindeki bir kule, yola tamamen hakim bulunuyordu. İçerisinde de kendisini savunmaya kararlı bir garnizon bulunduğu farkediliyordu. Bu kule, tam üç gün boyunca bütün ordunun ilerlemesini durdurdu. Sonunda, büyük güçlüklerle… kulenin temeline… lağım döşendi ve patlatıldı. Bunun üzerine garnizon teslim olmak zorunda kaldı. Büyük bir şaşkınlık içinde, garnizonun sadece iki Galgay’dan oluştuğu görüldü! Sadece iki Galgay, üç gün boyunca bütün Rus ordusunu yerinde mıhlamıştı. Ertesi gün, artık savunulmaktan vazgeçilen Tsori yerle bir edildi ve ordu, Vladikavkaz’a döndü.” (Baddeley, s. 250-255)

*


Aydınlık tarih boyunca Yunanlılar ile Romalıların da ilişkide bulunduğu bölge İskit, Hun, Hazar, Arap, Pers, Selçuklu, Moğol, Timur, Tatar, Türk ve son olarak da Rus saldırılarına uğramıştır. (Aydemir-Eski Tarih, s. 158; Bağ, s. 5-18) 

*


"Dağlar, Kafkas tarihinde zıt ve çelişik iki rol üstlenmiştir. Dik ve derin vadilere, ilk çağlardan kalmış gür ormanlara sahip engebeli ve yüksek dağlar, Kafkasları düşmanlara karşı korumak gibi olumlu bir rol oynarken, Kafkasların birleşmesinin önüne dikilmek suretiyle aynı zamanda olumsuz bir rol de üstlenmiştir./ Çok eski çağlarda Kafkasların ovalık bölgelerinde askeri birlikler kaynaşırken bu dağlar, bugün itibariyle tarih sahnesinden silinmiş birçok ırklara sığınak yeri olmuşlardır. Mısırlılar, Medler, Alanlar ve İskitler; Grekler, Romalılar, İranlılar ve Araplar; Moğollar, Türkler, Tatarlar ve Slavlar... Bütün bu ırklar, birbiri ardınca ve birçok kez kıyıya vuran hırçın dalgalar gibi Kafkasları süpürüp geçtiler." (El-Karahani, içinde, Önsöz-H. Ahmet Özdemir, s. XIX, XX; ve ayrıca, Baddeley, s. 22, 23; Blanch, s. 30; Luxembourg, s. 21-28, 55-Dipnot:42, 200, 200-Dipnot: 228; Karatay, Hazarlar)


Müslümanlar 643'ten itibaren bölgeye gelmeye başlamış ve 733 yılı sona ermeden Dağıstan'ın fethi tamamlanmıştır. "Araplar için mühim olan Kaspi kıyılarını ele geçirmekti. Dağıstan'ın dağlık kısımlarındaki çeşitli kabileler geçitlerde ve ovalıklarda kendilerini şiddetle savunmaktaydılar. Araplar dağlık bölgelerin dışında tehlike ile karşılaşmamaktaydılar." (Al Kadari, s. 20-23, 160-Dipnot 42 )


"Vaynağhlar; bölgede dönem dönem güç olan Albanya, Alan ve Hazar egemenlikleriyle "uyumlu federatif bir birleşme" içerisinde rahat yaşamışlardır./ Bu huzurlu dönem XI. yüzyıl başlarında Selçukluların bölgeyi bir güzergah olarak kullanmaya başlamaları ile sona ermiş”tir. (Öztürk-Savaş Lordları, s. 16)

*


Büyük İskender'in zafer yolu Kafkasya'dan uzakta kalmış ve Roma imparatorluğu orduları “kuzey Kafkasya'ya gidememişlerdir." (Kaflı, s. 87, 88)


Kafkasya Türk tarihi açısından ayrı bir öneme sahip olmuş ve Orta Asya ile Avrupa ve İskandinavya arasında ticari ve kültürel bir köprü işlevi görmüştür. MÖ İskitler, sonra Hunlar ve Avarlar ile başlayan temaslar Selçuklularla sürmüştür. Selçuklular için “insanlığın eski medeniyet merkezlerinden biri olan Kafkasların Türklüğe açılması” öncelikle önem verilen bir faaliyet olmuş ve böylece Kafkasya “Anadolu’nun fethi için zemin teşkil” etmiştir. “Hazar sahillerini dolaşan hükümdarlar cihangir olur” şeklindeki bir Türk sözünü çok iyi bilen Selçuklular için Kafkasların fethi çok önemli sayılmıştır. (Bedirhan, içinde Önsöz, s. 9, 10, 302)


Türklerin Azerbaycan taraflarında iskanını konu edinen Derbentname’ye göre, Melikşah zamanında "Türkler Arran ülkesinde, onun ovalarında ve dağlarındaki şehirlerde, onun tekmil nahiyelerinde ve kalelerinde yerleştiler." (Togan’dan aktaran Kutlu, Al Kadari, s. 160, 161-Dipnot: 46)

Asurlulardan başlayıp İskitlerden Büyük İskendere, Hunlardan Moğollar ve Timur’a, Bizans’tan Araplara, Selçuklular ve Osmanlı’dan İranlılara kadar eski çağların hareket halindeki güçlü kavimlerinin hemen hepsi bir şekilde bölgeden geçmiş, ama 650-950 döneminde bir bölümünde egemen olan Hazarlar dışında hiçbiri bölgede kalıcı olmamıştır. Tarih boyunca eksilmeyen çeşitli dış saldırılara maruz kalan ve merkezi bir devlet kurulamayan bölgede bir takım kabile federasyonları egemen olmuş, ancak bölgenin tamamı hiçbir zaman herhangi bir devletin egemenliği altına girmemiştir. (Bağ, s. 5-18; Karatay)

Moğol ve Timur etkisi geçip durulduktan bir süre sonra bölgede Rusların kalıcı olacakları dönem başlamıştır.

Büyük prensi 1425’de Altın Orda/Altın Ordu Hanı’nın önünde eğilen Moskova Knezliği zaman içinde politikaları büyük ölçüde çapul, yağma ve hediye çekme maksadına dayanan bölgenin en büyük gücü Kırım Hanlığı’nın uygulamaları yüzünden güçlenmiştir. (Saydam-İşgal; Tuna, s. 119)

Kuban Nehri’yle Batı’dan ayrılan Kabardeyler için de tarihin seyri, bölgeye hükmeden Altın Ordu’nun dağılıp 1441’de Kırım Hanlığı’nın kurulmasıyla değişmiştir. Kendini Altın Ordu’nun varisi sayan Kırım Hanlığı Kabardey toprakları üzerinde hak iddiasını sürdürerek yıllık üç bin kız ve erkek köle vergisini almaya devam etmiş ve buna karşı çıktıkları her defasında Kabardeyler üzerine yıkıcı seferler düzenlemiştir. Bunun üzerine başını Kabardeylerin çektiği bazı Çerkes prensleri, 1557 yılında bir heyetle Moskova’ya giderek, Çar IV. İvan’dan yardım istemişlerdir. (Durmaz)


Osmanlı’nın 1475 yılında Kefe’yi Cenevizlilerden almasında sonra Karadeniz tamamen Osmanlı hakimiyetine girmiş ve Kırım içişlerinde serbest olmakla birlikte Osmanlı’ya bağlı bir devlet haline gelmiştir. Bu yeni dönemde Osmanlı’nın bir nevi taşaronu haline gelen Kırımlılar birçok defa Kafkasyalılara saldırmış, onlara karşı Kafkasyalılar da Ruslarla ittifak yapmışlardır. (Tuna, s. 118-123; Saydam-İşgal; Berzeg, s. 27)

*

"Altın-Ordu hakimiyeti, o zamana kadar birbirlerine düşman çeşitli prenslik ve kabileler halinde yaşayan Rus Kavmi'nin birleşmesini sağlamış ve bir millet olarak teşekkülünde başlıca amil olmuştur." (Hızal, s. 33)

"Kuzey Kafkasya on altıncı yüzyıldan başlayarak tarihin en buhranlı... dalgaları içinde çalkalanmaya başlamıştır. Burası üç büyük devletin, İran, Türkiye ve Rusya'nın ihtiraslarına sahne olmuştur." (Kaflı, s. 95)

*

2.c.3.Geçiş Çağı: 1556-1783 Dönemi


Bu dönem genelde tüm dünya tarihi açısından çok önemli bir dönemdir. Simgesel tarihler esas alınarak İspanyol kaşifler öncülüğünde Avrupalıların  Amerika’ya ulaştıkları 1492’den 1789’daki Fransız Devrimi’ne kadar olan dönem modern zaman anlayışının/yapılanmasının oluşma dönemi olarak nitelenebilir.


Yeni dönemin en önemli özelliklerinden biri gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferleri yüzünden tüm dünyada vahşetin artması olmuş ve zamanın vahşet ruhu bölgeye de hemen yansımıştır. Korkunç anlamındaki Grozni lakaplı IV. İvan 16. asırda Rusya’da zalimliğiyle ün salmıştır.

  

Bölgesinin ve hatta dünyanın en büyük gücü olan Osmanlı ile Rusya’nın ilk kez karşı karşıya geldiği bu dönemde özellikle Ruslar açısından kilit önemde iki olay gerçekleşmiştir. Rusya iki denizdeki iki bölgeden biri olan Astrahan’ı bu dönemin başında 1556’da, diğeri olan Kırım’ı da dönem sonunda 1783’de ele geçirmiştir. 


İran’ın da aktif olduğu bu dönemin başında Osmanlı 1569’da Kırım’dan öteye iki deniz arasında kanal da açarak Astrahan’a ulaşmayı denemişse de, Ruslar tarafından engellenmiş ve dönem sonuna yaklaşılırken de, 1711’de Avrupa’da durdurabildiği  Rusya’ya üstünlüğü kaptırıp 1475’ten bu yana bağımlısı olan Kırım’ın 1774’deki Küçük Kaynarca Antlaşması’yla kendisinden koparılıp 1783’te Rusya’ya dahil edilmesine razı olmak zorunda kalmıştır. 


1567 yılında Rusların “Sunja akar suyu üzerinde” kale yapması ile bölgedeki gelişmeler Osmanlı-Rus rekabetine dönüşmüş, 1569’da büyük ümitlerle çıkılan Astrahan seferi muhtemelen bazı Çerkes beylerinin Ruslarla ittifak yapmasının ve ayrıca Kırımlıların buralara kadar yayılacak  Osmanlı hakimiyetinin kendilerine zararı olacağını düşünmesinin de etkisiyle başarısız olunca da Osmanlı’nın aleyhine yönelmiştir. Don-Volga Kanalı da epeyce bir kısmı kazıldığı halde seferin başarısız olmasıyla yarıda bırakılmıştır. (Saydam-İşgal; Tuna, s. 118-123)

*

Sokullu iki denizi “kanalla birleştirecekti... 3000 yeniçeri ile 20000 sipahi gönderildi", ancak Kırım hanlığının "arkasının Osmanlılar tarafından çevrilmiş olacağını düşünerek" çekinmesi sonucunda sonuç alınamamıştır. (Kaflı, s. 102)

*


Rusya’nın uzun vadeli emperyalist amaçlara yönelik politikaları bu dönemde belirginleşmiştir. I. Petro 18. asrın başında sıcak denizleri hedef gösterirken sonrasında II. Katerina da Petro’nun yolunu izlemeyi sürdürmüştür.


Üçüncü Roma olmayı hedefleyen Rusya için doğu-batı yönünde Hindistan ve kuzey-güney yönünde sıcak denizler yolu üzerinde olduğundan Kafkasya stratejik değerde önemli görülmüştür. (Tuna, s. 123; Luxembourg, içinde Takdim, Özden, s. 10; Aytek Kundukh, s. 13, 14; Hızal, s. 34)

Böyle bir durumda doğal olarak Osmanlı ile Rusya karşı karşıya gelip hem Avrupa’nın doğusunda hem de Kafkasya’da mücadele etmişler ve Kafkasya’da İran’ın dahil olduğu bu mücadelede 18. yüzyılın sonunda Rusya öne çıkmıştır.

Bu öne çıkışta Osmanlı’nın uzak durmasına karşın Rusya’nın dönemin bilimsel gelişmelerini benimsemesinin  kuşkusuz önemli bir payı olmuştur. I. Petro Rusya’yı net bir şekilde Avrupa’nın bilim yolunu izleyen bir rotaya sokarken daha sonra II. Katerina da onu takip etmiştir. Bunun sonucu olarak çağın teknolojik imkanlarıyla donatılmış disiplinli bir askeri yapı meydana getirilmesi uluslararası mücadelede çok önemli bir faktör oluşturmuştur. 

*

"Rusları zorla Avrupalı milletler seviyesine çıkartmaya çalışan büyük Petro... Terek nehrinin kuzeyinde ve Kuban bölgesinde bulunan Kazakları disiplin altına alıyor, stanitsa denilen meşhur askeri garnizonları kuruyordu." (Kaflı, s. 106)

*


Sömürü ve büyük devletçilik anlayışının kökleri 1500’lere dayanan Rusya 1556’da Astrahan'ın fethiyle Hazar Denizine ulaşıp zenginleşince çok geçmeden IV. İvan döneminde Kuzeydoğu Kafkasya’nın bir bölümünü ele geçirip Terek’te kaleler inşa ederken bazı Çerkez önderleri Rusya’nın hizmetine girmiş ve aynı dönemde bölgeye Kazak iskanı başlamıştır. I. Petro'nun 1722’deki seferi ile sömürgecilik politikasının başka bir aşamasına geçilirken Rusya’nın batı komşuları İsveç, Almanya ve Osmanlı siyasetinin genel hatları da belirginleşmiştir. (Yaşurka, s. 10)


Bölge halklarıyla Ruslar arasındaki ilk temas 10. yüzyılda olmuşsa da sonradan bölgeye gelen Moğollar bu ilişkinin kesilmesini ve 16. yüzyılın ortasına kadar Rusların bölgeden uzak kalmasını sağlamışlardır. 1475’den itibaren Osmanlı’ya tabi olan Kırım’ın saldırıları bazı Çerkes beylerinin 1557’de Ruslarla işbirliği yapmalarına neden olmuştur. (Bağ, s. 5-18; Alpaslan, s. 175)


Terek'te ilk Rus kalesi Kabarday Prensi Temtruko'nun isteği ile 1566/1567’de kurulmuştur. (Özbek, s. 31)

*

Kafkaslar’ın güneyinde Osmanlı-İran mücadelesi sürerken kuzeyinde Rusya Terek'e kadar olan bölgelere "hiçbir engelle karşılaşmadan... sahip oldu", "bütün Kafkas önü Rus yerleşimciler ve Kazaklar tarafından ele geçirildi./ Böylece, Çar İoann Grozni (Korkunç İvan) zamanında Terek kıyılarında artık ilk Rus yerleşimciler, Greben Kazakları görülmeye başladı. Grebenliler, 1555'te himaye ricasıyla Moskova'ya giden Kabardey prenslerinin heyetine katıldılar. İoann Grozni, Grebenlilere Terek Nehrini "hediye etti", onların ve Kabardeylerin desteklenmesi için bu nehrin ağzına bir kale ve Terek şehrinin inşa edilmesini emretti. Grebenliler bunu yerine getirdiler ve 1567'de Terek voyvodalığı kuruldu, Terek boyunda da Kazak stanitsalarından tam bir hat oluşturuldu." (Esadze, s. 4)

*


Kabardeyler 1570’te yaptıkları savaşlarda güçsüz düşüp Tatarlara her yıl 6000 köle ve at vermeyi kabul etmişlerdir. (Özbek, s. 32)


1589'da Şirvan, Kuba, Derbent ve Dağıstan tamamen Perslerden Osmanlı’ya geçmiştir. Bölgede sürekli olarak ittifak değişiklikleri ve çatışmalar yaşanmıştır. (Al Kadari, s. 40, 85, 86)

*


Osmanlı’nın geçmişten itibaren “Kafkasya’da Şii etkinliğine karşı Sünni bir kordan çekme girişimi vardı.” (Asan, s. 25, 26, 114)


İran'la yapılan anlaşma ile 1590'da "Çerkezistan Osmanlılara kaldı. Sınır Hazar denizine ulaştı. Kuzey Kafkasya üzerinde hiçbir hakimiyet kurulamadı." (Kaflı, s. 104)


*

1586’da İberyalılar Tarku Şamhal’ına karşı Ruslardan yardım istemiş, Ruslar 1594 yılında Şamhal’ın başkentini ele geçirmişlerse de burada tutunamamışlardır. (Baddeley, s. 41)


1705’te de Kırım Hanı Kaplan Girey Osmanlı'nın onayını alıp 100 bin kişilik bir ordu ile Kabardey yurduna saldırmış ve yapılan antlaşmaya göre Kabardeyler Tatarlara erkek ve kız çocuklarından oluşan köleler vermek zorunda kalmışlardır. 1708, 1717 ve 1720 yıllarında da Tatarlar Kabardey'e saldırmışlardır. (Özbek, s. 34-36)


Kafkasya üzerinde kalıcı bir işgalde bulunamayan Kırımlıların ve dolayısıyla Osmanlının Kafkaslılarla  ilişkileri daha çok, “köle ticareti şeklinde olmuştur." (Luxembourg, içinde Takdim, Özden, s. 11) 

Sonraki dönemde Kırım-Kafkasya ilişkileri karşılıklı saldırı ve soygunlar şeklinde devam ederken Osmanlı Kafkasya’yı kendi nüfuz bölgesi saymış, Osmanlı-Rus savaşlarında Kafkasyalılar çoğu kez Osmanlılarla birlik olup Ruslara karşı savaşmışlardır. (Tuna, s. 120, 121)


Kazaklar’ın yerleştirilmesi yüzünden  Dağlılar Terek bölgesindeki topraklarının bir bölümünden olurken I. Petro Hazar-İran üzerinden Hindistan'a uzanacak bir ticaret yolu oluşturmak amacıyla 79.000’i Dragon, Kazak, Tatar ve Kalmıklar’dan oluşan askeriyle 1722'de karadan ve Astrahan yoluyla denizden olmak üzere iki koldan Dağıstan'a sefere çıktığında Dağıstan şamhalı Adil Girey Han'ın bir mektupla birlikte gönderdiği elçi tarafından karşılanmış ve elçi, şamhalin, hizmet amacıyla çarı beklediğini belirtmiştir. Çar Hazar Denizi’ndeki “Çeçenadası'ndan” şamhala haber gönderip Dağıstanlıların Ruslara tabi olmalarını isterken Ruslara karşı çıkan Endree köyünü ele geçirmek isteyen öncüleri Çeçenler tarafından püskürtülmüş ve sonrasında ise köy Ruslar tarafından ateşe verilip yok edilmiştir. Bu arada Derbent temsilcileri gelerek Çara halkın itaatini yazılı olarak sunmuş, 21 Ağustos'ta Derbent'e ulaştığında da Çar Derbent toplulukları tarafından karşılanmış ve bir miktar asker bıraktıktan sonra huzur içinde yaşamalarını söyleyip 1722 Eylülünde Derbent'ten ayrılmıştır. Osmanlı ile Rusya arasında anlaşmazlık ortaya çıkmış olsa da 1725’de Dağıstan’ın Rusya'da, Gürcistan ve Ermenistan’ın ise Osmanlı’da kalması konusunda antlaşma sağlanmış, bölgedeki Pers egemenliği sona ermiştir. Ancak hemen arkasından gelen Nadir Şah döneminde 1732’de anılan üç devlet bölgede birçok yerin Perslere bırakılması konusunda mutabakat sağlamışlardır. Çeşitli çatışmalar yaşanan bölgede 1744'de "Dağıstan eşrafı” Osmanlı’ya tabi olduklarını ilan etmişlerdir. Çeşitli ittifak ve çatışmalar sürerken 1774'te Dağıstan'da Nutsal Han'ı öldürten Fatali Han'ın yardım talebi üzerine Çariçe Yekaterina II. 1775'te Fatali Han'a yardımcı olmak üzere Derbent'e asker göndermiştir. (Al Kadari, s. 54-60, 66-72, 77-79; Baddeley, s. 53-57; Yaşurka, s. 11-13)


Rusların Karadeniz’e yönelik yaklaşımını ilk olarak Katerina II 1768'de “Karadeniz üzerinde serbest dolaşım talep etmeli... kaleler inşa etmeye çalışmalıyız" şeklinde ifade etmiştir. (Richmond, s. 43-70)


Kabardey, Kumuk, Çeçen ve diğer Dağıstan kabileleri Kazaklara karşı hiç bir zaman birlikte hareket edememiştir. Hatta zaman zaman tersi olmuştur. 1762’de Katerina tahta geçince Kafkas Hattı’nı güçlendirmenin önemini kavramıştır. 49 aile ile kaçan bir Kabardey prensi Mozdok’a yerleştirilmiş ve 1763’de bir kilise yapılmıştır. Mozdok olayı Rus işgalinin köşe taşlarından biri sayılmaktadır. Kabardeyler Mozdok’un asırlardır kendilerinin otlakları olduğunu belirtmelerine rağmen Ruslar’dan olumlu bir cevap alamayınca 1765’den 1779’a kadar çatışmalar yaşanmıştır. 1764’de Katerina yedi yıl önce Çeçenlere yapılan baskın sırasında gösterdikleri yardımlardan dolayı Kabardey prenslerine 3.000 ruble göndermiştir. Rus kaynakları Ruslar’ın Çerkesler’e karşı her zaman zalimce ve haince davrandıklarını göstermektedir. 1780’lerde “Kabardeyler, Çerkesler, Kasayvetler ve Nogaylar” birbirleriyle çatışıp durmuşlar, üç yıl süren çatışmalar Rusların işini kolaylaştırmıştır. Suvarov binlerce Nogayı Azak kıyısında Yeisk’te toplayıp Kırım Hanı Şahin Giray’ın Hanlıktan Katerina adına feragat edip Nogaylar üzerindeki hakimiyet haklarını devrettiğini açıklayan fermanı okumuş, Nogaylar itaat yemini etmiş ve ardından yüz sığırla sekiz yüz koyunun kesildiği büyük bir ziyafet verilmiştir. Barış havası eserken durum gerginleşmiş ve Nogaylar umutsuzca son kavgalarını vermiş, kalanlardan bir kısmı Çerkeslerin yardımıyla mücadele ederken büyük bir kısmı da Osmanlı’ya göçmüştür. Kolonizasyona devam edilerek Stavropol’un verimli toprakları yeni göçmenlerle hızla iskan edilmiştir. Özellikle Çeçenlerle olan şiddetli çatışmalara rağmen kolonizasyon bir kaç yıl yoğun olarak sürdürülmüştür. Stavropol bölgesinde Potyemkin sivil bir yönetim modeli uygulamış, ilk defa Alman göçmenlerini Kafkasya’ya getirip yerleştirmiş, ticaret işleri Ermeni tekeline kalmıştır. 1787’de Osmanlı ile yeniden savaş çıkmıştır. (Baddeley, s. 59, 60, 68-71; ve ayrıca, Esadze, s. 5, 6; Luxembourg, s. 31, 281, 282; Özbek, s. 37)


1768 ve 1787 Osmanlı-Rus savaşlarının engeller çıkarmasına karşın  Ruslar 1777-1780 yılları boyunca Mozdok'tan Azov'a kadar öncü kaleler şeklinde güçlendirilmiş hatlar oluşturmuştur. II. Katarina 1782 tarihli emri ile Ruslara Kafkas topraklarını cömertçe dağıtırken 1791 yılında Kafkas Hattı Kuban nehrine kaydırılarak işgal edilen topraklar Kazaklarla doldurulmuştur. Bu Kazaklar daha sonra Karadeniz Kazak Ordusuna dönüştürülmüştür. Bu uygulamalarla I. Petro'nun belirlediği siyasetin hayata geçirilmesi yolunda adımlar atılırken 1785’de Çeçenistan'ın işgali teşebbüsüne halk Şeyh Mansur önderliğinde büyük bir ayaklanma ile karşılık vermiş ve bu gelişme aktif direniş döneminin başlangıcı olmuştur. (Yaşurka, s. 11-13)


2.c.4.Rus Vahşeti Çağı: 1783-1864 Dönemi


Rusların 1783’te Kırım’ı ilhak edip aynı sofrada yiyip içtikleri sırada Nogayları katletmesiyle başlayarak 1816-1827’deki Yermolov zamanında vahşette zirveye çıktıkları bu dönem 1864’de KK’yı tamamen işgal etmelerine kadar sürmüştür.


Bu dönem boyunca sistemli olarak ormanlar ve tek tek köyler yakılıp yok edilirken yerli halk katledilmiştir.

*


Öncesinde “birçok badireler atlatmış" olan Kafkasya 18. asırda "Sanayi Devrimi'yle birlikte endüstrilerine hammadde sağlamak amacıyla bütün dünyayı yağmalamaya girişmiş batılı devletlerin yanında... bu yağmalama hareketine katılan Rusya'nın hedefi haline gelmekten kurtulamamıştır.” (El-Karahani, içinde, Önsöz-H. Ahmet Özdemir, s. XX)

*

Dünyanın büyük güçlerinin dünya kaynaklarından pay kapma konusundaki mücadeleleri 19. yüzyıl itibariyle Şark Meselesi”, “Büyük Komplo” (Great Conspiracy), “Doğuda Oynanan Büyük Oyun” (Great Game in the East ), Palmerstonizm, İngiltere’nin Türk’ü kurtarma ( saving the Turk ) projesi, Avrupa uyumu gibi çeşitli kavramlar eşliğinde sürdürülen ve merkezi bir yerinde Osmanlı’nın da yer aldığı, ancak başrollerini büyük güçler olarak İngiliz, Fransız, Alman, Avusturya ve Rus devletlerinin paylaştığı bir “Büyük Oyun” olarak görülmüştür. (Çiçek)

Ruslar İstanbul ve Çanakkale boğazları ile tüm Karadeniz’i ele geçirmeyi hedeflemiş ve hedefleri olan boğazlar, Kalküta, Süveyş ve Basra hayali uğruna II. Katerina zamanından başlayarak 1762-1864 döneminde Kafkasya’da 1.500.000 asker kaybetmiştir. (Alpaslan, s. 188, 190)

Rusya istila sürecinde iskan uygulamasını temel bir politika haline getirmiş ve yerli halklarını istemediği KK’ya Kazaklar, Ruslar, İskoçlar, Ermeniler ve Rumlar’dan başka 1784-1787 yılları arasında “Korsika, Livorna, Pisa, Cenova ve Almanya’dan” göçmen getirip iskan etmiştir. (Asan, s. 23)

Böyle bir dönemde Rusya’nın bölgenin cazibe merkezi olan Kırım’a 1783’te el koyması yeni dönemin önemli bir aşaması olmuştur. 

*

“1783’de Kırım’ın tamamı Ruslar tarafından ilhak edilmişti. Ve Potemkin İmparatoriçesine… bağlarla çevrili Karadeniz kıyılarını onun ayaklarına getirmişti./ Bununla beraber Katerina’nın emperyalist hırsı uyandırılmıştı. O daha başka fetihleri gözüne almaya başladı. Niçin Kafkasya olmasın?.. yirmibeş yaşındaki Graf Platon Subof’u en genç ve en son gözdesi seçmişti. Müştereken Rusya’nın kontrolü altında Yunan devletinin yeniden kurulmasını planlıyorlardı. İstanbul ve belki Hindistan da zaptedilmeliydiler. Haç Hilalin üzerine çıkacaktı. /.. Platon’un çocuk yüzlü küçük kardeşi Valerian”  Kafkasya’nın ilk valisi olmak üzere gönderildi. (Blanch, s. 27, 29; ve ayrıca, Esadze, s. 2)

*

Rusya’nın güney yolculuğundaki en önemli adımlardan biri Katerina II döneminde atılmıştır. "II. Katerina, Kuzey Kafkasya'ya karşı sistematik bir surette istila hareketlerine girişti." Ruslar Kafkas birliğini engellemek için önce "Merkez Kafkasya'daki Kabartay, Oset ve İnguş mıntıkaları üzerine taarruza geçtiler", "münbit ovalarda müselleh Rus kolonistleri yerleştirilmeye başlandı" ve bunun için kaleler ve yerleşimler kurulup "Kazak muhacirleri getiriliyordu.../ 1763 te Mezdok Kalesi inşa edildi." Rusların başka yerlerden getirip Kafkasya'ya yerleştirerek toprak ve makamlar vermesi sonrasında aralarındaki düşmanlıkları unutan "Kazaklar, Rusya hesabına çalışan, kan döken, fedakar, sadık, istila öncüleri ve emperyalizmin aletleri haline geldiler." Rus Çariçesinin "Haç-ı Hilal'e galip getirmek" anlayışıyla hıristiyanlığı yaymaya yönelik çabaları sonrasında Kafkasyalılar Osmanlıyı doğal müttefik olarak da görerek "Gavur Ruslara Karşı Mukaddes Savaş" demek olan Gazavat anlayışıyla birlik olmaya gayret ederken Osmanlı da 1778 sonrasında "bir çok din alimi" gönderip hıristiyanlık propagandasına karşı harekete geçmiştir. (Hızal, s. 35-38) 

Küçük Kaynarca Antlaşması Rusya’ya işgal için "hukuki bir temel" sağlamıştır. Osmanlı ile imzalanan bu antlaşmayla Kabartay bölgesinin Kırım Hanlığı'na dahil bulunduğunun kabul edilmiş olması dolayısıyla Rusya Kırım’ın ilhakından sonra KK’lıları "kanuni iktidar"a karşı baş kaldıran "asiler" olarak görmeye başlamıştır. (Saydam, s. 35-39)

Böylece güney yolculuğunda bölgeye ulaşan Rusya’nın onu bu yolculuğunda engellemek isteyen Osmanlı ile karşı karşıya gelmesiyle KK iki büyük gücün birbirine zıt amaçlarının kesiştiği bir yer haline gelip, olduğundan daha fazla değer kazanmıştır.

Çevredeki çeşitli zenginliklere karşın normalde fazla çabaya değecek kaydadeğer pek fazla maddi bir zenginliği olmadığından tarihte uzun yıllar boyunca çevreden gelip geçen birçok büyük gücün pek fazla ilgi göstermediği sığınak niteliğindeki bir bölge olan KK’nın dağlık kısımları için bu dönemde tarihin seyri köklü biçimde değişmeye başlamıştır.

Yeni dönemde artık “kendilerine teslim olmayan  bir tek yeşil fidan ve hayat gibi umutlu bir tek insan bırakmamak” esas sayılmıştır. (Hikmet, s. 434)

Baddeley’in doğru adlandırmasıyla savaş değil Rus istilasının yaşandığı bu dönemde hiçbir zaman birlikte olamayan Dağlılara karşı Rusların önemli bir silahı da yerli milis güçleri ve “casuslar” olmuştur. (Esadze, s. 16)


2.c.4.1.Rus Vahşetinde 1783-1829 Dönemi


Bölgede ağırlıklı olarak Rus, Osmanlı ve İran arasında çekişme ve çatışmaların yaşandığı bu dönemde Osmanlı daha önce kendi nüfuz bölgesi saydığı Kafkasya’nın 1829’dan itibaren Rusya’ya ait olduğunu kabul ederken, Rusya 1500’lü yıllarda anlaşma yapıp müttefiklik ilişkisi kurduğu Kafkasyalıların bağımsız olduğunu kabul etmeye yanaşmamıştır. (Tuna, s. 126, 127)


Modern zaman anlayışı gereği bölgeye en son gelen Ruslar bölgenin her noktasına nüfuz edip egemen olmak için her türlü çabayı göstermişlerdir. Rusların bölgeye gelmelerinden sonraki dönemde bölgede yerel aktörlerin yanı sıra diğer dış aktörlerin de dahil olduğu daha yoğun bir mücadele başlamıştır. Her zaman ve her yerde olduğu gibi, bu dönemde bu bölgede de her aktör kendince kendi anlayışı doğrultusunda reel politika izlemiş, ittifaklar oluşturulup dağıtılmış ve elbette herkes kendi yararını en üst seviyeye çıkarmaya çalışmıştır.


Kafkasya’nın ele geçirilmesini önemli bir hedef olarak gören ve I. Petro’nun gösterdiği daha uzaklara erişmek şeklindeki daha kapsamlı bir amaca yönelen Ruslar tarafından II. Katerina döneminde “geçitlerden en ünlüsü” olan Daryal/Daryol geçidindeki “Don nehri kıyısından Tiflis’e uzanan Gürcü Askeri Yolu” için 1763’de Mozdok kalesinin inşa edilip çevresine Kazakların iskan edilmesinden sonra bölgeye yönelik Rus saldırıları artmıştır. Bu dönemde Kırım’ı kaybeden Osmanlı için de bölge çok önemli hale gelmiş ve Kafkaslılar ile Osmanlı doğal olarak müttefik olmuşlardır. Ancak sonraki dönemde bu zorunlu ve kendi bekaları için çok gerekli müttefikliğin gereklerini her iki taraf da layıkıyla yerine getirmemiş ve böylece Rusların “ekmeğine yağ sürmüşlerdir.”  (Bağ, s. 5-18; Alpaslan, s. 175)


Daha önce bölgeyi Kırımlılara havale edip KK ile doğrudan pek ilgilenmeyen Osmanlı 1783’ten sonra bir tür mecburiyetle doğrudan KK ile ilgilenip ilişki kurmaya başlamıştır.

*

"Osmanlı Devleti bazan kendisinden saydığı, bazan da neyin nesi olduğunu bilmediği Kuzey Kafkasya'yı ve halklarını öğrenmek istemiştir. Rusya Anadolu'nun doğu sınırlarını tehdit etmeye başladığı zaman Osmanlı yönetimi de Kuzey Kafkasya ile ilişki kurmaya koyulmuştur." (Kutlu-İmam Mansur, s. 34)


Kırım'ın elden çıkmasından sonra Osmanlının takip etmeye başladığı yeni "politikaya göre; Çerkezistan, Osmanlı Devleti'nin Asya'daki topraklarını muhafaza etmek üzere bir serhat ülkesi haline getirilecektir. Bu arada Osmanlı...bölgeye gönderilen din adamlarının çabalarıyla İslamiyet'in yayılmasına çalışmıştır." (Satış, Çerkesler-içinde, s. 209, 210) 


"Osmanlı siyasetinde 1780 öncesi önemli bir yeri olmayan Kafkasya 1473'ten itibaren Osmanlı himayesinde olan Kırım Hanlığı ile ilişkideydi.” Kafkasyalıların Osmanlı resmi temsilcileri ile ilk karşılaşmaları 1778 tarihinde Kırım Seraskeri Canikli Ali Paşa’nın bölgeye gelmesiyle olmuştur. (Bice, s. 33; Saydam-İşgal)

*


Doğu “sınırları içerisinde” yer alan ve “yıkılmaz bir kale” olarak görülen Kafkasya’nın durumuna uzun yıllar boyunca tam nüfuz edememiş olan Osmanlı bölgeye dikkatini Ruslarla yapılan savaşın kaybedildiği 1774’den sonra yoğunlaştırmış ve daha önce Kırım’ın bir parçası ve dolayısıyla kendine bağlı saymasına karşın beyleri tarafından muhtar bir şekilde idare edilen bölgeyi Kırım’ın kaybından sonra merkezden idare etme ihtiyacı duyup Ferah Ali Paşa’yı vali olarak bölgeye göndermiştir.  Bölge halklarıyla ilişki kurulup “gerçek bir şekilde” tebaa oldukları ilk defa bu dönemde ortaya atılmıştır. Kırım Seraskeri tayin edilen Canikli Ali Paşa Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa ile 1778’de Soğucak limanına geldiğinde karargaha gelen Çerkesler ilk defa Osmanlı askeri görmüşler, karagahtan ayrılan Çerkesler alışkanlıkları icabı gece olunca, aniden karargaha taarruz” edip birçok askeri uyku halindeyken esir almış ve daha sonra bunları birer öküz fiyatına satmışlardır. Anadolu’nun güvenliği için de endişe edilen bu dönemde Çerkezlerden istifadenin buradaki halkın Osmanlı’ya ısındırılmasıyla mümkün olacağı Canik Ali Paşa tarafından bildirilmiştir. (Gökçe, s. V, VII, 44, 58)


Osmanlı özellikle Kırım’ın elden çıktığı ve Anadolu’dan asker bulmanın zorlaştığı 1783 sonrasında  gözlerini Kafkasya’ya çevirmiş ve o dönemdeki Osmanlı’nın bakış açısı ordular komutanı Canikli Ali Paşa’nın Soğucak’a vali olarak gönderilen Ferah Ali Paşa’ya Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakından daha önce söylediği geleceği gayet isabetli gördüğünü gösteren ve Osmanlı görevlilerinin o dönemdeki içler acısı halini de dile getiren sözleriyle şöyle olmuştur: “Çerkezistan, Kırım’ın kurtarılmasında da büyük hizmet görecektir… Kırım toprakları Osmanlı devletinin damı niteliğindedir. Ne yazık ki, Küçük Kaynarca fırtınası bu damı uçurmuştur. Büyük bir özenle onarılıp, yeniden örtülmezse, yani Kırım bağımsız kalmaya devam ederse, Rusya yarın, Eflak, Boğdan, Sırbistan ve hatta Bulgaristan ve Yunanistan’daki hıristiyan halkları bağımsızlık vaadiyle ayaklandıracak, onları da birer birer yönetimimizden söküp koparacaktır. Sen Soğucak Muhafızlığını kurarsan, Çerkes halklarını biraraya getirip ÇÖKEN DAMA SAĞLAM BİR PAYANDA kurabilirsen… Şu anda vezirler ve valiler arasında senin gibi dürüst, namuslu, devlet malında gözü olmayan birini bulmak olanaksızdır. Bu nedenle seni seçmekte acele ettim.” Canikli Ali Paşa’nın  raporunda Kafkasyalılar “80.000 kişilik ordu çıkarabilirler ki, bugün bu orduyla başa çıkabilecek bir kuvvet düşünülemez” denilerek bir ölçüde KK’lılardan ne umulduğunun ifade edilmesinden iki sene sonra Soğucak’a vali olarak gönderilen Ferah Ali Paşa 200 askeriyle geldiği bölgede “Çerkeslerin izni ve hoşgörüsü ile” barınmıştır. (Berzeg, s.49-55)

Kırım'a ait olduğu gerekçesiyle Taman yarımadası Rusya tarafından ilhak edilince Osmanlı Çerkesistan'ı bir serhat ülkesi haline getirmeyi hedeflemiştir. “Çerkeslerin, medenileştirilerek devlete bağlı hale getirilebilecekleri, bu suretle kuzeyden gelecek istilanın önüne geçileceği” anlayışıyla “halkın putperest geleneklerden uzaklaştırılması” için Ferah Ali Paşa görevlendirilmiştir. 1781'de Soğucak muhafızlığına tayin edilen Ferah Ali Paşa, Çerkesler üzerinde olumlu bir etki bırakmıştır. (Saydam, s. 15, 33, 35-39)

Rusların hediyeler vererek çabalarını sürdürdüğü bu dönemde Osmanlı bölge halklarını hediye verme ve evlilik yoluyla akraba olma gibi yöntemler eşliğinde din unsurunu kullanarak kazanmaya çalışmıştır.

*

Ferah Ali Paşa “İslam dininin bölge ahalisine telkin edilmesi ve kabilelerin gönüllerinin kazanılması için canla başla çalışılması gerektiğini belirtti.” “İzlenecek yollardan en önemlisi ise kabile halklarıyla sıhriyet bağı kurmak, bu yolla içlerine sızmak ve planını uygulamaktı. Nitekim kendisi... Şabsıh kabilesi beylerinden birinin kızıyla evlenmiştir. Daha sonra kendi maiyetinde bulunan Enderun ve Birun ağalarının her birinin bir kabileden bir kızla evlenmesini sağladı”, “sayıları binin üzerinde olan Çerkez (Adige) grubu orduya katılmıştı." "Ferah Ali Paşa için, kabilelerle olan münasebetleri geliştirmek amacıyla ileri gelenleri başta olmak üzere kabile halkına hediyeler vermek ve onların güvenini kazanmak, yapılması gereken öncelikli işlerden diğeri idi... Hediye verme yöntemi ile kabilelerden asker toplamak daha kolay olmakta idi." (Fedakar, s. 17-25)

1820’lerde “Çerkeslerle ticari ilişkiler kurmak isteyen Rusya hükümeti, birçok Çerkes prensine kıymetli armağanlar göndermiş. Bunlar arasında özellikle İndariko’ya… Çar Aleksandr tarafından gönderilen, üzerinde çok kıymetli taşlar bulunan bir kama da bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen İndariko Rus taraftarı olmamış”. “1825 yılında Trabzon Valisi Çeçenoğlu Hasan Paşa bizzat Anapa’ya gelerek, padişah efendilerine bağlılık yemini ettikleri taktirde Kuzey Kafkasya’nın tüm halklarının Ruslara karşı dış güvenceye sahip olacaklarını ve bağımsızlık mücadelelerinde yalnız kalmayacaklarını ilan ederek köy köy dolaştı. Kuzey Kafkas halklarının büyük kısmı bu teklifi olumlu karşıladılar; fakat bir koşulla ki tam bağımsızlıklarına hiçbir zaman halel gelmeyecekti.” “1827 yılında Rus savaş gemisi “Kritski” özel bir görevle Anapa’ya geldi. Rus Çarı 1’inci Nikola tarafından Anapa paşasına pırlanta taşlarla süslü bir enfiye kutusu hediye olarak gönderilmişti… Rus komutan, Çeçenoğlu Hasan Paşa tarafından askeri törenle karşılandı./ Haziran 1827’de Rusya… Rus ticaretine yardımcı olduğu için İndariko ailesine 15.000 ruble armağan etti. Aynı zamanda Şapsığ kabilesi ile… anlaşmazlıkların düzeltilmesini sağladı.” “1828 yılının şubat ayında Kemirkoy… Berzuk ile Hatukoy… Aslangeri Yekaterinador’a geldiler ve askeri törenle karşılandılar.” (Marigny, s. 126-129, 159-163)


*

Osmanlı’nın dış politikasındaki zaafın Kafkasya'da da geçerli olması yüzünden Rusya'ya karşı bir cephe birliği kurulamamış, bölgeden gelen yardım çağrılarına Osmanlı sadece vaad ve iltifatlarla karşılık vermekten öteye gidememiş ve güneydeki hıristiyan halklar Ruslarla müttefik olurken aralarında derin husûmet bulunan bölgedeki müslüman Hanlıkları’nın birbirleriyle mücadele etmeleri onları Rusların karşısında zayıf düşürmüştür. (Saydam-İşgal)

Osmanlı’nın Anapa kalesini inşaa ederek bölgede tutunmaya çalıştığı bu dönemde Çeçen bölgesinde Şeyh Mansur’un 1785’de müridizm anlayışıyla başlattığı mücadele ile ilk defa tüm bölgede siyasal birlik sağlama çabası ortaya çıkmıştır. 

Kaynağı ve başlangıcı konusunda farklı görüşler bulunan ve daha sonraki dönemde bölgedeki mücadelenin bayrağı haline gelecek olan müridizm anlayışının tam da Osmanlının şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zamanda ve din misyoneri görünümündeki Osmanlı görevlisi Ferah Ali Paşa’nın bölgede göreve başlayıp islamiyeti yaymaya çalıştığı bir dönemde ortaya çıkması sanki Osmanlı açısında tanrının bir lütfu olmuş gibidir.

Şeyh Mansur Kafkasyalıları gazavat bayrağı altında bir araya getirmeye çalışmış, ancak Kumuk ve Avar muhalefeti ile karşılaşmış ve ayrıca "Osmanlıların gaflet ve kayıtsızlıklarıyla Battal Paşa'nın en hassas bir zamanda Ruslara iltihakı yüzünden Anapada esir" düşmüş ve 1791’de Anapa’da başlayan esareti ve hayatı 1794'te "Rusların elinde Şlizelburg'da işkenceler içinde vahşice" öldürülmesiyle noktalanmıştır. (Hızal, s. 35-38; Kutlu-İmam Mansur, s. 26-28, 49; Saydam, s. 35-39; Baddeley, s. 78; Çaycıoğlu; Baddeley, s. 48-51; Bice, s. 34, 35; Kutlu-Direniş, s. 135-139; Luxembourg, s. 34-37; Esadze, s. 6-8)

10 Ocak 1792’de imzalanan Yaş Antlaşması’yla da Kırım ve Taman'ın Rusya'ya ait olduğu Osmanlı tarafından resmen tasdik edilmiş ve ayrıca Osmanlı Kafkas kabilelerinin Rusya'ya akın yapmalarının önüne geçmeyi taahhüt etmiştir. (Saydam, s. 40; Esadze, s. 6, 7)

*

“Kabardinler teslim olduktan sonra onları Asetinler izledi ve bu suretle Kafkasya’nın ortasında Rus tarafdarı bir halk doğdu.” (Blanch, s. 354-363; ve ayrıca, Luxembourg, s. 201)

“Çarlık 1763 yılında topyekun Çerkesya’yı işgal savaşını” başlatıp bölgeye Kazakları yerleştirdi ve “47 yıl devam eden vatan savunması 1821 yılına kadar devam edebildi. 1821 yılında doğu Adıgeleri teslim oldu.” Teslim olmayan bir kısmı batıya göç edip 1864’e kadar savaşa devam etti. (Albayrak, s. 30, 31)


"Plastunlar Kuban hattının eşi bulunmaz bekçileri, kordon karakollarının gözü kulağıydılar./ Karadeniz Kordon Hattı, Kuban boyunca... 260 verstten fazla uzanıyordu. Dneper'den Zaporoj Kazaklarının gelip yerleşmesiyle birlikte Hat, Kuban boyunca stanitsalardan ve karakollardan oluştu... geçitleri kapatan" bazı istihkamlar "da bu hatta eklendi." "Anılan bütün bu istihkamlar Kuban ötesine saldırı faaliyetini kolaylaştırmak için inşa edilmişti." "Karaçaylar'ın boyun eğmesi... tüm halklarla bağlantısını kesmek açısından çok önemliydi. Karaçaylar... Kuban'a geçen patikaları uyanık bir şekilde bekliyorlardı." (Esadze, s. 7, 12-14)


"Gürcistan, Rusya'nın dikkatini tekrar Kafkasya'ya çekti ve onun bölgeye hakim olması için anahtar vazifesi gördü.” Müslüman komşuları “vahşi Lezgi kabilelerinin baskınları yüzünden güçten düşen Hıristiyan Gürcistan, güçlü bir koruyucunun ihtiyacını hissetmeye başladı. Coğrafi konumundan ve dininden dolayı Rusya, tabii seçenekti." (Luxembourg, s. 21-28)


1812’de “En az itaatkar ulus, Terek Ovası ve Vladikavkaz'ın ormanlık tepe ve dağlarında yaşayan Çeçenler idi”. (Forsyth, s. 200, 316, 783, 784)

*

Rusya’nın Kafkasya’ya nüfuz etmesini sadece Kazaklar değil Kabardeyler ile Osetler de kolaylaştırmıştır. (Koç)


Osmanlı ile İran’ın tazyikleri Gürcülerin Ruslarla yakınlaşması sonucunu doğurmuş ve Gürcülerin bu çabasına öfkelenen İran 1794'te saldırdığı Tiflis'te büyük bir vahşet sergileyip bölgeyi yağmalamıştır. (Asan, s. 25, 26, 114)


Şah Ağa Muhammed’in Tiflis'i yağmalaması üzerine 1795'te Gürcüler yardım isteyince Çariçe Yekaterina II Zubov komutasında asker göndermiş, Aga Muhammed’in Tahran'a dönmesi üzerine Şamhal Tarkovski, Muhammed Han, Kaytag utsumisi Rüstem Han ve Tabasaran kadısı Rüstem Kadı, Rus yönetimine tabi olduklarını bildirip gelen Rus askerlerine yardım etmişlerdir. Bölgede bazı karşı çıkanlar olmuşsa da 1796'da Ruslar Derbent’i ele geçirmişlerdir, Baku Hanı da dahil muhtelif halk temsilcileri Ruslara itaatlerini bildirmişlerdir. (Al Kadari, s. 87-92; Blanch, s. 30)


Kont Zubov’un hazırlayıp Katerina’nın onayladığı bir plana göre “İstanbul ele geçirilecek ve Rusya’nın himayesi altında Yunan (Roma) İmparatorluğu yeniden canlandırılacaktı”, ama o sırada Katerina ölünce yerine geçen Paul annesinin politikasını tersine çevirmiştir. (Baddeley, s. 82)


Katerina ölüp yerine oğlu Paul geçince Rus askeri geri çağrılmış ve Paul yoğun bir şekilde Hindistan’a sefer planlamış ve harekete geçilmiş, ancak Paul’un ölümüyle o da yarıda kalmıştır. Bu arada Osmanlı ve İran’la doğrudan komşu haline gelen Rusya’nın artık Dağlılara boyun eğdirmesi zorunluluk sayılmıştır. (Baddeley, s. 48-51)

Gürcülerin himaye isteği üzerine Ruslar 1801’de Gürcistan’a asker gönderip yönetimi ele almış, bu sırada 11 Mart 1801’de yeni Çar göreve başlarken Dağıstanlılar da Rus himayesi altında kalmayı tercih etmişlerdir. Derbent, Kuba, Baku, Taliş, Tarki, Kaytag, Tabasaran ve Avar halklarının han, şamhal, utsumi ve kadı unvanlı yöneticileri de Rusya'ya himaye isteğiyle temsilciler göndermişlerdir. İki sene boyunca Kafkas ve Dağıstan idarecileri Rus yönetiminden memnun kalarak görevlerini sürdürmüşlerdir. Bu sürede Rusya adına görev yapan Gürcü asıllı Tsitsianov Gürcistan'ı başarıyla yönetip Kafkasya ve Dağıstan'ın diğer ileri gelenleri ile iyi ilişkiler kurmuştur. (Al Kadari, s. 97, 98; El-Karahani, içinde, Önsöz-H. Ahmet Özdemir, s. XXI; Luxembourg, s. 21-28; Esadze, s. 7, 8)


Bu dönemde "Batı Kafkasya'daki Rus faaliyetleri sadece hudut bölgesi ile sınırlı" kalırken doğu ve güneyde 1802'de Tsitsianov'un atanmasıyla hakimiyet kurma çabası yoğunlaşmış ve 1803'te Mingrelya, 1804'te de İmeretya Ruslara geçmiştir. (Luxembourg, s. 46)

1804’de Gence, 1806'da Derbend ve Kura, ertesi yıl Bakü Ruslar tarafından ele geçirilmiş, böylece 1810 yılına doğru KK’daki dağlık alanlar dışında kalan yerler tamamen Rus hakimiyeti altına girmiştir. Osmanlı’nın savaş yıllarında dahi yardım edememesi buraların artık Rusların insafına terkedildiğini göstermiştir. (Saydam-İşgal; Saydam, s. 42, 43)

Osmanlı ve İran’la savaş halinde olan Rusya’nın geniş bir hattaki küçük parçalara ayrılmış askerleri tam “yokolma tehlikesiyle karşı karşıya” gelecek iken 16 Mayıs 1812’de Osmanlı ile Bükreş antlaşması imzalanmıştır. (Baddeley, s. 106)


12 Ekim 1813'te de Perslerle Ruslar arasında imzalanan anlaşma ile Gürcistan, Talış, Karabağ, Gence, Nuha, Şirvan, Baku, Kuba ve bütün Dağıstan toprakları Rusya'ya terk edilmiş, bazı itirazlar olduysa da sonuç değişmemiştir. (Al Kadari, s. 110, 111)


1813’de Rusya Derbend ve Bakü dahil bölgedeki birçok hanlık üzerinde egemenliğini sağlamlaştırıp durumu İran’a kabul ettirmiştir. “Kafkasya’nın her tarafında bir barış havası hüküm” sürerken 1816’da General Rteeshtcheff yerini 10 yıllık görev döneminde Rus vahşetini zirveye çıkaran Yermolov’a bırakmıştır. (Baddeley, s. 109)


Büyük ölçüde Napolyon yüzünden bölgede nispeten sakin olan durum, Puşkin’in “Eğ karlı başını Kafkaslar, itaat et, Yermolov geliyor” diye selamladığı Aleksey Yermolov’un 1816 yılında Gürcistan ve Kafkas Hattı birlikleri komutanı olarak atanmasıyla değişmiştir. (Durmaz)

*

“Subov’un yüz kızartıcı geri çekilmesinden sonra Kafkasya’yı elde etmek için başka bir teşebbüste bulunulmamıştı. Ancak Büyük Katerina’nın torunu olan Çar Birinci Aleksandr sömürücü fetih seferlerine karar vermişti. Deliliğiyle hiç bir sınır tanımayan babası Birinci Paul hayranı olduğu Napolyon ile birlikte Osmanlı devletini zaptetmeyi ve bölmeyi planlamıştı… Don kazakları… Hindistan’a yürüyeceklerdi. Fakat ölümü bu planı tatbik ettiremedi. Oğlu Aleksandr daha çok makul idi ve bu kadar büyük amaçlar kendisinde yoktu. O… Gürcüstan’daki kaleler ve Kafkasya ile yetiniyordu./ 1814’de Napolyon mağlup edilmiş ve Paris müttefikler tarafından zaptedildikten sonra… Rusya’ya dönmüştü. Bu muazzam zaferden sarhoş olarak Çar ve generalleri Kafkasya’yı zaptetmenin kolay bir iş olduğunu zannetmişlerdi./ Bununla beraber Rusya karşısında… gerilla savaşında usta bir düşman gördü. Rus generalleri… her şeyi göze alarak ilerlemeye karar verdiler. Yerli halkın kökü kazınacak, ürün ve köyler yerle bir yapılacak, çeşmeler tıkanacak, meyve ağaçları yıkılacak ve üzüm bağları çiğnenecekti. Düşman dize getirilmeliydi. Hiç bir af kabul edilmeyecek”ti, yerlilerce Moskova’nın şeytanı sayılan ve 1816’den itibaren bölgeye hükmeden gaddar ve zalim Yermolof’un sözleriyle “Bu Tatarlar adamakıllı utanmaz olmaya başlamışlardı.” (Blanch, s. 31)

*

10 Haziran 1818’de altı tabyalı Grozny kalesinin temelleri atılmıştır. (Baddeley, s. 123, 124)


Yermolov vahşet uygulayacağını baştan ilan edercesine bölgeye geldiğinde hemen inşa edilen kaleye 16. asırdaki vahşetiyle ünlü Çarın lakabı olan korkunç anlamına gelen Grozni ismini vermiştir. 1819’da da Vnezapna kalesi kurulup Çeçenler üzerindeki baskı arttırılmıştır. Yermolov’un vahşet uygulamadaki yardımcılarından biri Velyaminov olmuştur. Bu dönemde yerlilerin daha önce görmediği top önemli bir rol oynamıştır. (Çaycıoğlu; (Baddeley, s. 138-140)


1819’da Kafkasya’daki her an silah başı yapabilecek Rus askeri sayısı 50.000’i aşmakta ve bu dönemde Rus ordusunda yerlilerden oluşturulan ve her birinin mevcudu 6.000’i aşan Apşeron, Kioureen, Kabardey, Şirvan ve Navagheen alayları ve diğer bir kaç alay daha bulunmaktadır. Bunlar yaşam için gerekli şeyleri kendileri sağlayabilen kendi kendilerine yeterli birimler olarak örgütlenmişlerdir. Bir Karabağ yerlisi Azeri olup doğuştan savaşçı “ve hatta ondan da öte birşey” olarak tarif edilen Madatof Velyaminof’tan sonra Yermolov’un “başarılarını” borçlu olduğu kişi olmuştur. Hanlıklar tek tek teslim alınmıştır. “Yenilgiye uğrayan bu insanlar, sadece boyun eğmekle kalmıyor, fakat onların girerek teslim olmada isteksiz davranan diğer kabilelere karşı savaşıyorlardı.” 1819’da Osmanlı ve İran’la barış vardı, Gürcistan sakindi, Şekin, Mektule, Tabassaran, Kaytag, Akuşa ve Avarya boyun eğmiş, sıra Gazi Kumuklara gelmişti, 1820’de Madatof Yermolov’un beklentilerini de aşarak burayı iki haftada ele geçirmiş, Ruslara sadık Kioureenlerin lideri Arslan Han’ın da 800 atlıyla katıldığı mücadelede 20.000 kişilik ordusu yenilen Gazi Kumuk Hanı Surhay başkenti Kumuk’a çekilmiş, ancak şehir halkı kapılarını ona açmamıştır. Böylece Gazi Kumuk bölgesinde tüm direnme sona ermiş, Arslan Han Gazi Kumuk Hanı ilan edilmiş ve Batı Dağıstan’daki bazı Avarlar ve diğer bazı kabilelerin erişilemeyen dağlarında henüz Ruslarla karşılaşmadan yaşamlarını sürdürmelerine rağmen Dağıstan’ın en zengin kısımları dahil büyük bölümünün işgali tamamlanmıştır. (Baddeley, s. 140-143, 149, 150)


Çeçenlerse Ruslara karşı direnmeyi kesintisiz sürdürmüşlerdir, İmam Mansur’dan sonra mücadelenin bayraktarlığını "20.000 kişilik bir kuvvetle 1812 yılındaki Nazran” seferine de çıkan İmam Hadis üstlenmiş ve ondan sonra da Ruslarla birlik olup pusu kuran Kumuklarca öldürüldüğü 1831’e kadar aktif olan Taymi Biybolt devralmıştır. (Aytek Kundukh, s. 39; Kutlu-Direniş, s. 152-156)

*

O döneme ilişkin 19 Eylül 1819 tarihli bir Osmanlı belgesinde haklı olarak şunlar söylenmiştir: “Dağıstan uzak olduğundan cephane yardımı mümkün ve etkili olabilir mi?.. Dağıstanlılar’ın, Rusya’nın bu saldırılarına dayanamayacakları açıktır. Bir yardım yapabilme mümkün olsa bile galip gelemeyecekleri, Dağıstan için şimdilik Rusya ile iyi ilişkiler kurmaktan başka çare hatıra gelmemektedir.” (Bolat, s. 10, 15, 16)

*

Çeçen gerilla grupları 1822 yılı yaz mevsiminde en az 70 defa toplanıp çoğunda Ruslara saldırı düzenlemiştir. Grekov “Çeçenler bambaşka bir halktır… bir kişi için tüm köy ölür ve adamı teslim etmez” diye yazıyordu. Çeçenlerin özgürlükleri için mücadelede birlik duyguları çok güçlüydü ve Çeçen halkı inatla mücadele ederek bağımsızlık için en iyi evlatlarını feda etmişti. Ruslar ve onlara sadık Tarki şamhalı Çeçen önderi yok etmek için birlikte çaba göstermiş, ancak Bey-Bulat'ın Çeçen halkı üzerindeki etkisini dikkate alan Paskieviç’in Bey-Bulat ile anlaşmanın en iyi yol olacağını düşünmesi üzerine Tarki şamhalı aracılığı ile yapılan uzun görüşmeler sonucunda Bey-Bulat Rusya ile anlaşmaya razı edilmiş, Rus hile manevralarından biri olan bu hamle sonrasında halk tepkisinden çekinildiği için beklenip iki yıl sonra Ruslar tarafından gönderilen ajanlar vasıtası ile sözde kan davası yüzünden öldürülmüştür. Defalarca isyan eden Çeçenlere 1834-1840 döneminde bölge yöneticisi olan Pullo da çeşitli baskılar uygulamıştır. (Yaşurka, s. 61-65)


Çar değişikliği sırasında yanlış isme bağlılık yemini ettiren Yermolov görevden alınıp yerine İran’a karşı hareket için 1827’de Paskieviç atanmıştır. (Baddeley, s. 164-172)


Bu da Rusya’nın şansı olmuştur. Kafkasya’da katliamlar yapmayı marifet sayıp karşısında biraz güçlü olan düşmanı görünce bocalayan Yermolov’un yerine atanan ve o sırada emrindeki kullanılabilir asker sayısı yirmi binin altında olan Paskieviç kısa zamanda başarılı olmuş ve az bir kuvvetle çok hızlı hareket etmesi sayesinde kendisinden çok daha fazla sayıda askeri güce sahip iki ülkeyi mağlup ederek önce 1828’de İran’ı, sonra da 1829’da Osmanlı’yı Kafkasya bölgesinden uzaklaştırmıştır. (Luxembourg, s. 60, 61) 


Bölgedeki bütün savaşlarını ortak hareket edemeyen “Türklere ve Acemlere karşı ayrı ayrı, tek tek” verdiği görülen Rus başarılarının temelinde müslümanlar arası savaşlar yatmaktadır. Acemler 1821’de Rus ajanı Mazaroviç’in kışkırtmasıyla Osmanlı’ya savaş açtığında Acem ordusunu eğitip donatan İngilizler “Rusların Avrupa devletlerinin iznini almadan Türkiye’ye savaş açamayacağını ve İngiltere’nin de şu anda böyle bir şeye şiddetle karşı olduğunu söyleyerek Abbas Mirza’yı savaştan vazgeçmeye” ikna etmiştir. (Baddeley, s. 153, 154)


Paskieviç tarafından yerlilerden oluşturulan süvari birlikleri 1826-1829 Acem ve Türk savaşlarında Rus ordusu saflarında yer almışlardır. Velyaminof yerlilerden süvari birlikleri oluşturma fikrine karşı çıkmış ve üstelik bunu “Çar’ın Kafkas kabilelerini birbirine düşürerek onların iç çatışmalarından yararlanılmasını istediği bir zamanda ileri sürüyordu. Daha önceleri, Kumukları Çeçenlere, Çeçenleri Kabardeylere, Kabardeyleri Nogaylara ve Kara Nogayları da Şapsığlarla Abzahlere karşı kullandıklarını, fakat… yine de birbirlerine karşı düşman olmalarını sağlayamadıklarını belirtiyordu… hepsi de Ruslara karşı birleşmeye hazır vaziyetteydiler… ortaya çıkan kin ve nefret duyguları, bir kabile veya millete değil, fakat Prens Bekoviç Çerkaski ve Musa Kasayef gibi Rus hizmetindeki yerli liderlere yöneliyordu.” (Baddeley, s. 136, 137) 


1827 ve 1878 yıllarında Transkafkasya’da savaşan Rusya başta Nahçıvan ve Erivan olmak üzere çeşitli yerleri ele geçirirken Acem yönetiminden memnun olmayan Azerbaycan’ın Tatar halkı Rusların gelmesine fazla bir tepki göstermemiştir. Tebriz’i de halk Ruslara teslim etmiş, İran yenilmiş, İngilizlerin de dahil olduğu barış görüşmeleri sonunda Şubat 1828’de anlaşma imzalanmış ve hemen arkasından Mart 1828’de de Osmanlı-Rus savaşı başlamıştır. (Baddeley, s. 175-185)

*

1828’de Antlaşma şartlarından biri “Ermenilerin Acemistan’dan Rusya’ya serbestçe göç etmeleriydi. Azerbaycan’da doksanbin Ermeni ve Tatar sayılıyordu. Bunlar Ruslara yardım etmelerinden ve Acemler tarafından baskı altında kalacaklarından korkarak göçetmişlerdi.” (Blanch, s. 43, 44)

*

Baddeley’in anlatımıyla, Rusya İran’la barışırken Osmanlı ile savaşa tutuşmuştur. Rusya’ya karşı İran ve Kafkasya ile Osmanlı ittifakı çok yararlı olacağı halde bu yapılamamıştır. Osmanlı generalleri Abbas Mirza kabiliyeti gösterememişlerdir. Kafkas Hattı’ndan 14.000 kadar at ve öküz cephane taşınması için savaş bölgesine aktarılmış, ancak Ruslar Kafkasya’daki kuvvetlerini tehlikeye düşüreceğine savaşacak askerlerin sayısını azaltmayı yeğlemiştir. Ama yine de “kazayla” da olsa Kars 3 günde alınmıştır. 11.000 Rusa karşılık sadece yardıma gelen Osmanlı askeri sayısı 20.000 olmuş, ama Kars düşünce bu güç Ardahan’a çekilmiştir. Anapa da Ruslara teslim olmuş ve bundan sonra Osmanlı Çerkeslerle doğrudan ilişkiye geçemeyecek hale gelmiştir. 40.000 Osmanlı askerine karşı savaşacak 10.000 askere sahip Rusya Ahıska’yı da almış, arkasından Ardahan da savaşmadan teslim olmuştur. Ruslar Tuna’dan asker çekilmesini sağlamak için Erzurum’a saldırmış ve hatta oradan da Üsküdar’a ulaşma planı yapmıştır. Gücü az olan Rusya bölgede başarılar kazanmıştır. Digur’daki çarpışmada Osmanlı 1.200 kayıp verirken Rus kaybı 68 olmuş ve bu da disiplin ve iyi yönetim yoksunluğundan kaynaklanmıştır. Erzurum yolunda da Ruslar başarılı olmuştur. “Digur’da olduğu gibi burada da Müslüman halklardan toplanan süvariler, savaşta mühim bir rol oynadılar. Gerçekten bu atlılar, kendi dindaşlarına o kadar büyük bir şiddetle saldırdılar ki, Rus subayları, ele geçirilen esirlerin hayatlarının korunmasında güçlük çektiler… eğer değişik bölgelerde yaşayan bu Müslümanlar, birbirlerine daha sıcak duygular beslemiş olsalardı Rusların bu başarıları elde etmeleri çok zor olurdu.Osmanlı kuvvetleri fazla olduğu halde disiplinsizlik ve yetersizlik yüzünden Ruslar galip gelmiştir: 16.000 civarındaki Ruslar 50.000 civarındaki Osmanlı’yı yenmiş ve bu savaşlarda Rusların en büyük yardımcısı müslümanlar olmuştur. 27 Haziran 1829’da uzun süre dayanabilecek Erzurum karşı koymadan teslim olurken, 7 Temmuz’da Bayburt da aynı şeyi yapıp direnmeden teslim olmuştur. Bu savaşlarda 200 topu olan 80.000’lik Osmanlı ordusu hiç bir zaman 20.000’e ulaşamayan Ruslar karşısında dağılmış ve 2 Eylül 1829’da Edirne antlaşması imzalanmıştır. Antlaşma haberi Paskieviç’e bir ay geç ulaşmış ve bu sürede gereksiz yere kan dökülmüştür. Antlaşma ile Kars ve Ardahan Osmanlı’ya geri verilmiştir. Paskieviç işgal edilen topraklardaki hıristiyan halklarla iyi ilişkilere girilip bu insanların kullanılmasıyla diğer bölgelerde kolonizasyon yapılmasını önemli görmüş, ele geçirilen bölgelerde hakimiyetin halka güven verilerek devam ettirilebileceğini belirtmiş ve Osmanlı’daki Ermenilerin umut ve hırslarını teşvik etmiştir. Muş da direnmeden teslim alınmıştır. Ruslar Kürtleri kazanamamış, ama barıştan sonra Rus ordusu geri çekilirken Osmanlı’daki 90.000 Ermeni onlarla gitmiştir. (Baddeley, s. 190-206, 210, 214-222)


Başka bir anlatımla, hiç direnmeden teslim olan Erzurum ve Bayburt’u da ele geçiren Paskieviç komutasındaki Ruslar o dönemde Anadolu’nun ortasına kadar yaklaşıp İstanbul’a gitme planları yaparken Avrupalılar tarafından durdurulmuşlardır.

*

“Çar Nikola haçın hilal yerine geçeceği umudu olduğunu kabul ediyordu. Onun rüyası Kudüs’ün yine hıristiyanların eline düşmesini görmekti. Hindistan için hiç bir niyeti yoktu. Bunu taahhüt de ediyordu. Fakat Türkiye’yi hakir görmesini gizlemiyordu ve bunun gibi Osmanlı Sultanının azınlıkları baskı altında tutmasını tel’in ediyor ve bunun için savaşıyordu… Anadolu’daki azınlıkları himayesine almaya (ve devletine katmaya) daima hazırdı./ Lord Palmerston “Rusya büyük bir dolandırıcıdır” demek istiyordu. 1826’daki Acemistan’a karşı olan savaşı hemen izleyen 1829’daki Türk savaş seferi” sonrasında imzalanan Edirne antlaşmasıyla “Rusya artık büyük bir devlet olmuştu./ Yalnız Kafkasya, yalnız Dağıstan dağları, bu karanlık tehditkar tepeler zaptedilmemiş idiler.” (Blanch, s. 39, 40) 

*


Paskieviç güneydeki 1828-1829 savaşları sırasında Kafkas kabilelerinin içişlerine fazla karışmadan onları pasifize etmiş ve hatta bir kısım süvari birliklerini de onlardan teşkil etmiştir. Kafkasya’daki kabilelerin bu sırada sessiz kalmaları konusundaki başarı tamamen bu insanların iç işlerine karışmama prensibinin eseridir. Ayrıca başarıda uygulamadaki hızın yanısıra Osmanlı’daki iç karışıklıklar da etkili olmuştur. En önemli etken ise disiplindir. Osmanlı bölgesindeki Kürtler, Acaralılar ve diğer bazı feodal beyler de kendilerine hakareti reva gören kendi hükümetleri yerine düşmanla anlaşmaya meyletmişlerdir. İran ve Osmanlı devre dışı kalınca Rusya Kafkasyalılarla başbaşa kalmış ve “devamlı olarak yıpratıcı ve yokedici bir katliam savaşı” uygulamıştır. (Baddeley, s. 224-228)

1828-1829’deki savaşın sonunda imzalanan Edirne Antlaşması’yla Osmanlı “Kafkasya'daki bütün haklarından” vazgeçerken “siyasi bakımdan Osmanlı'ya hiç bir zaman bağlı” olmadıklarını söyleyen KK’lılar anlaşmayı “tanımıyorlardı.” “Rusya, hukuken kendisine ait kabul ettiği Kafkasya'yı, fiilen de ele geçirebilmek için... hakimiyetini kan ve ateş ile gerçekleştirmeye teşebbüs etti. Kafkasyalılar ise... İmam Mansur'un yaktığı hürriyet ateşi ile istiklal mücadelesine giriştiler.” Bölgedeki müridizmin hedefi "din uğruna cihat yapıp hür ve müstakil yaşamak" olmuştur. KK’lılar İngiltere ve Osmanlı’dan bekledikleri yardımı göremememişlerdir. (Saydam, s. 44-50)

2.c.4.2.Rus Vahşetinde 1829-1864 Dönemi


1829’a gelindiğinde KK’nın sınırlı bir dağlık kesimi hariç bölge büyük ölçüde Rus hakimiyeti altına girmiş ve bölgede zirve yapan Rus vahşetiyle doğru orantılı olarak Rusya’ya tepki artmış ve dinsel fanatizme dayanan müridizm güçlenmeye başlamıştır. (Baddeley, s. 228-233)


Rusların Çeçenlere yönelik zulümleri sonucunda 1825, 1830, 1831, 1834 ve 1836 yıllarında ayaklanmalar meydana gelmiş ve sömürgecilik ve haksızlıklar yüzünden bölge 19. asrın birinci yarısında sürekli kaynayan bir kazan halinde kalmıştır. (Yaşurka, s. 65)


Bölgede kesintisiz süregelmekte olan direnişte bu dönemde önce müridizm anlayışıyla Gazi Muhammed öne çıkmış, onun öldürülmesiyle 1832’de liderliğe İmam Hamzat gelmiş ve onun da 1834’te kan davası nedeniyle Hacı Murat ve kardeşi tarafından öldürülmesi üzerine yerini Şeyh/İmam Şamil almıştır. Bölgedeki direniş Şamil Dönemi olarak adlandırılan sonraki 25 yıl boyunca onun önderliğinde sürmüştür. 


Kırım’ın kaybı sonrasında Şeyh Mansur’un ortaya çıkmasına benzer şekilde Osmanlı’nın 1829’da yenilip tüm KK’nın Rusya’ya ait olduğunu kabul etmesinin ardından müridizm anlayışının bölgede yeniden güçlenmesi Osmanlı açısından sanki Tanrı’nın bir başka lütfu olmuş gibidir. 


Ancak bu dönemde bir süre önce Rusların da desteklediği Yunanlıların ayrılığına engel olamayıp güç kaybı hızlanan Osmanlı’nın herhangi bir bağımsız inisiyatif kullanacak takati kalmamıştır. İngilizlerin Osmanlı’yı kollayıp Rusları Akdeniz’den uzak tutma anlayışının baskın olduğu bu dönemde dünyadaki paylaşım mücadelesi büyük ölçüde İngilizler ile Ruslar arasında sürmekte ve önceliklerinden biri Rusları küstürmemek olan Osmanlı da bocalayıp durmaktadır.


Bu sırada Mısır paşasının hareketliliği ortaya çıkmıştır. Önce 1833’te Ruslar tarafından engellenen Mısır Kafkasya’ya da uzanmaya kalkıştığı 1830’ların sonunda İngilizler tarafından dizginlenmiştir. (El-Karahani, 89, 90; Luxembourg, s. 82-Dipnot: 71) 


Güneydeki 1828-1829’daki hareketliliği nedeniyle kuzeydeki askeri operasyonları bir süre sınırlı kalan Rusya KK’da 1830’dan itibaren birçok noktadan saldırmıştır. 1831'de Polonya devrimini bastırdıklaında buradaki kuvvetlerinin büyük kısmı da serbest kalmıştır. (Luxembourg, s. 60, 61, 82, 83)


1831’de Velyaminov bazı bölgeleri “basarak kan ve ateşe boğdu; kelimenin tam manasıyla önüne gelen herşeyi yoketti.” (Baddeley, s. 250-255)


Velyaminov bölgede Yermolov’un vahşet uygulamalarının sürdürülmesini yöntem olarak kabul ettirmiştir. Yerli destekçilerini de kullanan Ruslar bu yöntem uyarınca köyleri tamamen yok etmeye devam etmişlerdir. 1831’deki bir harekette “Rozen, onları takip için 200 kişilik Oset milislerini Mathoh dağlarına sevk etti. Gürcü milislerini ve Tiflis Piyade Alayı’na mensup iki askerî bölüğü de Yüzbaşı Parhomov komutasında Galgaylar üzerine yolladı. Osetler bu takibat sırasında yaklaşık 250 büyükbaş, 1.300 küçükbaş ve birkaç binek hayvana el koydular”. Rozen ve Velyaminov’un Çeçenya, Osetya, İnguşetya ve Dağıstan’ın bazı bölgelerinde 1831-1832 yıllarındaki seferlerinde yerlilerin çok sayıda köyüne baskın yapılıp çoğu tahrip edilmiş ve Rus işgaline karşı çıkan dağlı halklar bu şekilde sert yöntemlerle dizginlenmeye çalışılmıştır. (Çaycıoğlu)

*

"1832'de... Çeçenistan'da seksen köy yerle bir edilmişti." (Bullough, s. 273)

*


Rusya 1829’da İran ve Osmanlı ile imzalanan antlaşmalarla Kafkasya'yı emniyete aldığını düşünürken “İngiltere yıllar sonra Edirne Antlaşması'nın 4. maddesiyle nasıl olup da Osmanlı Devleti'nin sahibi olmadığı Kafkasya topraklarını Rusya'ya verdiğini sorgulamaya  başlamıştır. Bunu kabûllenememiş ve Kafkasya'daki topluluklara Rusya'ya karşı destek  vermeyi Kafkasya Politikası olarak belirlemiştir.” (Kanat)


İngilizlerin Çerkeslerle ilgilenmesi Edirne Antlaşması'nın imzalanmasından sonra başlamıştır. Sefer Zaniko İngilizlerle Çerkesler arasında aracı olurken, Osmanlı’nın yardıma geleceği telkinleriyle birlikte “Türk mollalar da Çerkesleri, Dağıstanlı Lezgiler ve Çeçenler gibi kutsal savaş açmaya ikna etmeye çalışıyorlardı." İngiliz Longwort 1834'de, Bell 1837'de bölgeye gelip Çerkesleri birleşerek direnmeye teşvik etmişlerdir. Karadeniz'in tüm doğu kıyılarının kontrol altına alınması için Ruslar 3 Haziran 1837'de Sohum'a çıkarma yaparak harekete geçmiş ve bu Rus güçlerinin bünyesinde "18 top ve Rugi, İmeret ve Mingrel halklarından milis güçleriyle birlikte Gürcü Alayı'nın 8 bölüğü, Tiflis Alayı'nın 6 bölüğü, Mingrel Alayı'nın 6 bölüğü" de yer almıştır. Bu arada Çar Nikola Eylül 1837’de bölgeyi ziyaret etmiştir. (Esadze, s. 31-35, 38, 53-60)

1837’de "Çar Nikola, Kafkaslara yaptığı ziyaret sırasında kumandanlarını, Şamil'in teslim olması ile ilgili olarak görüşmeler yapmaları için harekete” geçirmiş, ancak yapılan görüşme sonunda Şamil teslim olmayı kabul etmemiştir. (Luxembourg, s. 203)

Batı Kafkasya’daki mücadele “Rusya için hiç bir zaman Doğu’da Çeçenistan ve Dağıstan’da sürdürüleni kadar önemli olmamıştır.” (Baddeley, s. 17)

Hiçbir zaman birleşemeyen bölge güçleri direnişlerini ayrı ayrı sürdürmüştür. KK’nın batısındaki Çerkeslerle doğusundaki halklar arasında birlik olmamasının ötesinde her iki bölgenin kendi içinde de birlik olmamıştır. Bölge halklarının bir kısmı ayrı ayrı Ruslara karşı direnirken, bir kısmı da sürekli olarak açıkça Rus saflarında yer almışlardır. 


Bu durum 1830’lu yıllarda da aynen devam etmiştir. Şamil önderliğindeki Dağıstanlılar bu dönemde çeşitli köylerde daha çok savunma niteliğindeki direnişlerini sürdürmüşler, ama olaylar genellikle kuşatılan köylerin Rus topçu ateşiyle tamamen tahrip edilerek bir çok insanın katledilmesiyle sonuçlanmıştır.  


Bu şekildeki direnişlerden biri 1839’da Ahulgoh’ta gerçekleşmiş ve üç aya yakın süren bu direnişin sonunda Rus topçu ateşiyle Ahulgoh tamamen harabe haline getirilirken Şamil buradan oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin verdikten sonra bazı yakınlarıyla birlikte kaçıp kurtulabilmiştir. Buradan kaçışı sırasında Ruslar adına Şamil’i yakalamak için takip edip kovalayanlar tanıyıp bildiği köylüleri olmuş ve bunların arasında bir yıl kadar sonra içinde bulunduğu Rus saflarını terk edip kendisine katılacak olan ünlü Hacı Murat da yer almıştır. Buradan güçlükle kaçıp kurtulabilen Şamil Çeçen bölgesine sığınmış ve bir süre sessiz kalmıştır. (Kutlu-Direniş, s. 229)


Grabbe yönetimindeki Rus güçleri bölgede Pullo eliyle katliamlara devam etmiştir. “Eğer Kafkasya’da bir insan gaddar olmak şöhretinde ise o Batıda tasavvur edilemeyecek vahşete erişmiş olmalıdır. Şamil’in kaybolmasından sonra Avarlara ve Çeçenlere karşı seferler yapan General Pullo bu şöhrete erişmişti.” (Blanch, s. 187-189)


Şamil Çeçen bölgesinde kısa sürede güçlenmiştir. "Grabbe'nin 1842 tarihli İçkeriya seferi”ni püskürten Şamil güçleri 1840’lı yıllarda Ruslarla mücadelede önemli bazı başarılar elde etmiş ve özellikle de 1845 yazında bölgedeki Rus güçlerinin o dönemdeki başı olan Vorontsof’un 20 bin civarında askerle üzerine geldiği seferinde bu Rus gücünü neredeyse tamamen yok etmiştir. Bu seferde Vorontsof güçlerinin tamamen yok olmaktan büyük ölçüde Rus güçleri arasındaki Kabardey asıllı askerlerin çabası sayesinde kurtulabildiği belirtilmektedir. (Yaşurka, s. 104-108)


Ancak yine de Şamil’in başarıları geçici olmuştur. 


1845'te bölgedeki Rus kuvvetlerinin sayısının 200-250.000 kişiye çıkarıldığı belirtilmektedir. Ruslara göre karşılaştıkları zorlukların en önemli açıklaması "1830'lı yılların ortaları boyunca Kafkasya'da faaliyet gösteren İngiliz maceracılarının eylemleriydi". (Luxembourg, s. 16, 21-28, 82, 83, 87; Yaşurka, s. 105-108)


Ruslar bölgedeki güçlerini arttırıp sistemli bir şekilde işgale yönelik çabalarını sürdürürken yönetimlerindeki ciddi zaafiyet ve iç çekişmelerin de etkisiyle direnen güçlerin şevki her geçen gün azalmıştır. (Yaşurka)


Şamil güçlerinin 1846’daki Kabartay bölgesine yönelik seferi de sonuçsuz kalmıştır.


Bölgede Rus egemenliği artmıştır. 


Eylül 1850’de “veliaht Çareviç Büyük Prens Aleksandr Nikolayeviç” bölgeye gelmiştir. 17 Eylül'de Kafkas hattında olan Çareviç "Kislovodsk'a gitti. Şimdiki muhteşem Narzan galerisi henüz yeni inşa edilmeye başlamıştı ve Veliaht kaynayan kaynağı hemen hemen iptidai halinde gördü", "azgın Malka'dan onu ellerinin üstünde geçirdiler. Karşı kıyıda Çareviç'i Kabardey Prenslerinden oluşan yeni, mükemmel bir eskort karşıladı... artık Kabardey başlıyordu. Son Kazak yerleşimiyle birlikte step geride kalmıştı... dağ nehirlerinin uğultuyla kopup geldiği karanlık boğazlarıyla birlikte dağların harikulade manzarası uzanıyordu. Çevredeki bereketli otlaklar, yemyeşil tarlalar, orman kalıntıları ve... Kabardey köyleri vardı. 1849 Macaristan seferinde Çerkes süvarilerinin gösterdiği başarıların hatırası Çareviç'in hafızasında hala canlıydı... hafif atların üzerinde Kabardeyler, hiç bir Avrupa süvarisinin sergileyemeyeceği bir manzara sergiliyordu./ Nalçik'e akşam geç vakitte gelindi. Ertesi günün sabahı, 23 Eylül'de Çareviç” yörenin önde gelenleriyle görüşüp Vladikafkas üzerinden güneye gitmiştir. (Esadze, s. 62-68)


1853-1856 döneminde Osmanlı, İngiliz ve Fransızların Ruslara karşı müttefik olduğu Kırım savaşı yaşanmış, ancak bu sırada ortaya çıkan fırsat da bölge açısından uygun şekilde değerlendirilememiştir.

*

Kırım Savaşı döneminde "Doğu Anadolu'da Osmanlı Ordusu ile savaşan Rus Ordusu cephe gerisini koruyabilmek, Şamil'in hücumlarını durdurabilmek için önemli ölçüde askeri kuvveti de iç bölgelerde istihdam etmek durumundaydı... Rusların içine düştükleri zor şartların, hem Osmanlı Devleti hem de İmam Şamil farkındaydı, fakat şartlardan yeterince faydalandıkları söylenemez.” Bab-ı Ali cihada çağırmış, 9 Ekim 1853 tarihli emirnamede Şamil'e hitaben şöyle denilmişti: "Sen dahi ol taraftan muharebeye kıyam ve hareket ile... ve halkınla birlikte Rusyalıya hücum edip yüz aklıkları ibraz edesin". “Bu arada ihtiyaç duyulan madencilerin temini için İmam Şamil'in Osmanlı Hükümeti'ne müracaat ettiğini görüyoruz. Bab-ı Ali'nin bu talebe verdiği cevap; "hükümetin memur göndermeyeceği, temsilcinin istediği madencileri bulup gitmeye razı etmesi halinde buna ses çıkarılmayacağı" yolundaydı.” 1850’de “İmam Şamil ile bazı yakın adamlarına rütbeler ve nişanlar tevcih edilmişti.” “Bab-ı Ali, savaş boyunca muhtelif... nişan ve rütbe itasından geri kalmamıştı.” Ancak o dönemde “Çerkes kabilelerinin bölünmüşlüğü... Osmanlı Devleti ile Şamil arasındaki irtibatsızlık gibi sebepler dolayısıyla istenilen sonuçlar elde edilemedi.” Bu sırada Osmanlı “bir Çerkes asilzadesi olan Sefer Zan'ı Muhammed Emin'e tercih etti." Muhammed Emin “Osmanlı donanmasının bu taraftaki faaliyetine yardımcı olmaya çalışmıştı. Bab-ı Ali'nin Şamil'den istediği "Rus kuvvetlerini meşgul etmesi" idi. Halbuki Kafkasyalıların Osmanlı Devleti'nden istekleri çok daha fazlaydı.” Şamil 19 Mayıs 1854 tarihli Arapça arizasında, “sadece iltifat etmekle yetinilmesinden dolayı serzenişte bulunmuştu.” Batılı müttefikler “Dağıstan ile Çeçenistan'dan ziyade Çerkesistan ile ilgileniyorlardı.” Muhammed Emin “beraberinde 70 kişi olduğu halde İstanbul'a gelip görüşmelerde bulunmuştu.” “Ahmed Cevdet Paşa, Kafkasya'daki kabilelerin daha önce amansız bir şekilde mücadele etmiş olmalarına rağmen bu savaşta, adeta bitaraf kalmalarına anlam verememektedir. Bunda Osmanlı Devleti'nin de kusuru bulunduğunu söyleyen Paşa” şunları yazmaktadır: "Kafkasya'yı celb için isti'mal olunan esbab ve vesait onların nefretini mucib halattan olmağla matlubu müntic olmadı". “Çerkesistan'ın Rusya'dan koparılması halinde Çar Hükümeti'nin Karadeniz'deki hakimiyeti sona erecekti. Ancak kazanılan zafere karşılık bu sonuç alınamadı.” (Saydam, s. 55-61)

Abadzehler üzerinde 1849’da etkili hale gelen Muhammed Emin etkisini Vubıhlara ve Şapsığlara da yaymayı başarmış, ancak Anapa paşası olarak adlandırılan Zaniko Sefer’in ortaya çıkmasıyla 1853 öncesinde ilişkileri kesilmiştir. “Dağlıları genel bir ayaklanmaya teşvik için Anapa'ya gelen Fransız, İngiliz ve Türk subayları Seferbey'e tam yetkili bir komutan gibi davrandılar. Bu da Dağlılar arasında onun önemini arttırdı. Natuhaylar onun etkisine girdiler ve bunu, onu Muhammed Emin'in karşısına koymak için bilerek yaptılar. Avrupalı subaylar Muhammed Emin'in yanına da geldiler, fakat onu Seferbey'le ortak hareket etmesi için ikna edemediler./ Dağlı kavimlerin iki önderi arasında düşmanlık doğdu." Anlaşmazlık açıkça çatışmaya bile varmıştır. (Esadze, s. 69-72)

Bu dönemde müttefikler ile Kafkas halklarının beklentileri uyumlu hale getirilememiş ve “Çerkeslere İngilizler tarafından fazla bir yardım” yapılmamıştır. (Luxembourg, s. 260, 261)

1856 Paris Konferansı sırasında İngilizler Ali Paşa'ya "Biz Kafkas memalikinin bir başka şekle konulmasını dermiyan edeceğiz. Fakat yalnız bizimle olmaz ve bunun asıl menafii Devlet-i Aliyye'ye aittir. Siz dahi muavenet etmelisiniz" demiş, ancak Ali Paşa buna cevaben "Bizce oraların o kadar ehemmiyeti olmayıp bizim Çürüksu taraflarında biraz münazaralı yerlerimiz var. Onları kurtarmakla iktifa eyleriz" şeklinde cevap verince İngiliz murahhasları hayret ile sükuta mecbur olmuşlar ve Clarendon'a itiraz edildiğinde "Ben bir Türk'ten daha ziyade Türk olamam" diyerek Ali Paşa'ya “tariz eylemiş”tir. (Saydam, s. 58-61; ve ayrıca, Kutlu-Direniş, s. 281; Kanat; Durmaz)

*

Rusya Kırım savaşında Osmanlı ve müttefiklerine “yenilmiş” olmasına karşın Paris’teki görüşmelerde pek kayıp yaşamamış, ve arkasından da,  muhtemelen, İngilizlerin uyarısına karşın “reel” politikasını sürdüren Osmanlı’nın Kafkasya’ya ilgisiz kalmasının da katkısıyla, tekrar Kafkasya’ya yönelmiştir. 

Kırım savaşı döneminde İran’ın tavrı da Rusları rahatsız etmeyecek şekilde olmuştur.

1857/58 kışında “Şamil adım adım Çeçen bölgesine itilmişti. Onun durumu Kuzey Amerikalı Hindlilerin Beyazların nüfuzuna karşı yaptıkları savaşlarla kıyaslanabilirdi.” “Her zaman olduğu gibi Türkler çok vaadde bulunmuşlar, fakat çok azını yerine getirmişlerdi.” “1857 sonunda Çeçenlerin ovası Rusların eline geçmişti. Dağıstan’ın doğu kısmı düşmüş”tü. (Blanch, s. 354-363; ve, ayrıca Luxembourg, s. 206, 207) 


O dönemde bölgede bazı garip denebilecek olaylar da yaşanmıştır. Osmanlı paşası olan Sefer Bey’le bağlantılı Çerkes kuvvetlerinin komutanı “Albay Mehmed’in bir süre sonra çift taraflı hareket ettiği ortaya çıktı. Rus Generali Fillipson ile mektuplaşmaktaydı. Mektubunda Çerkeslerin Gürcistan gibi Rusya’ya bağlı olarak varlığını devam ettirebileceğini belirtmekteydi. 3 Ocak 1858’de Albay Mehmed’in hain olduğunu ilan eden Kafkasya’daki Leh subayları idamını istedilerse de Sefer Bey’in müdahalesi ile İstanbul’a dönmesine müsaade edildi.” “Bütün bu gelişmeler üzerine 1858 yılında Muhammed Emin mücadeleden vazgeçmiş ve İstanbul’a gelmiştir.” (Güneş-Yağcı)


Kırım Savaşı sonrasında Kafkas meselesini kökünden halletmeye karar veren Ruslar Baryatinski öncülüğünde ormanlar arasında yollar açıp vahşetle birlikte gönül almaya da çalışarak çabalarını adım adım sürdürmüş, "savaşlardan bıkan Çeçenler, savaş alanı olan topraklarını bırakarak çekilmişler", birkaç küçük kabile tarafından desteklenen Şamil Gunib'de teslim olmuştur. (Luxembourg, s. 258, 259)


Şamil'in teslim olmasıyla Rus dikkati Batı Kafkasya'ya yönelmiştir. 1859-1865 döneminde bölgedeki “kavimler yavaş yavaş boyun eğdiklerini bildirmeye ya da Türkiye'ye göç etmeye mecbur oldular." İlk örnek olan Bjeduğlar 1859 Mayısında boyun eğeceklerini bildirdiler, onları Laba ve Belaya arasında yaşayan Temirgoylar, Mahoşlar, Yegeruhaylar, Besleneyler, Şahgireyler ve Kuban Kabardeyleri izlediler. Zorda kalan Abadzehler de görüşmelere başladılar. 20 Kasım'da 1500 ila 2000 kişiden oluşan temsilcileri kampta yemin ettiler. “Muhammed Emin'in, halka Muhammed'in yasasının Müslümanların Hıristiyan Çar'ın tebaası olmalarına engel olmadığını açıklayarak ilk olarak bizzat kendisinin yemin etmesi buna çok yardımcı oldu. Abadzeh starşinalarının ricası üzerine General Filipson, Muhammed Emin'in onlar arasında din adamı olarak fakat naip sıfatı olmadan kalmasına izin verdi. Ancak birkaç ay sonra Abadzehler'in boyun eğişinin sürekli olmadığı ortaya çıktı.” Muhammed Emin “Abadzehlerin kendisini dinlemediklerini ve ettikleri yemini bozduklarını görünce gizlice Türkiye'ye gitti.” 1859 sonunda Rus hakimiyetini tanımayanlar Şapsığlar ve Natuhaylar olmuş, Natuhaylar'ın 40 000 kişilik bölümü uğratıldıkları yenilgi ve önderleri Seferbey Zan'ın ölümü üzerine 12 Ocak 1860'ta aynı şekilde Çar'a sadakat yemini ederken, diğerleri Şapsığlar arasına sığınmış ya da göç etmiştir. (Esadze, s. 69-72)


Bölgedeki direniş Şamil'in tesliminden sonra da bitmemiştir.


Çeçenlerin direnişi Şamil’den sonra Bienoyn Boysaghar, Duin Umma ve Atin Atabi önderliğinde Aralık 1861’e kadar devam etmiştir. (Kutlu-Direniş, s. 295-305)


Çerkesya'da da “mücadele, büyük bir meydan savaşı olmadan, fakat durmadan şiddetini arttırarak devam” etmiştir. 1861’de bazı “Leh görevliler, Çerkesya'ya gönderildi. İngiltere'de de Çerkeslere yardım yapılması amacıyla para toplamak için bir çok toplantılar yapıldı ve aynı yıl, Çerkes beylerinden oluşan bir delege grubu, yardım almak umuduyla İngiltere'ye geldi." (Luxembourg, s. 269)

*

Şamil'in 1859'da tesliminden sonra "Rusların Kafkasya'yı işgallerinin artık sonuçlandığı düşünülmeye başlandı. Özellikle, Şamil'in teslim olduğu haberinin alınmasının hemen ardından Muhammed Emin ile Abzehlerin teslim olmasından sonra bu düşünce daha da kuvvetlendi. Ne var ki... 1861 yılında, artık yenilginin kaçınılmaz olmasına rağmen Abzehler tekrar silaha sarıldılar./ Çerkeslerin ölüm mücadeleleri beş yıl kadar daha devam etti." "1861 yılı içinde (hepsi de Avrupalı olan) kırk kadar kişi, Çerkesya'da görev yaptıklarını söylediler." (Luxembourg, s. 268, 269-Dipnot: 297)

*


Yerli halkların takip eden dönemdeki direnişi Abzek ve Şapsığlardan sonra Ubıhların Mayıs 1864’de tamamen mağlup edilmesiyle sona ermiştir. (Karpat-GÖÇLER, s. 162-169)

Yaşananların doğal sonucu da çağın anlayışına uygun bir şekilde örgütlenip çevredeki tüm halklardan ve kaynaklardan yararlanarak güçlü bir devlet haline gelmiş olan Rusya’nın dönemin teknolojik imkanlarının mümkün kıldığı başta top olmak üzere her türlü ateşli silahlara sahip güçlü bir orduyla saldırdığı kırsal bir köy yaşamı sürdürmekte olan dinsel fanatizme saplanıp çağın gerisinde kalmış bölgeyi kedinin fareyle oynamasına benzer şekilde ve her tür vahşeti uyguladığı bir mücadele süreci sonunda adım adım ilerleyerek işgal etmesi olmuştur.

Bir süre zamana yayılmış olarak devam eden göç de sonunda bölge halklarının tamamının yurtlarından zorla çıkarılıp sürgün edilmeleri şekline dönüşmüştür.

Göçmenlerin önemli bir bölümü Osmanlı’da Balkanlara yerleştirilmiştir.

Çok geçmeden  93 Harbi denen 1877/1878 Osmanlı-Rus savaşı çıkınca göçmenler Kafkas ve Balkan cephelerinde Osmanlı saflarında yardımcı güçler olarak Ruslara karşı savaşa katılmışlar ve ayrıca saldırı için Osmanlı askeriyle Abhazyaya da gitmişlerdir. Çeçenistanda da ayaklanma çıkmıştır. Osmanlı’nın yenilmesi üzerine yeni bir sürgün başlamıştır. Kısa süre önce Balkanlara iskan edilen göçmenler Rus dayatması karşısında bu kez Anadolu ve Suriyeye gönderilmişlerdir. Kafkasyadan da yeni göçler olmuştur.

2.d.Ruslar Orta Asya’da

Kafkasya’nın tamamen işgalinden sonra Rusya’nın Orta Asya’yı ele geçirmesi fazla zor olmamıştır.

Kendi aralarında bitmez sorunlar yaşayan Türkistan’daki üç Türk hanlığını Rusların “ele geçirmeleri ancak otuz yıllarını almış ve bütün kayıpları bin ölü civarında kalmıştır. Yüz bin nüfuslu Taşkent, iki bin Rus askeri tarafından ele geçirilmiş; altmış bin kişilik Buhara ordusu ise üç bin beş yüz kişilik Rus kuvvetlerine dayanamamıştır./ Türkistan'ın Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen gibi Türk kökenli kavimleri, birbirleri ile giriştikleri mücadeleler neticesinde zayıf düşmüşlerdi." (ARŞİV BELGELERİ, s. XXXVI, XXXVII)

Başka bir ifadeyle Rusya uzun süreden beri devam edegelen mücadelenin ağırlıklı olarak yaklaşık son 80 yıllık kısmında KK’nın yerli halklarını parça parça ele alıp “yutmuş” ve sonraki 30 yıl içinde de Orta Asya’ya egemen olmuştur.

Kafkasyalılar "hiç bilmeyerek İngiltere'nin Hindistan hakimiyeti için Rus'lara karşı metin bir set oldular." "1864'de kuzey Kafkasya'nın istilası tamamlandıktan sonradır ki, 1874'de yakın Türkistan, 1875'de Buhara, 1876'da Hive, 1877'de orta Türkistan ve aynı senede Osmanlı devletinin topraklarından olan Iğdır, Kars, Artvin, Ardahan ve Batum Slav istilasına uğradı." (Kaflı, s. 26)


2.e.Bölgeyle İlgili Güçlerin Yaklaşımları


Rus işgali döneminde KK ile ilgilenen her güç doğal olarak kendi yararına göre hareket etmiştir. Bu güçlerin en önde gelenleri İngiltere ile Rusya olmuştur. Öncelikli amacı sıcak denizlere ulaşmak olan Rusya’yı Akdeniz’den Hindistan’a kadar uzanan coğrafyadan uzak tutmak isteyen İngiltere Rusya’ya karşı ayakta tutmaya çalıştığı Osmanlı dahil bölgedeki tüm aktörleri piyon olarak görürken Osmanlı da Kafkasyalıları öyle görmüş ve öyle davranmıştır.

2.e.1.İngiliz Tavrı: Savaş Kışkırtıcılığı 

Richmond’un anlatımıyla, o dönemdeki İngiliz tavrı esas olarak umut da vererek savaş kışkırtıcılığı yapmaktan ibaret olmuştur. Öyle ki İngiliz ajanları kabileler arası çatışmaları da teşvik edip, her türlü uzlaşma çağrısını bastırmışlardır. 1830'larda, Ruslarla barış önerilerinin yapıldığı pek çok toplantıda İngiliz ajanlar bu önerilerin altının oyulmasında aktif rol oynamışlardır. 1834'te, çok sayıda Çerkes lider Velyaminov ile kalıcı bir anlaşmaya oldukça yaklaştığında Bell ve diğerleri anlaşmayı sabote etmişler ve adanmış bir barış yanlısı olan Han Giray'ın ölümü de muhtemelen İngiliz müdahalesinin sonucunda gerçekleşmiştir. İlgilendikleri asıl şey ülkelerinin çıkarı olan İngilizlerin çalışmaları, tüm başarısızlık riski sonuçlarının Çerkeslerin sırtına yüklendiği bir jeopolitik kumar niteliğinde olmuş ve onlar ayrıldıktan sonra Ruslar saldırılarını daha önce duyulmamış bir vahşet seviyesine vardırmışlardır. Kırım Savaşı sonrasında Palmerston istemeyerek bir barış süreci başlatmak zorunda kalmıştır. (Richmond, s. 79-99)


2.e.2.Osmanlı’nın Tavrı: Umut Verip İdare Etme


Bölgenin yaklaşık son beşyüz yıllık döneme ilişkin tarihindeki Osmanlı’nın tavrı ile ilgili bazı hususlar Başbakanlık Arşiv idaresinin bir yayınındaki anlatıma göre özetle şöyledir: (ARŞİV BELGELERİ, s. XXI-XL)

Kafkasya için Osmanlı ve İran arasında 16. yüzyılda başlayan mücadele Safevi Devleti'nin yıkılışına (1737) kadar sürüp gitmiştir. 

Daha önce Osmanlı için tehlike teşkil etmeyen Rusya'nın, Kafkasya'ya doğru ilerleyişinin en önemli iki adımı olan 1552'de Kazan ve 1556'da Astrahan Türk hanlıklarını ele geçirmesinde, Kırım Hanlığı'nın fazla güçlenmesini istemeyen Osmanlı’nın, Altınordu Devleti'nden geriye kalan bu iki hanlığı himayesine almak isteyen Kırım Hanı Sahip Giray'ı yeterince desteklememesi de etkili olmuştur. 

Rusya, Kafkasya ile kendisi arasında engel teşkil eden bu iki Türk hanlığını ortadan kaldırdıktan sonra, bu bölgede Osmanlı Devleti ile karşı karşıya kalmış ve böylece bölgedeki Osmanlı-İran çekişmesine Rusya da katılmaya başlamıştır.

Osmanlı 1774'te Kırım'ın kaybından sonra Kafkasya'ya önem vermeye başlamış, 1780-84 yılları arasında Soğucak muhafızı olan Ferah Ali Paşa, bölge halkını kazanmaya çalışmış, Nogayları kuzey Kafkasya'ya yerleştirerek hem kontrol altına almış, hem de Ruslara karşı bir koz olarak elinde tutmuştur.

1784'te Tiflis üzerine yürüyen Lezgiler İraklı Hana büyük zarar vermişler, fakat İraklı'nın Rusya himayesinde olmasından çekinen Osmanlı Devleti'nden gerekli desteği alamamışlar, kısa bir süre sonra 1801’de de Gürcistan Rusya tarafından ilhak edilmiştir. 

Dağıstan ve Azerbaycan'ın müslüman hanlıklarının kendi aralarında sürekli olarak önemli anlaşmazlıklar olmuştur.

Rusya’nın Kırım'ı elde ederek kuzeyden ve Gürcistan'ı ele geçirerek güneyden kuşattığı Kuzey Kafkasya’nın yerli halkları 1783'ten itibaren İmam Mansur'un önderliğinde Rusya ile ölüm-kalım savaşına başladıklarında Osmanlı’nın “elle tutulur bir katkı sağlayabildiği söylenemez.”

Osmanlı Rusya'ya karşı elinde her zaman büyük bir koz olarak gördüğü Dağıstan ahalisine, 1787'de Kutayis'li Mehmed Beyi elçi olarak gönderip Rusya'ya karşı yapılacak savaşa katılmalarını istemiş, 1787-92 ve 1806-12 tarihleri arasında meydana gelen Osmanlı-Rus savaşlarında bölgede önemli bir değişiklik olmamıştır. 

O dönemde Rusya'nın Kafkasya'da yayılma çabalarına karşı Kafkas kavimleri bitmek tükenmek bilmez bir hırs ve azimle mücadele ederken Osmanlı bölgeden gelen heyet ve elçileri iyi karşılayıp moral ve bir miktar harçlık veya atiyye vererek gönderme dışında bir yardımda bulunmamıştır.

Osmanlı genelde siyasi dengeler yüzünden Rusya'yı açıkça karşısına alamamış, dikkatli bir siyaset izleyerek çeşitli bahanelerle bölge halkının Osmanlı’ya sıcak bakmasını sağlamaya çalışmıştır.

Osmanlı Dağıstan-Azerbaycan bölgesinde, yerel hanların hükümranlığını tanıyıp bölgenin kontrolünü onlar vasıtasıyla elinde tutmaya çalışmış, Rusya ile anlaşma yaptığı ya da arayı iyi tutmayı gerekli gördüğü dönemlerde, Kafkas kabilelerinin yardım taleplerini ve diğer isteklerini karşılamamış, Rusya ile ihtilafın kuvvetlendiği dönemlerde ise onları en önemli kozlarından biri olarak görüp gönderdiği hediyeler ile gönüllerini hoş tutmak istemiş, ihtiyacı olduğu zaman askeri yardım talebinde bulunmuş, kimi zaman da, kendisi bölge ahalisine askeri yardım yapmıştır. 

Osmanlı tarafından bölgeye gönderilen yöneticilerden bazılarının yetersiz ve hatta kötü niyetli olmalarının ilişkiler üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. “Bicanoğlu Ali Paşa, bölgede esir ticareti yapmaya kalkmış, 1788-89 yıllarında doğu seraskeri olan Battal Paşa canla başla Rusya ile savaşan yöre halkına kötü muamelede bulunmuş ve sonunda da Rusya'ya sığınmıştır. Nitekim Dağıstan halkı, Battal Paşa'nın zulmüne karşı devletten yardım talebinde bulunmuştur”, bu olumsuz örneklere rağmen, yöre halkı Osmanlı Devleti'nden soğumamıştır.

Kafkasya'da güçlü bir devlet kurulamamış olması ve buradaki kavimlerin ancak küçük hanlıklar ya da kabileler şeklinde teşkilatlanmış olmaları, kendileri için iyi olmamıştır, 1783'ten sonraki yıllarda, İmam Mansur önderliğinde Rus işgaline direnen Kafkasyalılar, 1830'lardan sonra, Osmanlı Devleti'nin direnci kırılmasına, Osmanlı’dan doğru dürüst bir destek alamamış olmalarına ve meydan Rusya'ya kalmasına rağmen, İmam Gazi Muhammed, Hamzat, 1834-59 arasında Şeyh Şamil liderliğinde, Kafkas tarihinin en şanlı direniş hareketlerini gerçekleştirmişlerdir. 

1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra Osmanlı tabiiyetinden çıkartılarak bağımsız yapılan Kırım’ın yöneticileri bağımsızlığın Rusya tarafından işgal edilmeleri sonucunu doğuracağını anladıklarından İstanbul'dan himaye istemiş, fakat Rusya ile antlaşma imzalanmış olduğundan bu istek yerine getirilmemiştir. 

Bununla birlikte Osmanlı Kuban bölgesi üzerinde hak iddiasından vazgeçmemiş, Kırım 1783 yılında Rusya tarafından ilhak edilince Kuban Nehri sınır olarak kabul edilmiştir.

“Zamanında Rus yayılmacılığının önünde en büyük engeli oluşturan Altınordu Devleti'nin Timurlular yüzünden parçalanmasından sonra ortaya çıkan Türk hanlıkları Rus işgaline uğramışlar; Orta Asya ve Kafkasya'daki Türk toplumları ya küçük hanlıklar ya da boylar şeklinde teşkilatlanmışlar ve tek dayanak noktaları olarak sadece Osmanlı Devleti kalmıştır." (ARŞİV BELGELERİ, s. XXI, XLII)

"Osmanlı Devleti ile diğer Türk devlet ve toplumları arasındaki ilişkilerde, o zaman dünyada mevcut siyasi dengeler belirleyici bir rol oynamıştır. Hiç bir devletin komşularını ve düşmanlarını yok sayması mümkün olmadığından dolayı, iki tarafın da kimi zaman birbirlerine yeterli yakınlığı gösterememiş oldukları görülmektedir. Tarihte yaşanmış olan bir çok olayın benzerinin günümüzde de tekrarlandığını düşünecek olursak geçmişi iyi değerlendirmenin gereği ortaya çıkar." (ARŞİV BELGELERİ, s. XLIII)

18 Temmuz 1856 tarihli bir belgede de Şeyh Şamil’den “gelen tahrirat ve müzekkirelerde istenilenlerin şu aralık yerine getirilmesi kabil olamayacağından... atiyye verilmesine” denilmiştir. (ARŞİV BELGELERİ, s. 11, 80)

Bu açıklamalarda görüldüğü üzere Osmanlı Kafkas halklarıyla ilişkilerinde sürekli olarak her ülkenin ve hatta her canlının her zaman yaptığı gibi doğal bir şekilde ve haklı olarak öncelikle kendi menfaatlerini gözeten gayet “reel” bir politika uygulamayı esas edinmiş, Rusya ile İran da benzer şekilde genelde aynen Osmanlı gibi kendi menfaatlerini gözeten reel bir yaklaşımla yerli Kafkas halklarını piyon olarak gören bir anlayışla hareket etmişlerdir. Aynı anlayış günümüzde de aynen sürmektedir.

*

“Dağlılara… sultanın onlardan yardımlarını esirgemeyeceği, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları doğrultusunda Rusya’nın Kafkasya’yı ele geçirmesine izin vermeyeceği telkin edilmiştir.” “Dağlılar, Ruslara karşı koyamayacaklarını anlamış, dışardan gelecek yardıma da körü körüne inanmışlardır.” “Dağlılar Türkiye’nin ve Avrupa’nın gözünde Rusya’ya karşı sadece bir araç olmuştur, bu aracı kullanmada da hiçbir acıma gösterilmemiştir.” (Güneş)

*

2.e.3.Rus Uygulamaları: Vahşet ve Soykırım

Yaşurka’nın anlatımıyla, Rusya “Avrupa jandarması” ve “Asya celladı” rollerini oynadı, 1816-1827 dönemindeki Ermolov zamanında bölgede özellikle barbarca metotlar kullanıldı, köyler ve tarla ve bahçelerdeki ürünler yakıldı, hayvanlara el konuldu, en iyi vadi ve ovalara Ruslar yerleştirildi, direnenler katledildi, cellatlıkta uzmanlaşıldı. Bu “hayvani ve barbar” politikanın en tutkulu taraftarı ve yürütücüsü Ermolov idi. Merhametsizliğiyle halkı tarifsiz dehşete düşüren Ermolov'un seferlerinde köyler temeline kadar yakılır ve külleri üzerine Rus kaleleri inşa edilirdi. Bu yeni kaleler boyun eğdirilmiş halkların elleriyle “devlet hazinesinden bir kuruş bile istenmeden yapılmıştır" diye övünen Ermolov köyleri yakılanlar için "Canım benim Çeçenler... çok zor ve sıkışık durumda kaldılar... aileleri ile birlikte ormanlarda yaşıyorlar" diyerek dalga geçiyordu. Ormanlar kesiliyor, Çeçenleri “açlık ile” dize getirmek Ermolov politikasının temeli oluyordu. Diğer Rus görevlileri de Ermolov'dan pek farklı değillerdi. Mesela, Kabartay asıllı Bekoviç-Çerkasskiy bir Rus operasyonunda 300 aileyi yok etmişti. Acımasız Rus cellatları zenginliklerini ve köle sayısını arttırmak için Kafkasya'nın tümünü ateş ve kılıçtan geçirdiler. Ermolov’un seferlerinden birinde halkın açlık ve zorluklar yüzünden teslim olmaları beklentisiyle Çeçenistan'da “tüm büyük köyler ve muazzam ekmek depoları ile kasabalar” yok edildi. Bu arada Ruslar her türlü zulme devam ediyor ve bu da Ruslara nefreti körüklüyordu. Albay Grekov bir köyün yerle bir edilme kararını o köyü “yeryüzünden silerek” uyguladığını rapor etmişti. Akşam saatlerine doğru köyde bir meyve ağacı, bir ev bile kalmamıştı. “Çeçenleri ekonomik bakımından yoksullaştırmak ve zayıf kılmak” istiyor, “fakirlik, hayvanlarından ve ekmeklerinden, ev ve mesleklerinden olmaları ise onları yeterince zayıflatacak ve ayağımıza getirecek, söz dinleyen toplum olmalarını sağlayacaktır” diyordu, Ermolov'a 6 Temmuz 1822 tarihinde gönderdiği raporunda Starıy Yurt köyünde gerçekleştirdiği katliamları anlatıyordu: “Küçük bir tepe üzerinde bulunan bataryalarımız mermileri ve tüfekçiler ateşi onlara doğru açtığında-herkes suya atlamaya başladı: kadınlar, erkekler, atlılar ve hayvanlar... halkın çok olması ve tarafımızdan açılan korkunç ateş, aralarında büyük sayıda ölümlere yol açıyordu. Arabalar arasında ve nehir boyunca birçok ölü beden nefeslerin kesildiği yerde yatıyordu.” Köyden 1500 kadar boynuzlu hayvan ve 5 bin koyun ganimet elde edilmiş, Ruslardan sadece halkın %40’ı olan 131 aile kaçabilmişti. 1832 yılında "baron Rosen Çeçenistan'a girdi ve 'ülkeyi genel yıkıma' uğrattı-60 kadar köy ve kasaba yakılmıştı". 1840 yılında Çeçenler müritlere katılıyordu. "Gaddarlık, barbarlık ve acımasızlık, her şekli alabiliyordu-basit soygunlardan kurşuna dizmelerine kadar." (Yaşurka, s. 13-20, 61-65, 75-83, 100, 101; ve ayrıca, Richmond, s. 13-70, 73; Hızal, s. 35-38)


Kafkas-Rus mücadelelerinin sürdüğü sözkonusu dönem boyunca Kafkasya’da yaşananların özü aralıksız süren insanlık dışı Rus vahşet ve katliamları olmuştur.

Adım adım ilerleyen Rus ordusu Çeçenistan’da 1994’ten sonra günümüzde de yaptığı gibi köylerde yaşayan yerli halkın evlerini yıkıp malını mülkünü yağmalamış, ekinlerini yakıp bahçelerini talan etmiş ve kadın çocuk demeden sivil halkı katletmiştir.

Bu ve benzer uygulamalar onlarca yıl kesintisiz sürdürülmüştür.

Rusya vahşette sınır tanımamıştır. KK o dönemde sanki günümüz Çeçenistanı’nda da olduğu gibi Rusların “vahşet ihtiyacı”nın giderildiği tatbikat alanı niteliğindeki bir bölge halini alıp Rusya’daki sınırsız vahşetin meşrulaştırılarak bütün “pisliklerin” boca edilip boşaltılabileceği bir alan olarak görülmüş ve Moskova’da sorun olup “işe yaramaz” sayılan unsurlar oraya gönderilmişlerdir. Bölgede uygulanan vahşet Moskova’da ödül nedeni sayılmıştır.

Kafkas kabileleriyle savaşın sonuna kadar sürdürülmesini hedefleyen Ruslar bu savaşı orduları için “yararlı bir antreman” olarak da görmüşlerdir. (Alpaslan, s. 188, 189)


Bu uygulamalar sırasında bilinen resmi Rus ordusu yeterli olmamış, yerel işbirlikçiler rehberliğindeki yerli kıyafetine bürünüp sürekli köylerde katliamlar yapan katiller ordusu niteliğindeki gruplar da kullanılmıştır. Bu gruplardan birine 1840’larda şair teğmen Lermontov komutanlık etmiştir. (Bell, s. 60, 61, 201, 202)

2.e.3.1.Rus Vahşetinin Aletleri: Kazaklar ve Diğerleri

Kazaklar belirtilen şekildeki vahşi Rus saldırılarında çok önemli bir unsur işlevi görmüşlerdir, öyle ki onlarsız bölge işgalinin gerçekleştirilemeyebileceği de ifade edilmektedir. "Kazaklar, Rusya hesabına çalışan, kan döken, fedakar, sadık, istila öncüleri ve emperyalizmin aletleri haline geldiler." (Hızal, s. 35-38; Blanch, s. 108, 109; Baddeley, s. 36-40)

"Karaçaylar'ın boyun eğmesi... tüm halklarla bağlantısını kesmek açısından çok önemliydi. Karaçaylar... Kuban'a geçen patikaları uyanık bir şekilde bekliyorlardı." (Esadze, s. 12-14)

1763’de bir Kabardey prensi Ortodoks olup Ruslar’a sığınmış, Ruslar da onu himaye amacıyla Terek kıyısında Mozdok’ta bir kale kurup oraya yerleştirmiş, 1770’de kale kuvvetlendirilirken 765 Kazak da iskan edilmiş, bunlar Mozdok Kazak Alayı’nı oluşturmuşlar ve arkasından bölgeye 200 Kalmuk ailesi getirilmiştir. Zamanla Don, Volga ve Dinyeper’den yeni Kazaklar getirilerek yeni kale ve stanista denen köy türü yerleşimler oluşturulmuş, bu şekildeki uygulamalar sonucunda 1832’de kale ve yerleşimlerle birbirine bağlanıp KK'yı boydan boya kateden 700 km.’lik ünlü Kazak Hattı tamamlanmıştır. Karşılıklı yardımlaşma açısından çok fonksiyonel birimlerden oluşan Hat’tın 1832’de tamamlanmasıyla ayrıcalıklara da sahip kılınan Kazaklar disiplinli bir şekilde Rus askeri organizasyonuna dahil edilmişlerdir. (Baddeley, s. 45-47)

İşgal dönemi boyunca Rusların yardımcısı sadece Kazaklar olmamıştır. Özellikle Gürcüler ve diğer güney Kafkasya halkları Ruslara vahşet ve katliamlarında herkesten daha çok yardım etmişlerdir. Ayrıca Ermeniler başta olmak üzere bir kısmı Avrupalı olup birçoğu orduda görevlendirilen diğer çeşitli hıristiyan göçmenler de Rusya'ya hayati yardımlar sağlamışlardır. (Özbek, s. 14)

2.e.3.2.Oluşturulan İmaj: Medeni Ruslar, Barbar Dağlılar

Açıklanan duruma karşın tam tersi bir imaj oluşturulmuştur ve durum günümüzde de hiç farklı değildir.


Bu imajın oluşumuna Puşkin, Tolstoy ve Dostoyevski gibi en meşhurları başta olmak üzere çeşitli Rus yazarları başrolü üstlenirken, bazı İngilizler de önemli katkılar sağlamışlardır.


Batılılar ve Osmanlılar ilginç bir şekilde Rusların Kafkasyalılarla ilgili olumsuz değer yargılarını paylaşmaktadırlar. (Oral)

*

“Kafkasyalı liderler, nedense Batılılara pek sempatik gelmiyordu… Çok şiddet yanlısıydılar… Bazı bakımlardan gerçekten vahşiydiler. Ah o haremler yok mu? O kadar gereksizlerdi ki.” (Blanch, ŞŞE, s. 343-351)

Diyarbakır paşası Mustafa Paşa Kafkas göçmenlerini kastederek "muhacirin-i merkumenin gayet anud ve meşevviş takım olması" demektedir. (Saydam, s. 147-149)

*

Oysa yaşananlara bakıldığında bu değerlendirmeler çok büyük ölçüde haksız sayılmalıdır.


Yaşananların özeti şudur: 900’lü yıllarda Baltıklar’dan yola çıkıp yüzyıllar boyunca bölgedeki tüm halkları katlederek 1800’lerde Karadeniz ve Hazar Denizi sahillerine ulaşan Ruslar gelip kendilerine hiçbir zarar vermeyen Kafkasyalılara saldırmış, evlerini yakıp yıkarak tüm varlıklarını zorla ellerinden almış ve her türlü vahşeti uygulayarak yıllar boyunca katliamlar yapmıştır. Kafkasyalıların yaptığı, daha doğrusu yapabildiği ise, olsa olsa, Rusların maşa olarak kullanarak getirip kendi otlaklarına yerleştirdiği Kazakların köylerinden at çalmak olmuştur. 


İnsan alıp satma, yani köle ticareti de benzer biçimde güçlünün yapabildiği bir iş olup, yüzyıllar boyunca denizaşırı ticaret imkanı olan büyük güçlerce yapılmış ve bu işte nispeten küçük bir rol üstlenen bölge halkları bu işin sadece mağdur olabilmişlerdir.


Mayıs 1864 tarihli raporlarında Rus görüşlerini gerçekmiş gibi yansıtan İngilizlerin Rusya elçisi Napier, Çiçek’in anlatımına göre, “İngiliz İmparatorluğunun kendi tarihi ve eylemleri İngilizleri Çerkes meselesinde Ruslara nutuk çekmekten alıkoyacak niteliktedir” diyerek İngilizlerce Amerika ve Hindistan’da yapılanların Rusya’nın Kafkasya’da yaptığından farklı olmadığını belirtmektedir ve ayrıca meseleye uygarlık-barbarlık olarak bakıp, yapılanları bir zorunluluk olarak görmektedir. (Çiçek)


Dünya genelinde her güçlü tarafından aynen uygulandığı için kabul gören belirtilen anlayışa göre yıllarca sürekli katliam yapanlar medeni, katledilenler barbar sayılmıştır.

Bu durum günümüzde de tekrarlanıp 1994’lerden itibaren Çeçenleri katleden Rusların bir yana bırakılarak Çeçenlerin terörist olarak gösterilmesinde olduğu üzere aynen sürdürülmektedir. 

*

Dostoyevski’nin “çılgınca yabancı düşmanlığı” vardı. (Frank, s. 566, 589-591, 770-776)


“Ruslar, Dağıstan ve Çeçenistan’ın korkunç savaşçılarını, uyguladıkları bazı sert yöntemlerden dolayı, barbarlıkla suçlarken kendileri ve Kafkasya’nın hıristiyan halkları da, aynı tür ve hatta daha kanlı metodlar uyguluyorlardı”. (Baddeley, s. 362-385)


“İngilizler bu sıralar politikada ahlaklı olmaktan söz ediyorlar. Kendileri ihtiyaçları olan her şeye sahip. Ahlaklı davranmanın politik arenada pek de önemsenmediği dönemlerde kendi imparatorluklarını kurabildiler zira. Şimdi de o büyük imparatorluklarını ahlak kisvesinin ardına saklayarak korumaya çalışıyorlar.” (Goebbels, s. 177)


“İstanbul'daki İngiltere elçisi Lord Radcliffe 23 Eylül 1854'te General Williams’a şöyle yazıyordu.” "Bana öyle geliyor ki Şamil bir fanatik ve barbar; onunla saygıya değer herhangi bir ilişki kurmamız zor olacak. Çerkesya'daki naibi de öyle." (Paneş)


Rusların en ön safa Gürcüleri koyarak onlarca yıl Kafkasyalı kadın ve çocukları katledip her türlü aşağılık hareketi sürekli olarak yaptıkları ortamda sesi hiç duyulmamış olan ve o sırada Kars cephesinde Ruslarla savaş halinde bulunan İngiliz General Williams 1854 yılında Gazi Muhammed’in Gürcü “Prens Çavçavadze’nin malikanesini basıp ev halkını rehin” aldığı baskını duyunca, kadın ve çocukları hatırlayıp “Kars’tan ona bir protesto mektubu yazıp onu kadınlar ve çocuklara karşı savaşmakla” suçlayıp “medeniliğini” göstermiştir. (Baddeley, s. 419-423)


Ruslar güçlerine dayanarak saldırıp barışçı yolları hiç denemeden “kendileri saldırgan, işgalci ve zalim taraf olmalarına rağmen daima Dağlıları” suçlamışlardır. “Rusları suçlamak da bir sonuç vermezdi. Çünkü Kafkaslarda cereyan eden bu olayların benzerleri, o anda dünyanın değişik bölgelerinde aynı şekilde ortaya çıkıyordu. Gelişmiş ülkelerin insanları daha geri halklarla karşılaştıkları zaman (teknik açıdan) ilk adı geçen kısım, hem güçlü hem de haklı taraf oluyordu.” (Baddeley, s. 121, 122)

Çevre “gaddarlığın, sofistlerin ve barbarlığın yayıldığı bir saha ki, Büyük Britanya, Napolyon Fransası ve Rusya Şamil’in çocukluk zamanında birbirleriyle yarışıyorlardı.” (Blanch, s. 36)

*

2.e.4.Bölge Halklarının Tavrı: Bölünme

Kafkasya’nın kuzeyinde yas varken güneyinde şölen düzenlendiğini gösteren Esadze’nin anlattığı şu bir tek sahne bölgedeki durumun simgesel olarak gayet iyi bir anlatımı gibi durmaktadır:

KK’da çok üzgün durumdaki sürgün edileceklerle yaptığı görüşmeden 19 Eylül 1861’de ayrılan Çar 21 Eylül'de İmparatorluk yatıyla “Sohum'a doğru yola çıktı... Poti'ye doğru yoluna devam etti", "Marani Köyü'nde Çar Mingrelya'nın Prenslerini ve asilzadelerini kabul etti... Türk savaşı sırasındaki sadakatleri ve hizmetleri için teşekkür etti... Kahvaltı tamamen yerel yemeklerden oluşuyordu ve özellikle şaşlık monstr herkesi hayrete düşürdü. Gerçekten de hayret edilmeyecek gibi değildi. Dört güçlü kuvvetli Mingrel, Çar'a şişte kızartılmış bütün bir boğa getirip sundular... içinden bir buzağı, buzağının içinden bir kuzu, bunun içinden hindi, hindiden de bir piliç çıkardılar. Hepsi büyük bir incelikle hazırlanmıştı. Çar, gümüş azarpeşadan Mingrelya'nın saadeti için içti ve azarpeşa orada bulunanlar arasında dolaştı." (Esadze, s. 80-89)


Bölgenin yerli halkları hiçbir zaman siyasal bir birlik oluşturamamışlardır. (Tuna, s. 104-109, 114, 115; Bağ, s. 5-18; Sait Yılmaz)


Ortadoğu ve Asya etkisiyle eski dönemlerde oluşmuş mahsum, utsumi, şamhal, kadı, müftü, molla, şeyh, han, bek, sultan, pşı, prens gibi unvanlara sahip güç oyunlarına aşina feodal oluşumlar güçlülerle ittifaklar da kurarak sürekli birbirleriyle mücadele edip varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bölgede sürekli değişen ittifaklar söz konusu olmuş ve her yeni gelen güç yandaşlarını bölgede iskan etmiştir. Bölgenin tarihi çatışmalarla doludur.

*

"Dağıstan vilayetlerinin geçmişinde iktidar uğruna sık sık ve fazlasıyla kin ve nefret dolu mücadeleler yaşanmış, hak, adalet ve merhametten uzaklaşılmıştır. Yağma, katil ve tutuklama hususunda iktidardakiler de, ileri gelenler de, olumlu veya olumsuz faaliyetlerde birbirinden farklı davranmamışlardır./ Bu sebepten, ilim ve ahlak erbabına kulak asmadıklarını söyleyebiliriz... hicretten bin yıl sonra bile kitapların bir arada toplandığı bir kütüphane yoktu. Hangi ilimlerin nasıl anlatılabileceğine dair ne bir arşiv, ne bir belge, ne de inandırıcı bir efsane mevcuttu". (Al Kadari, s. 138, 139)


"Toplumun sınıfsal yapısı, sınıflar arası çekişmeler, kabile anlaşmazlıkları, iç savaşlar birliğin oluşmasını engelleyen önemli etkenlerdir.” “Çerkes halkının vatanlarından ayrılışının ilk sorumluları elbette bugün yabancı topraklarda yaşayan Çerkeslerin dedeleridir... sosyal, kültürel ve politik... etkenlere dönemin İngiliz politikasını, Osmanlı devletinin yaklaşımı ile, Rus Çarlarının baskılarını ekleyebiliriz.” “1856 yılının Sefer Bey'inin Tatar kökenli olduğunu Theophil Lapinski'den öğrenmekteyiz." (Özbek, s. 15, 16)

*

Feodaliteye dahi geçememiş olan Çeçenler başta olmak üzere bölgenin diğer halklarında da “benlik” ve kabile çekişme ve anlaşmazlıkları belirleyici olmuştur. Bu konuda Çeçenlerin güncel durumuna ilişkin çarpıcı bir anlatım Zakayev’in eserinde yer almaktadır. (Zakayev)

Sonuçta bölge halkları arasında birlik olmadığından Rusya bölgede rahatça yutabileceği parçaları çoğu zaman hazır bulmuş, bulamadığında da onları bölüp yutabileceği parçalar hale getirmek için elinden geleni yapmıştır.

Bütün bunlara bakıldığında da görüleceği üzere, geçmişte de günümüzde de Kafkasya'nın Rusya tarafından işgalinde ve sonrasında yerli halkların yurtlarından edilmesinde işgalci Rusya’nınkinden sonraki en büyük pay en başta Çeçenler olmak üzere birlik olamayan Kafkasyalıların kendilerine aittir, denilebilir.

2.e.4.1.Yerli Halklarda Bölünme Örnekleri

Genelde insanlar ve toplumlar arasındaki en temel anlaşmazlıklar fiziki olarak birbirlerine en yakın olanlar arasında ortaya çıkmaktadır. Kafkasya’da da böyle olmuş, bölge halkları öncelikle çeşitli türlerdeki kendi iç çatışmaları ve komşularıyla olan bitmez tükenmez anlaşmazlıklarla uğraşıp durmuşlardır. Bu anlaşmazlıkların bir sonucu olarak çatışma ve savaş neredeyse genel yaşam biçimleri haline gelmiştir.


Ayrıca kural olarak genelde küçük ve zayıf olan her halk fiziki olarak yakın olan güçlüye karşı kendini koruma ihtiyacı duyup uzaktan bir müttefik arama eğiliminde olmaktadır ve Kafkasya’da da böyle olmuştur. Kafkas halkları son çağlarda Rusların uzakta olduğu 1500’lü yıllarda yakınlarında olup kendilerine saldıran Tatarlara karşı Moskova’da müttefik aramışlar, ama daha sonra güçlenip yakınlaşarak komşuları olduğunda yeni saldırgan haline gelen Ruslara karşı da 1700’lü yıllardan itibaren bu defa uzaktaki Osmanlı’yı doğal müttefik olarak görmüşlerdir. Tam tersi istikamette bir ilişkinin söz konusu olduğu Gürcistan’da ise Osmanlı’ya karşı Ruslar müttefik olarak görülmüş ve bu ilişkilerde elbette din faktörü de çok önemli olmuştur. 


Yerli halklar Ruslara karşı birlik olamadıkları gibi, dışarıdan gelip saldıran Ruslarla çatışmalar sürerken bir yandan da sürekli olarak iç çekişmelerine devam edip birbirleriyle “savaş”mışlardır. 


Ruslar tarafından feodaller arasında var olan çekişmeler kullanılmış, olmadığında düşmanlıklar yaratılmış, asker desteğiyle "itaatsizler” üzerine salınıp değerli hediyeler ve rüşvetler verilen  taraftarlara yöresel halkı sömürmede destek sözü de verilerek imtiyazlarını her durumda koruyabilecekleri vaat edilmiştir. “Devamlı düşmanlık ilişkileri içinde bulunan yerel önderler de, doğal olarak, daha güçlü ve etkili müttefik arayışı içindeydiler. Bu desteği de, uşaklar gibi hizmet ettikleri Rus çarlıkta buldular.” Arşiv materyalleri ihbar, ikiyüzlülük ve yağma kanıtlarıyla doludur. Mesela, “Derbent valisi Gassan-Ali-Han'ın mektubunda, kardeşi Şih-Ali-Han'ın İran bağlantılı olduğu” ve hain gibi davrandığı şeklinde ifadeler yer almakta ve Rus çarına “kutsal cömertlikler” için şükranlar gönderilmektedir. Tarkovskiy şamhalı Mehti-Han'ın temsilcisi de tam itaat belirten ifadeler kullanmıştır. “Sadık uşak hizmeti için bu feodaller çardan teşekkür belgeleri, para, idarede yerler ve değerli hediyeler alırdı." Neredeyse tüm feodaller için düzenli maaş, çeşitli hediyeler ve rütbeler verilmesi istenir ve verilirdi. "Çarlığın işgalci politikasının zulmü ve köleleştirmenin en kabul edilmez formları işgal altında olan dağlı halklarda direniş hareketlerin patlak vermesine ve bunların çar ordusu ile onu destekleyen yerel feodallere karşı dönük olmasına neden oldu." (Yaşurka, s. 13-20; Paneş)


1864’de tamamlanan istiladan sonra çeşitli Rus ödüllerinden bir kısmı Erivan, Gürcü, Tiflis, Mingrel, Samur, Şirvan, Kabardey, Apşeron, Kazak ve Dağıstan birliklerine verilmiştir. (Esadze, s. 127-132)


“1. Nikola, her zaman Kafkas kabilelerini birbirine karşı kışkırtarak “Böl ve yönet” politikasını uygulamaya” çalışmıştır. Rusya’nın Osmanlı ve İran’a karşı başarılarının temelinde de müslümanlar arası anlaşmazlıklar yatmaktadır, Türk, Acem ve Afgan müslüman güçler ortak hareket edememişlerdir, “bütün Rus savaşlarının Türklere ve Acemlere karşı ayrı ayrı, tek tek verildiği” görülmektedir. Rusya İran’la barışırken Osmanlı ile savaşa tutuşmuş, Rusya’ya karşı İran ve Kafkasya ile Osmanlı ittifakı çok yararlı olacağı halde bu yapılamamıştır. Erzurum yolunda Ruslar başarılı olmuştur. “Digur’da olduğu gibi burada da Müslüman halklardan toplanan süvariler, savaşta mühim bir rol oynadılar. Gerçekten bu atlılar, kendi dindaşlarına o kadar büyük bir şiddetle saldırdılar ki, Rus subayları, ele geçirilen esirlerin hayatlarının korunmasında güçlük çektiler… eğer değişik bölgelerde yaşayan bu Müslümanlar, birbirlerine daha sıcak duygular beslemiş olsalardı Rusların bu başarıları elde etmeleri çok zor olurdu.” (Baddeley, s. 117, 153, 175-185, 215, 216)


Ruslara çok önemli stratejik değerde hizmetlerde bulunmuş olan çok sayıdaki yerlilerden sadece diğer bazı örnekler de şöyledir:

1809’da Poti ilk defa Rusların eline geçtiğinde bu savaşın kahramanı bütün “kabiliyet ve enerjisini Ruslara hizmet için kullanan sayısız Gürcü soylu ailelerinden birinden” gelen Prens Orbelyani olmuştur. 1811’de Türk ve Acemler Ruslara karşı anlaşma için Magasberd’de bir araya gelip Ruslar için tehlikenin büyüdüğü bir sırada “bir Kürt, bütün hatları geçmeyi başararak Erzurum Seraskeri’nin göğsüne tabancasını” boşaltınca anlaşma gerçekleşmemiş ve Ruslar için çok olumlu bir sonuç ortaya çıkmıştır. Bir Karabağ yerlisi Azeri olup doğuştan savaşçı “ve hatta ondan da öte birşey” olarak tarif edilen Madatof Velyaminof’tan sonra Yermolov’un başarılarını borçlu olduğu kişi olmuş, “hiç bir Rus’un başaramayacağı şekilde yerli ruh yapısı ve karakterini anlarken onların dillerini de konuşabilmesi”nin sağladığı avantajlarla “yerlilerden oluşan güçlü ve kalabalık bir süvari birliği kurarak” eğitmiş ve sonraki dönemde bunlar “hiç kimsenin tahmin edemeyeceği şekilde hizmet etmişlerdir”. Madatof 1819’da az kuvvetiyle emre de aykırı olarak harekete geçip Tabasaran, Karakaytag, Şekin gibi bölgelere boyun eğdirmış, Avar hanı da Yermolov tarafından yenilmiştir. Sıra Akuşa’ya gelince görüşmeye gelenlerin çok iyi ağırlanmasını isteyen Yermolov Madatof’un yardımıyla gece gizlice köyü kuşatıp tamamen politik nedenlerle orduya Şamhal tarafından Tarku ve Mektule’den getirilmiş olan yerli süvarileri de dahil etmiştir. Bunlarla ilgili olarak “Aslında bu serserilerden hiçbirinin yardımına ihtiyacım yok. Fakat onlarla Akuşalılar arasında düşmanlık tohumları ekmek için ve ileride kopabilecek olan iç savaşlardan yararlanmak umuduyla bunları orduya kabul ettim” demiştir. 15 Aralık 1819’da başlayan Lavaşi savaşında Akuşalılar yenilmiş ve üç çeyrek asırdır Nadir Şah’a karşı kazanılan zaferlerin gururunu taşıyan Akuşa Rus boyunduruğuna girmiştir. (Baddeley, s. 99, 101, 143-147)


Gürcü Tsitsianof Rusların Kafkasya’yı işgalinde önemli hizmetler görmüştür.

1816 yılında "Gaddar Yermolof" Kafkas Orduları Başkomutanlığına getirilirken Kumuk beylerinden Şevkal Bey Ruslara katılıp onlara Kabartay, Dağıstan, Kumuk ve Çeçenlere yönelik saldırılarında rehberlik yapmıştır. (Saydam, s. 42, 43)

Ruslara önemli hizmetlerde bulunanlardan biri de 1821 sonlarında Rus kuvvetlerinin Kabartay'da binlerce sığırı ve atı çalıp, karşılarına çıkan tüm avulları yakarak en az bir köyde tüm erkek, kadın ve çocukları süngüden geçirdikleri olaydaki, daha doğrusu katliamdaki rolünden dolayı Ermolov’un önerisiyle "en başarılı şekilde gerçekleştirdiği olağanüstü cesur girişimi" nedeniyle St. George Haçı verilerek ödüllendirilen eski Kabartay pşısı Tümgeneral Fyodor Bekoviç Çerkasky'dir.  (Richmond, s. 34-41) 

2.e.4.2.KK’da Doğu-Batı Ayrılığı

Diğer önemli bir ayrılık KK’nın doğusu ile batısı arasındaki ayrılıktır. Zaman zaman birlik teşebbüsleri olmuşsa da hiçbir zaman bu iki bölge arasında birlik olmamıştır. Şamil’in temsilcisi Muhammed Emin’e karşı paşa unvanı verip çeşitli imkanlar sağladığı Zaniko Sefer’i destekleyen Osmanlı da bu konudaki ayrılığa katkıda bulunmuş gibidir. (Richmond, s. 210, 229-237)

2.e.4.3.Bölünmede Güncel Duruma Dair

Bölge halkları arasındaki tarihsel ayrılıklar günümüzde de neredeyse aynen devam etmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte bölgede yaşanan İnguş-Oset, Abhaz-Gürcü, Çeçen-Rus ve Oset-Gürcü silahlı çatışmaları bu ayrılıkların yansımalarından sadece bazılarıdır.

Ayrılıklara bir başka örnek şive farkıyla aynı dili konuşan kardeş iki halk olan Çeçen ve İnguş halkları arasında günümüzde dahi sınır gerekçesiyle silahlı çatışmaya varan anlaşmazlıkların yaşanmasıdır. Ve çeşitli platformlarda Çeçenlerle İnguşlar arasındaki ayrılıkları körükleyici yaklaşımlara hala şahit olunabilmektedir. 

2.f.Mücadelenin Sonu: Soykırım ve Sürgün

Rusların KK’da yaptığı açık bir soykırım olmuştur. 


Adım adım ilerleyen silahlı güçleriyle bölgede çocuk-kadın demeden kendi köylerinde-evlerinde yaşayan insanları katleden Rusya yerel halkın her türlü varlığını da tahrip etmiş ve bu vahşi uygulamalarını onlarca yıl kesintisiz sürdürmüştür.


Aslında o dönemde gerçekte yaşanan savaştan daha çok iyi organize olmuş ateşli silahlara sahip karşısındaki güçten her açıdan kıyaslanamayacak derecede üstün Rus ordusunun kendi halinde köyünde kılıç ve tüfekten başka silaha sahip olmadan doğal bir yaşam sürdüren yerli halklara saldırısı olmuştur.

Başka bir anlatımla, Kafkas-Rus mücadeleleri hiç eşit olmayan güçler arasında cereyan etmiş, o dönemde son derece tahrip edici ateşli bir silah olan top kullanan disiplinli Rus düzenli ordusu, adeta kedi-fare oyunu oynar gibi, basit tüfek ve kılıç dışında silahları olmadığı ve ayrıca bir birlik içinde organize olmadıkları için sözkonusu mücadeleyi kazanmak için hiç şansı olmayan ve yaşamını tamamen doğada küçük köylerde sürdüren KK’nın yerli halklarına karşı sürekli olarak sistematik bir şekilde yerli işbirlikçilerinden de yararlanarak vahşette sınır tanımayan saldırılar düzenlemiş ve kaçınılmaz son nihayet 1864 yılında gelmiştir.


 Rusların bu dönemdeki eylemlerinin "bir ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel grubu tamamen veya kısmen yok etmek niyetiyle gerçekleştirilmiş" bir eylemi soykırım olarak tanımlayan BM Sözleşmesi ışığında bir soykırım olduğunun net olduğu belirtilmektedir. (Richmond, s. 79-99, 117-123) 

*

Rusların 1763'te Mozdok'u inşa etmesiyle başlayan “Rus-Çerkez Savaşı açıkça bir soykırımdı... hemen hemen İngiltere büyüklüğünde bir ülkenin neredeyse tamamen yok olmasına sebep olmuştur." (Forsyth, s. 323, 324)


Rus politikası “açıkça Soykırım ve Etnik Temizlik maksadı gütmektedir. Rusya’nın hedefi tereddütsüz olarak bu şekilde belirlenmiştir.” (Saydam)

*


İlginç bir şekilde bu soykırımı günümüzde tanıyan tek ülke de o dönemde Rus eylemlerinin üssü olarak soykırıma en büyük katkıyı veren Gürcülerin ülkesi olmuştur. Ruslar soykırımı inkar için her türlü bahaneyi kullanıp Gürcülerin soykırım sırasında Rus ordusuna hizmet etmiş olmaları nedeniyle Gürcistan hükümetinin bununla ilgili konuşma hakkı olmadığını savunurken Gürcistan parlamentosu 20 Mayıs 2011'de 147. yıldönümünden bir gün önce soykırımın tanınmasını oylayıp oy birliği ile onaylamış ve Gürcistan’da Anaklia'da 21 Mayıs 2012'de Çerkes soykırımı anıtı açılmıştır. Konu 28 Kasım 2011 tarihinde Time dergisinde de tartışılmıştır. (Richmond, s. 213-227)


Çerkes soykırımını ayrıca modern sosyal mühendisliğin de ilk örneklerinden biri olarak gören Fadayev, Çerkesya'nın işgalini "Rus tarihindeki en hayati görevlerden bir tanesi" olarak adlandırırken Berje “Rusya'nın güvenliğinin ancak Çerkeslerin sürülmesi aracılığıyla sürekli olarak sağlanabileceğini” savunmuştur. “İmparator Aleksander'in daha ideolojik bir görüşü vardı ve Haziran 1861'de Rusya'nın amacının (Çerkeslere ait) topraklara bir Rus Hıristiyan nüfusunu ebedi olarak yerleştirmek olduğunu söylüyordu... gerekirse hepsini öldürmeye hazır oldukları da anlaşılmaktadır.” Evdokimov’un ise ilgilendiği sadece toprak olmuş ve onun için Çerkesler uzaklaştırılması gereken salgından fazla bir şey ifade etmemiştir. (Richmond, s. 128, 129)


Nicholas'ın Kafkasya gezisinden sonra, Ruslar metodik olarak Çerkeslere ölümcül bir darbe vurmanın yollarını aramışlardır ve 1839’daki kötü hasat sonrasında Amiral Lazar Serebryakov bu kapsamda şöyle bir öneride bulunmuştur: “1839'daki kötü hasattan sonra dağlarda genel bir yiyecek sıkıntısı olduğunu ve eğer güçlerimiz yazın saldırır ve mahsulü yok ederse, gelecek kışa kadar hepsinin açlıktan öleceğini bildirdim." Serebryakov resmi olarak soykırım öneren ilk “modern” askeri komutan olarak nitelenebilir. Alan notlarında, 1994 sonrasındaki Çeçenistan saldırılarında olduğu gibi, oçişçenie (tam olarak "temizlik") kavramı da bu dönemde görülmeye başlamış ve beraberinde kaçınılmaz olarak soykırımı getirmiştir. (Richmond, s. 72-78)


Mücadelenin sona ermesinden hemen sonra, o tarihe kadar süren direniş dönemi boyunca yaşanan çok kapsamlı katliamların arkasından yerli halkların tam da Evdokimov’un istediği şekilde Rus zoruyla evlerinden-yurtlarından çıkarılıp sürgün edilmeleri gelmiştir.

Özetle ifade edilecek olursa;


1800'ler boyunca KK'da, onlarca yıl, insanlıkdışı katliamlar yapılmıştır. 

Ve, bunlar, bilinçli bir biçimde, Rus politikasının bir parçası olarak icra edilmiştir. 

Özellikle vahşi yöntemler kullanılmıştır. 

Hiçbir insani tavra tahammül edilmemiştir. 

Katliamlardan sonra canlı kalabilen insanlar ise köklerinden koparılıp, topraklarından fırlatılıp atılmışlardır.



3.KAFKAS YA DA ÇERKES/ÇERKEZ GÖÇÜ


Önceki bölümde belirtilen şekilde Rusya’yla uzun yıllar süren mücadelede mağlup olan  KK’nın yerli halkları sonuçta yurtlarından çıkarılıp Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda bırakılmışlardır.


3.a.Genel Olarak


Bölgeden Osmanlı’ya ilk göçler Kırım’ın elden çıkmasıyla 1780’lerde başlamış ve 1920’lere kadar sürmüştür. İlk dönemde Kırım’dan Tatarlar ve Kuban’dan Nogaylar ile Çerkezlerden bazıları göçerken, 1850’li yıllardan itibaren göçenler tüm Kırım ve KK’lılar olmuştur. Kırım’dan “bazı İngiliz ve Fransız nakliye” gemilerinin de yardımcı olmasıyla Balkanlardaki Dobruca’ya nakledilen Tatar göçmenler için 1856 tarihli bir imparatorluk fermanıyla Mecidiye isimli yeni bir kent dahi kurulmuştur. (ARŞİV BELGELERİ, s. XXI, XLII; Karpat-GÖÇLER, s. 199; Saydam, s. 99, 100; Pinson, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 42-54; Satış, Çerkesler-içinde, s. 211)

20 Nisan 1856 tarihli bir Osmanlı belgesine göre Kırım Savaşı döneminde oradan Osmanlı askeriyle birlikte getirilecek göçmenlerin "kendiliklerinden katılmış yollu" intiba bırakılmasına özen gösterilmesi istenmiştir. Göçmenleri bir an önce iskan edip üretici duruma getirmenin en önemli mesele olduğu görüşüyle 3 Mayıs 1856 tarihinde Silistre Valiliği'ne yönelik olarak hazırlanan talimatta “suyu mevcut, nehir veya denize yakın boş ve verimli arazi tahsis edilerek birbirine yakın köyler teşkil” olunması öngörülmüştür. (Saydam, s. 82, 119)

Göçte Tatarları KK halkları izlemiştir.


1850’lerde başlangıçta küçük çapta olan göçlerin en kapsamlı kısmı 1860’lı yıllarda gerçekleşmiştir. 1859’da İmam Şamil’in Ruslara teslim olmasından hemen sonraki dönemde yoğunlaşan bu göçler 1864 yılında zirve yapıp sonrasında da devam etmiştir.  (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 67-71)


Richmond’a göre, Rus bölge başkomutanı Baryatinsky  Evdokimov'u 1860'ta askeri operasyonların başına getirmiştir. Çerkesleri Rusya'dan tamamen sürmeye kararlı birisi olarak tarif edilen Evdokimov'un planına göre hızla yollar ve istihkamlar inşa edildikten sonra Kazak stanitsaları kurulacak, yiyeceksiz ve barınaksız bırakılacak tüm yerliler ya Kuban Nehri'nin kuzeyindeki ovalara ya da Osmanlı'ya sürülecekti. Belki de modern tarihteki ilk etnik temizliği gerçekleştirme izni alan Evdokimov hızlı hareket ederek yerli halktan çok sayıda kişinin sürgününü gerçekleştirmiştir.  Sadece barışçı değil aynı zamanda Ruslara yardımcı da olmuş olan Abzahlar da Evdokimov'un dağları tüm halktan temizleme kararı çerçevesinde sürülmüşlerdir. Çar Aleksander bölgeye geldiğinde görüştüğü Çerkeslere tüm taleplerini kabul etmeleri halinde itaatlerini kabul edeceğini söyleyince Venyukov’a göre Evdokimov dağlıların İmparator'un teklifini kabul etmeleri fikrinden korkmuş ve kendisi de bir etnik Çerkes olan Albay Abderahman'a o gece onlara gidip her şeyi talep edebileceklerine ikna etmesi emrini vermiştir. Berzeg'in sonraki gün imparatora sunduğu beyan Abderahman'ın istediği kadar sert olmamakla birlikte Aleksander’ı sinirlendirecek nitelikte olmuş ve Çerkeslere  “ovalara" ya da Osmanlı'ya göç etmeye karar vermeleri için bir aylık süre tanımıştır. Venyukov bu toplantının Evdokimov'un komplosuyla sabote edildiğinden emindir. Çerkesler üzerine Kasım 1861 başlarında başlayan nihai Rus saldırılarına ilişkin raporlar katliamlarla doludur. 1863 baharında, "tam anlamıyla kendilerini süngülerimizin üstüne atarak ölen" silahsız Çerkesler denilmektedir. 1863 başlarında savaş neredeyse bitmiş ve Rusların devam eden eylemleri ancak sivil bir nüfusun etnik temizliği olarak tarif edilebilecek şekilde sürmüştür. 1863 yazı boyunca Evdokimov'un “sonbahar seferberliği” kapsamında Ruslar avulları ve buldukları tüm yiyeceği yakmış ve Evdokimov Ekim ve Aralık 1863 arasında ölüme gönderdiğini çok iyi bilerek Çerkesleri kıyılara sürerken açıkça tüm Çerkeslerin Osmanlı'ya gönderilmelerini savunmuştur. Abzah yaşlılarının 1864 baharına kadar evlerinde kalabilme istekleri reddedilmiş, Ruslardan kaçabilmek ümidiyle dağlara saklanan Ubıhlar yavaş bir ölümle yüz yüze kalmışlardır. Fransız ajan A. Fonville gördüğü bir durumu şöyle tarif etmektedir: “Açlık... ağaç yaprakları yiyorlardı... tifüse yol açmıştı... Açlık korkunçtu; pek çok zavallı insan bu yüzden öldü... hiçbir yardımda bulunamıyorduk.../... kurbanların çoğunluğu... kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı.” Sahilde insanlar "paçavralar içinde, açlıktan dökülüyorlardı; anneler ölü çocuklarını kucaklarında tutuyorlardı." Tüm bunlara rağmen, Rus birlikleri Çerkesleri sahile sürmeye devam etmiştir. Çerkesler modern tarihteki ilk devletsiz halk haline gelmişler, Paris Antlaşması'nın kasıtsız bir sonucu olan bu durumda Çerkesler Rusya'nın bir parçası olarak kabul edilmiş, fakat Çerkeslere Rusya'nın tebaalarıyla aynı haklar tanınmamıştır. Ruslar onlara topraklarını işgal eden bir düşman grubu gibi muamele etmiştir. Bütün haklarından mahrum şekilde, Rus ordusunun insafına kalmışlar ve Karadeniz’in tüm kuzeydoğu sahilleri 1864 bahar ve yaz ayları boyunca aç ve hasta sığınmacılarla dolmuştur. Ruslar devlet gemilerinde taşımacılık yapmayı reddetmiş ve sürgünlerin geri kalanı Türklere ve özel gemilere kalmıştır. Sahil büyük bir mezarlık haline gelmiş, gemilerin, "özellikle de Türk" gemilerinin aşırı doldurulması sonucunda pek çok kişi ölmüş, ancak bu duruma rağmen Ruslar 1864 Şubat ayında yoğun kar altında Abzahları sahile sürmeye devam etmişlerdir. Savaş Bakanı Milyutin 1863’de "onlar savaş esirleridir" demiş ve Rusya’nın düşman olarak gördüğü geriye kalan Çerkesler Kazaklar tarafından sömürülerek suistimal edilmişlerdir. Geride kalanlar gayrı resmi olarak ne tebaa ne de özgür kabileler olmayan özel bir kategoriye alınmışlar, Kazaklar öncelikli ve Çerkeslere istedikleri gibi davranma özgürlüğüne sahip olmuşlar, toprakları parçalanmıştır. Fiziksel olarak ortadan kaldıramadıkları yerlerde, Ruslar onların yaşam şekillerini mahvetmek için ellerinden geleni yapmışlar, topraklar dağıtılarak daha önce uyum içerisinde bir arada yaşayan halklar arasına nifak tohumları ekilmiştir. Kazaklar 1880'lere kadar Çerkeslere saldırmaya devam etmişlerdir. (Richmond, s. 79-99, 101-116, 175-180)


Esadze’ye göre, "Yatıştırılmış Dağıstan ve Çeçenistan'daki durum" elverince, yani İmam Şamil’in teslim olmasından sonra, askeri "birlikler 1860 yılı Şubat ayı başında Kuban'a hareket ettiler." 1863'te "stanitsaların kurulmasına, yolların açılmasına girişildi", Nisan ayında geniş bir bölgeyi "Dağlı nüfustan temizlemeyi başardılar", 27 Nisan'da içinde diğer bazı gruplar da bulunan Şirvanlılar "köyleri imha etmek için gönderildiler." Tuba bölgesinde 1864 "17 Şubat'ta Dugin, Kazaklarını üç gruba ayırarak çeşitli yönlerden vadiye inmelerini, ellerine ne geçerse yakmalarını, yok etmelerini... emretti." 1864 "Nisan ayında General Grabbe... Tuba ormanlarının bütün halkını yerinden sürmek ve yok etmek (katletmek) emrini aldı. Fakat Tubalılar kendileri davayı kesin olarak kaybettiklerini anladılar ve hemen hepsi Türkiye'ye göç ettiler." 1864’te "Haziran'ın ilk yarısında artık bütün yerli kitlesi Türkiye'ye gönderilmişti. 1858'den başlayarak 1865'e kadar toplam 418 bin Dağlı nüfus göç etti." (Esadze, s. 72-74, 100, 101, 105, 108, 127-132)


Berzeg’e göre de, 1864 Mayısında toplu  göç ettirmeler başlamış ve tüm kıyı şeridi göçmenlerle dolmuştur. Kıyıda 6 aydan fazla beklemek zorunda kalan gruplar olurken hergün onlarcası açlık, soğuk ve hastalıktan ölmüştür. Taşıma işi yapanlardan 30 yolcu başına bir çocuk almak gibi uygulamalarla köle ticareti yapanlar olmuştur. Yolculukta 50-60 kişilik yelkenlilere 300’den fazla kişi doldurulmuş, yanlarına çok az su ve yiyecek almalarına izin verilmiş ve 5-6 gün süren yolculukta su ve yiyecekleri bitince açlıktan ya da salgın hastalıklardan bir çoğu ölmüştür. Fırtına nedeniyle gemilerin batması yüzünden de birçok göçmen ölmüştür. Osmanlı’ya ulaşıldığında felaketlerin daha korkunç olanları yaşanmıştır. Barınma yeri, yiyecek, su ve tedavi imkanı yokluğundan göçmenler burada da ölmeye devam etmiştir. Çaresiz göçmenlerin felaketinden çıkar sağlamak, onları köleleştirmek isteyen tüccarlara Osmanlı yöneticileri bile katılmış, türlü yöntemlerle %10’u köleleştirilmiştir. “Hatta Trabzon Valisi 8 Çerkes kızını 60-70 liradan satın alarak İstanbul’daki büyüklerine hediye olarak” göndermiştir. (Berzeg, s. 148-152)

*

“Çar II. Alexsander 1861’de görüştüğü Çerkeslere ya Kuban Havzasına yerleşmelerini ya da Osmanlı topraklarına göç etmelerini söylerken, Grandük Mihael tarafından yayınlanan emirde Çerkeslerin bir ay içerisinde göç etmemeleri durumunda harp esiri olarak Rusya’nın çeşitli bölgelerine sürülecekleri bildirilmiş, emrin uygulanmasını kolaylaştırmak amacıyla göç etmeyenlerin Hristiyanlaştırılacağı ve 25 yıl boyunca askere alınarak hilafet ordusuna karşı savaştırılacakları şeklinde söylentiler yayılmıştır.” (Köse-Lokmacı)


“Önlerine iki seçenek konmuştu: Ya bataklık Kuban kıyılarına yerleşecekler ya da Osmanlı'ya göç edeceklerdi.” “27 Temmuz 1864'te Kafkasya Genel Valisi Mihail, II. Aleksandr'ın yüz elli yıl önce, yani 1714'te başlattığı kanlı Kafkas-Rus Savaşı'nın bittiğini bildiren belgeyi yayınladı.” (Kumuk)

*

3.b.Osmanlı-Rus Göç Antlaşmasına Dair


Çelişkiler içeren çeşitli açıklamalarda göçün Osmanlı ile Rusya arasında varılan mutabakat çerçevesinde gerçekleştirildiği belirtilmektedir. 

Karpat’a göre, 1856’da “resmi bir anlaşma yoktu... resmi bir göç anlaşmasının imzalanması çok geç bir tarihe kalmamış olsa gerek. Daha 1859 yılında Rus idaresi, bir grup Çerkezin kabul edilmesiyle ilgili olarak Türk yetkilileriyle bağlantıya geçti; Loris Melikov, 1860 yılında... bu konuyu görüşüyordu. Rusların tahminlerine göre... toplam sayısı 40.000 ila 50.000'den daha fazla olamazdı.” Osmanlı Halife’nin asıl görevinin "kendisine bağlılığını sürdürmüş olan bütün tebaasını korumak... olduğu kanısındaydı. Üstelik hükümet, göçmenlerin insan gücü açığını gidermeye yarayacağını düşünüyor ve onlardan yol yapımında, pamuk ekiminde ve özellikle de orduda yararlanabileceğini umuyordu.” Göç, bir kitle hareketine dönüşüp 1864 ilkbaharında 400.000'e fırlamıştır. Osmanlı göçmen sayısı arttığında Rus-Osmanlı göç anlaşmasının “sınırlı sayıda Çerkez aşiretini ve... Türkçe konuşan bazı toplulukları kapsadığını iddia” edip, göçmen fazlalığı yüzünden şikayetçi olmuş, ancak “Ruslar 1861 yılında göçmen akınına set çektiğinde” de “göç üzerindeki sınırlamaların kaldırılmasını” istemiştir. Bu göçün “küçük çaplı bir Rus-Osmanlı nüfus mübadelesi niteliği kazanmaya başladığının işaretleri vardır. Aslında bu türde bir nüfus mübadelesi, ulusal anlaşmazlıkları çözmeye yarayan bir yöntem haline gelmişti.” Kuban Kazakları atamanı Trabzon'daki bütün Hıristiyanların Kafkaslar'a göç edip yerleşmelerine onay vermiş, “Anadolu'dan pek çok Rum... Kırım'a gitmişti." (Karpat, GÖÇLER, s. 162-169; ayrıca, Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 109, 110; Bice, s. 46-51)

*

"Osmanlılar bazı Çerkes aşiretlerinin göçüyle ilgili Rusya ile 1856'da özel bir anlaşma yapmıştı, fakat bütün Rusya Müslümanların göçünü kapsayan genel bir anlaşma yoktu. 1860'da Loris Melikov Rusya'da yaklaşık 40.000-50.000 Müslümanın göçüyle ilgili yeni bir anlaşma için görüşmeler yaptı.” (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 86, 87-Not:6) 

*


Avagyan’a göre, 1859 Haziranı’nda Osmanlı "bundan böyle göçün bir düzen dahilinde yapılmasını, her iki hükümetin önceden karşılıklı anlaşması olmaksızın gerçekleşmemesini" talep etmiş, Ocak 1860'da “Türk hükümeti ile Çerkeslerin göçü konusunda görüşmelere” başlanmış ve “görüşmeleri hızlandırmakla özel olarak görevlendirilen Tuğgeneral M.T. Loris-Melikov” İstanbul'a gönderilmiştir. 

*

“Loris-Melikov bu görevi mükemmel biçimde yerine getirdi ve Prens Lobanov Rostovski'yle birlikte, Türkiye'nin sınırlarımızdan uzağa yerleştirmeyi taahhüt ettiği 3 bin aile için gerekli izni Babıali'den kopardı. Bunun ardından, göç 1860, 1861 ve 1862 yıllarında da diplomatik yazışmaya gerek olmaksızın sürdü./ Türk hükümetinin başta 40 bin ile 50 bin dağlının göçüne... onay verdiğini belirtmek gerekir. Ancak... sadece 1863 yazında... göçmen sayısı 80 bindir". (Avagyan, s. 40-43)


İnalcık'a göre, “Muhacereti kontrol altına almak için Rus ve Osmanlı Hükümetleri 1860'da bir anlaşmaya vardılar... 50.000 Çerkez gelecekti. Fakat 1864 yılının sonunda bu bir sel haline geldi ve Osmanlı Devleti Doğu Çerkezistan'dan tahminen 552.000 mülteciyi yerleştirme problemiyle karşı karşıya kaldı... 1876'da 600.000 Çerkez Balkan vilayetlerinde yerleşmişti. Balkan eyaletleri elden çıktıkça Kırım'dan gelenler gibi bunların çoğu da Anadolu'ya ve Arap bölgelerine yerleştiler. 1878 Türk-Rus Savaşının sonunda 1.5 milyon Çerkez İmparatorlukta yerleşmişti... 1881 ile 1914 arasında yarım milyon daha hicret etti." Özetle “Çerkes coğrafyasındaki nüfusun tamamına yakını topraklarını terk etmek durumunda kalmış, göç ettirilenlerin önemli bir oranı da bu yollarda açlık, hastalık vb. nedenlerle yaşamını yitirmiştir.” (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 223)

*

İki tarafın mutabakatı ile gerçekleştirildiği konusunda yeterli açıklık bulunan tek göç 1865 yılındaki Çeçen göçü olduğu halde şu tür görüşler de dillendirilmektedir:

*

“Rusya 1864 yılının Aralık ayında toplu göçleri durdurma kararı almıştır. 1867 yılında da hükûmetin 1862 yılında aldığı Batı Kafkasya halkına göç etme izni veren kararı iptal edilmiştir”. “Ancak göçler tamamen sona ermemiştir.” (Urhan)

*


3.c.Göç Süreci


Göç ilk aşamada Kafkasya’dan Balkanlar ve Anadolu’daki Osmanlı topraklarına yapılmıştır. Osmanlı ile Rusya arasındaki 93 Harbi denilen 1877-1878 savaşı sonrasında Balkanlar’daki göçmenler ikinci kez oradan da göç ettirilmişlerdir. Bir ölçüde Osmanlı’nın organize ettiği Kafkasya’daki silahlı faaliyetler yüzünden 93 Harbi’nden sonra Kafkasya’dan da ayrıca yeni göçler yaşanmıştır. 


3.c.1.Kafkasya’dan Göç

Sürecin bir kısmı Rus görevli Esadze’nın anlatımına göre şöyle olmuştur: 1859-1865 döneminde "sıkıştırılan düşman kavimler yavaş yavaş boyun eğdiklerini bildirmeye ya da Türkiye'ye göç etmeye mecbur oldular." Şamil'in teslim olmasıyla Rus dikkati Batı Kafkasya'ya yönelmiş, ancak ilk örnek olan Bjeduğlar Şamil’in teslim olmasından önceki bir tarihte 1859 Mayıs ayında kayıtsız şartsız boyun eğeceklerini bildirmişlerdir. Onları Laba ve Belaya arasında yaşayan Temirgoylar, Mahoşlar, Yegeruhaylar, Besleneyler, Şahgireyler ve Kuban Kabardeyleri izlemiştir. Abadzehlerin 1500 ila 2000 kişiden oluşan halk temsilcileri de 20 Kasım'da yemin edip Rusya’ya bağlılıklarını bildirmişlerdir. “Muhammed Emin'in, halka Muhammed'in yasasının Müslümanların Hıristiyan Çar'ın tebaası olmalarına engel olmadığını açıklayarak ilk olarak bizzat kendisinin yemin etmesi buna çok yardımcı oldu. Abadzeh starşinalarının ricası üzerine General Filipson, Muhammed Emin'in onlar arasında din adamı olarak fakat naip sıfatı olmadan kalmasına izin verdi. Ancak birkaç ay sonra Abadzehler'in boyun eğişinin sürekli olmadığı ortaya çıktı.” Ruslara saldırılar olunca “Muhammed Emin bu akınları önlemedeki bütün arzusuna rağmen hiç bir şey yapamadı. Abadzehlerin kendisini dinlemediklerini ve ettikleri yemini bozduklarını görünce gizlice Türkiye'ye gitti./ 1859 yılının sonuna doğru hakimiyetimizi tanımayan diğer kavimlerden Şapsığlar ve Natuhaylar kalmıştı.” Natuhaylar'ın 40 000 kişilik bölümü de yenilgi “ve önderleri Seferbey Zan'ın ölümünden sonra, 12 Ocak 1860'ta aynı şekilde Çar'a sadakat yemini ettiler. Diğerleri, Şapsığlar arasına sığındılar, ya da göç ettiler." 1860'ta Kuban'a atanan Kont Yevdokimov “kasım ayında Batı Kafkasya'ya kesin olarak boyun eğdirilmesi için gerekli askeri faaliyetler hakkında teklif ve görüşlerini sundu.” Bölgeye “Kazakları yerleştirmek, Dağlılar'a da ovalara yerleşmelerini ya da Türkiye'ye çekip gitmelerini teklif etmek” şeklindeki teklifi onaylanmıştır. “Rus müfrezeleri Rus hakimiyetinin sağlam şekilde yerleşmesine ve yeni Kazak stanitsaları kurulmasına yardımcı oldular. Başılbeyler, Kazilbekler, Tamlar ve Şahgireyler'in bir kısmı kendilerine tanınan sürede yerlerini terk ederek Türkiye'ye göç ettiler. Sadece Besleneyler... ayak dirediler. 20 Haziran 1860'ta Besleneyler aniden kuşatıldı ve dört bin aile, askeri birliklerin kontrolünde zorla Urup Nehri'ne geçirildiler, oradan da Türkiye'ye sürüldüler." Bu aşamada "aralarında ortaya çıkan ve İngiltere'nin, Fransa'nın ve Türkiye'nin onları himayesine aldığını... söyleyerek Dağlıları Rusya ile savaşa devam etmeye ikna eden yabancılar" Çerkesleri mücadeleyi sürdürmeleri için teşvik etmişler ve "Abadzehler, Şapsığlar ve Vubıhlar... Soçi'de, 13 Haziran'da güçlerini birleştirerek hareket etmek için” anlaşmışlardır. Bölgeye gelen Çar 11 Eylül 1861'de Taman'da karaya çıkmıştır. “500'den fazla barışçı ve barışçı olmayan Çerkes, Çar'dan kendilerini Kafkasya'dan sürmemesi için ricada bulunmak niyetiyle Taman'a gelmişti. Biraz uzakta sessizce bekleyen bu Çerkes kalabalığı İmparator'un hemen dikkatini çekti... bunların kim olduğunu sorduktan sonra hızla onlara doğru yöneldi. İşte o sırada insanı derinden etkileyen bir sahne yaşandı. Hükümdar yaklaşınca Çerkeslerin hepsi, aynı anda silahlarını çıkarıp yere koydular ve saygıyla başlarını öne eğdiler. Ardından içlerinden en yaşlı olanı biraz öne çıktı ve şu konuşmayı yaptı:/ "Yüce Çar! Teveccüh göstererek bize dikkatinizi ayırdığınız için mutluyuz... sadık tebaanız olacağımıza söz veriyoruz... yeter ki bizi dedelerimizin, babalarımızın doğup büyüdüğü bu yerlerden sürmeyin..."/ Bu konuşma devam ederken ve daha sonra çevrilirken kalabalık arasında derin bir sessizlik hüküm sürüyordu... Çar yaşlı Çerkes'in sözlerini dikkatle dinledi ve mümkün olan her şeyin yapılacağı sözünü verdi. Bu sözler çevrilir çevrilmez Çerkesler arasında sevinç çığlıkları yükseldi.../ Çerkesler'in Çar üzerinde bıraktıkları izlenim çok olumluydu.” Ancak ayın 16’sında Çerkesler yazılı bir ricaları olduğunu söylediğinde Çar bu dilekçenin alınmasını, Dağlıların isteklerinin inceleneceğini ve genel olarak yaşantılarının düzenlenmesinin Kafkasya komutanlığına bırakıldığı belirtmiştir. “Dağlılar'ın temsilcileri dilekçede topraklarına dokunulmamasını, orada kaleler, stanitsalar yapılmamasını ve yol geçirilmemesini istiyorlardı." Mesele uzayacaktı, "Çar dedi ki: Bir ay süre veriyorum; Abadzehler kararlarını versinler; ya ebedi mülkiyetine sahip olacakları topraklarını alacakları ve kendi düzenlerini, mahkemelerini koruyacakları Kuban'a yerleşsinler, ya da Türkiye'ye gitsinler." Çar'ın cevabının öğrenilmesiyle Abadzehler, özellikle yakın çevrede oturanlar kedere boğulmuş, Çar 19 Eylül'de bölgeden ayrılmıştır. 1862 yılı Nisan ayında Daho Nehri vadisi ele geçirilmiş, bu sırada “Kabardey avcılarının üstün başarısı” görülmüştür. "1863 yılı sonunda bütün Kuban Oblastı Rusya hakimiyetine boyun eğmişti." Şubat 1864'te Şapsığların yaşlıları tamamen boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. “Aklı başında Dağlılar bütün mallarını mülklerini önceden satmışlardı, Dağlıların büyük çoğunluğu ise herşeylerini tek alıcının sadece askeri birlikler olduğu deniz kıyısına getirmişlerdi. Fiyatlar inanılmaz derecede düşmüştü." "Türk gemileri her gün göçmenlerle yükleniyordu." 5 Mart'ta "Vubıhlara bir mektup yollandı... en son siz kaldınız... Türkiye'ye gidebilirsiniz" deniyordu. "Bu mesaj amacına ulaştı. Ertesi gün Vubıh yaşlıları geldi", "sadece üç ay süre istiyoruz; hepimiz Türkiye'ye gitmek istiyoruz... O zamana kadar birlikleri topraklarımıza sokmamanızı rica ediyoruz" diyorlardı, zaman varken hazırlanıp gitmediklerini belirten Geyman "uzlaşmak yok" diyerek "konuşmayı bitirdi. "6'sı akşamı Şapsığlar'a verilen süre doluyordu”, tüm araziyi temizlemek için General Geyman “7 Mart'ta ülke içine hareket etti. Üç kola ayrıldılar, üç gün boyunca bütün köyleri yakıp kül ettiler ve halkını deniz kıyısına doğru sürdüler. 9'u akşamı... Velyaminovski karakolunda Türkiye'ye sürülmek üzere toplanmış büyük bir Dağlı kalabalığı vardı./ 10 Mart'ta müfreze Tuapse Nehri boyunca yukarı ilerledi. Dağlık şeride sefer başlamıştı... on gün devam etti... bütün halk denize iniyordu. 18 Mart'ta... büyük Vubıh ve Ahçıpshu grupları... ateş açtılar... Sivastopol ve Bakü... avcıları... atıldılar. Aynı anda Bnb. Şçelkayev Kabardeyliler'le birlikte Dağlılara sağdan hücum etti. Köy alındı... Çerkesler direnemediler ve tabanları kaldırdılar. Sivastopollüler ve Kabardeyler arkalarına düştüler." "Şapsığlar bu olay sırasında dürüst davrandılar ve tarafsız kaldılar." 19 Mart'ta "Vardane topluluğunun çok sayıdaki bütün köyleri yakıldı... 24 Mart'ta Hacı Granduk Degumuko (Berzeg)... kampa kendisinin gelmesine izin verilmesi için" haber gönderdi, gelip "Vubıh halkı adına, tamamen boyun eğdiklerini... bildirdi.../ 25 Mart'ta tek bir kurşun atılmadan... Soçi alındı... bütün dağlık şeridin hakimiyeti tamamlanmış oluyordu." 26 Mart'ta gelen Ciget temsilcisi de boyun eğiyoruz dedi. 2 Nisan'da bölgeye gelen Büyük Prens birlikleri gördükten sonra "toplanan Çerkes liderlerinin yanına gitti. Onlar kavimlerine göre kabul edildiler; hepsi kendi halkı adına kayıtsız şartsız bütün emirlere itaat etmeye hazır olduklarını bildirdiler. Yalnız tek bir ricaları vardı: Kuban'a yerleştirilmeleri için belirlenen topraklardansa... Türkiye'ye yerleşme imkanı verilmesi. Büyük Prens karşılık olarak, topraklarının Rus yerleşimleri için ayrıldığını ricalarını kabul ettiğini ve onlara göçe hazırlanabilmeleri ve bütün aileleriyle çıkabilmeleri için bir ay süre verdiğini, aralarından çok yoksul olanlara denizi geçebilmeleri için yardım edilmesini emredeceğini ve süre dolduktan sonra... savaş esiri muamelesi göreceğini söyledi. Yaşlı liderler verilen sözün yerine getirileceğini taahhüt ettiler./ Esasen Kafkas savaşı bitmiş sayılabilirdi. Sadece... Ahçipshu ve Psuhu ahalisi... bir direniş gösterebilirdi... Büyük Prens, Poti üzerinden Tiflis'e gitti./ 14 Nisan'da... köyler boşaltıldı... birlikler dört kola ayrıldı." Erivan, Gürcü, Kafkas, Kazak, Don, İmeret ve Mingrel asker ve milislerinden oluşan bütün "kollar yöreyi dağlarda kalan halktan temizleyerek Ahçipshu'ya doğru ilerleyeceklerdi. Kolları bizzat idare etmek için... Büyük Prens geldi", bu kollardan biri "Aibgo topluluğu halkı tarafından sert direnişle karşılandı", ancak direnemediler ve Mayıs ayının 12'sinde tamamen boyun eğdiklerini bildirerek "Türkiye'ye gitmek için kıyıya inmeye başladılar." "Dört kolun tümü... Kbaada vadisinde toplandılar. Bu ücra köyün... Kafkas Savaşı'nın bitmesinin kutlama yeri olmasına karar verildi." "21 Mayıs sabahı ıssız Kbaada düzlüğü... tören düzenine geçtiler." (Esadze, s. 70-72, 79-94, 103, 109-125)

Sohumkale'deki İngiliz konsolosu Dickson'un 13 Nisan 1864 tarihi raporunda da şunlar söylenmiştir: "Gerçekten yaşadıkları topraklar ateş ve kılıçla harabeye çevrildikten sonra Kuban steplerine nakledilmelerini ve böylece işgalcilere düzenli asker kaynağı haline gelmeyi reddeden Dağlıların önünde Türkiye'ye göçetmek dışında bir seçenek kalmamıştır." (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 27)

*

1864’ten sonra 1865'te gelen Çeçenler ile Haziran 1867'deki “4000 hane Abhaz göçmeni ve 1873 de gelmiş olan 3500 hane Çerkes dışında, başka topluca göç olmamıştır. Ancak... göçmen akışı münferit olarak devam etmiştir./ 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Çerkes göçüne yeni bir ivme kazandırmıştır. 1877 yılı Mayısı'ndan Ağustosu'na kadar henüz Türk askeri kuvvetlerinin Abhazistan'da bulunduğu sırada, Trabzon'dan geçirilen Abhazların toplam sayısı 34 bin kadardı." (Satış, Çerkesler-içinde, s. 211, 212)


1877 “14 Mayıs’ta Kafkasyalı gönüllüler Karadeniz’deki Osmanlı donanmasının desteğiyle Sohumkale’yi ele geçirmişti. Çerkez Beylerinin idare ettiği ayaklanma ise Ruslar aleyhine gelişmekteydi. Bu durumda Tiflis’teki Rus genel karargâhı, daha önce yapılan planda Melikov kuvvetlerini desteklemesi düşünülen ihtiyatları Kuzey Kafkasya’da kullanmaya karar vermişti. Bu koşullarda Melikov, kuvvetinin büyük kısmını alarak Kars’a hareket etti ve 5 Haziran’dan itibaren Kars’ı muhasaraya aldı.” (Akcakaya)

*

Yılmaz’ın bu döneme ilişkin olan bir çalışmasında, Kasım 1863-Haziran 1864 döneminde Trabzon ve Samsun’daki duruma ilişkin Osmanlı Karantina Meclisi görevlilerinden Fransız doktor Antoine Fauvel’in bir raporu ile bu dönemde bölgede görevlendirilen İtalyan doktor Barozzi’nin gözlemleri aktarılmış olup, bu çalışmadaki aktarmaya göre Fauvel’in raporunda şunlar söylenmektedir: Sorunlar olsa da, daha çok Nogay/Tatarların geldiği göçün ilk döneminde, sonraki döneme göre göçmenlerin sefaleti daha az olmuş, en azından göçmenler açlıktan ölmemiştir. Göçmenler bu dönemde de yığınlar hâlinde bindikleri büyük gemilerle yolculuk yapmışlar, ancak Osmanlı’ya geldiklerinde onlara gıda yardımı yapılabilmiştir. 1860 kışında İstanbul’da yaklaşık 25 bin göçmen birikmiş, daha sonra Ağustos’tan Aralık’ın sonuna kadar yeni konvoylar ile 30 bin göçmen daha gelmiş ve bunlar büyük oranda şehrin dışındaki kamplara sevk edilmiştir. Bu dönemde ardı arkası kesilmediyse de bu göç süreci göçmenlerin yerleştiği bölgeler tarafından idare edilebilmiştir. Bu dönemde gelen yaklaşık 200 binin üzerinde Nogay/Tatar göçmen değişik yerlerde iskân edilmiştir. Yığılmalarla birlikte hastalıklar bu dönemde de görülmüştür. Kasım 1863’e gelindiğinde göçler artmış, Aralık’ta Trabzon’da beş bin göçmen birikmiştir. “Göçmenler şehirde soğuk ve yağan kardan korunmak için hanlarda, dükkânlarda, evlerde, çadırlarda ve bulabildikleri yerlerde” yığılıp, hastalık ve kötü şartlarla boğuşmuştur. Yeterli gıda yokluğu yüzünden tifüs ve çiçeğin neden olduğu ölümler artmıştır. Şubatın ortalarında ölen göçmen sayısı neredeyse 3.000 olmuş, gelen göçmen sayısı günden güne artmıştır. Tavsiyelerinin işe yaramadığını gören İstanbul’daki Karantina Meclisi durumun ciddiyetine dikkat çekip İtalyan doktor Barozzi’nin bölgeye gönderilmesini teklif etmiş ve bu teklif uygun bulunmuştur. Barozzi 10 Martta Trabzon’a varmış ve tam “bu dönemde, her taraftan kuşatılarak dağlık mekânlarından tamamen sökülüp atılan ve denizden başka bir kaçış yönleri olmayan Çerkes göçmenler Osmanlı topraklarına varmak için kıyılarda yığılarak kayıklara binerken göç hiç umulmayan” bir hale gelmiş ve göçmenler “4, 5 hatta 10 bin kişilik kafileler hâlinde, açlığın, sefaletin” hüküm sürdüğü görülmemiş kötü koşullarda gelmeye başlamıştır. Bu koşullarda “Barozzi’ye yapılması gereken yardımlar, (çadır, nakliye gemileri, peksimet) yerel otoritelerin hükûmetin emirlerini uygulamamasından ötürü” bekletilmiş, malzeme azlığı ile göçmen fazlalığının yanı sıra bölgedeki “görevlinin isteksizliği ve entrikaları ve de Trabzon’daki büyük kalabalığa bağlı olan bazı çıkarlar nedeniyle” etkili önlemler alınamamıştır. Deniz yoluyla yapılacak nakliyelerde vasıtalar tamamen yetersiz kalmış ve  Osmanlı görevlisi de tavsiye edilen hiçbir tedbiri almamıştır. Hastalıklar (çiçek, dizanteri ve tifüs), açlık ve tarif edilemez sefalet yüzünden ölümcül olan durum 15 Mayısta Samsun’a da ulaşmış, şehir tam bir felaketle karşı karşıya kalmıştır. Açlık egemen olmuştur. “Dükkânların önleri, evler, caddelerin ortası, meydanlar ve bahçeler ölen ve ölmek üzere olan insanlarla” dolmuş, dehşet içinde hastalığın kendilerine bulaşmasından ve yağmadan korkan halk şehirden kaçmaya başlamıştır. Haziran’da günde 500 ölüm olmuştur. Göçmenler açlık ve hastalıklardan kırılmıştır. 15 Haziran’dan sonra Trabzon ve Samsun’daki yığılmalar tam zirveye çıkmıştır. Trabzon’daki göçmen sayısı 29 Haziranda yaklaşık olarak 60 bini bulmuş ve kötü şartlar nedeniyle günlük ölüm oranı 300-600 arasında seyretmiştir. Varna’da da 40 bin kadar göçmen birikmiştir. Kasım ayından temmuz ayının başına kadar sayıları 300 bini geçen göçmenlerden üçte biri ve belki de daha fazlası ölmüştür. “Sorun şüphesiz büyüktür. Fakat Osmanlı Devleti’nin kaynaklarını aşan bir mesele değildir. Fakat göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için tahsis edilen imkânların, şimdi de olduğu gibi, beklenildiği gibi orantılı bir şekilde verildiğini söylemek zordur. Göçmenlere yapılan yardımların akıllı bir şekilde yapılmadığı ve mevcut durumu daha da kötüleştirdiği kesindir.” (Yılmaz-Barozzi)

*

“Türk hükümeti Kuzey Kafkasya göçmenlerini karşılamak üzere şu limanlan açmıştı: Trabzon, Samsun, Sinop, Akçakoca, Mudanya, Çanakkale, Gelibolu, Selanik, Köstence, Varna ve İstanbul. İstanbul limanı, sadece transit geçiş noktası olarak görev yapıyordu, çünkü 1865 yılında Türk hükümeti Çerkeslerin başkente girişini yasaklamıştı. Çerkes muhacirlerin buraya gelişlerinde, mutlaka, İstanbul’da ikamet edecekleri süreyi belirten bir özel izin belgesine sahip olmaları gerekiyordu.” (Avagyan, s. 21-79)

*


3.c.2.Balkanlar’dan Göç


Kafkasya’dan 1850’lerde başlayan göçler sırasında göçmenlerin bir bölümü doğrudan Balkanlara gönderilmiştir.

Daha sonra 23 Aralık 1876’da İstanbul Konferansı'nda Balkanlar’daki Çerkeslerin Anadolu'ya gönderilmesi teklifinin Osmanlı “tarafından reddedilmesi üzerine elçiler İstanbul'u terk” etmiş ve Ruslar Osmanlı’ya savaş açmıştır. (İpek-Rumeli’den Göçler, 9, 10)

1877’de başlayan bu savaşta Osmanlı yenilince geçici olarak Balkanlardaki evlerini terk eden muhacirlerden Türk olanlar  savaş sonrası geri dönmek üzere bölgedeki işgale uğramamış Osmanlı topraklarında bekletilirken Çerkes olanlar bekletilmeden doğrudan Anadolu ve Suriye'ye sevk edilmişler ve “seyahat acentalarına da Çerkes muhacirlerin Rumeli limanlarına götürülmemesi tembih edilmiştir.” (İpek-Rumeli’den Göçler, 43, 48)

Mart ve Temmuz 1878’de Avrupalı güçlerin uygun bulduğu Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarıyla barış sağlanırken Rusya tarafının ısrarıyla “Çerkeslerin Rumeli’den çıkarılarak Osmanlı-Rusya sınırından uzak yerlere gönderilmeleri” ve ayrıca Sultan’ın “sınır garnizonlarında Çerkes birlikleri kullanamayacağı” karara bağlanmış ve bunun sonucunda  Balkanlara 1859-1876 yılları arasında yerleştirilen Çerkesler yerlerinden edilerek zorunlu olarak Anadolu içlerine ve daha güney taraflara göç ettirilmek suretiyle bir kez daha sürgün edilmiş ve İstanbul’da 1878 Mart ayında her gün ölen Rumeli göçmeni sayısı 900 civarında olmuştur. (Berzeg, s. 163; Polat)


Kafkasya’dan göçüp Osmanlı’ya sığınan Çerkeslerin, Kürtlerle birlikte gayri-müslim azınlıklar açısından olumsuz değerlendirilmesinin bir sonucu olarak, 1878 Berlin Antlaşması’nda, Ermenilere karşı taarruzlarının durdurulması kayıt altına alınmıştır. (Oral)


3.d.Göçün Nedenlerine Dair


Uzun süre silahlı Rus saldırılarının yaşandığı bölgeden yapılan bu çok kapsamlı ve karmaşık göçte elbette birçok faktör etkili olup göçün kapsamını ve şeklini etkilemiştir. Çeşitli ekonomik gerekçeler, daha iyi bir yaşam beklentisi, kan davaları, bölge halklarının kendi aralarındaki baskı ve çekişmeler, kölelikle ilgili olanlar başta olmak üzere dönemin toplumsal gelişmeleri ve benzeri hususlar muhtemelen bireysel göçlerde bir ölçüde etkili olmuştur.


Ancak genelde, söz konusu göçte Rusya temel itici neden olurken Osmanlı da en azından kapsamı arttıran çekici neden olmuştur.


O süreçte;


-Rusya günümüzde de olduğu gibi Kafkasyalısız bir KK isterken,

-Osmanlı kendi müslüman nüfusunu arttırmak istemiştir. 


Rusya yerlilerini çıkardığı KK’ya Kazaklar başta olmak üzere hıristiyan nüfusu, Osmanlı da kendi ülkesine KK’dan gelen müslümanları iskan etmek istemiş ve etmişlerdir. Bazı kaynaklara göre yirmi yıldan az bir zamanda KK’ya aralarında  Alman, Ermeni ve Yahudi gibi unsurlar da bulunan iki milyon göçmen yerleştirilmiştir. (Habiçoğlu, s. 63-69, 103-106; Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 9; Aydemir, s. 75; Bice, s. 45, 49-51; Koç)


Çarlığın savunucusu olarak tarif edilen Berje “Rusya'nın güvenliğinin ancak Çerkeslerin sürülmesi aracılığıyla sürekli olarak sağlanabileceğini” savunmuş ve dolayısıyla meseleyi Rusya için bir tür beka meselesi olarak görmüştür. (Richmond, s. 128, 129; Kumuk)


Ve Rusya bu anlayışa uygun olarak kendi bekası için bölgenin yerli halklarını zorla evlerinden atmıştır. (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 12; (Saydam, s. 63; Karpat-GÖÇLER, s. 14-16, 95, 339)


Kısacası, Rusya Kafkas göçünün sadece itici nedeni değil, tam anlamıyla asıl nedeni olmuştur.


Rusya’nın isteğinin nedeni de açıklama gerektirmeyecek derecede açıktır; günümüzde de olduğu gibi Kafkayalısız bir Kafkasya istemiş ve fethettiği yerde katliam ve soykırım dahil her şeyi yapmayı kendine hak olarak görüp, istemediği halkları ülkelerinden zorla söküp atmıştır.


Osmanlı’nın da en azından göçü teşvik edici bir tavrı ve rolü olduğu ve Rusya ile Osmanlı’nın her ikisinin de isteyip teşvik etmemesi halinde göçün bu kadar büyük bir boyuta ulaşamayacağı belirtilmektedir. (Habiçoğlu, s. 19, 67-69)


Diğer yandan, KK halkları açısından en yüksek ortak mensubiyet şuuru dinî kimlik üzerine olduğundan, temel kaygı, dinî benliğin gelecek nesillerde de muhafaza edilebilmesiydi. Bunun için ata vatandan dahi vazgeçilebilirdi. Bu ve benzeri düşünceler; Osmanlı’ya kitle göçlerinin temel nedenlerinden birisiydi. (Osmanlı-I, s. 3, 4)


Kafkasyalılar için halifenin ülkesi olan Osmanlı dost ve kutsaldı, din kardeşiydiler ve düşmanları da ortaktı, üstelik Osmanlı Kafkasya'da broşürler dağıtarak onları ülkesine çağırıyor ve çeşitli yollarla sanki bir nevi “cennet” de vadediliyordu. Pekçok “Osmanlı ajanı, Kafkasya'da Osmanlı devletinin çağrı broşürlerini dağıttılar".  (Aydemir, s. 64, 65, 75)

Özbek’e göre, 1856-1859 döneminde Osmanlı yöneticileri bir yandan Çerkezlere gönüllülerin yardımlarını engellemeye çalışırken, bir yandan da daha savaş bitip göçmenler gelmeden önce Çerkezlerin Rumeli’ne hristiyanlara karşı yerleştirilmesini açık açık konuşup planlamış ve hükümet açıkça bunun propagandasını yapmıştır. Polonyalı Lapinski bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışmış, ama dinletememiştir. Buna göre Osmanlı Çerkesleri Balkan halklarına karşı bir set şeklinde yerleştirmeyi düşünmüş, aynı amaçla Tatarları da Balkanlara getirmiş ve bu yolla Balkanlarda müslümanları çoğaltıp hıristiyanları baskı altına almak istemiştir. (Özbek, s. 129) 

Karpat’a göre, Osmanlı 1857 yılında belli başlı Avrupa gazetelerinde yayınlattığı ilanlarla tarımlık toprak, vergi muafiyeti ve çeşitli dini ve kültürel teşvik vaatleriyle Avrupalıları Osmanlı topraklarına yerleşmeye çağırmıştır. "Babıali, göç etmek isteyenlere yardım etmeye karar verdi; nakil ve iskan işini ele alacak olan bir kurul, Paris Barışı onaylanmadan önce kurulmuştu.” Osmanlı gelecek göçmenlerin hepsine "milliyetlerinden bağımsız" olarak “bedava toprak, yük hayvanı, tohum ve tarım aletleri sağlayacağına söz vermişti." 1864’e kadar Kırım ve Kazan'dan 595.000 göçmen Osmanlı topraklarına sığınmış ve "Rusya'dan göçmen akını, 1857 tarihli resmi davetle gelmesi beklenen Avrupalı yerleşimcilere duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmıştır." (Karpat-GÖÇLER, s. 202, 207-209)

Çeşitli görüşlere göre, Rus baskı ve şiddeti yüzünden Kafkasya’dan gelmek isteyen göçmenlere Osmanlı, “ilk aşamada olumlu bakmıştır. Osmanlı Devleti’nde tarımsal üretimde kıt olan emek faktörüdür…. 9 Mart 1857’de yayınlanan bir irade ile göçler serbest hale getirilmiştir.” Osmanlı boş arazileri değerlendirmek ve tarıma elverişli hale getirmek maksadıyla, muhacirlere büyük araziler verip, bir bakıma göçü teşvik etmiştir. Göçün genelde Osmanlı ile Rusya’nın anlaşmasıyla gerçekleştiği konusunda mutabakat bulunmaktadır. (Kızılkaya/Akay-Suriye’de Zorluklar; Polat; Urhan; Butbay, s. 115; Koç; Asan; Richmond, s. 131-148; Chochiev)

*

"Abdülhamid'in Çerkesleri ve Kürtleri Ermenilere karşı kullanması, Çerkeslerin Arap ve Dürzilere karşı kullanılmasında da olduğu gibi, işgal altındaki halklara arka çıkmak üzere büyük batılı güçlerin işe karışmasını engellemiş, aşırılık ve gaddarlıkların tüm sorumluluğu, "vahşi ve savaşkan dağlı aşiretlerin" sırtına yıkılmıştı.” Balkanlarda bu uygulama Çerkeslerin bölgeden uzaklaştırılmasıyla son bulmuştu. "Osmanlılar, Ermenilere yöneltilen şiddete ilişkin tüm sorumluluğu Kürtlere ve Çerkeslere yıkarak kendilerini suçsuz gösteriyorlardı. Halbuki Osmanlı hükümeti, Ermenileri sıkıştıran ve öldüren Kürt beylerine hamilik ediyordu." Ayrıca Çerkes unsurunun “panislamizm doktrini ve de Rus etkisinin önünü kesme amacıyla doğrudan bağlantılı olduğunu da gözden kaçırmamak yerinde olacaktır... II. Abdülhamid, panislamizm fikirlerinin hem İngiltere, Fransa ve Rusya'nın boyunduruğu altındaki milyonlarca Müslümanın dini duygularını harekete geçireceğini hem de kendi müslüman tebaası içinde olası karışıklıklardan koruyarak Türkiye'nin konumunu güçlendirmeye yarayacağını... iyi kavramıştı... asıl önemli olan Rusya'nın tavrıydı. Çünkü asıl tehlike tehdidi onun yönünden geliyordu. II. Abdülhamid bu nedenle, panislamizm fikrinin Rusya'nın Müslüman nüfusu arasında... yaygınlaştırılmasına önem veriyordu. Kafkasya ve Orta Asya'ya sayısız Türk ajanı yollanmıştı.../ Panislamizm propagandası en çok taraftarı Kafkasya'da topladı... Kuzey Kafkasya'da... Rus yönetimine karşı koymayı sürdürdükleri için Türkiye'nin yardımına muhtaçtılar. Bu yardımın panislamizm, pan türkizm veya başka herhangi bir kisve altında olması çok da önemli değildi." (Avagyan, s. 119-121)


Rusya Çerkezleri "medenileştirmeye" çalıştı. Çerkezler “kabul etmeyerek Rus işgalcilerine karşı mücadeleyi sürdürdüklerinde ise göç etmeye zorlandılar." (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 109, 110)

*

Göçün nedenleri ve İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere çeşitli çevrelerin göçe dair yaklaşımları konusunda bazıları birbiriyle çelişen başka çeşitli görüşler de bulunmaktadır. (Berzeg, s. 49-53, 126-129, 173; Tunçbilek-Dündar; Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 16, 17; Habiçoğlu, s. 103-106, Köse-Lokmacı; Urhan; Çiçek; Sotnıchenko, Çerkesler-içinde, s. 401; Kanat; Güneş; Avagyan, s. 39)


1865’deki Çeçen göçünün organizatörü Kundukhov'un ve bazı benzerlerinin göç kararında da Rusya’da köleliliğin kaldırılmasının söz konusu olmuş olması muhtemeldir. 

*

“Üstelik de çalışacak adamı olmadıktan sonra iki üç bin desyatin toprağı ne yapacaktı? Belki de devletin özgürlük verdiği işçiler ve köylüler, ellerinden her şeyi alabilirlerdi. Böyle olayların olduğu yer ve zamanlar olmuştu. Bütün bunları anlayan Kuban’daki feodaller ve beyler, sahibi oldukları köylüleriyle birlikte Türkiye’ye göç etmişti.” (Aydemirov, s. 133, 134)

*

Bütün bu görüşlerde belirtildiği gibi, elbette bireysel olarak farklı anlayışlarla hareket edenler de olmuştur, ama genelde göçün asıl nedeninin Rus uygulamaları ve zoru olduğu açıktır.


Özetlenecek olursa KK göçünün biri itici neden Rusya ve diğeri çekici neden Osmanlı olmak üzere iki temel nedenle oluştuğu söylenebilir.


3.e.Osmanlı’nın Göç Konusundaki Tavrına Dair


Bu konuda iki farklı görüş bulunmaktadır: Bu görüşlerden birinde göçten kendi ihtiyaçlarını karşılamak isteyen Osmanlı’nın da sorumlu olduğu belirtilirken, diğerinde Osmanlı’nın sadece insani maksatlarla zor durumdaki göçmenleri topraklarına kabul ettiği ifade edilmektedir.


3.e.1.Göçten Osmanlı da Sorumludur


Aslında genelde Osmanlı’nın o dönemde müslüman göçmenlere ayrıntıda daha da çeşitlendirilebilecek şu üç temel nedenle ihtiyaç duyduğu konusunda geniş bir ittifak vardır:

-Boş durumda bulunan geniş arazilerin ekilip biçilerek verimli hale getirilmesi,

-Yeni asker ihtiyacının karşılanması,

-İsyankar yerel unsurlara karşı denge sağlanarak merkezi otoritenin güçlendirilmesi.

Bu nedenlerin her biri o dönemin Osmanlısı için her biri diğerinden daha önemli olan bir ihtiyacın ifadesidir ve  gayet reel davranan tecrübeli Osmanlı yönetiminin de o dönemde bu ve diğer nedenler yüzünden, “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışının da etkisiyle, ezeli düşman Rusya’ya düşman bir nüfusa sahip olmayı önemli görüp, göçmenleri ülkeye kabul ederek ülkenin bekası için çok önemli bir demografik mühendislik çalışması yapmış olduğunu kabul etmek doğru görünmektedir. (Sultan Abdülhamit, s. 173; Küçük, s. 90; Karpat-GÖÇLER, s. 156-158; Lewis’ten aktaran Tanilli, s. 259, 261; Onat; Taştekin-Ukrayna)

Küçük’e göre, Çerkes göçü Osmanlı açısından "pek dillendirilmek istenmeyen bir lütuf olmuştur." (Küçük, s. 91-93)

*

“Muhacirlerin kabulünde insanî ve dinî hassasiyetler kadar devletin en büyük kaynağı olan nüfusun arttırılması isteği de mühim bir yer teşkil eder. Çünkü nüfus artışı devlete bir takım külfetler getirmekle birlikte, boş tarımsal arazinin değerlendirilmesi, üretimin arttırılması, ekonominin canlanması, vergi nüfusu ve gelirinde artış sağlanması, asker ihtiyacının karşılanması vs. sonuçları düşünüldüğünde büyük bir kazanç sayılabilir.” (Berber)

*

3.e.2.Göçte Osmanlı Tamamen İnsancıl Davranmıştır 


Göçte Osmanlı’nın da sorumluluğu olduğunu iddia edenlerin görüşlere karşın, Türkçe kaynakların büyük çoğunluğunda, genelde Osmanlı’nın zor durumdaki dindaşlarına halifenin ülkesinin sırt çevirmesinin uygun olmayacağı gerekçesiyle kucak açtığı şeklinde açıklamalar yer almaktadır.


Hatta Saydam örneğinde olduğu üzere bazıları göç için özendirmesi dahi olmayan Osmanlı’nın göçmenleri tamamen insancıl nedenlerle kabul ettiğini söylemektedirler. 


Osmanlı’nın tamamen insani maksatlarla göçmen kabul ettiğini savunan görüşün en derli toplu savunucularından biri olan Saydam konu hakkında şunları ifade etmektedir: “Özellikle Kafkas kökenli araştırmacılar, Osmanlı Devleti'nin tutumunun, göçlerde birinci derecede etkili olduğunu ima eden bilgiler ileri sürmektedirler.” Oysa Osmanlı “bu insanları sadece insani maksatlarla kendi ülkesine kabul etmiştir”, “tarım alanlarını işleyecek... ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak elemanlara ihtiyacı Kırım Savaşı'ndan sonra daha çok artmıştı”, ancak “gelmesi istenen nüfus; Rus saldırıları sonucu "perişan" ve "çırıl-çıplak" gelenler değildi”, “hükümet... maddi imkanları yerinde, ziraat ve sanatı bilen göçmenler istemektedir”, "hazinenin müsait olmayışı sebebiyle bu gelenlerin kabul olunmaması taraftarı iken, bu nüfusu reddederek onları Rusya'nın kahr ve şiddet eline bırakıp telef etmeğe razı olmadığından çaresiz ülkeye giriş yapanlara ruhsat verilmiştir." Osmanlı “öncelikle meseleye insani duygularla yaklaşmıştır. Rusya'nın iç bölgelere sürmek, belki de silahlı müdahalelerle imha etmek istediği toplulukları, bu devletin gazabından kurtarmak düşüncesi, bütün maddi kayıplardan daha önemli görülmüştür. Birtakım gayr-i müslim kitlelerin de göçüne razı olunmasının sebebi budur... Müslüman olanlar bir İslam ülkesinde, Halife'nin Bayrağı altında yaşayarak, dini vecibelerini bir dış müdahale olmadan yerine getirmek istediklerinden... kabul edilmeleri için müracaatta bulunuyorlardı. Diğerleri ise Osmanlı idaresinin engin toleransından faydalanmak arzusundaydılar. Müslümanların başvurusunu Halife'nin reddetmesi mümkün görülmüyordu. Çünkü bu hem dini bir vazife hem de siyasi bir konuydu". "Gerçi devletin nüfusu kendisine yeterlidir. Ancak göçmen kabulü ile ülkenin imarı daha da artacaktır. Memlekette bol miktarda bulunan miri arazi ile sahipleri tarafından terkedilen arazilerin bu yolla şenlendirilmesi imkan dahiline girecektir.” Sıtma gibi hastalıkların önüne geçilebileceği, üretici duruma geçilmesiyle hazinenin gelir kaynağına kavuşacağı, askeri faydanın da fazla olacağı, devlet otoritesini hiçe sayan konar-göçerlerin medenileştirilmesine, bazı "ekrad ve urban aşairi"nin de devlet nizam ve düzenine alıştırılmalarına katkıda bulunacağı düşünülmüştür. “Başlangıçta... uzun boylu düşünülmüş değildi. Sadece insani ve dini mülahazalarla göçe izin verilmekteydi. Yoksa devlet bu faydaları sağlamak için özel bir gayret sarfederek hicret yolunu açmış değildi.” Muhtemelen Osmanlı bir emrivaki sonucunda karşılaştığı göçün ileride kendisine yarar sağlayacağını düşünerek yapılan harcamaların boşa gitmeyeceğine kendisini “inandırmış” olmalıdır. 12 Aralık 1863 tarihli Arz Tezkeresi’ne göre, “ihsan isteyen yoğun nüfusu reddetmek ve onları Rusya'nın kahr ve şiddet eline bırakmak Halife'nin yüce şanına uygun düşmeyecektir.” Muhacirin Komisyonu Reisi Vecihi Paşa da, gelenlerin cümlesi geri gideceği, dost ve düşmana karşı da uygun düşmeyeceği, baştan kabul edildiği için sonuna kadar devam edilmesi gerektiği, böylece saltanatın şan ve şevketinin muhafaza edileceği, ayrıca elde edilecek ekonomik ve askeri faydaların da dikkate alınması gerektiği görüşündedir. "Devletin göçmen kabulü ve iskan sırasında sadece kendi siyasi ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirmeye matuf icraatta bulunduğu görüşü gerçeği yansıtmamaktadır./... Çerkes muhacirlerinin, Rumeli bölgesindeki Hıristiyan halkı... dengeleyici unsur olarak kullanıldığı yolundaki iddialara da açıklık getirmek gerekir.../... ilk muhacir kafilesi olan Kırım Tatarlarının 1856 yılında Dobruca’ya sevklerine bazı İngiliz ve Fransız nakliye gemileri de yardımcı olmuştu ve o sırada böyle bir itiraz ya da tenkit bahis mevzuu olmamıştı. 1860'lı yılların ortalarından itibaren yapılan bu tür suçlamalar, doğrudan Balkanlardaki komitacılara sağlanan destekle ilgilidir./ Bab-ı Ali, iskan politikasını tesbit ederken hem göçmenlere hem de ülke için en faydalı yolu bulmaya çalışıyordu.../ Özellikle Çerkeslerin bu göç sırasında aşırı derecede mağdur edildiği keyfiyeti mübalağalı bir düşüncedir. Bkz. Nihat Berzeg, Tehciru'ş-Şerakise". İskan yerlerinin “belirlenmesi sırasında muhacirlerin de görüşleri alınıyordu” ve Osmanlı “gelenleri bir yerde zorunlu iskana tabi tutmanın uygunsuz olacağı görüşündeydi.” “Nihat Berzeg, "Çerkeslerin Sürgünü ve Göçürülen Çerkeslerin Yerleştirilmelerinde Güdülen Amaçlar", s. 16'da iskan sırasında muhacirlerin görüşlerinin alınmadığını yazıyor ki, doğru değildir. Mesela Kürdistan Eyaleti'nde iskan olunacaklara yerlerinin önceden gösterildiğine ve muvafakatlerinin alındığına dair bkz. İrade, Dahiliye, 38199, lef ı." "Osmanlı yönetiminin her çeşit dini ve etnik gruba hoşgörülü ve merhametli yaklaşımı, Müslümanlar dışındaki toplulukların da göç etmelerine yol açmıştır." "Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminden itibaren... baskılarla bunalan toplulukların ilticagahları olduğu bilinmektedir." (Saydam, s. 76-79, 81, 94, 96-100, 124) 

Görüldüğü üzere Saydam o dönemde Osmanlı’nın göçmenlere ihtiyaç duyduğunu ve gelen göçmenlerin Osmanlı’ya bazı yararlar da sağlayabileceğini kabul etmekte, ancak KK’lı göçmenlerin ihtiyaç duyulan türden göçmenler olmadıklarını, Osmanlı’nın buna rağmen bu göçmenleri topraklarına tamamen insani ve dini nedenlerle kabul ettiğini belirtmektedir.

Diğer yandan Osmanlı Ruslara karşı mücadele etmek bir yana bizzat Rus ordusu saflarında hizmet etmiş olduklarından hiç de zor durumda olmayacakları açık olanları orduda görev de vererek tabiiyete kabul etmiştir, ki bu durum Osmanlı’nın göçmenleri tamamen insani yaklaşımla kabul ettiği görüşüyle çelişmektedir. Bu durumun örneklerinden biri Rus ordusunda general rütbesine kadar yükselmiş olup Osmanlı’da paşa yapılan Kundukhov, bir diğeri de Osmanlı’da “haiz oldukları rütbeler verilerek orduda istihdam” edilen "Dağıstan ümerasından olup Rusya'da miralay rütbesine sahip Ömer Bey ve yanındaki otuz adamı”dır. (Saydam, s. 123)


3.f.Göçün Niteliği: Sürgün


Koç’un gayet isabetli anlatımına göre, yaşamsal bir zorunluluk olmadan böyle bir göçün yapıldığını düşünmenin mantıklı bir tarafı yoktur. Rusların bir kısmını zorla Sibirya’ya ve Kuban ırmağının kuzeyine sürdükleri Çerkesleri Amerikan yerlileri gibi vahşi ve uslanmaz topluluklar olarak gördükleri ve imha edilmelerinin bir devlet politikası olarak gerçekleştirildiği ve bu uygulamaların açıkça “soykırım ve etnik temizlik” niteliğinde olduğu çeşitli araştırmalarda belirtilmiştir. Bu yüzden soykırımdan kurtulmak amacıyla yüzbinlerce insanın hurda gemilerle, batması kesin olan kayıklarla tıka basa kitleler halinde göç etmek zorunda kalmıştır. Bir soykırım-kesin ölüm tehlikesinin olmadığı durumda bir milyondan fazla insanın vatanını terk etmesinin, üstelik göç edenlerin yarısına yakınının çeşitli sebeplerle hayatını kaybettiği gerçeği bilinirken bu yola başvurmasının “mantıkla ve yaşanan gerçeklerle” uyuşmadığı kabul edilmelidir. “Ruslar‘ın temel gayesi olan Kuzey Kafkasya‘yı Kafkasyasızlaştırmak politikasının uygulanması çerçevesinde… çeşitli araştırmalarda 1,5 milyon civarındaki Kuzey Kafkasyalı‘nın anavatanından çıkarıldığı durumu göç kavramı ile açıklamak yetersiz kalmaktadır.” (Koç; Koç-Kuzey Kafkasya, s. 113)

Yaşanan istisnalar hariç tam anlamıyla sürgündür.

*

"Çerkesler, Kafkasya'nın yerleşik halklarıdır ve... kendi topraklarından zorla çıkartılmış yani sürgün edilmişlerdir.." "Çerkeslerin... topraklarına yönelik yıllarca süren işgal, savaş ve soykırım sonrasında ortaya çıkan bu durumu, kavram olarak ancak "sürgün" açıklayabilir." (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 221, 222)


İngiliz belgelerinin "verdiği ilk izlenim, olayın zorlanmış, seçme hakkı filan ortadan kaldırılmış bir göç ve sürgün olayı olduğudur." (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 9)

*

Kendi istekleriyle gelenler de olmakla birlikte göçenlerin büyük çoğunluğu kendi istekleriyle gelmemiş, zorla yerlerinden edilmişlerdir.

Ancak konu hakkında farklı görüşler de mevcuttur.

Kafkasya’daki göç politikasında farklılıklar bulunan Çarlık Rusya’sının “Dağıstanlıları, Çeçenleri ve kıyı Abhazlarını başka bir yere veyahut Osmanlı Devleti’ne göçe zorlamadıkları,  yalnızca itaat altına almakla yetindikleri” şekilde görüşler de bulunmaktadır. (Ergenoğlu)


Habiçoğlu’na göre de Çeçenler için Rusya “başka yerlerde iskan edilmeleri veya Türkiye’ye göç etmeleri konusunda görüldüğü kadarıyla herhangi bir zorlayıcı politika takip etmemiştir.” (Habiçoğlu, s. 63)

Oysa Habiçoğlu’nun da alıntı yaptığı General Musa Kundukhov’un Anıları adlı kitapta açıkça bunun tam tersi söylenmekte ve Çeçenler için çok açık bir biçimde sürgün planlandığı, Çeçenler için Çeçenistan’ın yaşanamaz bir yer haline getirildiği, göçe zorlandıkları ve Kundukhov’un kendisinin de göç için çalıştığı anlatılmaktadır. 

Göç kavramıyla ifade edilebilecek şekilde kendi isteğiyle gelen bazı göçmenlerin olduğu gerçekliktir, ancak göçmenlerin çoğunluğunun istekleri dışında Rus zoruyla evlerinden atıldığı, yani sürgün edildikleri de apaçık olan bir başka gerçekliktir.  

KK halklarının geneli için olduğu gibi Çeçenler için de durum budur ve hatta bazı farklı görüşler olsa da Çeçenler için daha çok böyledir.

Zira 1859’da Şamil’in teslim olmasıyla KK’nın doğusundan küçük ölçekli göçler olsa da hemen kapsamlı bir sürgün uygulaması gerçekleşmemiş olmakla birlikte Rusların en çok Çeçenlerden “kurtulmak” istedikleri konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Zaten o aşamada doğuda direnişi sürdürenler de genelde Çeçenler ile komşu Lezgilerden ibarettir. O sırada diğer Dağıstanlıların büyük çoğunluğu ile komşu Kabartay ve Osetler büyük ölçüde Rus saflarında yer almaktadırlar ve direnişi sürdüren Çeçenlerin toplam nüfusu da fazla değildir. Bu yüzden o sırada az bir nüfusun sürgünü öncelikli bir konu olmamıştır. KK’nın doğusundaki direnişin sona ermesinden sonra batıda direnen Abzek, Şapsığ ve Ubıhlara boyun eğdirilmesi sadece bir zaman meselesi olmuş ve sürgün de genel hatlarıyla bu sırada direnişin tamamen sonuçlanmadığı 1860 yılında planlanıp uygulanmaya başlanmıştır. Sayıları çok azalmış olan Çeçenlerin asıl sürgününe 1864’de direnişin tamamen sona ermesinden sonra sıra gelmiştir.  

Sonraki bazı dönemlerde yaşananlar da Rusların her fırsatta en çok Çeçenlerden “kurtulmak” istedikleri konusunda kuşku bırakmamaktadır. Bilindiği üzere Ruslar diğer bazı kardeş halklarla birlikte 1944’te Çeçenlerin neredeyse tamamını sürgün ettikleri gibi günümüzde de fiilen istedikleri ölçüde tam olarak gerçekleştirememişlerse de 1994’te net bir şekilde belgesiyle ortaya çıktığı üzere Çeçenleri sürgün etmeyi planlamış ve bunun bir ölçüde fiilen gerçekleşmesini bombalamalar ve katliamlarla sağlamışlardır. Rusya’nın 1994 yılında Çeçenlerin güncel sürgünü için hazırlayıp “ÇEÇEN CUMHURİYETİNDEKİ NÜFUSUN GÖÇ ETTİRİLMESİ İLE İLGİLİ TEDBİRLERE DAİR PLAN” adını koyduğu bu sürgün planı 1.12.1994 tarihli Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin imzalı yazı ile ilgililere duyurulmuştur. (Kutlu-Direniş, s. 588-591; Forsyth, s. 567)

*

                         1944 Yılı Çeçen Sürgünü Yol Haritası




Forsyth, (James Forsyth, KAFKASYA, Bir Tarih, İngilizceden Çeviren: Timuçin Binder, Birinci Basım: Eylül 2019, Ayrıntı Yayınları, İstanbul), s. 567’den alınmıştır.

*


Sonuç itibariyle görüşler farklıdır, ama normal olarak istisnalar dışında Osmanlıya gelen KK göçmenlerinin büyük çoğunluğunun isteyerek geldiği söylenemez, kendi istekleriyle gelenler de bulunmakla birlikte gelen göçmenlerin büyük bölümü zorla ya da hile ile aldatılarak yerlerinden, yurtlarından edilmişlerdir ve bu sonuç itici ve çekici nedenlerin elbirliğiyle gerçekleştirilmiştir, yani bir yandan kendi ülkeleri yaşanamaz hale getirilip cehenneme çevrilirken diğer yandan gidecekleri yer kendilerini dört gözle bekleyen bir cennet olarak sunulmuş gibidir.

Dolayısıyla yaşanan göç değil sürgündür. 

Ama bütün bunlara karşın genel kullanıma uygunluk açısından bu çalışmada göç kavramı kullanılmıştır

3.g.Göçün Kapsamı


Sağlıklı istatistiklerin olmadığı o dönemdeki bölge nüfus tahminleri farklıdır. Mesela, Klaproth’a göre “Kafkas berzahı” nüfusunun toplam 527.887 aile, 2.375.487 kişi ve bunlardan sadece yaklaşık 230.000 kişiye karşılık gelen 51.130 ailenin “Çerkesler” olduğu belirtilirken bazı tahminlerde Çerkes nüfusu 4 milyon olarak ifade edilmektedir. (Marigny, s. 13, 14, 189)


Sözkonusu göçte gelenlerin sayısı da net olarak belli değildir ve hatta bu konuda yaklaşık bir sayıda dahi mutabakat bulunmamaktadır. Konu hakkındaki bilgiler çelişkilidir. Ruslar "rakamları küçük göstermek için özel bir çaba içinde" olmuşlardır. Tahminlerde çok farklı sayılar dillendirilmekle birlikte, genellikle 1850’lerin ortalarından yüzyılın sonuna kadar olan dönemde büyük çoğunluğu Kırım ve KK’dan olmak üzere yaklaşık 2 milyon civarında insanın Osmanlı topraklarına göç ettiği,  en yoğun hareketliliğin 1863 sonbaharı ile 1864 ilkbaharı arasındaki dönemde yaşandığı ve bu dönemdeki göçün Büyük Çerkes Göçü olarak da adlandırıldığı ifade edilmektedir. (Habiçoğlu, s. 7, 71; Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 19)


Habiçoğlu, özellikle 1858-1864 arasındaki devrede göç eden Kafkasyalıların toplamı hakkında verilen rakamların 200.000 ile 1.500.000 arasında değiştiğini, tam sayıyı bilmenin neredeyse  imkansız olduğunu, çünkü hem bazı memurların ve hem de bazı göçmenlerin zimmete para geçirme ve haksız yere yövmiye alma gibi usulsüzlüklerinin de etkisiyle kayıtların bir türlü düzene sokulamadığını, Sadrazam Ali Paşa’nın Ağustos-1864’de padişaha verdiği rapora göre 1855’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’na 595.000 kişinin göç etmiş olduğunu, bu sayının Kırım ve Kafkasya’dan gelenleri kapsadığını, kendisinin yaptığı bir araştırmada da 1865-1907 yılları arasında yalnız Kafkasya’dan gelen göçmenlerin mevcudunu 165.000 olarak hesapladığını, 1855’den 1907’ye kadar olan dönemde Osmanlı topraklarına ulaşabilen Kafkasyalı göçmenlerin sayısının 600.000’in üzerinde ve Kafkasya’dan göç etmek için harekete geçen ve yollara ve denizlere dökülen nüfus sayısının da bir buçuk milyon civarında kabul edilebileceğini belirtmektedir. (Habiçoğlu, s. 70-73; ve ayrıca, Satış, Çerkesler-içinde, s. 217; Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 77-79; Asan)


3.g.1.Kırım Göçmenleri


Sadece Kırım’dan gelen göçmen sayısıyla ilgili tahminlerden bazıları şöyledir:


Bir görüşe göre, Kırım'ın 1783'de Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra muhtemelen Osmanlı topraklarına olan ilk müslüman göçünde yaklaşık 80.000 Tatar Kırım'ı terkederek önce Besarabya ve Dobruca'da ve daha sonra büyük kısmı Anadolu'da yerleşmiş, 1783-1922 yılları arasında Osmanlı’ya göç eden Tatarların sayısı yaklaşık 1.800.000 kişi kadar olmuştur. (Bice, s. 44; Karpat-GÖÇLER, s. 162-169, 208)

Saydam’a göre ise, Kırım’dan “1800 yılına kadar yaklaşık olarak nüfusun %33'ü yani 500 bin kişi göç etmek zorunda” kalmıştır. Şamil'in teslim olduğu yıl, yaklaşık 16 bin Nogay, Kafkasya'dan Osmanlı’ya geçmek istemiştir. 1860 Nisan-Ağustos döneminde 100.000 Tatar göç etmiş olup Kırım Savaşı ile 1860 yılı arasında göç edenlerin de asgari 141.667 olduğu dikkate alındığında 1862'ye kadar göç edenlerin sayısının 369.028'e ulaştığı görülmektedir, ki bunlar sadece Kırım üzerinden gelenlerdir. (Saydam, s. 64, 65, 85, 86)

3.g.2.KK Göçmenleri

KK göçmenlerinin sayısı konusundaki tahminler çok farklıdır, çoğunluğunda göçmen sayısı 500 bin ile 1.500.000 arasında değişmekte ve  bazı tahminlerde 100.000’e kadar inmekte ya da 3 milyona kadar çıkmaktadır. (Berzeg, s. 160; Pinson, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 42-54; Tuna, s. 146-148; Bağ, s. 5-18; Koçİ Habiçoğlu, s. 70; Avagyan, s. 58, 60; Durmaz; ve ayrıca Köse-Lokmacı; Hızal, s. 48-52; Polat; Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 222; Urhan; Esadze, s. 127-132;  Kumuk; Aydın- Kaya; Albayrak; Papşu)

Sadece Karpat’a ait olup bazıları birbiriyle çelişen tahminler şöyledir:

*

1862-1870 döneminde göçen "toplam Çerkes sayısı 1.2-2 milyon arasındadır." Büyük kısmı deniz yoluyla, bir kısmı da karadan gelmiştir. "Yaklaşık 500.000 Çerkesin yolculuk sırasında denizde veya vardıkları limanlarda... öldüğü tahmin edilmektedir. Buna karşın yaklaşık bir milyon Çerkes... yaşamını sürdürdü ve Rumeli ve Anadolu'ya yerleşti.” Suriye'ye gelen göçmen Çerkeslerin sayısı "tahmini olarak hesaplanabilir." 1878 Mart'ında "çoğu Çerkes 180.000 Müslüman göçmen, iskan bölgelerine gönderilmek üzere İstanbul'a yığılmıştı. Ayrıca 50.000 göçmen bu kentten daha önce ayrılmıştı... 1879 Ocak ayında... İstanbul hariç 14 vilayete toplam 478.958 göçmenin geldiği" hesaplandı. Göçler 1879'dan sonra da devam etti. (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 67-71, 77-79)

“Göç, bir kitle hareketine dönüştü... 1864 ilkbaharında... 400.000'e fırlamıştır.” “Çerkez göçüne katılmış olanların sayısıyla ilgili tahminler, 700.000 ile 1 milyon arasında değişmektedir." (Karpat-GÖÇLER, s. 162-169; ayrıca Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 109, 110)

“1854-1908 yılları arasında Rusya'dan (Kafkasya, Kırım, Kuban ve Orta Asya) ve Balkanlar'dan yaklaşık beş milyon Müslüman Osmanlı topraklarına göç etti; aynı zamanda yaklaşık 500.000-800.000 arasında Rum, Ermeni ve Arap da öncelikle Rusya ve Amerika'ya olmak üzere diğer ülkelere göç ettiler." "Çerkez olarak adlandırılan üç milyondan fazla Kafkas kökenli insan, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına yerleşerek nüfusun şişmesine neden olmuştu; bu süreç 1862 yılında başlamış ve 20. yüzyılın ilk on yılında da sürmüştü.” “Selahaddin Bey, Osmanlı devletine yeni gelen Çerkezlerin sayısına ilişkin oldukça doğru tahminde bulunan ilk kişiydi. Toplam 1.008.000 kişiden söz ediyordu ki… Avrupa'ya 595.000, Küçük Asya'ya ise 413.000 Çerkezin yerleşmiş olduğunu iddia ediyordu… (Çerkezlerden söz eden az sayıdaki Avrupalı istatikçinin, göçmen sayısını en çok 200.000 olarak tahmin etmesi, bu göçün boyutu konusundaki bilgisizliklerini ele vermektedir.)” (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 49, 66, 67)

Kafkaslar'dan 1864-70 arasında sürülenlerin sayısının iki buçuk milyon olduğu ve bunların bir milyonunun açlık ve hastalık gibi nedenlerle yolculuk esnasında hayatlarını kaybettiği tahmin edilmektedir. "Osmanlı topraklarına 1856-1916 arası gelen takriben yedi milyon göçmenin... hemen hemen tümü Müslümandır ancak takriben 75-85.000'i Yahudidir.” "İngiliz konsolosluk istatiklerinde, çoğu açlık ve hastalıktan ölen Kafkasların sayısı yarım milyonun üstünde olduğu tahmin edilir.” (Karpat-GÖÇLER, s. 14-16, 20-23, 339)

“1859-1879 yılları arasında çoğu Çerkez olmak üzere yaklaşık 2 milyon Kafkas'ın Rusya'yı terk ettiği tahmininde bulunmak akla yakın görünmektedir. Ancak, bunlardan sadece 1.500.000'i hayatta kalmış ve Osmanlı topraklarına yerleşebilmişti. 1881 yılından 1914 yılına kadar... yarım milyon Çerkez daha, çok sayıda Müslümanla birlikte Rusya'da Kazan'dan ve Urallar'dan göç etmişti.” (Karpat-Osmanlı Nüfusu, s. 112; ayrıca Karpat-GÖÇLER, s. 170, 171)

*

3.g.3.Balkan Göçmenleri

93 Harbi’nden sonra Balkanlar’dan tekrar göç etmek zorunda bırakılan Çerkeslerin de içinde bulunduğu göçmen sayılarıyla ilgili bazı tahminler de şöyledir:

*

1877-1878’de Balkanlar’da “yaklaşık 250.000 ila 300.000 Müslüman öldürülmüş ve 1.5 milyon kadarı da Osmanlı topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı." "1878 yılında bir milyon kadar Müslümanı, günümüzde Bulgaristan ve Romanya olarak bilinen bölgeyi terk etmek zorunda bıraktılar ve İngiliz elçilik raporlarına göre 300.000 kadar Müslümanı öldürdüler." (Karpat-GÖÇLER, s. 184, 339)

Balkanlar’dan 1877-1879 döneminde yer değiştirenlerin sayısı 1.300.000'i aşmıştır. "Türk göç hareketleri neticesinde Bulgaristan 600.000'den fazla işçi kaybına uğradı ve verimli topraklarının 2/3'si işlenemez hale geldi." "Batı Trakya ve Makedonya'dan Anadolu'ya 440.000 Türk göç etti. Rumeli topraklarının değişik yerlerinden kopup gelenlerle bu sayı bir milyona yaklaşmaktadır./ Bulgaristan'dan Türkiye'ye... 1923-1980 yılları arasında göç edenlerin sayısı 500.000'i aşmıştır. 1989 yılında göç tekrar artmış... 300.000'i aşkın Türk” sınıra yığılmıştır. Açlık ve hastalık yüzünden büyük sıkıntı çeken göçmenler için yurt içinde ve dışında çeşitli yardımlar toplanmış, 10 Eylül 1879 tarihine kadar Rumeli'den sadece İstanbul'a gelen ve  274.875’si Osmanlı vilayetlerine sevk edilen göçmen sayısı 387.804 olurken Kasım 1877-Aralık 1891 dönemindeki toplam göçmen sayısı 767.339 olmuştur. (İpek-Rumeli’den Göçler, 58, 108, 129, 152, 154, 173, 174)

“Başlangıçta Balkanlar’a yerleştirilip daha sonra ikinci kez buradan da göçmek zorunda bırakılan Kuzey Kafkasyalılar ise Karpat'a göre 12 bin aile, İzzet Aydemir'e göre 200 ile 400 bin kişilik 50 bin aileydi. Osmanlı’nın resmî istatistik kayıtlarında ise, Bulgaristan ve Sırbistan sınırına yerleştirilenlerin, 200 bin kişiden oluşan 70 bin aile olduğu belirtilmektedir.” (KUZEY KAFKASYALILARIN YERLEŞTİRİLMELERİ)

*

3.h.Göçmenlerin Yolculuğu: Yürek Burkan Haller


Yolculuklar çok zor ve acılı olmuştur.


Bir kısmı ya da bir bölümü karadan yapılan bu göç yolculuklarının büyük çoğunluğu Karadeniz üzerinden deniz yoluyla gerçekleştirilmiş, ilk göçlerde gelenler mal varlıklarını nakde de dönüştürüp nispeten rahat sayılabilecek normal bir yolculukla gelebilmiş, ancak 1859’dan sonra ve özellikle de  1863/1864 döneminde ve sonrasında gelenlerin yolculuklarında büyük sıkıntılar yaşanmıştır. (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 222; Tuna, s. 145-147)

Berlin Antlaşması ve Kıbrıs’ın İngilizlere verilmesinden sonra İngiliz kumpanyaları muhacir naklinde önemli rol oynamıştır. Bazen Rus vapurları kiralanmış, ama fahiş fiyata neden olduğu görülmüş, Osmanlı vapurlarının daha makul olduğu anlaşılmıştır. Bahriye Nezareti vapurları da muhacir naklinde kullanılmıştır. (Asan, s. 68)


Ruslar tarafından soğuk karlı kış günlerinde dahi neredeyse hiç eşyasız olarak evlerinden çıkarılıp sahile sürülen tüm varlıklarını kaybetmiş çocuk ve kadınlar dahil yiyeceksiz ve giyeceksiz yüzbinlerce insan ağaç kabuğuyla beslenmeye çalışarak bazen sahilde aylarca taşıt beklemek zorunda kalmış ve bir kısmı bu sırada açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmiştir.

*



Taner Durmaz, Kafkasya Dışındaki Kafkas Kavimleri 19. Yüzyıldan Günümüze

*


Sohumkale'deki İngiliz konsolosu Dickson'un 13 Nisan 1864 tarihi raporundaki anlatıma göre insanların durumu "yürekler acısıdır... teknelerin aşırı yüklenmesi sonucu sık sık facialar" yaşanmıştır. (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 27)


Konu hakkındaki diğer bazı anlatımlar şöyledir:


Uygun olmayan deniz taşıtlarının kullanılması veya kar hırsıyla haddinden fazla insan taşınması yüzünden taşıtların batması sonucu birçok insan Karadeniz sularında can vermiştir. “Denize dayanıklı olmayan ve aşırı yüklenen yelkenli gemilerin kullanımına 1864 Kasım'ındaki bir facia”ya kadar devam edilmiş ve bu duruma ancak bu faciadan sonra son verilebilmiştir. (Pinson, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 42-54)


Taşıma için yüzlerce askeri ve ticari geminin ayrıldığı ve savaş gemilerinin kullanılmasına da izin verildiği belirtilmiş, ancak yine de taşıt yetersizliği yüzünden, 150-200 ton kapasiteli hiç bir sağlık önlemi alınmayan gemilere 1500-2000 kişilik mülteciler doldurularak, bunlar “gelişleri için hiç bir önlemin alınmadığı Trabzon'a boşaltılmıştı. Uzun bir süre sonra olaylar kendiliğinden durulduğunda belki de Çerkeslerin yarısı ölmüştü bile.” (Luxembourg, s. 272, 273)

Ereğli açıklarında batan bir ticaret gemisinde bulunanlardan 100 kişi, İnebolu önlerinde karaya vuran bir gemide bulunan 451 kişiden de 174'ü hayatını kaybetmiş, suçlu bulunan kaptan da cezalandırılmak üzere adli makamlara sevk edilmiştir. Kıbrıs'a gönderilen 2.600 kişiden yarısı hastalık sebebiyle hayatını kaybetmiş, bir yıl sonra sadece 218 nüfus kalmıştır. Gelen göçmen sayısı 1 ila 1.2 milyon arasında kabul edildiği takdirde, bunlardan ortalama 350-400 bininin tam anlamıyla iskan edilemeden öldüğü sonucu çıkarılabilmektedir. (Saydam, s. 89, 15-153, 156, 159-165, 167, 169, 172-174, 176-184)

Rus subayı Drozdov’un tarifiyle 1864’de Soçi'de manzara şöyledir: “açlıktan ve hastalıktan bir deri bir kemik kalmış, neredeyse ayakları üzerinde duramayacak kadar güçsüz, bitap düşmüş ve daha canlıyken köpeklere av olan sürgünler." 1863’de bölgede genelde görülen, "paçavralar içinde, açlıktan” dökülen insanlar ve “ölü çocuklarını kucaklarında” tutan anneler manzaralarıdır. Buna rağmen, Rus birlikleri Çerkesleri sahile doğru ölüme sürmeye devam etmişlerdir. 1860’ların başlarında Trabzon’daki Rus konsolosu Çerkeslerin durumunun korkunç olduğunu ve Osmanlı yönetiminin onların ihtiyaçlarını karşılayamadığını bildirmiş ve pek çok Çerkes evine geri dönmek istemiştir. Aralık 1861'de Baryatinsky'nin emir subayı prens Grigol Orbeliani, "açlıktan şişmiş” çocukların öldüğünü belirtip, "Osmanlı'da karşılaştıkları felaketten ders” aldıklarını ve "Rusya'nın egemenliğini seve seve kabul edeceklerini” savunarak Çerkeslerin Kafkasya'ya kabul edilmeleri için girişimde bulunmuş, ancak Evdokimov reddederek, Milyutin'in açıkça "eğer dağlıların medenileştirilmesi mümkün değilse, yok edilmeleri gerektiğini" ifade ettiği bir belgeyi ortaya çıkarmıştır. Sahilde insanlar "paçavralar içinde, açlıktan dökülüyorlardı; anneler ölü çocuklarını kucaklarında tutuyorlardı." Tüm bunlara rağmen, Rus birlikleri Çerkesleri sahile sürmeye devam etmiştir. Bütün haklarından mahrum şekilde, Rus ordusunun insafına kalmışlar ve Karadeniz’in tüm kuzeydoğu sahilleri 1864 bahar ve yaz ayları boyunca aç ve hasta sığınmacılarla dolmuştur. Ruslar devlet gemilerinde taşımacılık yapmayı reddetmiş ve sürgünlerin geri kalanı Türklere ve özel gemilere kalmıştır. Sahil büyük bir mezarlık haline gelmiş, gemilerin, "özellikle de Türk" gemilerinin aşırı doldurulması sonucunda pek çok kişi ölmüş, ancak bu duruma rağmen Ruslar 1864 Şubat ayında yoğun kar altında Abzahları sahile sürmeye devam etmişlerdir. 1863 yazı boyunca Evdokimov'un “sonbahar seferberliği” kapsamında Ruslar avulları ve buldukları tüm yiyeceği yakmış ve Evdokimov Ekim ve Aralık 1863 arasında ölüme gönderdiğini çok iyi bilerek Çerkesleri kıyılara sürerken açıkça tüm Çerkeslerin Osmanlı'ya gönderilmelerini savunmuştur. Abzah yaşlılarının 1864 baharına kadar evlerinde kalabilme istekleri reddedilmiş, Ruslardan kaçabilmek ümidiyle dağlara saklanan Ubıhlar yavaş bir ölümle yüz yüze kalmışlardır… Açgözlülük yüzünden sadece otuz kırk kişi alacak şekilde tasarlanmış gemilere üç yüzden fazla insan tıkıştırılmıştır. Aralık 1863'te Trabzon'daki Rus konsolosu Moshnin sığınmacıların büyük bir hızla öldüklerini, “aç köpeklerin cesetlerin ellerini ve ayaklarını yediğini" söylüyordu. (Richmond, s. 2, 3, 79-99, 101-123, 131-148)


Durumu Rus tarihinin en trajik sayfalarından biri olarak gören Çarlığın savunucusu Adolf Berje şunları yazmıştır: “1864 yılında Transkafkasya’dan, İstanbul üzerinden Yunanistan’a, oradan da İtalya’ya gittim. Batı Kafkasya’da savaş yeni sona ermişti ve Dağlıların Türkiye’ye göç ettiği en yoğun dönemdi. Anadolu kıyılarını izlerken onlara çoğunlukla açık denizde rastladım. Batum’da ve Trabzon’da acıklı durumlarına tanık oldum. Aynı yılın kasım ayında Avrupa’dan dönüş yolunda onları Rusçuk’ta ve Silistre’de öncekiyle karşılaştırılamayacak derecede kötü durumda buldum. Fakat Novorossiysk koyunda Dağlıların bende bıraktığı izlenimi hiçbir zaman unutmayacağım. Burada, kıyıda yaklaşık 17 bin kişi toplanmıştı. Yılın bu geç, havanın bozuk ve soğuk zamanında yaşamlarını sürdürecek temel ihtiyaç maddelerinden bile mahrum olmaları, yayılan tifo ve çiçek salgını durumlarını iyice umutsuz kılıyordu. Gerçekten şu manzarayla kimin yüreği parçalanmaz ki; açık havada, ıslak toprakta iki yavrusuyla paçavralar içinde yatan genç bir Çerkes kadını… Yavrularından biri ölüm öncesi titremelerle yaşamla mücadele ediyor, diğeri de artık son nefesini vermiş annesinin katılaşmış göğsünde açlığını gidermeye çalışıyor. Böyle sahnelere sık rastlanıyordu. Bütün bunlar dini fanatizmin ve Dağlıların, Osmanlı ajanlarının parlak renklerle tasvir ettikleri, onları Türkiye’de bekleyen geleceğe sarsılmaz inançlarının kaçınılmaz sonuçlarıydı.” Çarlığın propagandacılarından Y. Drozdov da şöyle yazmştır: “Bu ölçüde sefaleti insanlık zor görür.” ”Yolda gözümüzün önünde arz eden sarsıcı manzara şöyleydi: Oraya buraya dağılmış ve köpekler tarafından parçalanmış, yarı yenmiş çocuk, kadın ve yaşlı cesetleri… Açlıktan ve hastalıktan tükenmiş, zayıflıktan bacaklarını zor kaldıran, bitkinlikten düşen ve aç köpeklere canlı canlı yem olan göçmenler. Bu ölçülerde ve böyle sefalete insanlık nadiren şahit olmuştur. Ama bu savaşı vahşiler üzerinde etkili olmak onları ulaşılmaz dağlık kovuklarından çıkarmak ancak dehşet salmakla mümkündü”. (Avagyan, s. 21-79; ayrıca Kumuk)


1864 Mayısı’nda toplu göçettirmeler başladığında “tüm kıyı şeridi sürgünlerle doluydu… 6 aydan fazla kıyıda beklemek zorunda kalan gruplar oldu… hergün onlarcası ölüyordu.” “Binlercesi birden öldüler Karadeniz kıyılarında. Birçoğu da açlık ve soğuktan öldüler. Kıyılar, ölülerle… doluydu”, “sürgünden ilk yararlanan, taşıma işini yüklenen gemi ve mavnaların sahipleri oldu… gemiciler, 30 yolcu başına bir çocuk almak gibi uygulamalarla köle ticareti yaptılar.” Fransız Fonvil A. yazıyor: “Osmanlı gemicilerinin gözleri doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere 300 kişiden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu… Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp karaya vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.” “Osmanlı topraklarına ulaşabilenlerin durumlarında hiçbir düzelme olmuyordu”, felaketlerin “daha da korkunç olanları bu indirildikleri kıyılarda yinelendi. Osmanlı’nın sürgün sayısına oranla hiçbir hazırlığı yoktu. Ne barınabilecekleri bir yer, ne yiyecek ve su, ne de… tedavi imkanı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu A.N. Moşnin… anlatıyor. “Kafkas Dağlıları denizi aştıktan sonra açlık ve salgın hastalıklarla başbaşa kaldılar. Onları umursayan… hiçkimse yok. Barınmaları için hiçbir kapalı yer gösterilmiyor kendilerine. Binlerle ölüyorlar… Trabzon’a indirilenlerin sayısı 247 bine ulaştı. (Benim notum: Buradaki 247 bin sayısı bazı kaynaklarda 24.700 olarak yer almaktadır.) Bunlardan 19 bini öldü, şimdiye kadar. Her gün yaklaşık 180-250 kişi ölüyor. Samsun’a indirilen 110 bin kişiden de ortalama 200 tanesi ölüyor her gün”/… Samsun’a giden Rus Müfettişi Barotsin’in yazdıklarından: “Talihsiz göçmenlerin durumu anlatabileceğim gibi değil. Her adım attığında hastalık ve açlıktan can çekişenlerle karşılaşıyorsun. Şehrin girişinde, yollarda, ağaç altlarında ölüden geçilmiyor…”/ A Fonvil’in Akçakoca’da gördükleri: “... 15.000 kişi indirildi. Öldürücü soğuğa ve yağmura karşın, ağaç altlarından başka barınma olanakları yok… birileri çıkıp; kuru ekmek vermiyorsa yiyecek hiçbir şeyleri yok. Sıtma ve veba hastalıkları onlarca kişiyi öldürüyor hergün…”/ Yıkıntıya uğramış çaresiz sürgünlerin felaketinden çıkar sağlamak, onları köleleştirmek isteyen tüccarlara Osmanlı yöneticileri bile katıldılar… türlü yöntemlerle sürgünlerin %10’u köleleştirildi… Hatta Trabzon Valisi 8 Çerkes kızını 60-70 liradan satın alarak İstanbul’daki büyüklerine hediye olarak gönderdi. İngiliz konsolosunun kızının yazdıklarından: “2000 kişi gemiden indikten sonra bir boş araziye dökülürcesine oturuştular… bir deri bir kemik kalmışlardı. Başlarını kaldıracak güçleri olmaksızın soğuk, çıplak toprağın üzerinde oturuyorlardı. Hastalarla ölüler içiçe, birarada yatıyordu. Yanlarına yaklaştığımızda birkaç kadın çocuklarını ellerinden tutarak karşıladılar bizi; alın, götürün dercesine.”/… Kendilerinin hiçbir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, “Hiç olmazsa karnını doyururlar” umuduyla çocuğunun yaşamasını sağlamaya çalışan annelerin durumu… en azından bir dam altı bulup, bir rahat soluk alabileceklerini ummuşlardı bu ülkede. Daha doğrusu umutlandırılmışlardı en az bu kadarını bulabileceklerine.” “Bir gözlemci Varna’ya 80.000 sıtma hastalıklı Çerkesin indiğini belirtiyor. “Hastalığa karşı hiçbir önlem yok… Türkler önceleri bu ölüleri gereğince gömüyorlardı. Sonraları yetişemez oldular… ölüler denize atılmaya başlandı. Güneş batınca jandarmalar Çerkesleri şehirden çıkarıyorlardı. Gün doğar doğmaz yeniden, eski-dökük toplamak üzere şehre giriyorlardı…”” (Berzeg, s. 148-152, 157; ve ayrıca, Aydın-Kaya; Kanat; Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 40, 41)

Açlıktan kitlesel ölümlerin olduğu bir süreçte talep üzerine İngilizlerin yaptığı yardım ise nakliye ücretini Osmanlı’dan alarak Malta’dan peksimet göndermek olmuştur. Fransız Konsolosu Schefer bu durum karşısında biraz da alaylı bir dille “Bu ayın 12’sinde Touna adlı vapur İngiltere’den 3.000 okka peksimet getirdi. Bu zayıf yardım Çerkeslerin bir kısmını bile bir gün doyurmak için yeterli değildir” demiştir. Barozzi’nin raporuna göre Trabzon’daki yetkililer bir uyuşukluk içindeydiler ve yapılacak bazı hamlelere de muhalefet etmekteydiler. İskan görevlisi Yaver Efendi her fırsatta Vali’yi de Barozzi’ye karşı kışkırtmaktadır. Konsolos Schefer, Yaver Efendi ile Vali Emin Muhlis Paşa’nın İstanbul’da da bağlantıları olduğunu ve Barozzi’nin etrafında değişik entrikaların döndüğünü belirtmektedir. Trabzon’daki en yetkili iskan görevlisi olan Yaver Efendi’nin görevini suiistimal edip, yardım malzemelerini ve muhacirlere tahsis edilen yardımları speküle ederek şahsi çıkar sağladığı anlaşılmaktadır. Hatta Yaver Efendi “tayınlarını alabilmek için ölüleri gömülmeden ortada bırakmakta, açık bir şekilde İstanbul’a köle göndererek köle ticareti ile meşgul olmakta, muhacirler için gerekli olan eşya ve yiyecekler üzerinde spekülasyon yapmakta” ve bu dönemde bizzat Emin Muhlis Paşa da köle ticareti ile meşgul olmaktadır. Trabzon’dan İstanbul’a köle nakliye güzergâhı kurulmuş ve Rus Konsolosu “İstanbul’da dergiler köle ticaretinin yasaklandığını yazarken Erzincan’da köle satışı sürüyor. Buradaki İngiliz Konsolosu Rabereen’in kız kardeşi Bayan Mareny Emin Paşa’nın desteğiyle köle ticaretiyle uğraşmakta” diye yazmaktadır. Trabzon’da görevli bir hekim olan Hüseyin Efendi de, bölgedeki doktorların bazılarının görevlerini düzgün yapmadığını, ecza dağıtımında keyfi davranıldığını veya “başka yerlerde” satıldığını, “Vali ve Komisyon Başkâtibi’nin, muhacirler arasından karantinaya İstanbul’a götürülecek denilerek esir cariye almakta” olduklarını, “kefenlik bez bile bulunamadığından cenazelerin meydanda çok kötü bir şekilde” kaldığını, muhacirler içinde kimsesiz olanların “çoğunun açlıktan” öldüklerini, “bazı esnaf tarafından muhacirlere kokmuş ve fena hâlde bulunan yiyecek-içeceklerin” satıldığını yazmıştır. (Yılmaz; ve ayrıca, Yılmaz-Barozzi; Çiçek)


Osmanlı’ya ulaşan göçmenlerin ilk karşılaştığı durum genel olarak böyle olmuş ve ne yazık ki kısa süreli de olmayan bu felaket tablosunun benzeri sahneler 1920’lere kadar olan süreçte on yıllarca sürmüştür.


Dâhiliye Nezareti’nden Suriye Valiliği’ne gönderilen 24 Haziran 1885 tarihli bir telgrafta, bundan yirmi sene önce Kafkasya’dan hicretle Kars Sancağı’nın Nahan Kazası’na tabi Gökçeharman köyünde iskân edilmiş olan 55 hane ve 220 nüfustan oluşan muhacirlerin önce Sivas’a gönderildikleri, ancak iskânları gerçekleşmediğinden üç seneden beri etrafta gezmekte oldukları, iki ay evvel Şam’a gelerek Kunaytıra’da Han-ı Arneb köyü arazisinde çadırlarda kalmaya başladıkları ve bu muhacirlerin Salt Kazasına tabi Yacûr karyesinde iskân edilmelerine karar verildiği belirtilmiştir. Halep’ten Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen 30 Mart 1910 tarihli bir yazıda, Menbiç Kazası’nın Hanasır köyüne iskân edilmiş olan Çerkes muhacirlerin son dere perişan bir halde oldukları, ekmek şurada dursun yemek için ot bile bulamadıkları, sekiz on ihtiyarın açlıktan vefat ettiği belirtilmiştir. (Polat)


Göç yolculuğu sırasında yola çıkanların en az %25-30 kadarının öldüğü tahmin edilmektedir.


Deniz yolculuğundan çok daha uzun süren, ancak nasıl gerçekleştiği konusunda yayınlarda pek bilgi bulunmayan kara yolculuğuyla gelenler de kuşkusuz aynı, benzer ya da daha zor durumlarla ve acılarla karşı karşıya kalmış  olmalıdır.


Bütün bunlara karşın, yaşanan bu büyük insanlık faciası, konu hakkındaki ifadeleri büyük ölçüde Rus tezlerinin tekrarı ve bir kısmı da gerçeğe aykırı Rus savunusu niteliğinde olan St. Petersburg'daki İngiliz büyükelçisi Napier'in 23 Mayıs 1864 tarihli raporunda, "Rus politikası acımasız olmakla birlikte kasıtlı olarak kan dökmeye yönelik değildir. Halkı yok etme istemi yoktur. Amaç, onları bulundukları yerlerden nakletmektir.” “Rus ülkesindeki Çerkeslerin eziyet çektikleri yolundaki haberlerin abartmalı olduğu anlaşılmaktadır.” “Savaş Bakanlığından alınan bilgilere göre göçmen sayısı 100.000'den fazla değildir", denilebilmiştir. (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 37-40)

3.ı.Osmanlı’da İskan

Göçmenlerin acıları Osmanlı’ya ulaştıklarında bitmemiş, aksine umutlar hüsrana dönüşmüş ve iskan işi acılarla dolu yıllarca süren uzun bir sürece yayılmıştır.


Göçmenler Osmanlı’ya ulaştığında; 


Bir yanda çoğunluğu herşeyini kaybedip gelenlerden oluşan yokluk içindeki yüzbinlerce insan vardır.


Diğer yanda hazırlıksız bir Osmanlı!


Ve ayrıca, Kafkasyalıların iskanı konusunda her birinin ayrı bir hesabı olan çok çeşitli çevreler!


Kimler yok ki!


En başta Rusya,

Sonra da, 

İngiltere,

Fransa, 

İtalya,

Almanya,

Yunanistan, 

Bulgarlar,

Sırplar,

Ermeniler,

Rumlar, 

Avşarlar,

Kürtler,

Araplar,

Dürziler,

Ve, özellikle de, yerel devlet görevlileri ile onlarla işbirliği içindeki yerel eşraf ve “ağa”lar.


Genelde bunların her biri göçmenlerin iskanı sürecinde ayrı bir hesap peşinde koşmuştur!


Öncelikle yerel yöneticilerle işbirliği içinde bulunan ve daha çok göçmenlere tahsis edilen arazilere sahip çıkmak istemeleri yüzünden göçmenlere düşmanca yaklaşan genelde yörenin eşrafı olan yerli halktan kimseler göçmenlere günümüzde olduğu gibi çeşitli saldırılarda bulunmuşlardır.

Diğer taraftan Çerkeslere yapılan maddî yardımların yerine ulaştırılmaması veya uygun dağıtılmaması gibi bir takım suistimallerin olduğu görülmüştür. (Polat-İhtilaf)

Yerel yöneticilerin rüşvet, kayırma, ihmal ve umursamazlıkları göçmenlerin hayatını iyice zorlaştırmış ve bütün bunların sonucu yıllarca yokluk içinde süren çetin bir hayatta kalma mücadelesi olmuştur.

Bu süreçte, anlaşılan, elbette halkın gerçekten vicdanlı bir kesimi dışında, neredeyse bir tek Osmanlı merkezi yönetimi, göçmenlerden ne gibi faydalar sağlanacağını iyi bildiğinden olmalı, canla başla göçmenlere sahip çıkıp olumlu yaklaşmaya çalışmış, ama o da yerel unsurlara sözünü tam olarak dinletemediği için pek başarılı olamamıştır.


Gerçekten de Osmanlı “farklı bölgelere iskân edilen bu muhacirlerin ihtiyaçlarını en ince ayrıntısına kadar belirleyerek hayatlarını devam ettirebilmeleri için gerekli tüm yardımların yapılmasını sağlamaya çalışmıştır… Anadolu’nun çeşitli bölgelerine iskân edilen Çeçen muhacirlerin gittikleri bölgelerde mağdur olmaması için orada bulunan devlet görevlileri ve ahali gerekli yardımları yapmıştır. Örneğin; 6 Nisan 1861 yılına ait bir belgede Saruhan sancağına iskân edilmek istenen 42 hanelik nüfus için önceden gerekli olan yiyecek ve güvenliklerinin sağlandığı, istedikleri yere iskân olunmaları konusunda kolaylık gösterildiği belirtilmiştir… Yapılan bu tür yardımlar aynı şekilde Sivas bölgesine iskân edilecek olan Çeçen muhacirleri için de yapılmıştır… Devlet, muhacirlerin iskânından sonraki süreçte kendi kendilerine yetebilecek düzeye gelebildikleri döneme kadar yardımda bulunmuştur… Osmanlının kısıtlı olan bütçesi bazen bu büyük göçle gelen muhacirlere yetişememiştir. Bu sebeple devletin yetişemediği yerlerde o bölgelerde bulunan yerli halkın da yardımı büyük olmuş ve hiçbir yardım talebi geri çevrilmemiştir… Kafkas muhacirlerine iaşe ve nakil yardımı, konut edinme, tarımsal araç ve gereç yardımı, zirai arazi tahsisi, tohum, hayvan yardımı ve vergi muaflığı gibi yardımlar da yapılmıştır. Bütün bu bahsedilen yardımlar Sivas vilayetine iskân edilen Çeçen muhacirleri için de yapılmıştır.” “Kafkas ve Çeçen muhacirleri ilk önce geçici farklı bölgelere iskân edilmiş… daha sonra uygun şartlar oluştuğunda asıl iskân edilecekleri yerlere sevk edilmişlerdir… Osmanlı Devleti gelen muhacirlerin en azından hayatta kalmalarını sağlayacak miktarda binalar, maaş ve tayinat tedarikine büyük önem vermiştir. “ Aile başına ne kadar arazi verildiği konusunda net bilgiler mevcut olmasa da “Osmanlı Devleti’ne göç etmiş olan muhacirler genellikle hayvancılık ve çiftçilikle uğraştıklarından iskân edilirken ziraat yapabilecekleri arazilere iskân edilmişlerdir.” “Kafkasya’dan göç etmiş olan muhacirlerin şehirlerden çok köylere ve taşralara iskân edilmeleri zorunlu kılınmıştır. Sadece Saray’la bağlantısı olan soylu aileler ve ticaret, zanaat, erbabının ve sarrafların (çoğunlukla Dağıstanlılar) şehirde iskânına izin verilmiştir.” (Tekin)

En olumlu yaklaşan merkezi idare de, göçmenlerin toplu olarak değil, serpiştirilerek yerleştirilmelerine özel bir dikkat sarfederek, onların ülkenin her bir noktasına kelimenin tam anlamıyla dağıtılarak iskan edilmelerini sağlamış ve böylece onların acılarının artmasına katkıda bulunmuştur.  


3.ı.1.Genel Olarak


Göçmenler konusunda hesabı olanların en başta geleni olan Osmanlı göçmenleri kuvvetle istemiş, ancak yeterince hazırlık yapmamış ya da yapamamış ve sonuçta iskan işi göçmenler açısından çok yoğun acıların yaşandığı bir süreç olmuştur.


Aslında Osmanlı’nın yeterli hazırlığının olmaması sanki politikasının bir parçası ya da gereği gibi de görünmektedir. Muhacirlerin geçimlerini temin meselesi daha 1852 yılında İstanbul’a gelen 47 dağlının kendilerine parasal yardım yapılması için müracaat ettikleri sırada Babıâli’nin görüşme gündeminde yer almış, İmparatorluğun malî şartlarının ağırlaşmış bulunduğu bu dönemde 28 Ekim 1852’de Babıâli’den çıkan kararda, “Bize gelen Çerkes muhacirler parasal yardım dileğinde bulunmaktalar. Ancak, gelmekte olan başka muhacirler için örnek teşkil eden bu yöntem hazine için ağır bir külfet getirecektir. Böyle bir tasarruftan kaçınmak şarttır. Bu nedenle gelenlere devlet mülkü (miri arazi)den boş toprak tahsis ederek, evlerini inşa etmelerine ve menkul mallar edinmelerine, meselâ 4–5 yıllığına kendilerini her türlü vergiden muaf tutarak yardımcı olmalı. Böylece hem onların maddî ihtiyaçları karşılanacak hem de boş topraklar ihya edilecektir” denilmiş ve Babıâli’nin aldığı bu karar sonraki dönemde muhacir iskânında temel alınan siyaset olmuştur. (Avagyan)


Göçü beklediği için hazırlıksız yakalandığı da söylenemeyecek olan Osmanlı örgüt kurup talimat yayınlayarak hazırlık da yapmıştır, ancak genelde göçmenlerin asgari ihtiyaçlarını karşılamakta dahi yetersiz kalmıştır.

Çok geçmeden beklediği gerçekleşip büyük bir göç başladığında Osmanlı’nın iskan uygulamaları tam olarak 1852 tarihli söz konusu kararda belirtilen şekilde olmuş ve belirli bir süreyle askerî yükümlülük ve vergiden muaf sayılan göçmenlere esas olarak toprak verilip tarım için bazı yardımlar yapılmıştır.


Kendisi için çok sıkıntılı bir dönemde gerçekleşmesine rağmen Osmanlı “muhâcirlerin her türlü derdini çözmeye çalışmıştır. Ancak tamamen çözememiştir.”  (Kanat; ve ayrıca, Yüksel)

Aslında Osmanlı iskan işinde oldukça tecrübelidir. Rumeli’de Osmanlı öncesinden başlayan bir iskân hareketi olmuştur. “ Din unsuru dışında Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de uygulamış olduğu diğer iskân politikaları “göçürme” ve “sürgün”12dür.” Uygulanan iskân politikaları ile siyasî, askerî, sosyal ve ekonomik faydalar elde edilmeye çalışılmıştır. Osmanlı güçlü zamanlarında nüfusu ve iskân politikalarını istediği şekilde kullanabilirken gücünün azaldığı 19. asırdan itibaren aynı istikrarı gösterememiştir. (Erdem; Karataş-Çatışma; ve ayrıca, Karataş, Çerkesler-içinde, s. 240, 241)

Osmanlı’nın hazırlığının yetersizliği dışında, ayrıca, yükselme döneminin aksine bu dönemde iskan işi konusunda müdahalede bulunan muhtelif güçler de Osmanlı’nın hareket imkanını kısıtlar tarzda etkide bulunmuşlardır. Çeşitli çevrelerden gelen baskılar Osmanlı’nın bu iskan sürecinde özgürce davranmasını zorlaştıran bir etken olmuştur.

Başta Rusya olmak üzere İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkeler ile başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere diğer çeşitli çevrelerden her biri göçmenlerin nerelerde iskan edileceği konusunda çeşitli yerlerde kendi anlayışlarına göre hesaplar yapıp yönlendirici olmaya çalışmış ve zaman zaman da amaçlarına ulaşmışlardır. Bu süreçte Bulgarlar’ın hesabı Rus hesabıyla uyumlu olmuş ve Rumeli’ye yerleştirilen göçmenlerin daha uzaklara bir daha göç ettirilmesiyle sonuçlanmıştır. (Habiçoğlu, s. 172; Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 225; Asan, s. 103-107, 135)


Bunların dışında başta Anadolu’da olmak üzere bütün iskan  yerlerinde Rum ve Ermenilerden başka Türkmen, Kürt, Laz, Arap, Bedevi  ve Dürzi grup ve aşiretleri başta olmak üzere diğer muhtelif yerel unsurlar da müdahil olup iskan işini kendi hesaplarına uydurmaya çalışmışlar ve yer yer devlet görevlilerinin de dahil olduğu bu tür çabalar yüzünden bir çok yerde çok kanlı çatışmalar yaşanmıştır.

*

“Doğu Anadolu’da Kafkas kabilelerinin, özellikle de Çerkeslerin iskân edilmesine karşı çıkan Rusya, bunu Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmeyi başarmıştı. Doğu Anadolu’ya yapılacak olan iskânlarda müdahil olan bir diğer devlet İngiltere oldu. Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurulması fikrini destekleyen İngiltere, eğer Doğu Anadolu’ya Türk ve Müslüman göçmenler yerleştirilecek olursa, bunlar gelecekteki Ermenistan’a güçlük çıkarabilir ve bölgede zaten Ermenilere oranla ezici bir çoğunluğa sahip Müslüman nüfus daha da artabilir kaygısını taşımaktaydı.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

“Dürzîler, Çerkes köylerine saldırmak için fırsat kollamaktaydılar. Bu doğrultuda, Havran Sancağı’nın Mecidülşam Köyü’nde meskûn olan Dürzîlerden on kişi daima öteye beriye saldırarak zarar vermekteydi. Bu Dürzi şakileri, bir Çerkes’in hanesine saldırmış, eşyalarını gasp ile zevcesinin ırzına geçmişlerdi. Bu nedenle heyecana gelen Çerkeslerle, zaten tamaha ve saldırıya hazır bulunan Dürzîler arasında çatışma meydana gelmiş ve Çerkeslerden yüz kişi hayatını kaybetmiştir. Dürzîler işledikleri bu suçlar nedeniyle cezalandırmaya tabi tutulacaklarını anlayınca Fransa vatandaşlığına geçmek için bölgedeki Fransız konsolosluk memurları ile irtibata geçmişlerdi.” (Kızılkaya-Akay)

*

Osmanlı çeşitli engel ve müdahaleleriyle karşılaşmış, ancak baştan itibaren belli bir iskân siyaseti izlemiş ve bu siyasetin temeli de gereken yerde gereken nitelikte yeterli sayıda insan bulundurulması, başka bir ifadeyle “harap ve sahipsiz yerlere aşiretlerin yerleştirilerek şen ve âbâdan edilmesi” olmuş, 19. asırdaki Çerkes iskânında da aynı anlayışla hareket edilmiştir. Osmanlı’nın muhacir politikasını sorunlu bölgelerde tampon bir saha oluşturma, bataklıkları ıshal etme ve tarıma kazandırma, müslüman nüfus dengesini sağlama, asker gereksinimini karşılama gibi amaçlar etkilemiştir. Yerleşik bir hayat yaşayan, ziraat yapan ve askerlik konusunda becerikli ve hünerli olan Çerkesler, Osmanlı topraklarında özellikle asayişi bozacak tavırlar sergileyen yerli ahali ve aşiretlerin yaşadıkları yerlere iskân edilmişlerdir. (Polat; Polat-İhtilaf)

KK’lıların göçü zamanında Osmanlı “topraklarının pekçoğu bomboş ve sahipsizdi. Bu toprakların ekilip, ürün alınır hale getirilmesi, ekonominin güçlendirilmesi, tarımdan başka bir dayanağı bulunmayan devlet için en geçerli politikaydı. Ayrıca üstün savaş yetenek ve deneyimine sahip, Ruslara karşı büyük bir kinle doldurulmuş Çerkes toplumunun Osmanlı ordusuna sağlayacağı etkin güç hiçbir zaman gözden uzak tutulmamıştı. Genellikle Balkanlara yerleştirilen bu göçmenler... bağımsızlık savaşımı veren hıristiyan uluslarla, Arabistanda yine aynı amaçla eyleme geçen Araplarla Anadoludaki Avşar gibi Türk aşiretleri ve Ermenilere karşı bir denge ve baskı gücü olarak kullanılacaktı." (Aydemir, s. 98)

Osmanlı çok tecrübeli olduğu iskan işinde gayet hesaplı hareket etmiş, hemen hemen her konunun ayrıntısını düşünüp tasarlamış ve hatta göçmenlerden Türkçe konuşan Tatarlara ayrıcalıklı muamele dahi yapmıştır. Öyle ki bu tutum ayrımcılık yapıldığı gerekçesiyle akraba Nogayların bile üzülüp tepki göstermelerine yol açmıştır. Bazı külfetler getirse de göçmenlerden birçok alanda fayda umulmuş ve iskan işi buna göre gerçekleştirilmiştir. Öncelikle boş arazilerin değerlendirilip tarımsal üretimin ve dolayısıyla devlet gelirlerinin arttırılması ve asayiş ve savunma alanlarında gerek duyulan eleman ihtiyacının karşılanması için uygun olan yerlerde iskan yapılmıştır. “Özellikle Kafkas muhacirlerinin Ruslara karşı kullanılması yönünde İngiltere’nin dahi teşviki” bulunduğu  ve bu yüzden KK göçmenlerinin “Rumeli taraflarında sınır güvenliği açısından toplu halde; Anadolu’da ise hem iç güvenlik, hem de yeni güç öbekleri oluşmaması için dağınık vaziyette iskân” edilmesine çalışıldığı belirtilmektedir. Aksi yöndeki örneklere rağmen, “Kafkas muhacirlerinin kabileler halinde değil dağıtılarak yerleştirilmesi hususunda ısrar edilirken, Kırım’dan gelen muhacirler için aynı yöntemin uygulanmadığı görülmektedir.” “Bunda, muhtemelen, Kırımlıların Anadolu Türkleri ile olan dil ve gelenek benzerliği” dolayısıyla iskan yerlerine daha kolay uyum sağlamalarının da etkili olduğu düşünülebilir. Manisa’daki böyle bir uygulama karşısında “Nogaylar, 1856-57’de gelen Kırım Tatarlarının ulemasına maaş bağlandığı, ileri gelenlerine nişan verildiği, ancak kendilerine böyle bir uygulama yapılmadığı için dönmeye karar verdiklerini bildirmiştir. Bu tehdit etkili olmalı ki, devlet tarafından Nogaylar için de maaş tahsisatı ve nişan tevzii” gerçekleştirilmiştir.  (Berber)

Kırım ve Kazan muhacirleri Osmanlı’nın gözünde farklı bir konumda olmuştur. “Bilhassa Kırım soyluları çoğunlukla İstanbul çevresi veya Trakya ile Batı Anadolu’nun şehirleşmiş alanlarında yahut önemli çiftliklerde” iskan edilip itibarlı bir biçimde konumlandırılmışlardır. Bazı yerlerde bu gibi muhacirlere kaza müdürlüğü veya benzeri idari görevler de verilmiştir. Mizaçlarında “huşûnet” (hainlik/saldırganlık) bulunan Kafkas muhacirlerinin güç odağı oluşturmaması için dağınık bir şekilde iskanında ısrar eden Osmanlı Kırım’dan gelen muhacirler için aynı yöntemi uygulamada ısrarcı olmamıştır. Osmanlı merkezi yönetimi iskân işlerinin olabildiğince problemsiz halledilmesine çalışmış olup, belgelerde sık sık “hüsn-i iskân” ifadesi geçmiştir. Muhacir kabulünde insanî ve dinî hassasiyetlerin yanısıra ve belki de o hassasiyetlerden daha çok devletin en büyük güç kaynağı olan nüfusu çoğaltma isteği mühim bir yer teşkil etmiştir. Çünkü nüfus artışı bir takım külfetler getirmekle birlikte, üretim ve dolayısıyla vergi geliri artışı ve asker ihtiyacının karşılanması gibi sonuçları nedeniyle büyük bir kazançtır. (Berber-Manisa)

Tatarların aksine Çerkeslerin iskan edildiği alanlar şehir merkezleri değil genelde daha çok kırsal bölgeler olmuş ve iskanlarda bu hususa istisnalar dışında büyük ölçüde uyulmuştur.


Osmanlı genelde göçmenlerin bir yerde toplanmalarına hiçbir zaman izin vermediği halde, Eskişehir civarında Tatarlar önemli bir yoğunluğa erişebilmiştir. Osmanlı iskan sırasında çok net bir politika izlemiş, göçmenleri "yerleştirmede hiçbir tesadüfün yeri" olmamıştır. Göçmenlerin yerleştirilmesinde bir yerde "bir güç olmamalarına çok dikkat edilmiş", diğer kavimlerle karıştırılmışlar ve "bağımsız bir siyasal güç olmamaları için gerekli özen" gösterilmiştir.  (Küçük, s. 94, 98; Avagyan)


Osmanlı'ya gelen Çerkeslerin “Rumeli'ne yerleştirilmeleri, Türk köylerine dağıtılmaları, Karadeniz'den Erzurum'a kadar olan yerlere yerleştirilmeleri, Türk ordusu için yeni kaynak yaratılması, küme küme gerekli görülen yerleştirilmeleri” düşünülüp buna göre uygulama yapılmıştır. (Özbek, s. 137-163)

*


Muhacirler "Anadolu'ya ve bir kısmı da Osmanlı İmparatorluğu hudutlarında daimi emniyetsizliğin hüküm sürdüğü Dobruca, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Suriye, Filistin ve Irak gibi memleketlere yerleştiriliyordu." (Hızal, s. 49-51)

*


Osmanlı göçmenlerin bir kısmını demiryolu güzergâhına yerleştirerek demiryolu hattının güvenliğine katkıda bulunmayı da amaçlamıştır.


Berzeg’in anlatımında, iskanla ilgili değerlendirmelerde, genelde, Osmanlı’nın göçmenleri Araplar, Kürtler ve Ermeniler arasına gereken oranda dağınık olarak yerleştirilmeleri halinde hizmetlerine güvenilebilecek, bulundukları bölgelerin Hıristiyanlarının hareketlerini ve güçlenmelerini önleyecek sağlam bir Müslüman unsur olarak gördüğü, Balkanlardaki Müslüman nüfusu çoğaltmanın da amaçlardan biri olduğu, Çerkeslerin Osmanlı topraklarına gelişigüzel yerleştirilmedikleri, Sinop ve Samsun’dan başlayarak güneyde Antakya’ya uzanan bir şerit-hat çevresine  yerleştirildikleri, bu şeridin doğusunda, kuzeyde Rumların güneyde sırasıyla Ermeniler ve Kürtlerin yerleşik bulunduğu, problem olarak görülen bu halkların batı sınırları boyunca Çerkeslerden bir tampon-şerit oluşturulduğu, bu şeritin Suriye ve Ürdün’e kadar aynı amaçla uzatıldığı, Çerkes tampon şeridinin burada yerleşik Araplar ile bu bölgeyi yağmalayan çöl Bedevileri arasında oluşturulduğu, İngiltere’nin de bu uygulamayı desteklediği, göçmenlerin Mardin’den Hille, Kerbela şehirlerine kadar uzanan bölgeye Kürt aşiretlerinin başkaldırılarına karşı yerleştirildikleri, Kayseri-Sivas arasında Uzunyayla’ya göçebe Avşar ve Türkmen aşiretlerinin yalnızca yaylak olarak yararlandığı yerlere Çerkeslerin yerleştirildiği, göçebe yaşamları nedeniyle denetlenemeyen, vergi vermeyen bu aşiretlerin yerleşik düzene geçmeye zorlanmaları ve yalnızca yaylak olarak kullandıkları toprakların tarım alanlarına dönüştürülmesinin amaçlandığı, 1862-1868 yıllarındaki Bulgar çete savaşları döneminde de Balkanlara özellikle Çerkeslerin yerleştirildiği, Bulgar savaşçılarına kayıplar verdirmelerinin Avrupalılarca hoş karşılanmayarak Çerkes düşmanlığı yaratıldığı, İstanbul’un 3 taraftan korumaya alınması için Çerkeslerin yerleştirildiği, politik örgütlenmelerine engel olma isteğiyle bir müslüman etnik grubun bir bölgede yoğunlaşmamasına olabildiğince dikkat gösteren Osmanlı’nın geleneksel önderlerinden ayırarak büyük Çerkes kabilelerini dağıtmayı uygun gördüğü, hususları belirtilmektedir. (Berzeg, s. 137-143)

*

"Osmanlı topraklarına gelen Çerkesler boş ve geniş topraklara tam bir kargaşa içinde dağıtılmışlardır.” “Antalya’da bulunan Kafkasya muhacirlerinin, hanelerinin yapılmasına kadar kadın ve çocuklarıyla birlikte yağmur ve güneş altında bekletildiği görülmektedir.” (Taşbaş-Antalya’da İskan)


Osmanlı anlayışına göre göçmenler "devlete sadık kalarak iskan olunacakları yerlerde birer örnek teşkil edecekler... devlet otoritesini hiçe sayan göçerlerin medenileştirilmesine” katkıda bulunacaklardır. Osmanlı "Çerkesleri tek bir grup halinde belirli bir yere yerleştirmek yerine, küçük gruplara ayırarak farklı farklı bölgelere yerleştirme yoluna gitmiştir." Osmanlı iskan uygulamalarının durumu "Çerkeslerin bir güç oluşturmalarını önleyecek şekilde dağıtılmak istendiğini gösterdiği gibi... Osmanlı yönetiminin sorunlu bölgelerde göçmenlerden oluşan bir tampon oluşturmayı ve sınırlarının güvenliğini, bataklıkların ıslahı ve tarıma kazandırılmasını, toprakların işlenmesini, etnik ve dini açıdan nüfus dengesi sağlamaya çalıştığını, ayrıca ordunun asker gereksinimini karşılamayı da hedeflediğini göstermektedir." (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 225-227)

*


Özetle söylenecek olursa, iskan sırasında öncelikle göçmenlerin yerleştirilecekleri yerlerin seçiminde stratejik düşüncelerle hareket edilerek, Hıristiyanların yaşadığı vilayetlerde, Müslüman öğenin güçlendirilmesi ve çoğaltılması, savaşkan Çerkeslerin, egemenlik altındaki ulusların, öncelikle de Hıristiyan olanların, kurtuluş hareketlerinin bastırılmasında kullanılması ve merkezî iradenin güçsüz ve padişah hükmü ancak temsili kaldığı için doğuştan yerli Müslüman halkın sürekli ihtilaf içinde olduğu yerlere göçmenlerin yerleştirilmesi amaçlanmıştır. Rumeli, Batı Anadolu, Karadeniz, Ermenilerin yoğun olduğu yerler ve Ortadoğu’nun Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün gibi kısımları ve diğer bazı yerleri böylesi bölgelerden sayılarak iskanlar gerçekleştirilmiştir. Üstün savaş yetenek ve deneyimine sahip olan ve Ruslara karşı büyük bir kinle dolu bulunan Çerkes toplumunun Osmanlı ordusuna sağlayacağı etkin güç de gözden uzak tutulmamıştır. İlk dönemde genellikle Balkanlara yerleştirilen göçmenler bağımsızlık savaşımı veren hıristiyan uluslara, Arabistanda yine aynı amaçla eyleme geçen Araplara ve Anadoludaki Avşar gibi Türk aşiretleri ve Ermenilere karşı bir denge ve baskı gücü olarak düşünülmüştür. Kendi aralarında dayanışma sağlayarak bir direnç odağı oluşturmalarına meydan vermemek amacıyla göçmenlerin sık bir hat içinde ve yoğun olarak yerleştirilmemelerine de özellikle dikkat edilmiş, bu nedenle istisnalar dışında adeta serpiştirilerek yerleştirilmişlerdir. (Avagyan; Aydemir, s. 98; AKYÜZ)

Karpat’a göre, "Osmanlı iskan politikası etnik veya ulusal amaçlar gütmedi”, "beş iskan bölgesi vardı: Doğu Trakya, Batı Anadolu, Güney Doğu Anadolu, Suriye ve Irak ve Kuzey Afrika.../ Suriye yoğun yerleşim için uygun görülmedi çünkü toprak yetersizdi ve yönetimden bağımsız Bedevi, Türkmen ve Kürt aşiretlerinden dolayı kırsal kesimlerde yaşam tehlikeliydi. Buna rağmen 1878'den önce bile bir miktar Müslüman göçmen Suriye illerine iskan edilmişti. 1872 gibi erken bir dönemde Kuneytra'da iki Çerkes kolonisinin kurulduğu bilinmektedir. Balkanların kaybedilmesi ve önceleri bu bölgelerden, sonraları, 1897'de Girit'ten büyük ölçüde göçmen gelmesi üzerine Suriye de, zorunluluk sonucu, bir iskan bölgesi oldu. Suriye'de Osmanlı iskan politikasının 1878'den sonra tedrici olarak gelişen iki önemli özelliği vardı. Bu iki özellik sonraları Osmanlı göç politikalarının bir parçası haline geldi. Bu politika ilk olarak Anadolu ve Suriye'de Müslümanların varlığını güçlendirmeyi, ikinci olarak da, etnik ve dilsel farklılıkları önemsiz görerek göçmenler ve yerel nüfus arasında güçlü dayanışma bağları geliştirmeyi amaçlıyordu." "Osmanlıların göçe karşı ilk açık tutumları ayaklanmalar ve savaşlar sonucu oluşan demografik değişikliklere, göçmenlerin korunması gerekliliğini belirten İslami ilkeler ve örnekler ışığında ad hoc bir tepkiydi. Fakat 1878'den, özellikle de 1885'den sonra, Osmanlı göç politikası aynı zamanda hükümetin elinde İslamist politikayı savunma ve yayma aracı haline geldi. Suriye ve Halep illerinde 1895'den sonra uygulanan iskan politikası... Müslümanların sayısını arttırmak ve... Padişah'ın otoritesini güçlendirmek amacındaydı... bir Müslüman etnik grubun bir bölgede yoğunlaşmamasına mümkün olduğu ölçüde dikkat ediliyordu... Çerkesler potansiyel olarak tehlikeli bir grup olarak göründü... hükümet... Çerkes aşiretlerini dağıtmayı uygun gördü. Bazı Çerkes... önderlerine orduda rütbeler verilirken pek çok varlıklı ve önde gelen ailelere kentte oturma izni verildi. Böylece bölünmüş Çerkeslerin... silahlı gruplar halinde örgütlenebilmeleri ve, Rumeli'nde ve Anadolu'da bazen yaptıkları gibi, yerel halka saldırmaları engellenmiş oldu./ Çerkeslerin bir kısmı yerel birliklere veya Osmanlı subaylarının komutasındaki milislere katıldı. Ayrıca Osmanlı hükümeti, yerleşik kırsal nüfusu ve çölün kenarındaki küçük kasabaları tehdit eden ve Hicaz Demiryolu için ciddi bir tehlike olan göçebe Arab, Türkmen ve Kürt aşiretlerini kontrol etmek için Çerkesleri kullanmak istedi. Buna ek olarak Osmanlı hükümeti, Çerkeslerin yardımıyla kendi ekonomik politikasını uygulamak istedi." Buradaki aşiretler otlak olarak kullandıkları verimli alanların "daha ekonomik kullanılmasını engelliyordu. Çerkesler silahlı koloniler oluşturacak şekilde yerleşik ve göçebe nüfus arasına yerleştirilecekti. Böylece kendileri de dahil yerleşik nüfusun bu toprakları tarıma açmasını sağlayacaktı." (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 77-79)


Tanzimat’la başlayan değişim göç olgusunu da etkilemiştir. KK’dan Osmanlı’ya göç Osmanlı’daki Ermenilerin Rusya’ya göçmesi ve Rusların Kafkaslara yerleşmesi ile sonuçlanmıştır. Rus baskısı toplumsal göç hareketini tetiklerken Osmanlı’ya da göçmen kabulü konusunda elçiler vasıtasıyla baskı yapılmıştır. Askerî, siyasî, ekonomik ve sosyal hedeflere sahip Osmanlı’da göç hareketinin faydaları zamanla ortaya çıkmıştır. (Asan, s. 16, 19, 23-26)


Bazı konularda yukarıda dile getirilenlerden farklı görüşleri savunan Saydam’a göre, “bazı araştırmalarda iddia edildiği şekilde, devletin muhacir kabulü ve iskânı sırasında sadece kendi siyasî ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirmeye matuf icraatta bulunduğu, gelenlerin etnik durumlarını dikkate alarak ayrımcılık yaptığı, maddî yardımda dahi Çerkesleri ihmal ettiği görüşü de gerçeği yansıtmamaktadır.” “19. yüzyıl ortalarında devletin ve toplumun içinde bulunduğu genel ahlâktaki çöküntü, rüşvet, zimmete para geçirme, memurların tahakkümü gibi rahatsız edici unsurlar, iskân sırasında bütün yönleriyle baş gösterdi. İşte hükümet bütün bu yolsuzlukların önüne geçemedi.” Bazı bölgelerde “aşiretlerin yaylak alanları olan sahaların muhacirlere tahsis olunması, menfaatlerine dokunulduğu için aşiretlerin tepkisine yol açmıştı. Gerçi buralar bahsedilen aşiretlerin mülkleri değildi, ama onlar meseleye bu açıdan bakmıyorlardı. Nitekim Uzunyayla’daki muhacirlere aşiretler tarafından sık sık saldırılarda bulunulduğu görülmektedir. Hatta Afşar aşiretinin taarruzlarından muhacirleri korumak üzere birtakim yerlere karakollar inşa edilmişti.” “Muhacirlerin muhtaç durumda olmaları bazı muhtekirler tarafından istismar edilmekteydi.” “Lazistan sancağında halk ile muhacirler arasındaki bazı arazi meseleleri yüzünden çatışmalar” çıkmış ve dört yıl sonra sükunet sağlanabilmiştir. İlk zamanlarda iskân çalışmalarına bir dış müdahale söz konusu olmamasına karşın 1865’te Çeçenler geldiğinde durum değişmiş ve Osmanlı Rus isteklerine uymuştur. (Saydam) 


3.ı.2.İskanda Müdahaleler

İskan sırasındaki müdahalelerden bazıları hakkında şunlar söylenebilir:

3.ı.2.1.Rus Müdahaleleri

Osmanlı göçmenlerin yerleştirilmesi hususunda Rusya'nın müdahalesiyle karşılaşmıştır. Rusya "Kafkasyalı göçmenlerin Rus sınırlarından önemli bir uzaklıkta ve her hal-ü karda Erzincan, Tokat, Amasya ve Samsun hattından daha Batı'da yerleştirilmelerini" resmen talep etmiştir. Osmanlı Rusya’yla problem yaşanmasını istememiş ve Kafkasyalıların iskanında genellikle bu talebi gözetmiştir. (Bice, s. 53, 54; Öztürk-Toprak; Polat)

*

“Kars’ın Çerkes muhacirlerin iskânına sahne olması Osmanlı Devleti ve Rusya arasında önemli bir sorun teşkil etti. Osmanlı hükümeti, Çerkeslerin Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı ve Rus sınırına yakın bölgelerde iskân edilmelerini istemekteydi. Çünkü bir savaş durumunda, Rusya’ya karşı düşmanca duyguları bulunan Kafkasyalıların savaş deneyiminden  yararlanabileceğini düşünüyordu.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

*

1877–78 Rus-Türk Savaşı öncesinde Osmanlı makamları, Rus hükümeti ile yapılan anlaşma gereğince, Çerkesleri Rus sınırı yakınlarına ve Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere iskân etmiyordu. Tek istisna, 1866–67 yıllarında Osetlerin (15 aile–350 kişi) Sarıkamış'a ve önemsiz sayıda Çeçen'in Kars ve Erzurum'a yerleştirilmesiydi. Kudüs, Basra, İşkodra, Hersek, Yemen ve Hicaz dışında kalan bütün vilayetlere değişik sayıda muhacir gönderilmiştir. (KUZEY KAFKASYALILARIN YERLEŞTİRİLMELERİ)

Bazen Çerkez göçmenlerin talepleri uygun bulunmamıştır. “Mesela Erzurum’a gönderilmiş olan 160 Çerkezin Soğanlıdağ, Hamamlı ve Sarıkamış‟ta iskan edilme talepleri, reislerinin bazı uygunsuz hareketleri sebebiyle reddedilmiş ve bunların Tekman Ovası, Tercan ve Ahlat‟a yerleştirilmelerine karar verilmiştir”. Göçmenlerin doğuda iskan ettirilmesine Rusya da sert bir şekilde karşı çıkmıştır. (Çakmak, s. 17)


Osmanlı’nın kabul etmekten kaçınamadığı bir müdahale göçün sürdüğü bir sırada Ruslardan gelmiştir. Göçmenlerin kendi sınırlardan uzaklara yerleştirilmesini isteyen Ruslar 1865’te Kars dolaylarına yerleştirilmek istendiği belirtilen Çeçenlerin Rus büyükelçisinin “vezir Ali Paşa’yla görüşmeleri sonunda” Halep dolaylarına yerleştirilmek üzere gönderilmesi örneğinde görüldüğü üzere genelde isteklerini kabul ettirmiştir. (Berzeg, s. 126-129)

Diğer kaçınılamayan çok kapsamlı bir müdahale ise 93 Harbi sırasında yaşanmıştır, Rus ve Bulgar istekleri doğrultusunda genelde tüm Avrupa güçlerinin uygun bulmasıyla 1860’lardan itibaren Balkanlara yerleştirilen Çerkesler buradan çıkarılıp bir daha göç etmek zorunda bırakılmışlardır.

3.ı.2.2.İngiliz, Fransız ve İtalya Müdahaleleri

Rusya’nın güneye inmesinin önünde önemli bir set işlevi gören Kafkasya’nın tamamen Rusya’nın eline geçmiş olması karşısında Rusya’ya karşı başka bir set oluşturmak isteyen İngiltere ve Fransa boş durmamış, elçileri aracılığıyla Osmanlı topraklarına gelen göçmenlerin Erzurum ve Karadeniz arasındaki dağlık bölgelere iskân edilmelerini sağlamaya çalışmış, ancak Rusya’nın Erzincan-Tokat-Amasya-Samsun hattının doğusuna Kafkasyalı göçmenleri yerleştirmeme koşulunu Osmanlı yönetimine kabul ettirmesi karşısında istedikleri ölçüde başarılı olamamışlardır. (Öztürk-Toprak; Bice, s. 53, 54; Kanat)

İngilizlerin bir önerisi büyükelçi Bulwer'in 3 Mayıs 1864 tarihli yazısında şöyle anlatılmıştır: Ruslar Çerkeslerin, "bu cesur ve fedakar ırkın topraklarına el koymuş bulunmaktalar... Çerkezistan artık yoktur. Arkada kurtarılmaya değer tek şey kalmıştır o da Çerkesler./ Osmanlı hükümeti iltica isteklerini yerine getirmek istemektedir. Ancak... olanakları oldukça kısıtlıdır. Bugüne kadar yaptıkları 200.000 lira sarfetmekten ibaret olup bu miktar görece çok azdır./ Bu talihsiz sürgünlere kucak açmanın bir biçimi... çeşitli köylere her 4 Türk ailesine 1 Çerkes ailesi düşecek biçimde dağıtmaktır./ Bu çözüm, kuşkusuz, en ucuz olmakla birlikte herhalde en kötüsüdür. Bu yol, durumları esasen kötü olan Türk köylüsünün sefaletini artırır, fakir Çerkeslere belki az da olsa bir yaşama şansı sağlar ama bu yenilmez savaşçıların gücünü böler, dağıtır ve yok eder./ Hem Türkiye hem de Avrupa için uygun düşecek politika şu olmalıdır: Bu yiğit sürgünleri, Karadenizden Erzurum'a kadar uzanan topraklara yerleştirmek." "Şayet bu kimseler bir tür askeri koloni biçimine dönüştürülebilirse halen Türk nüfusunun tarımsal kesimi üzerinde ağır bir yük oluşturan Türk ordusu için yeni bir kaynak da yaratılmış olur./ Ayrıca tam bu yerde ve zamanda Çerkes nüfusun yararlı biçimde kullanılabileceği büyük bir hedef de var./ Trabzon'dan Erzurum'a yapılacak bu yolun ne kadar gerekli olduğu yüksek malumlarınızdır.../ Çerkes göçünün belirli bir bölümü bu yolun yapımı için ayrılabilir.../ Böylece bir yandan Osmanlı ordularının acil kaynak ihtiyacını karşılama, öte yandan Osmanlı tarım nüfusunun yükünü hafifletme ve nihayet yalnız Osmanlılar için değil bütün dünyanın yararına olan bir inşaat projesinin gerçekleştirilmesi gibi çeşitli yararlar bir araya getirilmiş olacaktır." Ancak bunun için gereken imkan açısından "Türk hazinesinin kaynakları yetersiz gözükmektedir." Gereken miktar fazla değildir. "Hesaplarıma göre bu miktar, 1.500.000 sterlin dolayındadır. Çerkes nüfusunun bir kısmının Erzurum yolunda, bir kısmının da orduda çalıştırılması, maliyeti daha da düşürebilir.” “Türkiye'nin bu miktarı dış ülkelerden rica etmesi, durumuna uygun düşmez. Çıkar yol Avrupa'da bu ülke lehine yardım için bir hareketin oluşturulmasıdır." "Londra ve Pariste belirttiğim amaç için borç sağlayacak bir komite oluşturulacak olursa Türkiye bunun faizini garanti edebilir. Tasarlanan plan nedeniyle gelirleri olağanüstü artacak Trabzon gümrükleri bu konuda uygun bir garanti oluşturacaktır." Konuyu "Ali ve Fuat paşalara açtım ve onlar da... projeyi candan destekleyeceklerini belirttiler./... konuyu M. de Moustier'e de açtım. O da zaten bu tip bir düzeni düşünüyormuş." (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 29, 30; Çiçek)


Paris'teki İngiliz büyükelçisi Cowley'in 19 Mayıs 1864 tarihli yazısında Bulwer’in bu önerilerinin Fransızlarca da benimsendiği bildirilirken İngiliz Dışişleri Bakanlığı'ndan Bulwer'e gönderilen 25 Mayıs 1864 tarihli mesajda da aynı önerilerle ilgili olarak hükümet “önerilerinizi uygun bulmakta” denilmiştir. (Tutum, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 31, 32 ve Köse-Lokmacı)


Osmanlı’daki göçmen iskanı sürecine İngiltere ile Fransa sürekli olarak müdahil olmuşlardır. İlk aşamada göçmenlerin Rusya’nın karşısına dikilen bir engel işlevi görmesi anlayışıyla Erzurum-Trabzon arasındaki dağlık bölgeye yerleştirilmeleri ve Trabzon-İran ticaretini kolaylaştıracak yol yapımında çalıştırılmaları şeklinde önerilerde bulunmuşlardır. Daha sonraki süreçte de en başta Muş ve Diyarbakır dahil Ermenilerin yaşadığı yerler olmak üzere Hakkari, Suriye, Lübnan ve diğer çeşitli bölgelerdeki iskanlara müdahale etmeye çalışmışlardır. Bu çabalara İtalya da katılmıştır.


Polat’a göre, Ruslar kadar Avrupalı devletler de Doğu Anadolu’ya Çerkes iskânını önlemeye çalışmıştır. Bu engellemelerdeki esas sebep, bölgedeki Hıristiyan ve Ermeni varlığının tehlikeye düşmesi endişesidir. Aynı şekilde İngiltere ve Fransa Suriye-Beyrut-Filistin hattı boyunca iskânı düşünülen Çerkes muhacirlerin bölgeye iskânı konusunda da muhalefet etmişlerdir ve bu yüzen Osmanlı istemesine rağmen Lübnan’da kayda değer bir Çerkes iskânı gerçekleştirememiştir. İngiltere’nin Diyarbakır Konsolosu Trotter’in Dışişleri Bakanı Salisbury’ye yazdığı bir gizli raporda, Diyarbakır’a iskân edilmesi düşünülen dört bin ya da beş bin kadar göçmen nüfusun Hıristiyan ileri gelenler arasında büyük endişe yarattığı dile getirilmiştir. Bu muhtemel iskâna Hıristiyan ileri gelenleri de şiddetle karşı çıkmıştır. İngiltere’nin Beyrut Başkonsolosu Eldridge’nin Dışişleri Bakanı Derby’ye gönderdiği bir raporda, gemilerle Beyrut’a gelen bine yakın göçmenin Lübnan’da bulunan Hıristiyanlar için büyük bir tehlike olduğu ifadeleri kullanılmıştır. Özellikle Fransa, göçmenlerin Lübnan ve Suriye bölgelerine iskân edilmesi konusunda oldukça sert tavır sergilemiştir. Söz konusu yerlere göçmenlerin iskânı halinde bölgede Hıristiyan varlığına karşı Türk-Müslüman varlığının artış göstermesi Fransa’yı oldukça endişelendirmiştir. Avrupalı diğer devletler de göçmenlerin Halep ve civarına iskân edilmesi konusunda hoşnut olmamışlardır. Hem Müslümanların hem de Hıristiyanların göçmenlerden nefret ettiği ifade edilmiştir. Yerli ahaliyle göçmenler arasındaki temel sorun, tasarruf hakkı yerli ahalide olan toprakların bir kısmının göçmenlere tahsis edilmeye başlanmasından ileri gelmiştir. Araplar sürülerini otlattıkları toprakları göçmenlere vermek istememiş ve ayrıca göçmenlere devlet tarafından tapu ile tasarruf hakkı verilen araziler yerli ahali tarafından onların elinden alınmak istenmiştir. Bölge topluluklarından Dürzîler’i İngiltere, Marunileri ise Fransa kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmamışlardır. 1879-1896 seneleri arasında İngiltere ve Fransa’nın bölge üzerinde giriştikleri misyonerlik faaliyetleri, Suriye’nin Osmanlı Devleti’ne karşı isyan hareketlerinde bulunmasına sebep olmuş, İngiltere ve Fransa’nın desteği ile başlayan bu girişimler daha sonra mahalli muhalif hareketlere dönüşmüştür. Osmanlı Dürzîlere karşı göçmenlerden faydalanmak isteyip onları iskan etmiş ve  iskân yerlerinden bir tanesi de Golan Tepesi olmuştur. Dürzîlerin isyan hareketinde bulundukları yerlere göçmenlerin iskân edilmesi, daha sonra göçmen-Dürzî çatışmasının başlamasına sebep olmuştur. Osmanlı Suriye ve Lübnan taraflarına muhacir yerleştirmek suretiyle, Kutsal topraklar etrafında bir güvenlik şeridi oluşturmak istemiş, fakat özellikle Lübnan taraflarında Hıristiyan halkın fazla olmasından ötürü Lübnan için bir muhacir iskânı söz konusu olamazken Suriye için de Hıristiyanların yaşadığı yerlerin dışındaki boş araziler tercih edilmiştir. Bölgede yerli Hristiyanlardan ziyade bölgedeki İngiliz ve Fransız görevlilerin faaliyetleri dikkat çekicidir. İngiltere’nin Beyrut Başkonsolosu Eldridge’nin Dışişleri Bakanı Derby’ye gönderdiği raporda; gemilerle Beyrut’a gelen bine yakın Çerkes muhacirin Lübnan’da bulunan Hıristiyanlar için büyük bir tehlike olduğu ifadeleri kullanılmıştır. (Polat; ayrıca, Asan; Habiçoğlu, s. 172; Osmanlı-II, s. 296; Saydam, s. 191-199)

*

"Osmanlı hükümetinin büyük bir Ermeni nüfusu olan Hakkari vilayetine bazı Çerkes göçmenleri iskan etme niyetinde olduğu doğrultusunda haber alan İngiliz Dışişleri Bakanlığı, bu haberleri fazla ciddi görmemesine rağmen sahadaki görevlilerine şu talimatı gönderdi: "Hıristiyanların yaşadığı bölgelere Çerkes göçmenlerin yerleştirilmesinin yol açtığı kötü sonuçlar, eski tecrübelerden yeteri kadar bilinmektedir. Hakkari bölgelerine böyle bir tedbirin alınmakta olduğu yönünde size başka güvenilir bilgi geldiği takdirde, bu uygulamayı Saray katında ciddi olarak kınamanız uygun olacaktır."” (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 89-NOT: 42)

*

3.ı.2.3.Diğer Çeşitli  Hıristiyan Çevrelerin Müdahale Çabaları


Öncelikle başta Zeytun, Muş ve Diyarbakır olmak üzere çeşitli yerlerde Ermeniler, Kıbrıs ve Adapazarı’nda Rumlar, Trakya’da Yunanlılar iskan sırasında müdahil olmaya çalışıp başta İngiltere olmak üzere güçlü ülkelerden yardım istemişlerdir.


Balkanlardaki Hıristiyan halklar Çerkeslerin yerleştirilmesine tepki göstermişler ve Avrupa devletleri de onlara arka çıkmışlardır. Adapazarı’na gönderilen Çerkesler 40.000’e ulaştığında şehirdeki Hıristiyanlar İngiliz elçiliğine şikayet etmişler ve Elçi Layard göçün önlenmesini istemiştir. Çerkeslerin Muş’a yerleştirilmesine karşı çıkan Ermeni Patriği de İngiliz Elçiliğine başvurmuştur. Yunanistan da Çerkeslerin yerleştirilmesine karşı itiraz etmiştir. Rodos, Girit ve Kıbrıs adalarının yerli Hıristiyan halkları da göçürülenlerin bu adalara yerleştirilmesine tepki göstermişler, Beyrut’ta Hıristiyanlar gösteriler yapmışlardır. İngiliz, İtalyan ve Fransa elçilik görevlileri çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Osmanlı’nın göçmenleri Hıristiyanlara karşı kullanmak için yerleştirme politikası sonucu Avrupa’da Çerkeslere arka çıkacak kimse kalmamıştır. (Berzeg, s. 137-143)


İngiltere Yunanlıların görüşüne uygun olarak Batı Trakya'da 8.000 Kafkasyalı ailenin yerleştirilmesi planına itiraz etmiş, 1876'daki İstanbul Konferansı'nda “Kafkasyalı göçmenlerin Rumeli'de iskan edilmemesi” kararlaştırılmıştır. (Bice, s. 53, 54)

31 Temmuz 1876 tarihli bir yazıda belirtildiğine göre, Petersburg'da bulunan Yunan kral ve kraliçesi Bâb-ı Âlî’yi Çerkes muhâcirleri bazı yerlere yerleştirme fikrinden vazgeçirmeleri için Rusya ve Avrupa devletleri nezdinde girişimde bulunmuştur. (Osmanlı-II, s. 287)

3.ı.2.4.Diğer Çeşitli  Müdahale Çabaları


Belirtilen çabalar dışında bugünkü Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerinde Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri, Dürziler ve çeşitli hıristiyan gruplar, Uzunyayla’da merkezin otoritesine tabi olmaktan kaçınmaya çalışan Avşarlar başta olmak üzere konar-göçer Türkmen aşiretleri, Rize’de Lazlar ve Malatya, Adana, Maraş, Halep, Zor ve benzeri başka yerlerde çeşitli Kürt ve Türkmen aşiretleri ve devlet görevlileriyle işbirliği içindeki yerel eşraf ve “ağa”lar göçmen iskanına karşı çıkmış, bazıları zaman zaman güçlü ülkelere başvurup çabalarına destek istemiş ve bazı bölgelerde göçmenlere karşı bir kısmı savaş niteliğine varan çeşitli silahlı saldırılarda bulunulmuştur.


Yerel “ağa”larla işbirliği içindeki devlet görevlilerinin tavırlarına örnek gösterilebilecek bir olay Sivas’ta yaşanmıştır. Sonraki yıllarda yer bulunarak onbinlerce göçmenin iskan edildiği Sivas’ta 1860 gibi erken bir tarihte göçmen iskanı için yer olmadığı görevlilerce söylenebilmiş ve bunun sonucunda o dönemde Osmanlı’ya gelen az sayıdaki Çeçen ve Kabartay göçmeni başka bölgelere gönderilmiştir.


3.ı.3.İskan Uygulamaları


Bilindiği üzere iskan işi genelde tarih boyunca her gücü olanın ihtiyaç duyduğunda uyguladığı doğal bir egemenlik oluşturma ve sürdürme aracı olmuştur. 19. asır itibariyle Osmanlı da iskan konusunda gayet tecrübelidir ve hatta iskan Osmanlı’da bir yönetim geleneği dahi sayılmaktadır. (Berzeg, s.49-53)


Osmanlı izlediği iskan politikası sayesinde kuruluşundan beri sürekli göç olgusu yaşamıştır. Anadolu’dan Balkanlar’a “şenletmek” maksadıyla göçürülen Türkmenler, Rumeli’den Karadeniz havalisine nakledilen Gayr-ı Müslimler, İstanbul’un ihyası için Aksaray, Karaman bölgelerinden yapılan göçler ilk örneklerdir. 19. yüzyıldaki göçler Osmanlı’nın yapısını değiştirmiş ve modern Türkiye’nin de dahil olduğu bir dizi ulus devletin ortaya çıkmasında rol oynamıştır. Müslümanların Osmanlı topraklarına göçü ve ardından Osmanlı nüfusundaki Müslüman nüfus oranının artışı II. Abdülhamit’in bir İslam politikası benimsemesinde etkili olmuştur. 1878 yılından itibaren Osmanlı Müslüman nüfusun ideolojik ve kültürel hedeflerine hizmet etmeyi amaçlamıştır. İnsan gücü açığının giderilerek göçmenlerden yol yapımında, pamuk ekiminde ve özellikle orduda yararlanmak istenmiştir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında Trabzon’da 3.000 Çerkes kendi isteğiyle Rusya’ya karşı savaşmak üzere Osmanlı ordusuna katılmıştır. Anadolu’nun her köşesinde göçmen iskan edilmiştir. (Akyüz)


İskan işinde tecrübeli olan Osmanlı bu göç döneminde imkanlarının kısıtlılığı nedeniyle yetersiz kalarak çeşitli insani ve asayiş sorunları ile diğer bazı istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasını önleyememiştir.

*

“Başlangıçta az gelecekleri sanılan göçmenlerin büyük kitleler halinde göç etmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bu konudaki işlerini ve yükünü taşınmaz derecede arttırdı… o sıralarda… devlet mali ve ekonomik bakımdan gittikçe ağırlaşan bir bunalım içine girmekteydi. Buna bir de göç ve göçmen masraflarının ağır yükü de ilave edilince devletin bilhassa mali çöküntüsü daha da hızlandı… hem yukarıda anılan şartlar ve hem de devlet teşkilatının da bu büyük işin altından kalkamayacak kadar çürümüş olması nedeniyle göçmenler büyük acılar çektiler.” (Habiçoğlu, s. 19)

"Fatih tıpkı Konstantin gibi, bu yıkılmış, talan edilmiş kentten bir payitaht yaratmak için adeta seferberlik ilan etti. İmparatorluğun her yanından ustalar ve savaş esirleri getirtti. Mesela Trabzon'dan beş bin aile toplandı. Edirne, Bursa, Gelibolu ve Filibe'den Rum zanaatçılar çağrıldı. Türkler, Slavlar, Yahudiler, Ermeniler başkente göçe zorlandı. Her kent en az yüz zanaatçıyı ve zengin aileyi Konstantiniyye'ye yollamakla görevliydi. Gitmek istemeyen insanlar da oldu tabii ama kimse Fatih'in buyruğuna karşı koyamazdı. Büyük bir imar hareketi başlatıldı. Ve Doğu Roma'nın yaşlı, yorgun, ümitsiz kentinden yepyeni bir Osmanlı payitahtı yaratıldı." (Ümit, s. 454)

*


Göçmenlerin yıllarca süren yoğun acılarına ve bütün müdahalelere rağmen bazı istisnalar dışında büyük çoğunluğu Osmanlı’nın ihtiyaç ve amaçları doğrultusunda ve ülkenin hemen her yerinde gerçekleştirilen iskanlar özellikle hepsi fazlasıyla sorunlu olan üç bölgede yoğunlaşmıştır.


3.ı.3.1.Balkanlar’da İskan


Fransız ihtilalinin yaygınlaştırdığı anlayış ile müslümanların milleti hakime, hristiyanların milleti mahkume sayıldığı Osmanlı’da eşitlik öngören Tanzimat/Islahat çabaları o dönemde Osmanlı’da iki yönlü gerginlik yaratmış ve bunun sonuçları en çok neredeyse bütün halkların hareketlendiği Balkanlarda ortaya çıkmıştır. 

Bu yüzden 1850’li yıllardan itibaren öncelikli iskan yerlerinden biri Balkanlar olmuş ve Kırım savaşının hemen ertesinde ilk olarak Tatarlar doğrudan Kırım’dan Balkanlara nakledilip Dobruca’da Mecidiye isimli yeni bir yerleşim yeri kurularak burada iskan edilmişlerdir.


Genel iskan anlayışı çerçevesinde o bölgedeki hıristiyan halkların bağımsızlık çabalarına karşı bir güç oluşturabilmek için iskanda öncelik Balkanlara verildiğinden ilk iskânlar için tercih edilen yerlerden biri olan Tuna boyları ve Rumeli vilayetlerine genelde 200 ila 400 bin arasında olduğu ifade edilen Çerkez göçmen de 1860’lı yıllarda ya doğrudan Kafkas sahillerinden ya da başlangıçta getirildikleri Anadolu’dan nakledilmiş ve esas itibariyle Tuna boyunca belli bir şerit oluşturacak şekilde yerleştirilmiştir. (Polat-İhtilaf; Polat; Yüksel; Aydın/Kaya; Unhan)

Berzeg’in anlatımına göre, Valiliklerin parayla satıldığı, “rüşvet almayan, adam kayırmayan bir tek hükümet” büyüğünün olmadığı, ağır vergi ve baskılar altında bunalan köylülerin dağlara çıkıp eşkiyalığa başladığı ve bu yüzden Anadolu’da birçok köyün boşalması sonucu pek çok arazinin işlenemez hale geldiği bir dönemde Balkan uluslarının özgürlük istemiyle başkaldırıları da başlamış olduğundan Osmanlı ilk önlem olarak 1783’den itibaren Kırım Tatarlarını Balkanlarda iskan etmiştir. Sürekli Bulgar çete savaşlarının olduğu 1863-1866 yılları arasındaki olağandışı dönemde de Bulgar ve Sırp halkları arasına 250.000-400.000 kadar Çerkes Tuna kıyısında Bulgar-Sırp sınırı boyunca bir kordon gibi yerleştilmiş, 1835’li yıllardan beri eğitilerek silahlandırılmış Bulgar çetelerinin önüne atılmışlardır. Bulgara kayıplar verdirmeleri Avrupalılarca hoş karşılanmamış, Çerkes düşmanlığı yaratılmıştır. (Berzeg, s. 54, 55, 137-143)

*

“2006 yılında Romanya’nın Mecidiye şehri kuruluşunun 150. Yılını kutladı. Aynı yıl Dolmabahçe Sarayı da açılışının 150. Yılını kutlamıştı. Bu bir rastlantı değildi. Ortak bir paydaları vardı. Her ikisi Sultan Abdülmecid tarafından inşa ettirilmişti.” (Kahraman)


“Rus Çarlığı’nın resmi istatistik verilerine göre 1876’da Balkanlar’da 150 binden fazla Çerkes yaşıyordu. Bunlardan 90.000’e yakını Bulgaristan’daydı. Çerkesler bu bölgeye Osmanlı Devleti tarafından Hıristiyan halkların isyanlarıyla mücadele etmek amacıyla yerleştirilmişti.” (Topçu (Papşu))


“Osmanlı Devleti 1864 sürgününde Çerkeslerden yaklaşık 400 bin kadarını Varna üzerinden Balkanlara yerleştirmişti… bir set kurmayı planlamıştı. Bu durumdan Slav asıllı Balkan halklarıyla Rusya çok rahatsızdı. Çerkesler de düşmanlık duygularıyla hiç rahat durmuyorlardı.” (Albayrak, s. 241, 242)


“1878 Berlin Antlaşması’nda, Kırım Savaşı’ndan, özellikle 1864’ten itibaren Rusların Kafkasları istilâsı karşısında, Kafkas ellerinden göçüp yoğun olarak Osmanlı ülkesine sığınan Çerkeslerin, Kürtlerle birlikte, Ermenilere karşı taarruzunun durdurulması kayıt altına alınmıştı... Bu hüküm, Çerkeslerin, Osmanlı Birliği içindeki gayri-müslim azınlıklar açısından olumsuz bir şekilde değerlendirildiğinin önemli bir göstergesidir.”  (Oral)

*


3.ı.3.2.Anadolu’da İskan

Balkanlarla aynı anda bir diğer iskan yeri olarak seçilen Anadolu’da önce batıda başlayan iskanlar daha sonra orta kısımda yoğunlaşmış ve Uzunyayla yöresi en önemli iskan bölgelerinden biri haline gelmiştir. Çukurova’dan Halep ve Diyarbakır istikametine batıdan doğuya uzanan hat da bir diğer iskan bölgesi olmuştur. Asayişsizliğin egemen olduğu Ermeni, Kürt, Arap ve Türkmen ağırlıklı yörelerde asayişin sağlanması ve tarım üretiminin arttırılması amaçlanmıştır.

1859 sonbaharında istanbul’a gelen birçok göçmen hanlarda konaklatılmış ve baharda nogaylar Çukurova’ya, Çerkesler Kütahya ve Ankara taraflarına gönderilmiştir. İlk göçmenler için iskân bölgeleri olarak Bursa, Adapazarı, Aydın, İzmir, Çukurova, Bafra ve Çarşamba ovaları seçilmiştir. Çukurova’da göçmen yerleştirilen yerin adı Nahiye-i Muhacirûn olmuş ve bu ad daha sonra Ceyhan ilçesine dönüşmüştür. İlk göçmenlere geniş araziler verilmiş, fakat zamanla arazi sıkıntıları da baş göstermiştir. Bu yüzden Ankara, Konya, Kayseri ve Suriye gibi yörelere de göçmen iskân edilmiştir. “Özellikle Kafkasya’nın dağlık bölgelerinden gelen göçmenlerin iklimi sıcak olan bölgelerde yerleşmek istememeleri de iskân sahalarının tercihinde önemli bir rol oynamıştır.” “Önceleri Çukurova ve Narlı taraflarına yerleştirilen Çerkezler daha sonra Kayseri-Maraş ve Sivas arasında iskâna tabi tutulmuşlardır. Uzunyayla olarak bilinen Pınarbaşı ile Gürün arasındaki platoya 1859’dan itibaren yerleştirilmeye başlayan Çerkezler ile bölgede göçebe bir hayat yaşayan Türkmenler arasında başlayan kavgalar sebebiyle bölgede asayiş sarsılmıştır. Bu sıra başlatılan Fırka-i İslâhiye hareketi ile Göksun taraflarında yaşayan Avşar, Cerid, Tecirlü, Bozdoğanlı gibi Türkmenler Maraş, İslâhiye ve Çukurova’ya zorunlu iskâna tabi tutulmuştur. Bunların boşalttıkları köyler ve yaylalara da Çerkezler yerleştirilmiştir. Göksun ve etrafına da pek çok Çerkez yerleştirilmiştir. Bu bölgede yaşayan Çerkezler arasında Avar, Abzek, Çeçen, Lezgi, Kabartay ve Ubıh gibi unsurlar bulunmaktadır. Göksun’un Sırapınar mevkiine iskân olunan Kafkas kökenli muhacirlerin burada kuracakları köyün adına padişah iradesiyle 18 Mart 1903’te Mecidiye adı” verilmiş ve Göksun’a gelen muhacirlerin yiyecek buğday ihtiyaçları Maliye Nezareti tarafından karşılanmıştır. “Göksun’a yerleştirilecek muhacirlerin Müslüman ve Türk olmalarının açıkça belirtilmesindeki amaç, Zeytun’u çember içine almaktı. Eğer yerleştirilecek muhacirler Türk olmazlarsa bunların Zeytun Ermenileriyle irtibat kurması mümkündü.” (Göksun-Belediye)

Başka bir anlatımla, Anadolu’da en yoğun göçmen iskan edilen bölge, adına Uzunyayla denen Sivas, Kayseri ve Maraş arasındaki bölge olmuştur. Bu bölgenin bir bölümünde ve çevresinde çeşitli huzursuzlukların kaynağı sayılan Ermeniler yaşarken bir bölümünde de asayiş sorunu yarattığı için Osmanlı’nın yerleşik hayata geçirmek istemesine inatla karşı çıkarak, yazın Uzunyayla’ya gelip kışın Çukurova’ya giderek göçebe bir yaşam süren ve bu yolculukları sırasında yöredeki halka ciddi zararlar veren Afşar/Avşar aşireti bulunmaktadır. Osmanlı her iki gruba karşı denge oluşturarak otorite sağlayabilmek için bu bölgeye Kafkas göçmenlerini iskan etmiştir. (Berzeg, s. 137-143; Bullough, s. 31-47; Küçük, s. 96; Asan; Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 228, 228-Dipnot: 14; Albayrak, s. 15-18, 68, 69)

Osmanlı Uzunyayla yöresindeki iskanda da genel iskan anlayışına uygun şekilde hareket etmiştir. “Uzunyayla arazisinin Çerkesler tarafından işlenerek ekonomiye katkı sağlaması ve Afşar aşiretinin bölgede yarattığı asayiş bozukluğunun giderilmesi hedefleniyordu." Osmanlı'nın Uzunyayla'yı iskana açarken beklentileri, araziyi ziraata açmak, "Afşar Aşireti'nin Uzunyayla'da yaptıkları kanunsuzlukları engellemek", "Afşar Aşireti'ni göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçirmek", Afşar Aşireti'nden “asker ve vergileri düzenli olarak almak", göçmenleri güvenli şekilde iskan etmek, göçmenleri mümkün olduğunca erken üretici durumuna geçirmek, göçmen-yerli uyum sorunlarını kısa sürede çözmek, göçmenlerin yardımıyla bölgenin güvenliğini sağlamak olmuştur ve iskanlar Osmanlı’nın bu anlayışı doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Çerkes göçmenlerin önde gelenlerinden bazılarının Uzunyayla'yı görüp beğenmelerinden sonra bu bölgede "yerleşmeyi kabul ettikleri anlaşılmaktadır." Çerkes göçmenleri "Uzunyayla yöresine kara yolu ve deniz yollarını kullanarak gelmişlerdir." Çerkes göçmenlerinin Uzunyayla yöresindeki köyleri "1864 yılnda değil, 1860 ve hemen sonrasında" kurulmuştur. "Sivas-Uzunyayla bölgesini göçebe Türkmen aşiretlerinden olan Afşarlar, devletten izinsiz bir şekilde yaylak olarak kullanmakta ve eskiden beri yaylak alanına geliş gidişlerinde yöre ahalisine büyük zararlar vermekteydi. Dolayısıyla devlet; Uzunyayla'da yer alan araziyi şenlendirmek, ekonomiye katkı sağlamak ve güvenliği temin etmek amacıyla bölgeye Çerkesleri ve diğer Kafkas kökenli göçmenleri yerleştirmiştir." (Karataş, Çerkesler-içinde, s. 240-244, 248)


9 Aralık 1861 tarihinde Kayseri sancağının Köstere kazası Harmancık isimli mahalline 240 hane Çeçen muhacirinin yerleştirilmesinin sebebi de yörenin Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölge olmasından daha çok eşkıyalık hareketlerinin çok görüldüğü bir bölge olmasıdır, ki yöre halkının muhacirlerin gelmesini sevinçle karşılayıp büyük memnunluk duyduğu ve bunu da buğday yardımı ve oturacakları evler yaparak göstermiş oldukları belirtilmiştir (Pul)


Anadolu’daki iskanla ilgili çelişkiler de içeren diğer bazı anlatımlar şöyledir:


Çerkesler, Osmanlı tarafından stratejik önemi haiz bir şekilde, örneğin, Ermenilerin yoğun olarak oturdukları bölgelere yakın yerlerde, sözgelimi Erzurum, Sivas, Çorum, Çankırı, Adapazarı, Bursa ve Eskişehir’e ve Rum ve Ermeni halkının yoğun olarak yaşadığı ve kimi zaman Kürtlerin rahatsızlık çıkardığı yerlere yerleştirilmiştir. (Oral)


19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nde ekonomik kaynakların en belirgin niteliklerinden biri toprak faktörünün nisbeten bolluğudur. Devletin geniş toprakları üzerinde yaşayan nüfus 17. yüzyıldan sonra siyasî ve iktisadî sebeplerden ötürü azalmıştır. Köyler küçülmüş, “hâli ve harap” olanların sayısı artmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise nüfus yoğunluğu düşmüştür. Bu dönemde, devletin geniş ve verimli topraklarının çok azında tarım yapılmaktaydı. Önlemler arasında Kırım ve Kafkasyalı muhacirleri uygun yerlere iskân ederek, bu bölgelerde tarım ekonomisinin devamlığını sağlamak vardı. Nitekim Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göçlerin başladığı esnada Anadolu’da oldukça fazla miktarda elverişli ve geniş araziler mevcuttu. Muhacirler burada gelişigüzel değil sistematik bir iskana tabi tutulmuş, genelde Samsun’dan başlayarak, Sinop, Amasya, Çorum, Yozgat, Sivas, Kayseri, Maraş, Adana ve Antakya’ya kadar uzanan geniş bir hat üzerinde yerleştirilmişlerdir. Anadolu’yu kuzeyden güneye ikiye bölen bu hattın kuzeydoğusundaki Rumlar ile güneyindeki Ermeniler ve Kürtlerin 19. yüzyılın başından itibaren sürekli olarak Osmanlı idaresine başkaldırmakta olmaları nedeniyle Çerkes muhacirlerden bir tampon bölge oluşturularak buralarda iç güvenliğin sağlanmasına ve aşiretlerin asayişsiz tavırlarının önüne geçilmesine çalışılmıştır. Düzensiz olarak yer değiştiren, vergi vermeyen ve devlete karşı asi tavırlar sergileyen konar-göçer aşiretlere yerleşik muhacirlerin örnek teşkil etmesi umulmuştur. Ermenilerin Maraş Zeytun’daki faaliyetleri yüzünden Osmanlı Doğu Anadolu ve güney tarafların güvenliği endişesiyle daha Kırım Savaşı’ndan sonra dahi bölgeye tedbir amaçlı muhacir yerleştirilmesine hız vermiş ve özellikle de Çerkeslerin bölgede yaşanan içtimaî ve iktisadî karışıklığın bertaraf edilmesi için yerleştirilmesi amaçlanmıştır. (Polat)


"Osmanlı Devleti ilk başlarda Çerkesleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yerleştirmeyerek, daha elverişli topraklara sahip Batı Anadolu'da iskan etmiştir. Aynı zamanda bu politika; Rusya'nın, Çerkeslerin doğu sınırına yerleştirilmemesi yolundaki ısrarlarına da bir cevap niteliği taşımaktaydı." Ancak sonraları Çerkesler Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya da yerleştirilmiştir.  Mesela 1861'de "Sivas'ta göçmen nüfus çok fazla olduğundan" göçmenler Şanlıurfa ve Diyarbakır'a gönderilmişlerdir. Nisan-Mayıs 1860’da 3000 hane Kafkas göçmeni Erzurum’a ve bunların “çoğunluğu Kars Sancağı'na bağlı, Rum ve Ermenilerin boşaltmış olduğu Sarıkamış'taki dağ eteklerine iskan” edilmiş ve hatta “bir kısım Çeçen ve Oset grubu Anadolu'nun merkezine yerleşmekten vazgeçerek, Sarıkamış'a yerleşmiş” olduğu halde, 1861’den sonra Kars'a yerleşmek isteyen göçmenlere izin verilmemiştir. (Satış, Çerkesler-içinde, s. 213, 214)

“Mc Carthy'nin de teyit ettiği gibi… Çerkesler Anadolu'nun her tarafına yerleştirilmişlerdi.” 1877–78 Rus-Türk Savaşı öncesinde Rusya ile yapılan anlaşma gereği Rus sınırı yakın yerlere iskân edilmediklerinden “tek istisna, 1866–67 yıllarında Osetlerin (15 aile–350 kişi) Sarıkamış'a ve önemsiz sayıda Çeçen'in Kars ve Erzurum'a yerleştirilmesi” olmuştur. Saydam’ın da vurguladığı gibi, dönemin kayıtlarından edinilen “kanaat göçmenlerin gönderilmediği tek bir vilayet kalmadığıdır. Bir tek Kudüs, Basra, İşkodra, Hersek, Yemen ve Hicaz'a gönderildikleri söylenemez. Bu vilayetlerin dışında kalan yerlere değişik sayıda muhacir gönderilmişti". (Yerleştirilmeleri)

Osmanlı Çerkesleri Sinop'tan Antakya'ya kadar bir hat üzerinde iskan ederken bir kısmı Uzunyayla platosuna yerleşmiş, yeniden iskan talepleri en az yirmi yıl boyunca devam etmiş, sık sık başlangıçta iskan edildikleri yerlerden kaçmışlar ve eşkiya oldukları önyargısı güçlenmiştir. Ne zaman bir bölgeye Çerkeslerin yerleştirileceği duyulsa hem Müslüman hem de Hıristiyan topluluklar karşı çıkmışlardır. Osmanlı'nın politikası asimile olabilmeleri için, köylere her beş Türk ailesi başına bir Çerkes ailesinden fazlasının yerleştirilmemesi şeklinde olmuştur. Osmanlılar Çerkeslerin geleneksel yaşam şekillerini bozmak için de yapabilecekleri her şeyi yaparak geleneklerinin pek çoğunu yasaklamışlardır. Çerkesler zamanla uyum sağlamaya ve yönetimdeki ve kolluk kuvvetlerindeki görevler için başvurular yapmaya başlamış ve onlardan genellikle beş yıllık görev süresi olan birkaç Çerkes süvari birliği kurulmuştur. 93 Harbi başlayınca Anadolu'daki KK’lılar bir kez daha anavatanlarını geri alma mücadelesine kalkışmışlardır. Osmanlı bu dönemde "Abhazya aldatmacası" olarak anılacak olan harekette kilit bir rol oynayan yirmi sekiz süvari bölüğü oluşturmuştur. 12 Mayıs 1877'de yaklaşık bin Çerkes Abhazya’ya çıkıp yerel nüfusu silahlandırmaya başlamıştır. Türklerin 14 Mayıs'ta Sohum'u ateş altına almalarıyla birlikte Ruslar şehri terk etmiş, sürgünlerin geri geliş haberi Çeçenya'ya ulaşmıştır. Bu gelişmelerden ilham alan Hacı Ali Bey adında bir Çeçen kendisini imam ilan etmiş ve tekrar kısa süren bir Kafkasya Savaşı başlamıştır. Ancak “Ruslar Türk ordusunu püskürtünce ve meselenin kendi eski vatanlarını geri almak değil de” Osmanlı’yı korumak olduğu anlaşılınca Anadolu’dan gidenler bölgeyi yeni bir göç dalgasıyla birlikte terk etmişlerdir. (Richmond, s. 131-148) 


Çerkes iskanında İstanbul’u 3 taraftan korumaya almanın amaçlardan biri olduğu ve buna göre iskanlar yapıldığı da belirtilmektedir.

*

“XIX. yüzyılın son çeyreğinde, Ankara genelinde pek çok harap köyün ve ziraata açılmamış

arazilerin var olduğu bir gerçektir. Bununla doğru orantılı olarak Ankara’da tarım, ticaret ve

hayvancılık olması gereken seviyenin oldukça gerisinde kalmıştır. Muhacirlerin gelmesi ile birlikte harap köylerin yerleşime açılması, boş arazilerin ziraata kazandırılması ve bu sayede Ankara’nın mamur edilmesi hedeflenmiştir.” (Pustu)

“1858-1859 yıllarında gelen göçmenlerin hemen hemen hepsi İstanbul’a çıkartılmışlardır. Bahar gelinceye kadar bekletildikleri yerlerde hanlara, boş durumdaki dükkanlara, mekteplere, binalara ve medreselere oturtulmuşlardır.” (Pul)

“Çerkez göçleri döneminde yaşanan ilginç olaylara rastlamak da mümkündür. Örneğin, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Trabzon’da karaya çıkmış olan 18 bin Çerkez genci Osmanlı Ordusu’na alınmış, yine aynı şehirden 3 bin Çerkez daha gönüllü olarak orduya katılmıştır… Osmanlı Devleti’nin göç eden bu topluluklar için oluşturduğu iskân politikası çerçevesinde demografik dengeler, yerli ahali ile muhacirlerin uyumuna özen gösterilmesi ve iktisadi hedeflere ulaşılması yer almıştır.” (Aydın/Kaya)

*

3.ı.3.3.Halep-Diyarbakır Hattında/Deyr Zor’da İskan


Polat'ın anlatımına göre, Osmanlı bir dönem Suriye’nin asayişi işini mecburen  Mısır’a devretmiştir. İbrahim Paşa Suriye üzerine yürüdüğü sırada Dürzi yöneticisi Emir Beşir İbrahim Paşa’nın yanında yer alırken, Emir’in rakibi olan Dürzî aileler Osmanlı tarafında yer almıştır. İbrahim Paşa’nın Suriye üzerine hareketi 1832 senesinde Anadolu içlerine yayılınca endişelenen İngiltere, Fransa ve Rusya Suriye Valiliğinin verilerek İbrahim Paşa’nın Anadolu’dan çekilmesini sağlamışlardır. Kısa bir süre sonra da Suriye’nin liman şehirleri kendisine verilince Lübnan’da geniş bir idare alanı kazanmış olan Emir Beşir ve İbrahim Paşa arasında anlaşmazlıklar yaşanmaya başlanmış ve bundan sonra 1860-1861 Suriye olaylarına gelinceye kadar Suriye ve Lübnan taraflarında karışıklıklar devam etmiştir. Bu olayların ortaya çıkmasında aynı dönemde ilan edilen Islahat Fermanı’nın (1856) büyük etkisi olmuştur. “Millet-i hâkime ve milet-i mahkûme arasında fark bırakmayan bir takım düzenlemeleriyle fazla ileriye gitmiş bir hareket” olarak gördüğü Islahat Fermanının getirdiği cemaatler arasında eşitlik fikri yüzünden özellikle “Şam-Halep ve Hıtta-i Irakiyye ve Anadolu’nun pek çok yerinde” ehl-i İslâm ve Hıristiyan arasında büyük çatışmalar çıkmasını kaçınılmaz gören Tanzimat Fermanı’nın mimarlarından Reşit Paşa’nın öngörüleri kısa zamanda gerçekleşerek Osmanlı’nın pek çok yerinde huzursuzluklar başlamış ve 1860 senesinde de Lübnan’da Marunîler ve Dürzîler arasında bir iç savaş çıkmıştır. 1860 senesinde Cebel-i Lübnan’da Dürzîler Hıristiyan köylerine saldırmaya başlamış, kısa süre sonra Şam’a sıçrayan olaylarda birçok Hıristiyan katledilmiş, Avrupa konsoloslukları ateşe verilmiştir. Hıristiyan halkın katledilmesinin ardından Fransa bölgeye asker çıkarmış, sonunda 1861’de Avrupalı Devletlerin temsilcilerinin katılımıyla İstanbul’da bir konferans düzenlenmiş ve Lübnan Mutasarrıflığı kurulmuştur. Hıristiyan katliamına yol açan Şam olayları Müslümanlar açısından da iç açıcı bir hal almamıştır. Dürzîleri İngiltere, Marunileri ise Fransa kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmamış ve bu cemaatlerin Osmanlı otoritesine karşı gelmeleri için gayret gösterenler olmuştur. Osmanlı 19. yüzyıla birçok siyasî, idarî, iktisadî ve sosyal meselelerle girmiş, bu meselelerin önemli bir kısmı Suriye ve Arap bölgelerinde meydana gelmiş ve Osmanlı bu bölgelerde Vehhâbîlik meselesi ve iktisadî sebepler yüzünden Bedevîlerle bir hayli uğraşmak zorunda kalmıştır. (Polat-İhtilaf)

Bu ifadelerden anlaşılacağı ve bugünden bakıldığında da gayet iyi görüleceği üzere Ortadoğu denen tarihi ateş ve çatışmalarla dolu Ermeni-Arap-Kürt-Dürzi-Türkmen yoğunluklu bu bölgeye önce 1865/1866’da Rusya’nın kendi sınırlarından uzaklaştırılmasını sağladığı Çeçenler başta olmak üzere KK’lı göçmenler özellikle 93 Harbi’nden sonra daha yoğun olarak iskan edilmiştir.


Konu hakkındaki bazı anlatımlar şöyledir:


Genelde Suriye ve Lübnan, özelde ise Halep ve Diyarbakır yöreleri ilk yıllarda da iskana açılmış, ancak 93 Harbi’nden sonra bu yöreler daha yoğun iskan faaliyetine sahne olmuştur. 1861-1862’de Şanlıurfa ve Diyarbakır’a dağınık bir şekilde Adige göçmenleri iskân edilmiştir. (Satış-Urfa)

Göçmenlerin Suriye’ye iskanı KK’dan doğrudan ve Balkanlar’dan olmak üzere iki aşamada gerçekleştirilmiştir. 1860 ortalarında KK’dan gelen ilk gruplardan biri Suriye’nin kuzeyine, Maraş sancağına yerleştirilmiş ve bunlara Ermenilerin yaşadığı Zeytun bölgesini ‘gözetme’ görevi verilmiştir. 1865’ten itibaren Rasulayn bölgesine Çeçenler, 1872 yılında Hama ve Humus şehirleri civarına ve Havran Sancağı sınırları içindeki Golan Tepeleri’ne bine yakın Çerkes yerleştirilmiştir. Osmanlı bu iskanlarla yerli halka kıyasla daha yüksek tarım tekniğine sahip askeri gelenekleri güçlü göçmenlerden boş toprakları değerlendirmede ve asayiş konusunda yararlanmak istemiştir. Ayrıca . müslüman nüfus arttırılırken yapımı planlanmış Hicaz demiryolunun güvenliğinin sağlanmasına çalışılmıştır. Benzer nedenlerle “Golan Tepeleri gibi su yataklarının bulunduğu bölgelere Çerkesleryerleştirilerek bu bölgeler güvence altına” alınmıştır. (Topçu (Papşu))


93 Harbi sonrasında “daha önceden Balkanlara yerleştirilen Çerkez ve Çeçen nüfusun, Anadolu ve Arap vilayetlerine yerleştirilmesi durumu ortaya çıktı.” Sinop’tan Hatay’a kadar çizgi hâlinde yerleştirmenin dışında Irak ve Suriye’de de muhacir iskânını gerçekleştiren Osmanlı “kuzeyden gelen Rus tehdidi kadar güneyden gelen Arap ve İngiliz tehdidine karşı da tedbir almak” istemiştir. Ayrıca sadakatlerine güvenilerek önemli geçiş yollarına muhacir iskânı teşvik edilmiştir. (Asan, 54, 55)


Samsun’dan başlayarak güneyde Antakya’ya uzanan Anadolu’daki Çerkes iskan hattı Dürziler ile bölgeyi yağmalayan çöl bedevileri arasından Suriye ve Ürdün’e kadar uzatılmıştır. İngiltere’nin Şam’daki Konsolosu 1878’de Kuneytra bölgesindeki Dürzi, Bedevi ve Türkmenlerin arasına Çerkes yerleştirilmesinden sağlanacak yararları anlattıktan sonra, Doğu Ürdün aşiretlerinin kontrol altına alınmasında Çerkeslerden yararlanılabileceğini yazmıştır. Göçmenler Mardin’den Hille ve Kerbela şehirlerine kadar uzanan bölgeye Kürt aşiretlerinin başkaldırılarına karşı yerleştirilmişlerdir. (Berzeg, s. 137-143)


Osmanlının Doğu ve Güneydoğuda göçmenleri "boş arazilere ve zamanla terk edilmiş topraklara iskan etmek suretiyle buraları bayındır hale getirmeye çalıştığı görünse de, aslında devlet bu bölgede Aneza ve Şhamalar gibi güneyden gelen yıkıcı aşiretlere karşı bir set çekebileceğini ve göçebe aşiretleri yerleşik hayata geçmeye zorlayarak bütün Bağdat Vilayeti'nin güvenliğini sağlayacağını da düşünüyordu." "Osmanlı Devleti, Doğu Anadolu'da asayişi bozuk olan yerlere göçmen yerleştirerek, eşkiyalık ve şekavedi önlemek istemiştir. Bu politikanın en iyi örnekleri Dersim ve Hakkari'de görülmektedir." Ancak Dersim'e göçmen yerleştirilmesi bir plandan öteye geçememiş, Hakkari'de de ayaklanan Kürtlerin Süryanilere baskısı üzerine Ermenilerin çoğunlukta olduğu bu bölgede asayişi sağlamak üzere Süryanilerin boşaltmış olduğu yerlere Çerkeslerin iskan edilerek yeni bir "köylü toplumu" oluşturma amaçlanmışsa da "bu tasarı da İngiltere'nin baskıları sonucu uygulanamamıştır." "Kürt aşiretlerden Kırgan Aşireti Osmanlı-Rus Savaşı devam ederken Hozat'a saldırıp, Ermeni köylerini yağma etmeye başlamıştır... isyan eden Kürt aşiretleri sadece Ermeni köylerini değil aynı zamanda Müslüman köylerini de yağma etmekteydiler." (Satış, Çerkesler-içinde, s. 214, 215, 215-Dipnot: 10)


Rus baskı ve şiddeti yüzünden Kafkasya’dan gelmek isteyen göçmenlere Osmanlı, “ilk aşamada olumlu bakmıştır. Osmanlı Devleti’nde tarımsal üretimde kıt olan emek faktörüdür…. 9 Mart 1857’de yayınlanan bir irade ile göçler serbest hale getirilmiştir.” Göç edenlerden ilk gelenler Anadolu ve Balkanlara ve çok azı da Suriye’ye iskân edilmiştir. 93 Harbi’nde Osmanlı yenilince daha önce Balkanlara iskân edilen göçmenler yeniden göç etmek zorunda kalmışlar ve bu defa bunların Suriye’de iskanı uygun görülmüştür. Büyük zorluklarla karşılaşan göçmenlerin yarıya yakını burada hava ve suya uyumsuzluk ve bakımsızlıktan kaynaklanan salgın hastalıklar yüzünden yaşamını kaybetmiştir. Bölgedeki Dürzî ve Bedevi Arap aşiretleri ile yaşanan çatışmalar da ayrıca sıkıntılar yaratmıştır. “Suriye taraflarına gelen göçmenlerin burada uygun ve sorunsuz bir ortamla karşılaşmayacakları belli idi.” Arap coğrafyasının iskân için düşünülmesindeki amaç 19. yüzyılın “başlarında ortaya çıkan ve yüzyılın sonuna doğru aleni hale gelen Arap milliyetçiliğinin önüne geçmek olarak da açıklanabilir. Çünkü Arap coğrafyasına yerleştirilen muhacirler, Arap kökenli olmayıp, Osmanlı Devleti’ne sadakat gösteren ve sadakatlerini defalarca ispatlamış gruplardı. Bu nedenle muhacirler, gönderildikleri bu coğrafyada devlete sadakat konusunda zayıf bir halka ile bağlı olan hatta bağlılıkları şüpheli olan topraklara yönlendirilmişlerdi. Amaç muhacirlerin iskân edildikleri bölgelerde denge unsuru olmaları ve kontrol altına alınamayan bölgedeki bazı Arap kabilelerine sadakat konusunda örnek olmaları düşünülmüş de olabilir.” Osmanlı’ya “sadakatsizlik ve itaatsizlikleriyle tanınmış en zayıf halka Dürzî kabileleriydi. Bu nedenle muhacirlerle, Dürzîler arasında çatışma hiç eksik olmamıştır. Bu çatışmalarda Dürzîlerin bölgede çok kalabalık olmaları ve çatışmaları fırsat bilerek yağma amaçlı olarak çok çabuk bir araya gelmeleri bilinen gerçeklerdendi. Hatta Dürzîler, Osmanlı Devlet kuvvetleri, üzerlerine gelince bir kısmı çok çabuk olarak bir başka ülkenin tebaası olduklarını veya başka ülke tebaalığına geçme ile devleti tehdit etmekteydiler. Bunların yarattığı olaylara kesin bir çözüm de bulunamamaktaydı.” Bölgedeki olaylardan birinde Havran Sancağına bağlı Kuneytra Kazası’nda 1894’te üç binden fazla Dürzînin Mensure Köyü ve diğer köylere saldırısında Çerkeslerden elli altı kişi büyük kısmı bıçakla boğazlanmak suretiyle öldürülmüştür. Başka bir Dürzi saldırısında da Çerkeslerden yüz kişi hayatını kaybetmiştir. “Özellikle, Kudüs ve Şam gibi yerlerde Hıristiyan ahali belli bir miktarda olduğundan, onların itirazına sebep olacak ve akabinde de Avrupalı devletlerin işe karışmaları ihtimali ortaya çıkacaktı. Bu nedenle iskân çalışmalarında” bu durum dikkate alınmıştır. “Suriye’deki Hıristiyanlar, mezhebi yakınlık nedeniyle Fransa ve İtalya tarafından korunmaktaydı. Bu nedenle bu devletler Suriye tarafına Kafkas muhacirlerin yerleştirilmesine tamamen karşı çıkmaktaydılar.” İngiltere “daha çok Kıbrıs’a muhacir iskânına karşı çıkmıştır.” Rusya ise göçmenlerin Rus sınırına yakın bölgelere iskânına itiraz etmiş ve engel olmuştur. (Kızılkaya/Akay-Suriye’de Zorluklar)


Göçmenlerin yağmacılık yapan, vergi vermeyen ve yerleşik hayata geçmedikleri gibi düzensiz olarak yer değiştiren konar-göçer aşiretlere örnek teşkil etmesi istenmiştir. Aslında bölgede ilk göçmenler Urban kabilelerinin kesintisiz olarak Hac yolunun güvenliğini tehdit etmesi yüzünden bir güvenlik unsuru olarak 1861 senesinde Fırat kıyısına ve Antakya civarına yerleştirilmişlerdir. Urban aşiretlerin asayişsiz tavırları karşısında Osmanlı daha 1830’lu yıllardan itibaren önlem almaya çalışmıştır. Bu çerçevede güç kullanma, bedevi bir kabileyi başka bir bedevi kabilenin üzerine sürme, çöl sınırlarının tahkimatını yapma ve en nihayetinde göçmenleri bir güvenlik şeridi olarak bölgeye yerleştirme gibi uygulamalar yapılmıştır. Osmanlı bir yandan göçmenleri içine düştükleri sıkıntılardan kurtarmayı amaçlamış ve aynı zamanda devletin menfaatleri de düşünülmüştür. Zira Anadolu ve güneyinde hem boş arazilerin varlığı hem de bölgedeki asayiş durumu, devlet idarecilerini tedbirler almaya zorlamıştır. Bu sebeple göçmenlerin kendileri ve devlet için daha uygun şartlarda iskânına çalışılmış ve özellikle Anadolu’nun güneyi, Adana ve Halep’in civarı dâhil olmak üzere güney vilayetlerinin iktisadî ve içtimaî refahına katkı sağlamak maksadıyla göçmenler yerleştirilmiştir. Bu iskanlarda, özellikle Halep ve civarında devlet çiftliği olan arazilerin çok fazla olması ve yerli ahalinin bu arazileri işlememesi, Suriye’de Dürzî ayaklanmalarının başlaması, sınır boylarının güvenliği meselesi, vergi vermeyen ve izinsiz/düzensiz olarak yer değiştiren konar-göçer aşiretlerin asayiş konusunda sorun çıkarması gibi sebepler etkili olmuştur. Aslında Osmanlı bölgede öteden beri birtakım tedbirler almayı ihmal etmemiştir. Siyasî, iktisadî ve içtimaî alanlardaki bu tedbirlerden biri göçmen iskânı olmuştur. Göçmenler için yer bulmak ve huzur içinde yaşamalarını temin etmek içtimaî, bu toplulukların iaşe ve ibadesi için imkân sağlamak iktisadî ve bunun için hukukî şartları planlanmış bir düzen hazırlamak siyasî açılardan önem arzetmiştir. Bu sebeple Osmanlı 1853-1856 Kırım Savaşı sonrasından itibaren başta Halep ve civarına göçmen iskân etmeye başlamıştır. Şartları değiştiren 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve arkasından göçmen sayısının çok büyük rakamlara ulaşması devlet adamlarını ve özellikle dönemin padişahı II. Abdulhamit’i yeni politikalar üretmeye zorlamıştır. Bu sebeple bölgeye yeni iskânlarda 1877-1878’den itibaren etnik denge arayışının yanısıra Anadolu’da Müslüman nüfusun arttırılması da gözetilmiş ve Arap-Kürt ağırlıklı bölgelere yeni iskânlar yapılmıştır. Bu dönemde Doğu Anadolu’da Rus sınırından başlayarak Basra Körfezi’ne kadar olan bölgeye göçmen yerleştirilmiştir. Göçmenler bu bölgede sadece toprağı ekip-biçen ve devlete vergi verenler olmakla kalmamış, bölgenin demografik yapısında değişikliğe de yol açmış ve sonuçta bölgede Müslüman unsurların sayısı arttığı gibi bölgedeki Arap, Türkmen ve Kürt aşiret yapısına karşı bir denge unsuru da olmuştur. İskânlarda hıristiyan tebaanın tepkisini çekmemeye ve özellikle Suriye, Halep, Lübnan ve Beyrut’ta göçmen iskân edilirken Hıristiyan tebaanın tepkisi göz önünde bulundurularak Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu yerlere göçmen iskân edilmemeye çalışılmıştır. Osmanlı iskanda belli bir anlayış çerçevesinde hareket etmiş ve 93 Harbi sonrasında gelenlerin önemli bir kısmı Halep ve Şam taraflarına iskân edilmişlerdir. İskân yerlerinin seçiminde güvenlik kaygıları da rol oynamıştır. Söz konusu endişeler neticesinde II. Abdülhamid, Almanlar tarafından inşa edilmekte olan İstanbul-Bağdat demiryolu hattı boyunca göçmen iskân edilmesini istemiştir. Göçmenler sahil kesimlerinden ziyade iç bölgelere yerleştirilmiştir. Özellikle Fransa, göçmenlerin Lübnan ve Suriye bölgelerine iskân edilmesi konusunda oldukça sert tavır sergilemiştir. Söz konusu yerlere göçmen iskânı halinde bölgede Hıristiyan varlığına karşı Türk-Müslüman varlığının artış göstermesi Fransa’yı oldukça endişelendirmiştir. 1878 sonrası Anadolu’nun doğu ve güney taraflarına göçmen iskân edilmesi Osmanlı devlet adamlarının teklifleri arasında da yer almıştır. Mart 1878’de Cevdet Paşa tarafından hazırlanan bir ıslahat raporunda, Balkanlar’da meydana gelen kayıpları telafi etmek için, “en önemli meselenin Anadolu ve daha güneydeki vilayetlerdeki zenginliği arttırmak ve buraları müreffeh kılmak” olduğu ifade edilerek “Suriye, Halep ve Adana’nın kalkınması” için bu bölgelerde yeni girişimlerin yapılması gerektiği belirtilmiştir. Bu bölgeye göçmen iskânının yoğun olarak yapılmaya başlanması da devlet adamlarının hazırladıkları ıslahat raporlarının neticelerinden birisi sayılabilir. Urban aşiretlerini diğer aşiretlerden ayıran en büyük özelliklerden biri bunların birbirleriyle uzun süreli savaş halinde bulunmalarıdır. Urban konusu devleti meşgul eden ciddi meselelerden bir tanesi olmuştur. Bu aşiretler tarım ve ticaret faaliyetlerine de büyük zararlar vermişlerdir. Arşiv belgelerinde “Urban” ya da “Aşâyir-i Urban” olarak geçmektedirler. Bunların yerleşik hayata geçirilmesi Osmanlı Devleti için büyük bir sorun olmuştur. Urban daha çok Güneydoğudaki ve Suriye’deki aşiretleri içine alan bir ifade olarak kullanılmıştır. Suriye Vilayeti’nde bir yandan göçerlerin girişimleri bir yandan da Arap milliyetçiliği dolayısıyla karışık durumu düzeltmek için bir takım ıslahat çalışmaları yapılmıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında özellikle Doğu Anadolu bölgesinde Kürt aşiret reisleri de kontrol altına alınamaz hale gelmiştir. Bunun sebebi ise savaş esnasında Osmanlı Devleti içinde ahali arasında asayişi sağlayacak olan düzenli birliklerini cepheye gönderilmesidir. Böyle bir ortamda özellikle Kürt aşiretler arasında silahlı baskınlar olmaya devam etmiştir. Bunun sonucunda bilhassa Midyat bölgesinde hem Hıristiyan hem de Müslüman ahali arasında bu girişimlere karşı kendini koruma ihtiyacı hasıl olmuş ve gerek Hıristiyan gerekse Müslüman ahali her an bir baskın olması ihtimaline karşı silahlanmış ve sonrasında da hem Müslümanlarla-Müslümanlar arasında hem de Müslümanlarla-Hıristiyanlar arasında silahlı çatışmalar meydana gelmiştir. Osmanlı Rusya sınırından başlayarak, Basra Körfezine kadar olan boş arazileri tespit etmek suretiyle buralara muhacir iskânı ile Müslüman nüfusu arttırmayı amaçlamıştır. Fakat Rusya, göçmenlerin sınırlarından uzak yerlere iskân edilmesini daha önceden şart olarak öne sürmüş, Osmanlı da Rusya’nın bu isteğine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Böylece Doğu Anadolu taraflarına ilk başta göçmenler iskân edilmemiş iken, 93 harbini takiben 1890’lı yıllardan sonra bu bölgelere de iskânları yapılmıştır. Ruslar kadar Avrupa devletleri de Doğu Anadolu’ya göçmen iskânını önlemeye çalışmıştır. Bu engellemelerdeki esas sebep, bölgedeki Hıristiyan ve Ermeni varlığının tehlikeye düşmesidir. Aynı şekilde İngiltere ve Fransa Suriye-Beyrut-Filistin hattı boyunca iskânı düşünülen göçmenlerin bölgeye iskânı konusunda endişe etmiştir. Daha önceden Lübnan’a yerleştirilmiş olan göçmenler üzerinden propaganda yapan İngiltere ve Fransa, Lübnan nüfusunun büyük bölümünün Hristiyanlardan oluşması sebebiyle, iskân olunanlar herhangi bir asayiş sorununa yol açmadığı halde göçmenler hakkında olumsuz propaganda yapmışlar ve sonuçta Osmanlı Lübnan’da kayda değer bir göçmen iskânı gerçekleştirememiştir. Osmanlı muhacirlerin bir kısmını stratejik önemde olan demiryolu güzergâhına yerleştirmiştir. Bir taraftan muhacirler güzergâh boyunca demiryolunun güvenliğini temin edilecek diğer taraftan olası bir yer değiştirme durumunda muhacirlerin kolay bir şekilde sevk edilmesi sağlanacaktır. Hicaz demiryolunun yapımı, Arapların çok eski zamanlardan beri sürdürdükleri ticaretlerini ve hac kervanlarını yakından alakadar etmiştir. Dolayısıyla bu hattın yapımının önündeki temel problemlerden biri, bedevilerin hattın inşası karşısındaki tutumu olmuştur. Civardaki iyi silahlanmış birkaç bedevi kabilesi saldırgan tavırlarıyla hem hattın güvenliğini tehdit etmiş ve hem de halkın huzurunu bozmuştur. Bu sebeple Osmanlı Devleti Amman ve Zerka Vadisi’ne de çok sayıda göçmen yerleştirmiştir. 1902 senesinde Şam’a ulaşan 824 Çerkes, hem yapım aşamasında olan Hicaz Demiryolu’nda çalıştırılmak üzere hem de demiryolunun güvenliğinin sağlanması amacıyla Kunaytıra ve Zerka Vadisine gönderilmiştir. Zerka Vadisi Şam-Medine demiryolu hattı boyunca uzanan 618 metrelik bir hattı teşkil etmektedir. Muhacirlerin oluşturduğu 100 hanelik bir Çerkes köyü, Zerka’nın 1.200 metre batısında yer almıştır. Bölgenin nüfusunun çoğunluğunu Çerkesler oluşturmakla beraber Beni Sahr kabilesi ve bedeviler de bölgede ikamet etmektedirler. Aynı şekilde Kasr istasyonunda da Çerkes muhacirler iskân edilmiştir. Bu istasyon 942 metre uzunluğundadır. Verimli bir araziye sahip olan bölge Amman’dan gelen Çerkes muhacirler tarafından işlenmiştir. Bölgeye iskân edilen muhacirler bu civarda hem ziraat yapmış hem de hattın güvenliğini sağlamışlardır.  Hem stratejik olarak önemli bir yer olan hem de verimli topraklara sahip olan Amman çevresi ve Zerka Vadisi’ndeki topraklar, bölgede bulunan köylerde yaşayan ve kendilerini de bedevilere karşı koruma gücü olan Çerkes nüfus tarafından işlenmiştir. Osmanlı Çerkes ve Çeçen muhacirleri 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra çeşitli bölgelere yerleştirilip özellikle askerî güç olarak da kullanmıştır. Bilhassa Suriye, Ürdün ve İsrail bölgelerinde Çeçen ve Çerkes muhacirlerden oluşan birlikler askerî eğitimlerden geçirilmiş, 1879 senesinde Jandarma Reform Yasası’nın tekrar düzenlenmesiyle özellikle Suriye’de kolluk kuvvetleri yeniden yapılandırılmış, aynı yıl Kürtlerin kolluk kuvveti içindeki ağırlığını bertaraf etmek için 100’den fazlası Hıristiyan Suriyelilerden, çok azı da Yahudilerden oluşan bir birlik kolluk kuvveti olarak görevlendirilmiştir. Bu bölgede olduğu gibi Doğu Anadolu’da da göçmenler kolluk kuvveti olarak istihdam edilmiştir. 1904 senesinde Bitlis’te 250 kadar Çerkes göçmen jandarma ve subay olarak askerî birliğe kayıt yaptırmıştır. Göçmen iskânı için uygulanan politikalardan bir tanesi de yerleştirilecek bölgenin Rusya sınırına uzak olmasıdır. Bu politikadaki esas amaç ise muhacirlerin Rusya’ya firar etmelerinin önüne geçmektir. Halep ve civarı muhacir iskânı için özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonrasında en uygun yerlerin başında gelmiştir. (Polat; Koç; Yüksel; Aydın/Kaya; Kızılkaya/Akay)

*

“Çerkeslerin Ürdün ve Suriye'ye yerleştirilmelerinin nedeni, padişah hükümetinin muhacirleri Bedevi kavimlerine karşı kullanmaya eğilimli olmasıydı. Çerkeslerin, resmen hazineye ait görünen ama aslında Bedevilerin olan topraklara yerleştirilmeleri, iki halk arasında düşmanlığın anında kıvılcımlanmasına neden olmuştu. Aynı amaçla, sonraları Şam-Hicaz demiryolu boyunca da Çerkes yerleşimleri ortaya çıktı.” (Kuzey Kafkasyalıların Yerleştirilmeleri)

*

4.ÇEÇEN GÖÇÜ

4.a.Günümüzden Bazı Anlatımlar


Osmanlı’ya Çeçen göçü konusunda günümüze yansıyan pek sağlıklı sözlü bir anlatım bulunmamakla birlikte konu hakkında mevcut olan güncel anlatımlardan bazı örnekler şöyledir: 


-Temmuz 2022’deki bir ifadesinde HRÖ, büyük dedesinin “abrek” olup dağa çıkmış olan küçük kardeşini kısa zamanda gelecek mutlak bir ölümden kurtarmak için onu alıp Hopa üzerinden İstanbul’a geldiğini, varlıklı olduklarını, bir akrabalarının iskan edildiği Anadolu’da Sivas Alaçayır Köyü’nde öldürülmesi üzerine intikam için İstanbul’dan ayrılıp oraya gittiklerini ve intikam alıp oraya yerleştiklerini belirtmiştir.

  

"Çeçenlerin, Alaçayır köyüne gelme nedenlerinin bir kan davası olduğu söylenirdi. Söylenceye göre, kaybolan ailesini arayan bir Çeçen'in yolu Alaçayır Köyüne düşer. Bilinmeyen bir nedenle köylüler o Çeçeni kağnı arabasının mazısına bağlayarak kayalardan aşağı yuvarlayıp öldürürler (Bu nedenle o kayalara Çerkez kayaları denirdi). Akrabalarının öcünü almak için Alaçayır'a gelen Çeçenler, akrabalarının öcünü alıp o köye yerleşirler." (Öztürk, Not Defteri, s. 26, 27)


-Ekim 2023’teki HRÖ’ün anlatımına göre, Akkaşlar ve Karakurtlar adlı iki Türkmen grubunun/aşiretinin rekabeti Sivas’taki Bozkurt Köyü’nün kurulmasına yol açmış, güçlenen Akkaşlar karşısında biraz zayıf kalmaya başlayan Karakurtlar’ın “ağa”sı sorup araştırdıktan sonra yırtıcılıklarına güvenip bir grup Çeçene kendi toprağı olan Bozkurt Köyü’nün yerini verip Akkaşlar’a karşı onları oraya yerleştirmiş ve böylece o köy kurulmuş ve amaç da hasıl olmuş, Çeçenler o bölgede kalıcı olabilmişler. Bahse konu köyden olan İP de 23.5.2022’de bir sosyal medya hesabında benzer içerikte bir anlatımda bulunarak, sünni Türkler, Ermeniler ve Aleviler arasında ihtilaflı bir bölgedeki köyleri Bozkurt’un dönmek üzere gelmiş olup il valisinin talebi ile yönlendirilen 12 Çeçen aile tarafından kurulduğunu belirtmiştir. (Ayrıca, Tekin)


-Temmuz 2022’deki bir konuşmada BA, yakınlarıyla birlikte büyük dedesinin önce Çukurova bölgesine yerleştiğini, çok sayıda koyunlarının olduğunu, bu koyunları otlatmak üzere yazları Uzunyayla’ya gidip, kışın geri döndüklerini, ancak bu yolculuklar sırasında sürekli olarak çok sayıda koyunlarının çalınmasına engel olamadıklarından otlak olan o bölgede yerleşip kalmaya karar vererek, Uzunyayla’daki şimdiki yerlerine yerleştiklerini, belirtmiştir ve BA'nın 22.5.2023’deki anlatımına göre de, babasının dedesi Bers 7 oğlu ile gelmiş, çokça olan koyunlarını da getirmişler, 3 aile birlikte gelmişler, önce Adana yöresine, sonra da koyunları için otlaklarını beğendikleri Sivas-Yukarıhüyük Köyü’ne yerleşmişler, Bers oğullarından 5’ini bırakıp 2'si ile oradaki malını satıp geri gelmek üzere gitmiş, ama dönmemiş, kalanlar da sonraları dönmek hayaliyle yaşamışlar, ama onlar da gidememiş, kalmışlar, geldikleri köyün adı Valerik imiş.

-2022’deki anlatımında ŞA, adı Kasım olan  baba tarafından büyük dedesinin Şunoy köyünden geldiğinin tahmin edildiğini, adı Meyse olan 1889 Dağıstan doğumlu anneannesinin 7-8 civarında bir yaştayken memleketinden ayrılıp geldiğini, önce başkalarıyla birlikte Muş’a yerleşmiş olduklarını, burada 1884 Dağıstan doğumlu Abdullah’la evlendiğini, daha sonra tahminen 1916-17 yılları civarlarında Rusların gelmesi üzerine hep birlikte  ikinci kez göçüp Maraş’a geldiklerini, bir gece Narlı yöresinde konaklarken bir dana çalıp yediklerini, daha sonra da, önce Çardak’a, sonra da şimdiki köyleri Sisne’ye gittiklerini, belirtmiştir.

-Benim çevremde de şifahi olarak, dilimizdeki adı Behxli Oyl olan köyümüz Gücüksu/Küçüksu’yu Şeyh Behxli kurmuş, ama sonradan köye gelip yerleşenlerden bazılarının beğenmediği bazı davranışları üzerine, ben burada durmam, diyerek ayrılıp, ikinci kez göç ederek Şam’a gitmiş, giderken de köyün çıkışında köylüler için başınıza bir iş gelmesin, şeklinde hayır dua etmiş diye anlatılılırdı, ama kuruluş tarihi konusunda bir bilgi yoktu. 2022’de köy mezarlığına ilk gömülen Çeçenin kim olduğunu anlamak istediğimizde de bilen birini bulamadık! Şeyh Behxli’nin eksiksiz bir biyografisi olsaydı, birçok şey bilinebilirdi! 

Yine benim bilgilerime göre, nüfusta Elbustuk şeklinde kaydedilmiş bulunan adı Elbruz Dukx/İsmail Kahya şeklinde ifade edilen babamın baba tarafından Mozurhxoy sülalesine mensup dedesinin çocuk sayılacak bir yaşta memleketinden ayrılıp gelerek en son Maraş’taki köyümüz Gücüksu’ya yerleştiği, anlatılanlar arasındaydı.

-Bir sosyal medya hesabında, 23.5.2022’de;

YG baba ve anne tarafından ailelerinin kendi istekleriyle Şamil döneminde, baba tarafının Şamil korkusu yüzünden, anne tarafının Ruslarla yaşamak istemedikleri için, geldiklerini, 

AD kendi köylerindeki Çeçenlerin kan davası nedeniyle geldiklerinin anlatıldığını, 

belirtmişlerdir.

-Çeçenler “Bugünki Ürdün topraklarına 1901 yılında vardılar ve burada harabeler ve göçebe Araplar'la karşılaştılar./... seksen yedi yaşındaki Abdul Baki Jamo.../ "Kültürümüzü koruduk... Çeçenler buradaki halktan bağımsız hayatlar yaşadılar."/... safkan Çeçen şehri Zarka'daki evine gittiğimde Çeçenlerin kimliklerine nasıl bağlı olduklarını gördüm.” “Jamo, babasının 1899'un sonunda Kafkasya'yı terk ettiğini söyledi.” “Sufilik, Çerkeslerden daha iyi bir şekilde kültürümüzü korumamız için yardımcı oldu.” (Bullough, s. 321-324)


4.b. Genel Olarak


Her nekadar Osmanlı’ya Kafkasya’dan göçlerin Kırım Savaşı sonrasında ve hatta çok daha önce başladığı belirtiliyorsa da, bireysel bazı gelişler dışında, Çeçenlerin 1859’dan önce Osmanlı’ya geldiği konusunda kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır.

*

“Çerkeslerin Ortadoğuya ve Mısıra getirilişleri Moğollar ve Cengiz Han zamanında, daha sonraları da bu işin ticaretini üstlenen Kırım Tatarları aracılığı ile Hıristiyan ve Yahudi kökenli esir tacirleri tarafından Ceneviz ve Venediklilerce yürütülüyordu. Esirler çoğunca Kefe ve Azak çevrelerindeki esir satıcılarından alınıyor, el değiştirerek esir pazarlarına sürülüyordu… bu esirler arasında Kıpçak, Adige-Oset, Çeçen ve Tatarlar önemli yer tutuyordu.” (Aydemir, s. 7)

“Gemilere hiç bir eşya kabul edilmediğinden yalnızca üzerlerindeki elbiseleri ve silahlarıyla gelen Çerkezler aç kaldıklarından, küçük yaştakiler dahil çocuklarını çok ucuz bir fiyata pazarda satmak zorunda kalmaktadırlar. Gelen göçmen grupları arasında Çerkezler'in çoğunluğu oluşturmalarının sebebi, bunların Selçuklular'dan itibaren Türkler'le fazla kaynaşmış olmalarına bağlanabilir; çünkü Selçuklular'dan itibaren Anadolu'ya getirilen Çerkez asıllı köle ve cariyelerin miktarı Osmanlı döneminde iyice yoğunlaştığı bilinmektedir.” (Hasan Yüksel)

*

Bununla birlikte başka somut bir bilgi olmamasına karşın 1859’dan önce ya da o sırada Osmanlı’ya toplu Çeçen göçleri olduğu konusunda da bazı ifadeler bulunmaktadır. 

*

”Daha 1847’de Dağıstan’dan göçedenler olmuştu… küçük gruplar halinde göçmüşlerdi. 907’ye kadar bu şekilde göçler süregeldi… Bunlar ve Çeçen ve Osetinler, kara yoluyla gelerek Kars ve Doğu Bayazıt’tan Osmanlıya giriyorlardı. 1877-78 savaşından sonra Dağıstan ve Çeçen’den Rusya’nın içlerine göçürmeler yapıldı… Kuban ovasına göçürülenlerin sayısı 150.000’i aşıyor”. (Berzeg, s. 155)

*

Bagıray-Altun’a göre, Çanakkale-Biga’daki Çınardere ve Çınarköprü köylerinin kurucuları Osmanlı’ya 1848’de gelen 15 Çeçen ailedir. Bunlar Karadeniz'den gemi ile gelip önce Erdek'te karaya çıkmış ve “günümüzde Alman Çiftliği olarak bilinen Gönen yakınlarındaki Tahirova denilen bölgede iskan” edilmişlerdir. Ancak o sırada bataklık olan bölgede sıtma kaynaklı çok sayıda ölüm olması üzerine daha iç kısımlara göç etmek zorunda kalınca, bir kısmı bugünkü Çınarköprü Köyü'nün olduğu yere, diğer bir kısmı da bugünkü Çınardere Köyünün bulunduğu yere yerleştirilmişlerdir. Günümüzde Çınardere Köyünde sadece iki Çeçen aile kalmıştır.


Baddeley’e göre de, Şamil’in tesliminden sonra “çok sayıda İnguş ve özellikle bir Kazak stanistasına ismini vermiş olan Karabulak kabilesi” Osmanlı’ya göçmüştür, Rusların son saldırı hazırlıkları 1859 Temmuz’da tamamlanmış, artık yenilginin kaçınılmaz olduğunu gören Çeçen bölgeleri Ruslara katılmış ve bunlar da şartlara göre “ya yerlerinde bırakılıyor, ya da sınırın iç taraflarına gönderiliyorlardı”. (Baddeley, s. 439-450)


Ancak Baddeley’in belirttiği şekilde “Şamil’in tesliminden sonra” çok sayıda İnguş’un Osmanlı’ya göçtüğüne dair bir bilgiye de rastlanmamıştır.


Şamil’in teslim olduğu 1859 yılından önce kesin olarak bilinen toplu bir Çeçen göçü olmasa da bireysel gelişler olmuştur ve bunların iki örneğinin izi şu anlatımlarda görülebilmektedir:

*

“Mahmud Şevket Paşa: (1856 Bağdat-1913 İstanbul) / Babası Kuzey Kafkasya’dan Irak’a gelip yerleşen Çeçen Kethüdazade Süleyman beydir.” (Aydemir, s. 206)

1820’li yıllarda "Batı Karadeniz kıyılarında birkaç askeri harekatın başını çeken Çeçenzade Hacı Hasan Paşa Trabzon valisi olarak atandı." (Avagyan, s. 36; ve ayrıca, Tosun) 

*

Çeçenlerin Osmanlı’ya bilinen toplu göçleri Şamil’in teslim olduğu 1859’dan sonra değişik tarihlerde gerçekleşmiştir.

4.c.Dönemsel Olarak Çeçen Göçleri

Konu hakkındaki yayınlarda epeyce çelişkili ve dolayısıyla doğru olmayan bilgi mevcuttur. Bununla birlikte Osmanlı’ya Çeçen göçlerini mevcut bilgiler çerçevesinde şu üç dönemi esas alarak incelemek uygun görünmektedir: 1860-1863, 1865 ve 1899-1907 dönemleri.

4.c.1.1860-1863 Dönemi Çeçen Göçleri

Bir Osmanlı yazısındaki ifadeye bakılacak olursa, Osmanlı’da bireysel gelişler dışındaki bilinebilen ilk toplu Çeçen iskanı muhtemelen 1859 yılında gerçekleştirilmiş olmalıdır. Ülkelerine geri dönmek isteyen “Çeçen ve Çerkes ta’ifesi halkından yüz elli hane”yi konu alan 12 Aralık 1862 tarihli Kars çıkışlı bu yazıda, “bundan üç yıl evvel ülkemize gelmiş” olan sözkonusu göçmenlerin  Sivas’ta iskan edilmiş oldukları belirtilmektedir, ki buna göre, bunların iskan edildikleri tarih 1859 olmalıdır, ancak bunların 1860’da gelen Çeçenler olması daha muhtemeldir, bu konuda başka bir bilgiye ulaşılamamıştır. (Bolat, 38, 39)

Habiçoğlu ile Aydemir’in Osmanlı’ya ilk Çeçen göçmenlerin 1863’de 103 hane olarak geldiğini belirtmelerine karşın, bir yazımda benim de aynen tekrarladığım bu hususun yanlış olduğu ve Çeçenler’in Osmanlı’ya 1860 yılından itibaren toplu olarak farklı tarihlerde geldikleri bazı yayınlardaki Osmanlı arşiv kayıtlarına dayalı bilgilerden açıkça görülebilmektedir. (Bolat, s. 45, 46; Habiçoğlu, s. 86; Aydemir, s. 114, 115; Bayazıt)

İlk gelişlerin tam olarak ne zaman ve ne şekilde olduğu konusunda kesin bir bilgiye ulaşılamamakla beraber, Çeçen iskanı konusundaki Osmanlı yazılarının tarihlerinden bazı sonuçlara varmak mümkün görünmektedir. 

Tamamen bazı Osmanlı arşiv belgelerinin günümüz Türkçesine çevirilerini içeren Ali Bolat’ın konuya ilişkin eserindeki yazı tarihlerine göre Osmanlı’da 1860-1863 döneminde gerçekleştirilen Çeçen iskanıyla ilgili işlemlerden bazıları aşağıda belirtilen yer ve zamanlarda yapılmıştır. 

*

İskan Yeri                      Hane          Nüfus             İlgili Yazının Tarihi     Bolat’taki Sayfası

Biga                                  46               231               20 Ağustos 1860         s. 18           

İzmir-Saruhan              269            1210                   14 Ekim 1860          s. 19

Haydarpaşa                    -                     -                        9 Kasım 1860         s. 21

Sivas                                -                  759                   15 Aralık 1860          s. 22, 23

Çanakkale                      10                 43                   26 Aralık 1860          s. 24

Aydın-Ödemiş                 -                      -                    30 Nisan 1861         s. 26, 27

Teke köyü                    Naib Sadullah kabilesi            1 Mayıs 1861          s. 28

İzmir                                  -                     -                     16 Eylül 1861          s. 30

Kayseri-Harm.                  -                     -                       9 Aralık 1861          s. 32

Maraş-Göksun                 -                      -                    17 Nisan 1862         s. 34

Sivas                                  -                      -                     11 Eylül 1862          s. 36

Sivas                             150                     -                     12 Aralık 1862        s. 38-41, 

Sivas                             103                     -                 13 Temmuz 1863       s. 45, 46

Maraş-Çardak                  -                      -                         1886/1887          s. 82-86

*

Listenin ilk sırasında görüldüğü üzere, Çeçenlerin Osmanlı’ya bilinen  ilk iskanı, muhtemelen deniz yolu ile ve iskanla ilgili söz konusu yazının tarihi olan 20 Ağustos 1860’dan önce gelen Çeçenlerin 1860 yılında Biga’ya “Çeçen halkından ve Kırım beyler takımından” denilmek suretiyle ve 231 nüfus olarak yerleştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. 

Listedeki diğer yazılardan: 

-9 Kasım 1860 tarihlisinde, Çeçen muhacirlerin Haydarpaşa’ya çıkarıldığı, diğer muhacirlerin de orada bulundurulmaları, 

-26 Aralık 1860 tarihlisinde, Trabzon’da bulunan  on hane Çeçen göçmenden büyüklü küçüklü kırk üç nüfusun bir kısmının  akrabalarından ayrı kalmaması için Kala-yı Sultani (Çanakkale)’ye gönderileceği,

-17 Nisan 1862 tarihlisinde, acele iskan olunmak üzere Maraş havalisine gönderilen, ancak varışları kış başlangıcına rast geldiğinden iskanları henüz gerçekleştirilememiş olan muhacirlerin hanelerinin inşası ile avdet haklarının ödenmesi için Göksun tarafına gidileceği,  

-12 Aralık 1862 tarihlisinde, üç yıl önce gelip Sivas’ta iskan edilen 150 hane göçmenin ülkelerine geri gitmek üzere Kars’a geldikleri, böyle katl suçlusu kimseleri Rusya’nın kabul etmeyeceği, iyilikle, olmazsa zorla döndürülmeleri, ve sonuçta bunların “üzerine gönderilen müfreze ile iskan oldukları yerlere geri döndürüldükleri”, 

-13 Temmuz 1863 tarihlisinde, bir süredir Sivas’ta ikamet etmekte iken Afşar ve Zeytun ahalisi ile mücadele içinde olduklarından bir tarafta barınamayarak ülkelerine geri gitmek için Kars’la Erzurum arasındaki Soğanlı dağına gelen 103 hane Çeçen’in geri döndürülüp hassas bölgede toplanmaların önlenmesi konusundaki padişah iradesine uygun olarak yapılan tüm iyilikle ikna çabalarına rağmen kıymet bilmeyen bu taifenin döndürülmesinin mümkün olmadığı,

-1886/1887 tarihlisinde, aralarında “Çardak Karyesi” de bulunan Elbistan’daki 12 köyün isimlendirildiği,

özet olarak, belirtilmiş/istenmiş/denilmiştir.

Aynı listedeki yazılardan 14 Ekim 1860 olanında, Çeçen “Naib Sa’dullah ve Murtaza ve hoca Abdulkadir ve Abdülkahir ve Salim Gerey ve Cuma efendiler takımlarından” 269 hane 1.210 nüfusun İzmir/Saruhan “kasaba ve köylerinde yeni usullere uygun olarak yerleşme arzusunda oldukları” ve gereğinin yapılmasının istendiği belirtilirken, 30 Nisan 1861 tarihlisinde, acilen yerleştirilmek üzere Aydın’a gönderilmiş bulunan çoğu Çeçen olan göçmenin Ödemiş’te “yerleştirilmelerine razı olmayıp, yerine getirilmesi mümkün olmayan isteklerde bulundukları”, daha önce yardım eden yerli halkın da artık yardım edemeyeceklerini bildirdikleri, bunun üzerine göçmenlerin “çoluk çocuk kalkıp başlarında hocalarıyla beraber” Karesi’ye gelerek “bir an evvel kendilerine yardım verilmesini veya diledikleri yere gitmelerine izin verilmesini ısrarla istemekte oldukları”, 1 Mayıs 1861 tarihlisinde, yerleşmek üzere Saruhan’a gönderilmiş olan Çeçen naib Sadullah efendinin “kabilesiyle Teke (Tekye) köyüne yerleşmek istediği”, 16 Eylül 1861 tarihlisinde de, Çeçen muhacirlerin Erzurum’a gitmek ısrarında bulunmalarının bozgunculuktan farksız olduğu ve bölgedeki havadar bir yere gönderilmeleri gerektiği, belirtilmiştir.

*

Burada sözü edilen Sadullah Efendi ile ilgili Bolat’ın notunda, “naib Sadullah efendi’nin İmam Şamil’in naibi olmak gerektir. Naib Sadullah Çeçenlerin Türkiyeye göçertilmesi konusunda da Rus yönetimi ile işbirliği yapmış, Çeçen halkı arasında göç etme fikrini yaymak için yoğun propaganda faaliyetinde bulunmuştur. Hatta 1859’da Şamil’in teslim olmasından sonra kendisine Rus ordusunda mayor (binbaşı) rütbesi verilmiştir”, denilmektedir, ki bu bilginin doğru olması durumunda, 1860’ta Osmanlı’da bulunduğu anlaşılan adıgeçen daha sonra geri dönüp 1865 tarihli Çeçen göçü için faaliyet göstermiş olmalıdır. (Bolat, s. 29) 

Kutlu’ya göre de, Saydulla davar sürülerini Osmanlı’ya getirmiştir. (Kutlu-Direniş, s. 319-321)

*

Bolat’ın eserindeki yazılardan yukarıda en son değinilen dördüne konu olan göçmenler Tepekaya, Berber ve Polatkan’ın çalışmalarının yanısıra Osmanlı’nın başka bazı yazılarına da konu olmuştur.    

Bu göçmenlerle ilgili olarak Tepekaya’nın çalışmasında, özetle, 28 Ekim 1860’ta Dağıstan ve Çeçen göçmenlerinden 274 hane 1266 nüfusun Aydın Vilâyeti Saruhan Sancağı’na gönderildiği, bunların değişik kasaba ve köylere üçer-beşer hane şeklinde yerleştirilmesinin, eğer rıza göstermezler ise bir veya iki köy şeklinde iskân olunmalarının istendiği, Sadaretten 20 Kasım 1860 tarihinde Aydın Kaymakamına yazılan bir yazıda, Şeyh Şamil Efendi takımından 20 hane göçmenin Aydın Sancağı’nda iskân olunmak üzere gönderildiğinin ve Aydın Vilâyeti’nden Sadarete yazılan 23 Aralık 1860 tarihli bir yazıda da 274 hane 1300 Çeçen nüfusun Aydın Vilâyeti bünyesinde yerleştirildiklerinin bildirildiği, Çeçen ahalisinden göçmenlerin bir kısmının Saruhan Sancağı’na yerleştirildiği, belirtilmiştir. (Tepekaya)

Aynı göçmenlerle ilgili olarak Berber’in çalışmasında da, özetle, 14 Ekim 1860’de bu göçmenlerden 269 hane 1.210 nüfusluk takımlarının Saruhan’da iskân edilmek üzere istekte bulundukları, 28 Ekim’de ise iskanlarının yapılması için bunların 274 hane 1.266 nüfus olarak gönderildikleri, 23 Aralık’ta da 274 hane 1.300 nüfus olarak o bölgede iskân edildikleri, kısa bir süre sonra bunlardan bir kısmının ülkelerine geri dönmek istediği ve 22 Nisan 1861’e kadar kadın ve erkek 500–600 nüfus kadarının dönmek amacıyla İzmir’e gittiği, ancak Rusya konsolosundan kabul edilmeyecekleri yönünde cevap alındığı gerekçesiyle gitmelerine müsaade edilmeyeceğinin ifade edildiği, bunun üzerine içlerinden bazılarının Kars ve Muş’ta iskân olunmak istediği, bunlardan 150 kişilik bir grubun dönmek amacıyla İstanbul’a gittiği, ancak bunların da gitmelerine izin verilmediği, sadece içlerinden 25 hane 91 nüfusun akrabalarının iskân edilmiş olduğu Bolu’ya gitmelerine müsaade edildiği, söz konusu Çeçenlerden bir kısmının uyum sorununa bölgede çözüm arayıp görevliler eşliğinde yaptıkları “incelemeler sonucunda Güzelhisar-ı Menemen’e tabi Tekke köyünde boş bir araziyi beğenip buraya yerleşmeye” karar verdikleri, bunların toplamda 200–300 arası bir nüfus oldukları tahmin edilen 42 hanede 132 erkek adına başında Sadullah Efendi adı yazılı bir memnuniyet belgesi de verdikleri, ancak bu gruptan da kopmalar olduğu, 1861 sonbaharında “42 hanelik bu grubun içinden Hoca Said ve Arslan’ın başını çektiği 32 hanelik” bir grubun “buraların iklimiyle uyum sağlayamadıkları ve telef oldukları gerekçesi ile Uzun Yayla ve Erzurum taraflarına nakledilmek” istedikleri, bunlara nakil masrafları kendilerine ait olmak ve diğerlerine örnek olmamak kaydıyla izin verildiği, ayrılma ve yer değiştirmeler sonunda Çeçenlerin ne kadarının bölgede kaldığını tespit etmenin zor göründüğü, “Güzelhisar-ı Menemen hariç” bölgede başka bir yerde Çeçenlerin iskân edildiği konusunda bir bilgiye de rastlanmadığı, bütün bu bilgilere göre başlangıçta bölgede iskan olunmak istenen 1300 Çeçen’den 700’ünün yöreden ayrıldığı, Saruhan’da kalanlarınsa toplam 120-130 hane 600 nüfus kadar olduğu ve bunların da Manisa’da “zaman içinde izine rastlanılamayacak biçimde” dağınık şekilde iskan edildiği sonucuna varılabileceği ve günümüzde bölgede Çeçen izine rastlanmadığı ifade edilmiştir. (Berber-Manisa)  

Bazı Osmanlı belgelerinin günümüz Türkçesine çevirlerini içeren Polatkan’ın çalışmasında aktarılan  23 Mayıs 1861 tarihli Osmanlı yazısında da, aynı göçmenlerle ilgili olarak, özetle, "Manisa Sancağı'na gönderilen Kabartay kabilesine mensup olan göçmenler ile Kumuk ve Çeçen göçmenlerden İstanbul'a dönen yirmi beş hanelik nüfusun, Bolu Sancağı'nda akrabalarının yanında iskan isteklerinin kabul” edildiği ve  göçmen “Çerkezler ve Kabartay kabilesinden olup iskan maksadı ile daha önceleri İzmir eyaletine yollanan ve oradan dahi Manisa Sancağı'na gönderilen, ancak geçenlerde geri dönmüş olan Kumuk ve Çeçen göçmenleriyle, İstanbul'a gelmiş olan yirmi beş hane doksan bir nüfusun, Bolu Sancağı dahilinde iskan ettirilmiş olan Talustan Efendi takımının akraba ve yakınları olduklarından, onların yanlarında usulüne uygun bir şekilde yerleşmelerinin sağlanarak, yerleşme işlemleri tamamlanıncaya kadar yevmiyelerinin ödenmesi” hususunun “kısa bir zaman önce İbiş ve Hamza Efendiler tarafından dilekçe verilerek rica” edildiği ve emir beklendiği belirtilmiştir. (Polatkan, s. 38, 57, 58)

Polatkan’ın çalışmasındaki 16 Eylül 1861 Osmanlı belgesine göre ise, "Erzurum'a gitmek isteyen Çeçen göçmenlerin İzmir'de bulundukları yerlere uyum sağlayamamaları durumunda, havadar olan yerlere nakledilmeleri ancak vilayet dışına gönderilmemeleri" kararına yer verilmiştir. (Polatkan, s. 65)

Yukarıdaki Bolat’ın eserine dayanan aynı listeden geriye kalan 3 yazıdan, 15 Aralık 1860 tarihlisinde, daha evvel Trabzon’a gelmiş olan yedi yüz elli dokuz nüfus Çeçen ve Kabarday göçmenlerinin Sivas’a gitmek için Samsun’a gönderildiği, ancak Sivas’ta yerleştirilmelerinin mümkün olmaması nedeniyle bunların “Kengiri (Çankırı), Tokat, Çorum, Amasya taraflarına ve Canik sancağı kazalarına” dağıtıldığı, 9 Aralık 1861 tarihlisinde, Kayseri-Harmancık’a Çeçenlerin yerleştirileceği ve 11 Eylül 1862 tarihlisinde de, Harmancık’tan gelen Çeçenlerin Sivas’ta yerleştirilmeleri, hususları ifade edilmiştir. (Bolat, s. 22, 2 32, 36)

Kayseri/Harmancık’a Çeçen iskanı ile ilgili olan Ayşe Pul’un bir çalışmasında bu üç yazıda sözü edilen Çeçenler konu edilmiştir. Pul bu çalışmasında 9 Aralık 1861’de Harmancık’a iskan edilen Çeçenlerin 240 hane olduğunu, bunların Ermenilerden daha çok yöredeki eşkiyalığa karşı iskan edildiklerini ve yerli halkın da Çeçenlerin bölgeye gelişinden memnun olup göçmenlere buğday bağışında bulunduğunu belirtmektedir.

Pul ayrıca, gemi ve kayıklarla daha “evvelden Trabzon’a gelmiş olan Çeçenler, 17 Aralık 1860 tarihinde önce Samsun’a daha sonra Sivas, Çankırı, Tokat, Çorum ve Amasya’ya taksim edilerek yerleştirilmişlerdir. 9 Aralık 1861 tarihinde Harmancık’a gelmeleri kararlaştırılıp, 10 Eylül 1862’de gitmiş olduklarına göre dokuz ay burada kalmışlardır”, “Sivas’ta boş yer kalmaması muhacirlerin Köstere kazasına bağlı Harmancık’a gelmelerindeki bir başka sebep de bu olabilir”, demektedir, ki bu ifadelerden, açıkça ifade etmese de Pul’un, Harmancık’a yerleştirilen Çeçenler’in Trabzon’dan gelen Çeçenler olduğu sonucuna vardığı anlamı çıkmaktadır.

Ancak Pul’un aynı çalışmasında aktarılan bir Osmanlı belgesindeki ifadelerden bunların Trabzon’dan değil Aydın’dan gelen Çeçenler olduğu sonucuna varmak daha doğru gözükmektedir. (Pul ve ayrıca Bolat, s. 19, 22, 23, 26, 32, 36)

Zira Pul’un çalışmasındaki “İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu memurunun, Kabardey (Kabartay), Hatukay ve Çeçenler'den oluşan yaklaşık bin hane Çerkes muhacirinin Uzunyayla'da yerleştirilmesi hususunda yürütmüş olduğu hazırlık çalışmalarını içeren ve Sadaret'e sunulmuş 1861 tarihli” bir raporundan yapıldığı belirtilen alıntıda aynen “aşîretlerinin dahi pây-ı hasar ve ziyanlarını oralardan kat'etmiş olmasıyla beraber bu asâyişin devamını istihsâl eylemek… bu kâbilden olmak üzere Kayseriye sancağında kâin Köstere kazasına tâbi' Harmancık nâm arâzî-i vesî'ada Lek.. ve Garanitli?.. aşîretlerinin metâları Adana eyâleti dahilinde ise de müsâ'adelü tutmalarından mı veya bir başka mütâle'adan mıdır her ne esbâba mebnî ise şimdiye kadar iskânları hâsıl olamamış ve bunlar yaz günleri mezkûr Harmancığa geldikçe ahâli-i mezkûrenin mezrû'ât ve harmanlarına itâle-i dest-i te'addî ve hasar ve daha türlü türlü harekât-ı baiyânede inat ve ısrar edegeldikleri vâsıl-ı sem've tahkîk ve istihbâr olunduğundan sâye-i hazret-i şâhânede aşâyir-i merkûmenin dahi insidâtda ekâvet ve mazarratları zımnında oraya dahi biraz muhâcirîn iskânı tasavvurunda bulunduğu halde Aydın tarafından ve Çeçen kabîlesinden ikiyüzkırk kadar hane gelmiş olmasıyla bunlar tevîkât-ı lâzıme îfâsıyla mezkûr Harmancığa gönderilmesi kararlaştırılarak îcâbı derdest-i icrâ bulunmuş ve bu sûretten bi'l-cümle halk memnun olarak hatta Kayseriyye ahâlisi memnuniyet-i hâsılalarını i'lânen bin kile hınta i'tâ eylemi ve lazım gelen haneleri bimennihi Te'âlâ evvel baharda inşâ olunacağı bedîhî ve fakat burası dahi daha üçdörtyüz hane ikâmesiyle kuvvetlendirilmeğe muhtâc bulunduğundan mevrûd hanelerden buraya dahi ol miktar hanelerin gönderilmesi musammem bulunmuştur” denilerek Harmancık’a Aydın’dan ikiyüzkırık hane Çeçen muhacir geldiği açıkça ifade edilmiştir.


Zaten daha önce Aydın’da iskân edilen Çeçenler de iklim sebebiyle Uzunyayla bölgesine nakledilerek yerleştirilmelerini istemişlerdir. (Erdoğan)

Bu konudaki, “350 Çeçen hane” ifadesinde olduğu üzere, bir ölçüde farklılıklar içeren anlatımında Tekin de şunları söylemektedir: 1861’de Aydın’a iskân edilmiş olan Çeçen muhacirleri “kendi istekleri doğrultusunda Aziziye Kazasına iskân edilmek istemişlerdir. Bunun üzerine Aydın’dan Aziziye kazasına nakil olunacak Çeçen kabilesinden ve Hoca Adil ve Bistar ve Dadl Toga ve Uruz Beğler takımından 240 hane nüfus Sivas’a iskân edilmiştir. Nakil masrafları kendilerine ait olmak üzere ve muhacirlerin geri kalanı için böyle bir uygulama yapılmamak şartıyla gitmelerine izin verilmiştir.” “Uzunyayla’da iskân edilmek üzere Aydın’dan gelen Adil ve Tahir Ağaların takımından 350 Çeçen hanenin burada barındırılamayacağı, bu yüzden Köstere Nahiyesine bağlı olan Harmancık bölgesine yerleştirilmeleri gündeme gelmiştir… Hatta bu bölgedeki Afşar aşiretlerinin saldırılarına müdahale edebilmek amacıyla birçok yere karakol inşa edilmiştir.” “26 Kasım 1861 tarihli bir belgede ilk önce Aydın Sancağına oradan da Sivas’a sevk edilen 240 nüfuslu Çeçen muhacirlerin sevki sırasında Konya ahalisinin nakil ücreti olarak vermiş oldukları 48.000 kuruşun Ceride-i Havadis, Takvim-i Vekayi ve Tercüman-i Ahval gibi gazetelerde yayınlandığı görülmektedir.” (Tekin)

Pul’un çalışmasındaki açıklamalardan ayrıca Harmancık yöresindeki aşiretlerin eşkiyalık yaptıkları, kışın Adana’da kalıp yazın o bölgeye gelen aşiretlerin gelip giderken çevreye zarar verdikleri, asayişin sağlanmasına ihtiyaç olduğu ve bu amaçla yapılan 240 hane Çeçen iskanından yöre halkının memnun olup bu memnuniyetlerini buğday bağışı ve ev inşasını taahhüt ederek gösterdikleri de anlaşılmaktadır.


Aslında aşiretlerin eşkiyalığı nedeniyle asayiş ihtiyacı olduğu hususu Pul’un çalışmasında “belgelerden anlaşıldığına göre, muhacirlerin bu bölgeye yerleştirilme sebepleri arasında düşündüğümüz Ermeni halkının bölgedeki çoğunluğu değil, eşkıyalık hareketlerinde görülen artıştır. Yöre halkı da bu hareketlerden son derece rahatsız hale geldiği için muhacirlerin iskân edilmesini sevinçle karşılamış ve ellerinden gelen yardımı yapmaktan çekinmemişlerdir” şeklinde açıkça ifade de edilmiştir ve bu durum Sivas’a Çeçen iskanının aşiretlere karşı denge arayışı ve asayiş için devlet yöneticilerince özellikle istendiği şeklindeki bugüne kadar şifahi olarak aktarılagelen bilgilerle de uyumludur.


Asayiş sağlanması ihtiyacıyla ilgili olması muhtemel bir husus da Pul’un “dikkati çeken diğer bir husus da 1860 yılı itibarıyla boş yer kalmadığından bahsedilmesidir” şeklindeki ifadesine de konu olan ve daha sonraki tarihlerde en önemli iskan yeri haline gelen Sivas’ta iskan işinin henüz başlarındaki bir tarih olan 1860’ta muhacir iskanı için yer olmadığından bahsedilmesidir, ki bu da yöredeki bazı çevrelerin daha başlangıçta yöreye muhacir iskanına ciddi bir şekilde karşı çıktığını gösterir nitelikte bir husustur. 

Aşiretlerden “en serkeş ve vahşîsi” olduğu belirtilen Afşar aşîretini de konu edinen ve Harmancık’a Çeçenlerin iskan edildiği Aralık 1861 tarihinden üç ay kadar sonraki bir tarihi taşıyan İskan memurunun 23 Şubat 1862 tarihli bir yazısında da asayiş ihtiyacı konusundaki bu durum olabildiğince açıklıkla anlatılmış ve aynen “fakat Afşar aşîreti ile aşâyir-i sâirede nîmet-i bî-minnetimiz efendimiz hazretlerinin muvaffakiyet-i seniyyeleri eseriyle ber-minvâl-i muharrer imdilik dâire-i medeniyyete duhûl ederek mukaddime-i emniyet ve âsâyiş hâsıl olmuş hükmüne girmiş ise de bunlar min'el-kadîm hâl-i bedeviyete alımı ve hırsızlık ve yamagerlik âdetlerini i'tiyâd edinmiş oldukları cihetle ednâ mertebe fırsat buldukları halde icrâ-yı habâsete cesâret edecekleri misillû muhâcirlerin ehl-i 'ırzından bî-edeb takımı ve söz anlamaz gürûhu daha çok olmak hasebiyle onların dahi arasıra bunlara sarkıntılık ederek bu iki kavim beyninde cidâl ve kıtâl eksik olmayacağı melhûz olduğundan ve her mahalde başka başka zaptiyeler var ise de aşiret takımı her nasılsa onlardan pek de ihtirâz etmemekte ve hükümetlerin icrââtınca dahi bazı mertebe zaaf gösterilmekte idüğünden muhâcirîn ve aşâyir-i merkûmenin emr-i iskânı tamamiyle hâsıl olarak bunlar sahîhan mazhar-ı medeniyet oluncaya kadar es'ârın ucuzluğu cihetiyle Sivas ve Kayseriyye'nin mevki' ittihâzıyla hiç olmaz ise oralarda yedi sekiz bölük suvâri ve mükemmel bir iki tabur şeşhâneci asâkir-i nizâmiye bulundurulması ve bununla beraber Aziziye her ne kadar kaymakamlıkla idare olunuyor ise de muhâcirînin kesreti ve sâlif'üz-zikr Aziziye ve Mesudiye kasabalarının cihet-i teşkili ve aşâyir cevelângahlarına kurbiyyeti mülâbesesiyle hükümet-i mahalliyenin iktidarlı bir halde bulunması mertebe-i vücûbda göründüğünden îcâbının icrâsı verilmesi ”, “iktizâ edenlere evâmir-i ekîde gönderilmesi vabeste-i irâde-i hikmet-ifâde-i hazret-i sadâretpenâhîleri olmağla her halde emr u ferman hazret-i men lehu'l-emrindir fî 23 aban sene 78/23 Şubat 1862./ Bende Me'mûr-ı İskân-ı Muhâcirîn (Mühür: Muhammed ...?)” denilerek ifade edildikten sonra, “yöredeki aşiret ile gelen Çeçen halklarının arasında cereyan edecek kötü olayları da engellemek” için yörede “devlet tarafından yedi sekiz bölük süvari ve mükemmel iki tabur asker bulundurulması” talep edilmiştir. 


Pul’un çalışmasında yer alan “Afşar aşiretinin terk ettiği boş yerlere Kabartay, Altıkesek, Hatukay ve Çeçen kabilelerin Kayseri’nin Uzunyayla mevkiine iskân ettirilmesine karar verilmiştir. Kasım/Aralık 1861 tarihli layihaya binaen Aziziye ve Mesudiye kazaları oluşturularak yaptırılan iki yüz dokuz haneye yerleştirilmeleri istenmiştir” ve “23 Şubat 1862 tarihli bu belgede de bölgedeki aşiretlerden en geçimsizlerinin bile muhacirlere karşı iyi niyetli olduklarını ve öyle ki onlara haneler verdiklerini ve yardımlar yaptıklarını görüyoruz” şeklindeki ifadeler bölgede huzur, barış ve uyum sağlandığı intibaı verilmekte ise de, yukarıdaki iskan memurunun yazısındaki ifadeler yörede barış ve huzur ortamı sağlandığı hususuna şüpheyle bakmayı gerektirecek niteliktedir ve ayrıca Pul’un “Muhacirlerin büyük bölümü Şam eyaletini tercih etmişlerdir” şeklindeki ifadesinden görüldüğü üzere göçmenlerin o yöreden ayrılmak istedikleri de anlaşılmaktadır.


Zaten Harmancık’a iskan edilen söz konusu göçmenler de fazla kalmadan o yöreden ayrılmışlardır ve Pul bu durumu, “Sivas mutasarrıfına hitaben yazılan bir yazıdan anlaşıldığına göre 16 Rebiyülevvel 1279/11 Eylül 1862 tarihinde Harmancık’tan Sivas’a gelmiş olan Çeçen muhacirininin ne şekilde iskân olunacağına dair bilgi istenmiş, levazım konusunda kusur etmemeleri de belirtilmiştir. Görüldüğü üzere Köstere’nin Harmancık isimli mevkiine yerleştirilen Çeçen muhacirleri burada fazla kalmayarak tekrar Sivas’a gönderilmiş, oradan da Erzurum’a iskân ettirilmişlerdir. Daha evvelden Trabzon’a gelmiş olan Çeçenler, 17 Aralık 1860 tarihinde önce Samsun’a daha sonra Sivas, Çankırı, Tokat, Çorum ve Amasya’ya taksim edilerek yerleştirilmişlerdir. 9 Aralık 1861 tarihinde Harmancık’a gelmeleri kararlaştırılıp, 10 Eylül 1862’de gitmiş olduklarına göre dokuz ay burada kalmışlardır. Neden tam olarak yerleşmedikleri hususunda maalesef elimizde bir belge bulunmamaktadır. Sivas’ta daha evvelden yerleştirilmiş olan akrabalarının yanına gitmeyi tercih etmiş olabilecekleri, eşkıyalık hareketlerine daha fazla dayanamamış olabilecekleri gibi tahminler üzerinde durulabilir”, şeklinde ifade etmektedir. (Ve ayrıca Bolat, s. 19, 22, 23, 32, 36)


Görüldüğü üzere bu ifadelerde bir yandan söz konusu muhacirlerin iskanı konusunda Sivas mutasarrından bilgi istendiği belirtilirken bir yandan da bunların daha sonra Erzurum’da iskan edildikleri belirtilmektedir. Ancak başka kesin bir kanıtı  yoksa bunların Erzurum’da iskan edildikleri hususuna en azından kuşkuyla yaklaşılması daha doğru görünmektedir.


Pul’un söz konusu çalışmasında sözü edilen 1861 tarihli İskan memuru raporunda Çeçen iskanı konusunda Pul’un çalışma konusunun Harmancık’a iskan edilen Çeçenlerle sınırlı olduğu yaklaşımıyla üzerinde pek durmadığı düşünülebilecek ve muhtemelen önemli sayılabilecek başka bilgiler de bulunmaktadır. Buna göre bu raporda aynen “hasâr etmekte olan Tâcirlü ve Delikanlu aşîretlerinin dahi pây-ı hasar ve ziyanlarını oralardan kat'etmiş olmasıyla beraber bu asâyişin devamını istihsâl eylemek lâzımeden olduğundan mezkûr Uzunyayla ve havâlîsinin kapı ve kilidi makâmında bulunan ve Elbistan kazasında Tâcirlü yaylağı denilen mahalle yerleştirilmek için üçyüzseksen kadar muhâcir hâneleri zikr olunan Elbistan'a gönderilmiş ve Sivas ve Amasya ve Bozok taraflarına vürûd eden muhâcirlerden daha beş altıyüz hanenin mahall-i mezbûra gönderilmesi takviyyeti mûcib olacağından avdet-i çâkerânemde bunun dahi îcâbı icrâ olunacağı ve bimennihi Te'âlâ hulûl-ı evvel-i baharda bunların iskânı maddesi tamamıyla hâsıl olarak matlûb olan devam-ı emniyet kaziyyesinin tamamıyla husûle geleceği derkâr bulunmuştur” denilerek Elbistan-Tacirlü yaylağı denilen yere 380 kadar hane göçmen gönderildiği ve 5-600 hanenin daha gönderileceği belirtilmektedir, ki bu ifadelerin, diğer göçmenlerle birlikte, günümüzde Kahramanmaraş’ta Çardak, Gücüksu/Küçüksu ve Sisne isimli yerleşimlerde yaşayan Çeçenlerin atalarının o bölgeye ilk iskanı konusunda doğrudan ve ilk elden bilgiler olması muhtemeldir.


Burada adı anılan Çardak Osmanlı’da Çeçenlerin en kalabalık olarak iskan edildikleri yerleşim yeridir. Bolat, isminin 1887 tarihinde konulduğu anlaşılan bu köyün/nahiyenin/kasabanın/mahallenin kuruluş tarihinin 1887’den yaklaşık 20 yıl önceye kadar dayanmak gerektiği kanısındadır, ancak buraya Çeçenlerin tam olarak hangi tarihte geldikleri konusunda net bir bilgiye ulaşılamamıştır. (Bolat, s. 82, 86)

Bir akrabam olan MT ile Temmuz 2022’de yaptığım şifahi bir  görüşmede, Çeçenlerin geldiği dönemde Çardak bölgesinin Elbistan’ın güçlü ailelerinin yaylağı olduğu, büyük dedeleri Gina Hacı’nın bu bölgede yerleşebilmek için hayli çaba sarfedip onlarla mücadele ettiği, Gina Hacı’nın oğlu olan dedesi İbrahim Genel’in de Antep kurtuluş mücadelesine katılıp yaralandığı ve istiklal madalyası sahibi olduğu belirtilmiştir.

Yukarıda dile getirilen Kahramanmaraş’taki iskanla ilgili varsayımsal sonuç Bolat’ın çalışmasındaki Çeçenlerle ilgili “Acele iskan olunmak üzere Maraş havalisine gönderilen muhacirlerin buraya varmaları kış başlangıcına rast geldiğinden” ifadesi bulunan ve bu göçmenlerin henüz tam olarak iskan edilmelerinin sağlanamadığı belirtilen Nisan 1862 tarihli yazıdaki bilgilerle de uyumludur. (Bolat, s. 34) 


Bu bilgilerin günümüzde ikisi Göksun ilçesinde bulunan Kahramanmaraş’taki üç yerleşim yerinde yaşayan Çeçenlerin atalarının o bölgeye yerleştirilmeleriyle ilgili bilgiler olduğu ve ayrıca buradan da kesin olmamakla birlikte o iskanların en azından bir kısmının 1861 yılı sonbaharında ya da daha önce yapıldığı sonucuna varılabilir. 

Aralarında Çeçenler de olan bazı göçmenlerin nakil masraflarının Kangal ahalisince ödeneceği ifade edilen şu anlatımlardaki bilgiler de bu hususu doğrular niteliktedir:

*

“1860’ların başında yerlerinden çıkartılan az sayıdaki Çerkes, başta Maraş ve Zeytun olmak üzere Halep’in kuzey taraflarına yerleştirildiler.” (Polat)

“Göksun’a yerleştirilecek muhacirlerin Müslüman ve Türk olmalarının açıkça belirtilmesindeki amaç, Zeytun’u çember içine almaktı. Eğer yerleştirilecek muhacirler Türk olmazlarsa bunların Zeytun Ermenileriyle irtibat kurması mümkündü.” “Maraş ve civarına yerleştirilen Kuzey Kafkasyalı muhacirlerin hangi topluluktan olduğu her zaman açık olarak gösterilmez. Bunlar genel olarak Çerkes zümresi olarak mütalaa edilir. Hicri 1278 tarihli bir belgede Harput ve Maraş’a yerleştirilecek muhacirlerden bahsedilirken, gelenler Çerkes olarak adlandırılır ve nakil işi için ihtiyaç duyulan araba ve hayvanların temini bedelinin de Kangal ahalisince ödenmesi istenir. Fakat buraya yerleştirilen Kafkas muhacirlerinin büyük bir kısmı Çeçen zümresine mensuptu.” “Maraş'ta yoğunlaşan Ermeni olaylarına karşı yörede Kafkas muhacirlerinin iskanına gayret edilmiş ve Çeçen iskanından Maraş da payını almıştır. Bunlara yerleştirildikleri yerlerin ahalisi tarafından rahatsızlık verildiği de anlaşılmaktadır.” (Göksun-Belediye; Taş)

“Sivas Kangal canibinden Harput ve Maraş’a gönderilen Çerkes ve Nogay muhacirlerinin eşyalarını, kendilerini taşımak için gereken araba ve havyan masrafını üstlenen halk daha sonra bu ücreti devletten alacaktı.” (Akyüz)

*

Bütün bunların dışında Polatkan’ın çalışmasında aktarılan bazı Osmanlı belgeleri de 1860’ta Trabzon’dan gelen 759 göçmenin iskan için Harmancık’tan başka yerlere gönderildiği ile ilgilidir. Bu belgelerden 2 Aralık 1860 tarihli olanlardan birinde, Trabzon üzerinden gelen 759 nüfus göçmenin "Sivas'a yollanmalarından vazgeçilerek, son talimata uygun olarak, bulundukları bölgede yerleştirilmeleri" denilirken, 20 Ocak 1861 tarihli olanında, önceden “gelip Canik Sancağı'na gönderilen göçmenlerden, kış mevsimi geçene kadar adı geçen Liva (Canik) dahilinde bulunan Bafra kazasına geçici olarak yerleştirilen (iskan edilen) Çeçen kabilesinden beş yüz (500) nüfusun önde gelen temsilcilerinin, dilekçe vererek ziraat vakti geçmeden bir an evvel yerleşmek üzere Sivas'a gönderilmeleri talebinde bulundukları bildirilmiştir... taleplerin manaları ve önemi anlaşılmış olup, göçmenlerin ziraat zamanı geçmeden, asıl yerleşim yerleri Sivas'a ulaşarak işlerini yoluna koyma istekleri/talepleri şimdiden devlet büyüklerince uygun görülmüş... adı geçenlere yolculuk esnasında sefalet çektirilmeyerek, huzur içinde ve rahatlık bir şekilde adı geçen bölgeye gönderilmeleri hususunda yardımcı olunması", denilmiştir. (Polatkan, s. 39-43; ve ayrıca, Osmanlı-I, s. 310, 313

Ak’ın bir çalışmasında da, “Çorum, 1860 yıllarından itibaren Kafkas göçmenleri için iskân yerleşimi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Sivas’ta muhacir iskânına yer kalmadığında Çorum’a Çeçen ve Kabartay muhacirlerinin bir kısmı sevk edilmiştir”, denilmektedir, ki burada sözü edilen Çeçenler de muhtemelen yine Trabzon’dan gelen aynı Çeçenler veya onlardan bir kısmı olmalıdırlar. (Ak)

Tekin de bu konudaki bir ölçüde farklı bilgiler içeren anlatımında şunları söylemektedir: “Canik Sancağından muvakkaten Bafra Kazasına iskân edilen Çeçen kabilesinden 500 nüfusun reisleriyle birlikte kendi istekleri doğrultusunda ziraat mevsimine yetiştirilmek üzere bir an evvel sevk edilmesi için Sivas mutasarrıflarına talimat verilmiş ve bu vaziyet Muhacir Komisyonu Başkanlığına bildirilmiştir.” “Osmanlı Devleti’nin, Çeçen muhacirlerini iskân ettirmek istediği yerlerde doluluk oranı sebebiyle başka yerlere sevk etmek zorunda kaldığı dönemler de olmuştur. Bu sebeple 2 Aralık 1860 tarihinde Trabzon’a gelmiş olan 759 nüfusluk Çeçen ve Kabartay muhacirleri, Sivas’ta yerleşmek üzere deniz yoluyla Samsun’a gelmiş, fakat Sivas’ta iskân edilecek yerlerin olmaması dolayısıyla Samsun’a sevk edilmiştir. Fakat daha sonra önceden alınan kararlar nedeniyle bir kısmının Erzurum eyaletine bağlı Kelkit, Hasankale ve Erzincan taraflarına iskân ettirilmesi… diğer bir kısmının da Canik sancağına iskân ettirilmesi istenmiştir.” (Tekin)

Ayrıntıları konusunda başka bir bilgi edinilemediğinden kesin olmamakla birlikte, buraya kadar yapılan açıklamalar karşısında; 

-Daha önce diğer Çerkeslerle birlikte Trabzon'dan gelmiş olan sözü edilen Çeçen göçmenlerden en azından bir kısmının yukarıdaki listede 15 Aralık 1860’da Sivas’ta iskan edilen 759 nüfus olarak ifade edilenler arasında olduğu, bunların bir kısmının ise “Kengiri (Çankırı), Tokat, Çorum, Amasya taraflarına ve Canik sancağı kazalarına” dağıtıldığı, “bir kısmının Erzurum eyaletine bağlı Kelkit, Hasankale ve Erzincan taraflarına iskân” edildiği,


-İzmir-Aydın-Saruhan-Ödemiş-Manisa-Karesi gibi yöre adlarıyla 1860’ta iskan için gönderilen toplam 1300 kadar Çeçen’den 600 kadarının o bölgede ve 25 hanede 91 nüfusun da Bolu’da iskan edildiği, 609 kişi kadar olan diğerlerinin ise 1861 yılı itibariyle o bölgeden ayrılmış oldukları, 9 Aralık 1861’de Harmancık’ta iskan edilen 240 hane Çeçen'in de bu bölgeden gelenler olduğu,

 

 sonucuna varmak mümkün ve doğru görünmektedir. 


Karataş’ın bir çalışmasında, Uzunyayla'ya Canik'ten 20 Ocak 1861'de 500 hane Çeçen göçmen ve Aydın'dan da 24 Haziran 1861'de sorumluları "Hoca Adil Bey, Biştar Bey, Davul Doğa Arzu Bey" olan 200 hane "Dağıstan Muhacirleri ve Çeçen Kabilesi" mensubu göçmen geldiği belirtilmektedir, ki bu bilgiler de belirtilen sonuçla bir ölçüde uyumlu niteliktedir. (Karataş, Çerkesler-içinde, s. 250)


Yukarıdaki Bolat’ın çalışmasına dayanan listede yer alan nüfus sayısı belirtilmeyen iskanlardan Harmancık’a yerleştirilen sözü edilen Çeçenler  dışındaki diğerlerinin hem sayıları ve hem de nereden, ne zaman geldikleri konusunda ise başka bir bilgiye erişilememiştir.

Bütün bunların dışında söz konusu dönem göçmenleriyle ilgili olarak edinilebilen diğer bazı bilgiler de şöyledir:

-14 Ağustos 1861 tarihli bir belgeye göre, Mesudiye Pınarbaşı’na “100 hanelik Çeçen muhaciri yerleştirilmiştir.” 23 Şubat 1862 tarihli bir belgeye göre de, “Kabartay kabilesiyle Hatukay, Altıkesek ve Çeçen kabilelerinden Uzunyayla’nın bazı mahallerinde bulunan 1039 hâne için geçen sene 209 hâne yapılmış fakat bilinmeyen sebeplerden dolayı yerleştirilememiştir.” Bu göçmenler “Aziziye ve Mesudiye kazalarındaki Afşar aşiretinin terk ettiği hanelere iskân edilmiştir.” 5 Ağustos 1863 tarihli bir belgeye göre,  göçmenlere çeşitli yardımlar yapılmış ve “iskân edilen Çeçen muhacirleri için haneler inşa edilmiş”, ancak “bir süre sonra bölgede bulunan Zeytun ve Afşar ahalisiyle yaşanılan olumsuz durumlar Çeçen muhacirlerin Sivas’tan ayrılmasına sebep olmuştur.” Sivas’a iskân edecek göçmenler konutları yapılıncaya kadar "kasaba, köy ve kazalarda yerli ahali tarafından misafir edilmiş… ve Uzunyayla’da 1861 yılında 666 hane muhacire iskân olununcaya kadar günlük yarımşar kıyye ekmek veya pahası yardımı” yapılmıştır. “5 Ağustos 1863 tarihli bir belgede Kars’ta bulunan Rus konsolosluğunun yazısında da Sivas vilayetinde iskân edilen Çeçen muhacirlere uygun yerlerin belirlendiği, kalmaları için ise hanelerin inşa edildiği, orada bulunan arazilerde ziraat yapabilmeleri için gerekli olan tarımsal araç ve gereçlerin tahsil edildiği, yiyecek ve hayvan verildiği ve devletin yanı sıra bölge halkının da çeşitli yardımlarda bulunduğu belirtilmiştir.” “Nakil ve iaşe yardımı kadar Çeçen muhacirleri için barınma meselesi de önemli olmuştur. Osmanlı Devleti, muhacirleri yerleştirdiği Uzunyayla bölgesinde kış mevsiminin sert geçtiğini bildiğinden bu yörede bulunan muhacirler için yaptırılan hanelerin bitirilip bitirilmediğine dair gerekli tedbirlerin alınması için yazışmalar yapmıştır. Bunun üzerine kış aylarının yaklaştığı yörelerdeki hanelerin kapı ve pencerelerinin takılmadığı beyan edilerek, bu hanelerin bitirilememesi durumunda muhacirlerin Sivas’ın diğer kazalarına gideceği ve sonuç olarak Afşar aşiretinin Uzunyayla yöresinde yaptıkları zararlı çalışmalara devam edeceği yönünde ilgili yerler ikaz edilmiştir. Yapılan ikazlar neticesinde hanelerin tamamlandığı anlaşılmaktadır… Muhacirler için yapılan bu tür nakit, iaşe ve konut yardımı için devlet ve yerli ahali birlikte çalışmıştır. Devletin yetişemediği durumlarda muhacirlerin konut ihtiyacını ahali karşılamış ya da bağışlanmıştır… 4 hane Deliklitaş kazası ahalisi tarafından, 36 hane Yıldızeli ahalisi tarafından yapılmış ve Çerkez ve Çeçen muhacirlere bağışlanmıştır. Aynı şekilde Emlak Kazası ahalisinin inşa ettiği otuz hane, bir camii ve okulun masrafları ahalice karşılanmıştır… Osmanlı Devleti, muhacirlere ev yaptığı dönemlerde farklı uygulamaları da devreye sokmuştur. Örneğin, 1856-1859 yılları arasında muhacirlere ev yaptırılması hususundaki masrafları bizzat devlet kendisi karşılamıştır.” “Osmanlı Devleti’nin Uzunyayla’daki Çeçen muhacirleri ile aşiretlerin arasında çıkan arazi anlaşmazlığının önüne geçmek için farklı bölgelere iskân edildiği de bilinmektedir. Mesela; 1870 yılında daha önceden Uzunyayla’da iskân edilmiş 10-15 hanelik küçük bir grup, Aksaray’da bulunan Bor kazası yakınlardaki Kayı karyesine yerleştirilmiştir. Fakat buradaki yerli ahaliyle de anlaşamadıkları için adı geçen Çeçenler İstanbul’a gitmek zorunda kalmışlardır.” “5 Ağustos 1867 tarihli bir belgede daha evvel Sivas vilayetine iskân edilmiş Çeçen muhacirlerinin kendi vatanlarına kaçma teşebbüsünde bulundukları ve gösterdikleri uygunsuz hareketleri sert olmamak şartıyla duruma hâkim bir yöntemle düzeltilmeye çalışılmıştır. Lakin bu yöntemle sonuç alınamaması durumunda, yakın bölgede bulunan Kars yedek taburu tarafından askerî güç ile geri getirileceği bildirilmiştir. Sözü edilen Çeçen muhacirlerinin anavatanlarına dönmesi haberi üzerine birkaç alaydan oluşan askerle tekrardan iskân edildikleri bölgelere yerleştirildikleri, bu yüzden yedek tabura gerek kalınmadığı Erzurum Başkomutanlığına bildirilmiştir.” “20 Ağustos 1867 tarihli bir belgede sadrazamlık yüksek makamına gönderilen bir yazıya göre, daha evvelden Sivas ve Kürdistan tarafında iskân olunan onon beşer hanelik Çeçen muhacirlerin firarı sonrası geri iadelerine ve gelenlerin sevki için gerekli olan araba ve malzemelerin temini için ahaliden yardım istenmiştir. Bir süre sonra bu durum büyük bir yük haline gelmiş ve ahaliyi bıktırmıştır. Yapılan bu yardımlar hem hazineyi yük olmuş hem de toplu iskânları olumsuz etkilemiştir.” “Ayrıca arşiv belgelerinde anavatanlarına gitmek için Sivas’tan firar edenlerin yanı sıra farklı yerlerden ana vatanına gitmek için Sivas’a gelen Çeçen muhacirlerden de bahsedilmiştir. Örneğin, 11 Ekim 1860 tarihli bir belgede Kütahya’ya iskân edilen 160 hanelik nüfusun 130 tanesi ana vatanına gitmek için Sivas ve Erzurum’a gitmiştir.” “Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Sivas vilayetinde bulunan elverişli topraklara iskân edilmek isteyen Çeçen muhacirleri nüfus yoğunluğu sebebiyle farklı bölgelere yerleştirmek zorunda kaldığı görülmektedir. Dolayısıyla kendi isteklerinin doğrultusunda oluşan bir iskân hareketi olamaması firar olaylarının meydana gelmesine sebep olmuştur.” “Örneğin, 13 Aralık 1865 tarihli bir belgede 5 Kasım 1864 yılında Şanlıurfa’da iskân olunmuş 40 nüfuslu bir Çeçen grubunun firar ederek Sivas’a gittiği belirtilmiştir.” (Tekin; ve ayrıca, Satış-Urfa)

 Sonuçta, yeterli bilgi edinilemediğinden kesin olmamakla birlikte, özetle;

-1860-1863 döneminde Osmanlı’da iskanları konu olan Çeçenlerin Osmanlı’ya 1860’ta deniz yoluyla önce Trabzon, Samsun ve İstanbul’a geldikleri, buradan Anadolu’ya dağıtıldıkları, bunların sayısının çok kaba bir tahminle 2.500 civarında olabileceği, bunların 1860 ve 1861 yıllarında iskan edilmelerine çalışıldığı, genellikle yerlerinden memnun olmadıkları ve yer değiştirmek istedikleri ve çoğunlukla da yer değiştirdikleri, sonuçta çoğunluğunun Uzunyayla denilen bölgede bugünkü Sivas, Kayseri ve Kahramanmaraş sınırları içinde kalan yerlere yerleştirildikleri, bir kısmının Anadolu’nun batısında kaldığı ve bunların çoğundan günümüze herhangi bir iz yansımadığı, 


-Belirtilen dönemde gelen Çeçenlerden bir kısmının kısa süre sonra ülkelerine geri dönmek istedikleri, ancak Osmanlı yönetiminin buna müsaade etmediği, bu şekilde geri dönmek isteyenlerden bir kısmının iskan edildikleri Sivas’ta Afşar ve Zeytun ahalisi ile sorunlar ve hatta silahlı çatışmalar yaşadıkları, Osmanlı’dan ayrılıp ülkelerine geri dönmek isteyen bu Çeçenleri konu edinen iki Osmanlı yazısından 12 Aralık 1862 tarihli olanında, üç yıl önce gelip Sivas’ta iskan edilen 150 hane göçmenin ülkelerine geri gitmek üzere Kars’a geldikleri, böyle katl suçlusu kimseleri Rusya’nın kabul etmeyeceği, iyilikle, olmazsa zorla döndürülmeleri, ve sonuçta bunların “üzerine gönderilen müfreze ile iskan oldukları yerlere geri döndürüldükleri”, 13 Temmuz 1863 tarihlisinde, bir süredir Sivas’ta ikamet etmekte iken Afşar ve Zeytun ahalisi ile mücadele içinde olduklarından bir tarafta barınamayarak ülkelerine geri gitmek için Kars’la Erzurum arasındaki Soğanlı dağına gelen 103 hane Çeçen’in geri döndürülüp hassas bölgede toplanmaların önlenmesi konusundaki padişah iradesine uygun olarak yapılan tüm iyilikle ikna çabalarına rağmen kıymet bilmeyen bu taifenin döndürülmesinin mümkün olmadığı, hususlarının belirtildiği, ancak başka bir bilgi edinilemediğinden bunların akibetleri konusunda kesin bir sonuca ulaşmanın şimdilik mümkün olmadığı,


hususlarının kabul edilmesi makul ve doğru görünmektedir.


4.c.2.1865 Dönemi Çeçen Göçü

Osmanlı’ya Çeçen göçlerinin en kapsamlısı 1865 yılında yapılan göçtür ve bu göç Osmanlı’ya Çeçen göçlerinden tarihi ve şekli konusunda genel olarak da olsa bir ölçüde bilgi sahibi olabildiğimiz tek göçtür.

Konuya ilişkin anlatımlarda bu göçün o tarihten kısa bir süre önce Çeçen bölgesinde Rusya adına yöneticilik de yapmış olan Oset asıllı emekli Rus Generali Musa Kundukhov’un Osmanlı yönetimiyle yaptığı anlaşma sonucunda  gerçekleştirildiği belirtilmektedir. (Kundukhov, muhtelif sayfalar; Habiçoğlu, s.19, 67-69, 86)

Gelişinden bir süre sonra Osmanlı’da paşa yapılıp Çerkes Musa Paşa adıyla anılan Kundukhov Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dışişleri bakanı Bekir Sami Kunduk’un da babasıdır. 

Konuyla doğrudan ilgili ve ilk elden birinci kaynak durumundaki Kundukhov adıyla yayına hazırlanmış olan General Musa Kundukhov’un Anıları isimli kitaptaki anlatımlarda, Kundukhov’un Osmanlı yöneticileriyle Rus Çarlığının onayıyla görüşmeler yaptığı ve bu görüşmelerde Osmanlı yöneticileri Ali ve Fuat Paşalar tarafından, Osmanlı’ya her sene Kafkasyalı 5.000 müslüman ailenin gelmesinin memnuniyetle denilerek kabul edildiği belirtilirken, anıları yayına hazırladığı anlaşılan Alihan Kantemir, Kundukhov’un Osmanlı hükümetinden Anadolu’da mıntıka mıntıka göçmenleri yerleştirmek fermanını alır almaz kitlece Türkiye’ye hicret lehinde propagandalara giriştiğini ve her yıl 5.000 aileyi değil ama sadece bir tek 1865 yılında 3.000 kadar aileyi getirdiğini, “(karısı... bir yaşındaki Bekir Sami, akrabaları ve aşağı yukarı 3000 hane kadar olan kabilesiyle) Kafkasyayı terkederek Erzurum yolu ile Türkiye’ye geçti. Musa iyi karşılandı ve kendisine Paşa rütbesi verildi” şeklindeki sözleriyle ifade etmektedir. (Kundukhov, s. 11)

Kantemir şunu da söylemektedir: Kundukhov “Kafkasya’nın boşaltılması hakkında Haziran 1864 tarihli fermanı yayımlayan Petersburg efendilerinin ekmeğine yağ sürmüş oluyordu.” (Kundukhov, s. 5-13)

Büyük ölçüde Osmanlı arşiv belgelerine dayanılarak hazırlandığı belirtilen Habiçoğlu’nun kitabındaki anlatım da aynı doğrultudadır. (Habiçoğlu, s. 7-9, 14, 86)

Ayrıca Habiçoğlu, Kundukhov’un İstanbul’a 1863 yılında gelip Osmanlı yöneticileriyle 5.000 ailenin göçü konusunda anlaştığını, 1865 yazında (22 Temmuz’da) 3.000 aileyi beraberinde getirdiğini, bunların içinde bir miktar Oset’in de bulunması gerektiğini,  Çeçen-İnguşlar’dan göç edenlerin toplamının 45.000’den az olduğunu, bunların Diyarbakır çevresine sevk ve iskanı için Nusret Paşa’nın görevlendirildiğini, Walter Kolarz’ın 1865’de 39.000 Çeçen’in göç ettiğini belirttiğini, ifade ederken, aynı konuda Aydemir, “1865 yılında Musa Kunduk ile birlikte kara yoluyla” Çeçenlerden (3.000 aile) 20.000 kişinin göç ettiğini, 1899’da ve son olarak da 1901 yılında gelenlerle birlikte Osmanlı topraklarına yerleşen Çeçenlerin toplam sayısının 25.000 dolayında olduğunu, belirtmektedir. (Habiçoğlu, s. 86, 91, 109; Aydemir, s. 114, 115)

Bu en kapsamlı Çeçen göçü konusunda diğer 6 farklı  kaynakta da şunlar söylenmektedir:

*

-Rusya “Çeçenleri Terek ötesine göçmeye zorlamak için ellerindeki toprakları gaspetmeye karar verdi”, “bir ulusu bu şekilde yok etme planı… Kunduxov’u derinden etkilemişti. Musa Kunduxov’da, Çeçen halkını Devlet-i Aliyye’ye göç ettirme fikri doğdu. Ona göre Çeçen halkı İslam halifesinin ülkesinde din, ırk, kültür bakımından kendisini koruyacak ve müreffeh bir hayat sürdürecekti… Konuyu anlatıp açıklamak üzere İstanbul’a gitmesi için kendisine izin verildi.” “Kafkasyalıları Osmanlı ülkesine davet eden 1 Haziran 1863 tarihli ve Mehmed Nusret imzalı el ilanları gizlice dağıtılmaya başlandı.” “Loris Melikov Osmanlı adına sahte davet belgelerini Mehmed Nusret imzasıyla düzenlemiştir.” Savaş Bakanı Milyutin imzalı belgeye göre beklenen olmazsa “bütün Çeçenlerin Terek ve Sunja nehirlerinin beri yakasına naklinden kesinlikle vazgeçilmeyecektir.” Topraklar Kazaklara verilmiştir. (Kutlu-Direniş, s. 309-317)

-“Abramov’un anlatımıyla Rus yönetimi, doğu Kafkasya halklarından en tehlikeli gördüğü Çeçenleri zayıflatmak istemiştir. Bu amaçla Rus ordusunda görevli Albay Musa Kunduhov, Çeçen halkı adına Osmanlı yetkilileriyle göç hakkında görüşmeler yapması için İstanbul’a gönderilmiştir. Osmanlı yönetimi görüşmelerde yeni gelecek göçmenlere Küçük Asya’da yer tahsis edeceğine söz vermiştir. Vladikafkaz’a dönen Kunduhov, 5.000 Çeçen aileyi göçe ikna etme karşılığında ödül olarak birkaç bin ruble almıştır.” (Güneş)

-"Rus devlet hizmetinde olağanüstü bir kariyer yapmış” Oset Musa Kundukh(ov) “1836'da süvari subayı çıkmış, kısa sürede generalliğe yükselmiş ve en sonunda da... Çeçen Askeri Bölgesi'nin başı olmuştu. Fakat Kafkas Savaşı'nın sonunda Rus rejimini küçük görmeye başlayarak Çeçen göçmenlerle birlikte Türkiye'ye göç etmişti. Burada anayurdunun kurtuluşu için bir Kuzey Kafkas ordusu kurmayı ümit ederek Musa Paşa olmuştu./ Bu arada Rus yönetimi Dağıstan ve Çeçenistan'ın sorun yaratan yaşayanlarını da başından atmaktaydı. 22.000'den fazla Çeçen, 3.000 Kabardey ve Osetle birlikte Türkiye'ye gönderilirken... binlercesi ya idam edilmiş ya da Sibirya'nın cezai yerleşimlerine gönderilmişti./... Rusya'nın 1877'de giriştiği Türk karşıtı savaşta... Gazi Muhammed (Şamil'in oğlu) ve Oset Musa Paşa komutasında bir gönüllü ordusu Anadolu cephesinde savaşırken yaklaşık 1.000 Çerkez Sohum'a çıkmıştı." (Forsyth, s. 333)  

-“Terek Oblastı yöneticisi Loris-Melikov, General Musa Kunduh aracılığıyla 1865'te Türkiye'ye 22 binden fazla Çeçenin göç etmesini sağladı. Bu provokasyon, Vladikafkas'tan Kumuk düzlüklerine kadar uzanan dağ eteği şeridinde Çeçenistan ve Dağıstan'ı Kazak hattıyla birleştirmek için düzenlenmişti.” “Buraya yüz bin kişi kadar Kazak nüfus yerleştirilmesi planlanıyordu. Loris-Melikov'un bu konuda yaptığı başvuruya hükümetten şu yanıt geldi: “Majesteleri Prens, General Kunduhov'un teklifini kabul etmiştir. Başarılarınızın devamını dilerim”.” “Çeçenlerle birlikte 3 bin civarında Kabardey ve 45 Oset ailesi de göç ettirildi. Kuban Oblastı'nda göç daha güç koşullarda gerçekleşti.” (Kumuk)

-“1858-1865 yılları arasında Anadolu’ya göç eden Kafkasyalı topluluklar arasındaki Çeçenlerin mevcudu ise 23.000 civarındadır.” Çeçenlerin en büyük göçü “1865 yılında Çeçen-İnguş ve Asetinlerden beş bin ailenin göçürülmesiyle meydana gelmiştir. Bu göçmenler Osmanlı Devleti’nin çeşitli bölgelerine iskân edilmişlerdir. Bundan önceki Çeçen göçleri beş, on, elli hane gibi sayılarda küçük gruplar şeklinde meydana geliyordu.” (Taşbaş)

-"Çeçenlerin Terek'in öte tarafına sürülmesi amacıyla bir proje hazırlanmıştı. Ermeni asıllı General Loris Melikof'un projesini öğrenen ve o sıralarda Rus ordusunda "Miralay" olarak görev yapan Musa Kundukhov, Osmanlı Devleti'ne göçü tercih etmiş, Çeçenleri de buna ikna etmişti. Bundan sonra 1864 yılında İstanbul'a gelen Musa Kundukhov, Kafkas göçmenlerinin durumunun genelde iyi olduğunu öğrendikten sonra Bab-ı Ali'den Çeçenler adına göç etme izni almıştı. Bu demektir ki, göç konusunda ilk teşebbüs daima Rus baskısından ve tecavüzlerinden bıkan Kırım ve Kafkas halkından gelmiştir." (Saydam, s. 76-79

*

4.c.2.1. Kapsam


Yukarıdaki ifadelerde görüldüğü üzere bazı kaynaklarda 5.000 hane olarak belirtilen söz konusu göçmenlerin sayısı Kundukhov’un Anıları isimli kitaptaki Kantemir’in sunuşunda 3.000 hane olarak ifade edilmiştir.

Bu durumun yanısıra Çeçenler dışında bir kısmının Kabartay ve Oset olması gerektiği belirtilen bu göçte gelen aile ve nüfus sayısı ve ayrıca tarih konusunda çeşitli kaynaklarda farklı bilgiler bulunmaktadır. 

1865 yılındaki bu göçte gelen Çeçenler;

-Kafkasya adlı kitapta 22.000’den fazla,  (Forsyth, s. 333) 

-Aydemir’de 3.000 aile 20.000 dolayında, (Aydemir, s. 114, 115)

-Habiçoğlu’nda 3.000 aile 45.000’den az, (Habiçoğlu, s. 86, 91, 109)

-Habiçoğlu’nun aktarmasına göre Walter Kolarz’da 39.000, 

-Habiçoğlu’nun aktarmasına göre P. Kosok’ta iki yüz bin kadar Oset ve Çeçen,

-Taş’ta ve Göksun Belediyesi’nde 1864’te 5.000 Çeçen aile,

-Öztürk-Toprak’ta 1866 yılında Kafkasya’dan sayıları 4.000 ile 5.000 aile civarında,

-Papşu’da 20 bin Çeçen ve Oset, 

-Chochiev’de 23.057 kişi,

-Chochiev’in aktardığı bilgilerde sayıları 40 ya da 50 bin arasında değişen kişi,

-Chochiev’in aktarmasına göre Doğu Anadolu’daki İngiliz konsolosu Taylor’da 6 bin aile ve 40 bin kişi,

-Akyüz-Orat/Tanrıverdi’de 5.000 hane yaklaşık 30.000 nüfus, (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


-Durmaz’da yaklaşık 20 bin Çeçen ve Oset, (Durmaz)


-Kutlu’da “1865’de göçen 5.000 aile içinde Çeçen-İnguş sayısı 23.057”, (Kutlu-Direniş, s. 331, 332)


-Kutlu’nun aktarmasına göre İsayev’de “5.000 aile, yani 22.815 kişi”, (Kutlu-Direniş, s. 319-321)


-Aydemirov’da 23.000 Çeçen, (Aydemirov, s. 331-333) 


olarak ifade edilmiştir.

Diğer bazı kaynaklarda da konuyla ilgili olarak şunlar söylenmektedir:

-Türkiye’de Çeçen konusundaki yazılarda öncü olan merhum Tarık Cemal Kutlu için hazırlanan biyografide “1865 yılı yazında Kafkasya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden/ettirilen 23.057 Çeçen-İnguş göçmen/sürgün” denilmiştir. (Berkhan) 

-Aşağıda aktarılan ve Rus arşivine dayandığı anlaşılan 23 Mayıs 2022 tarihli bir sosyal medya mesajında 1865 yılındaki bu en büyük Çeçen göçünde  “tehcir” edilen Çeçenlerin sayısı sülale adları da sayılarak 23.057 olarak verilmekte ve taşınmanın 23 Mayıs 1865’te başladığı belirtilmektedir:

“Granat Ansiklopedik Sözlük. YEDİNCİ BASKI. HACİM ELLİ SEKİZİNCİ. SSCB’nin ulusal ekonomisinin sosyalist yeniden inşası dönemi (devamı). Devlet Enstitüsü “Ansiklopedi” Moskova OGIZ RSFSR 1940”. “1865 genel tehcir… Emperyal güç siyasetinin önceliğiydi - ”güvenilmez” Nüfusun kurtulmak alma… yer değiştirme söylentiler…” “23.057 miktarında Türkiye, Suriye, Mısır, Ürdün, Irak ve Filistin (İsrail): May 23, 1865, Çeçenistan’dan Muhacirler taşınma başladı.” “Başlangıçta Çeçen klan Resim; Akkhi, 1 alleroy, Benoj, sayı, Bilt, Biytroy, Vappy, Gendergnoy, G1ordloy, G1oy, G1alg1a, Galai, Dishni, Zandakoy, Kurchaloj, merzh, Mulkoy, Muzhhoy, Nijlen, Nihloy, Nashkhoi, Peshhoy, Pharchhoy, Sesanoy Turku, Kharacoy, Hakkoy, Ts1ontroy, Ts1echoy, Grafikler, Ch1anti, SHUOT, Shara, Shona, Shirdi, Shinra’nın Ersin, Engin, Yalkhoy” “Google Tercüme”.

-Nikolay Polevoy imzalı 2020 tarihli bir sosyal medya gönderisinde bu göçmenler çoğunluğu 1.500 aileye kadar Karabulak ve 100 aileye kadar Nazran sakinlerinden oluşan İnguşlar olan 22.500 göçmen şeklinde ifade edilmektedir.

-Rus resmi kaynaklarına dayandığı anlaşılan Kuzey Osetyalı  Chochiev’in çalışmasında konu hakkında şunlar söylenmektedir: “Rus resmi verilerine göre, 1865 yılının Mayıs–Eylül ayları içinde Terek Oblastı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’na 4.989 hane veya 23.057 kişi gitmiştir”. “Bu kitlenin ezici çoğunluğunu oluşturan Çeçenler ve akraba Vaynah gruplarından (İnguşlar ve Karabulaklar) başka söz konusu rakamlar tahminen 350 Oseti ve 900 Kabardeyi de içermekteydi”. “Fakat göçmenlerin bir kısmı vatanlarını resmi kayıt yaptırmadan terk etmiş olabileceğinden, gerçek sayılarının çok daha fazla olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim, General Fadeyev olaylar henüz sıcakken kaleme aldığı notlarda 40 bin civarında bir rakam ileri sürüyordu”. “Başka bir hesaplamaya göre Kunduhov’u izleyenlerin sayısı 40 ilâ 50 bin arasında değişiyordu”. “Bu göçmenlerin yerleştirilmeleriyle ilgili Osmanlı belgeleri ise sadece gelen hanelerin sayısını vererek genellikle 5 bin aileden söz etmektedir”. “Bununla birlikte, 1865-1866 döneminde Osmanlı hükümetinin söz konusu göçmenler için çeşitli vilayetlerde 10 binin üzerinde ev inşa ettirdiği yolunda bir resmi haber(Saydam, 1997: 149) daha yüksek rakamlarla ilgili varsayımları destekleyecek niteliktedir. Ayrıca, 1865’te ülkeye gelen Çeçenlerin sayısını 6 bin aile ve 40 bin kişi olarak veren Doğu Anadolu’daki İngiliz konsolosu John Taylor’ın tanıklığı da dikkate değerdir”. (Chochiev)

Görüldüğü üzere söz konusu göçle ilgili olarak çeşitli kaynaklarda hem göçmen sayısı ve hem de göçmenlerin Osmanlı’ya geliş tarihi konusunda farklı bilgiler ve dolayısıyla bazı yanlışlıklar bulunmaktadır. Ayrıca Kundukhov’un anlaşma yapmak üzere İstanbul’a geliş tarihi de 1863 ve 1864 şeklinde farklı olarak belirtilmektedir. (Özbek, s. 144; Habiçoğlu, s. 86; Chochiev)

Diğer yandan bu göçte gelen  Çeçenlerden Osmanlı’ya ulaşanların sayılmış olduğu anlaşılmaktadır ve bu sayımın sonucu Erzurum Valiliğinin 6 Temmuz 1867 tarihli yazısında, “Çeçen muhacirlerinin… Şimdiye kadar buradan geçenler yirmi bin sekiz yüz kırk dört nüfusa ulaşarak arkası alınmış ise de; bir taraftan pasaportlu bir takım göçmenler gelmeye devam etmektedir…” şeklinde ifade edilmiştir. (Bolat, s. 78)

Bütün bu bilgilerin birlikte değerlendirilmesinde, Chochiev’in gayet titiz görünen çalışmasının esas alınması suretiyle, o göçte gelen Çeçen göçmen sayısının, hernekadar bir kaynakta gelenlerin 3.000’inin Kabarday olduğu belirtilmekte ise de, 4.989 hane veya 23.057 kişi olan toplam göçmenlerden tahminen 350 Oset ve 900 Kabardey çıkarıldığında geriye kalan 21.807 kişi olduğunu kabul etmenin makul ve doğru olabileceği düşünülmektedir, ki bu sayı, hem diğer kaynaklardan bazılarındaki biraz farklı olan sayılarla uyumludur ve hem de Erzurum Valiliğince verilen göçmen sayısı olan 20.844 sayısına yakın bir sayıdır.

4.c.2.2. Yolculuk


Kundukhov’un Anıları’nda ayrıntısı hiç anlatılmadan sadece genel olarak bazı yönleri vurgulanan bu göç, öyle anlaşılıyor ki, aslında epeyce ayrıntılı olarak önceden planlanmış, yolculuğun karadan ve Gürcistan üzerinden yapılması kararlaştırılmış ve ayrıca hem Rusya’nın hem Osmanlı’nın hem de bizzat göç eden Çeçenlerin muhtemelen büyük ölçüde zorlama ve hilelerle üretilen rızaları ile gerçekleştirilmiş ve planlaması da şöyle yapılmıştır:   

*

“Kafkasya hükümeti tarafından 21 Mart 1865 tarihiyle Rusya sefaretine gelen yazının tercüme suretidir.

Çeçen kabilesi, yakında memalik-i devlet-i aliye ye göç edecek olduğundan bunların kara yoluyla gönderilmelerini istemeleri üzerine Kafkasya kaymakamı Grandük hazretleri tarafından kara sınırından geçerek eşya ve hayvanlarını beraber götürmelerine müsaade olunmasıyla göçmenlerin yerleşmelerine ayrılan Erzurum ve Diyarbekir havalisine gitmek üzere Tiflis ve Gümrü ve Kars üzerinden geçerek devlet-i aliyenin arzusu üzere gönderileceklerdir. Bunların yaklaşık altı yüz doksan baş hayvanatlarıyla beraber yüz ellişer haneden ibaret olacak olan her bir takımı, birbirinden hiç olmaz ise dörder gün ara ile hareket ve sınıra kadar bir Rus subayının nezaretinde seyahat ederek Gümrü karantinahanesine vardıklarında taraf-ı devlet-i aliyyeden aile aile isimleri yazılı olan defteriyle beraber ta’yin kılınmış olan me’mura teslim olunacaklardır. İlk takım ya Nisan sonunda veya Mayıs başında hududa hareket edeceklerdir. Toplam beş bin haneye ulaşacak göçmenlerin sınırdan kolaylıkla kabul ve geçişleri, hiçbir özür ve bahane olmadan civar illerde iskan edilmeyerek derhal Erzincan ve Diyarbekir taraflarına sevk ve gönderilmelerini içeren emirlerin çıkarılması …” (Bolat, s. 53)

*

Yola çıkanların 5.000 hane olduğu ve belirtilen planlamaya uygun şekilde 4’er gün ara ile 150’şer hanelik kafileler halinde seyahat edildiği kabul edildiğinde yolculuk için gereken süre en az (5.000:150=34x4=) 136 gündür, ki bu da 4 buçuk ay civarında bir süredir ve bu duruma göre ilk kafilenin Mayıs’ta yola çıktığı kabul edilirse bu kadar göçmenin planlandığı şekilde Osmanlı’ya ulaşmasının Eylül 1865’te tamamlandığını kabul etmek gerekecektir. 

Nitekim Chochiev’e göre bu göç “1865 yılının Mayıs–Eylül ayları içinde” gerçekleşmiştir. 

Diğer bazı kaynaklarda konu hakkında söylenenler de şöyledir:

*

-“1865 yılı baharında çok sayıda Çeçenin Kars üzerinden Osmanlı topraklarına giriş yapacağı” öğrenilmiş ve “bu muhacirlerin ilk grubu Mayıs başlarında yanlarında 690 baş hayvan olduğu hâlde Kars’a gelmişlerdi.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi; ayrıca, Saydam, s. 147-149 ve Bolat, s. 58, 59)

-“İlk göç kafilesi Terekkale’den 28 Mayıs 1865 günü, sonuncusu da 16 Ağustos 1865 günü hareket etti. Aldatılarak kopartılan 5.000 Çeçen-İnguş ve Asetin ailesi vatanlarından ebediyyen ayrılmaktaydı.” (Kutlu-Direniş, s. 307, 319-321)


-“Çarlık yönetimi, Çeçenleri 28 parti halinde Osmanlı sınırına götürmüştü. Bu iş pahalıya patlamıştı ama Çarlık yönetimi bu ‘güvenilmez’ nüfustan kurtulmak için kesenin ağzını açmıştı./ Verilere göre 4.983 aile, 6.262 at arabası, 1.120 büyükbaş hayvan ve 4.726 at, Terek bölgesinden gönderilmişti.” (Jineps)

-“1865 yılında Çeçenler karayolu ile Anadolu’ya gelmek istemişler, 150’er hanelik gruplar halinde 690 baş hayvan ile Rusya’nın sınır bölgelere yerleştirilmemeleri şartıyla gitmelerine izin verilmiştir.” (Pul)

*

Yukarıdaki ifadelerden birine bakılırsa göçmenler planlamadaki hesaba uygun şekilde 34 değil 28 parti olarak seyahat etmişlerdir.

Aydemirov’un kurgusal eserindeki anlatıma göre de Rus askerleri eşliğinde 28 grup halinde çocuk ve yaşlılar arabalarda olmak üzere yürüyerek gelen göçmenlerin yolculuğunda kafilelerden biri 23 Mayıs 1865’te hareket edip “haziran ayının onyedinci günü Rus askerleri” tarafından sınırda Türk askerlerine “teslim” edilmiştir. (Aydemirov, s. 331-333)

Aslında başlangıçta gayet iyi planlanmış gibi gözüktüğü halde, Tiflis-Kars güzergahından gerçekleştiği anlaşılan bu Çeçen göçünün ne zaman başlayıp ne şekilde sürdüğü ve ne zaman bittiği tam olarak açıklıkla ortaya konulmuş değildir ve çeşitli kaynaklardaki konuyla ilgili bilgilerde bazı uyumsuzluklar bulunmaktadır. Bir kaynakta ilk kafilenin 23 Mayıs’ta ve başka bir kaynakta 28 Mayıs’ta yola çıktığı belirtilirken ilk kafilenin geliş tarihi Habiçoğlu’nda 22 Temmuz, başka bir kaynakta ise Mayıs başı olarak ifade edilmiştir, ki doğal olarak, bunlardan bir kısmının yanlış olması gerekir. (Habiçoğlu, s. 86, 91, 109)

Ayla Kutlu’nun roman kurgusundaki anlatımına göre göçmenlerin çok zor olduğu kuşkusuz olan yolculuğunun Osmanlı topraklarından önceki kısmı şöyle bir ortam, duygu ve düşüncelerle gerçekleşmiştir:

*

“Küçük yaşta toprağından koparılan ve göçmen kuş olmaktan kurtulamayan” Adil Emir Bey'in annesi Cevahir’in dahil olduğu kafile yoldadır, "Sonyaz 1293, KAFKASYA”, “Sağ yanları uçurum, sol yanları dağ. Bir yanı derin, öte yanı yüce. Geçtiklerine yol demek zor... Dünya; dört katır, on dört baş insan... ve oğlunun sıcaklığı". "Danaburnu ışıktan kaçar böyle, tırtıl birden üstüne düşen gölgeden böyle kaçar. Ben de onlar gibi, niye kaçıyorum, bilmiyorum.” “Sesleneyim mi? Ya çocuk irkilirse? O zaman ne katır, ne Emir. Beni, onu kurtarmaya bir vesile gördüğünü ayan etmemiş miydin, Batu'nun kafası sabaha kadar orada... Ben öyle bilmem nasıl dururken. Başka nasıl kalkışırım bu işe? Ah!.. Seni zulüm". "Ne olursa olsun, bir vesile olduğunu unutmayacaksın Cevahir Hatun. Yıllarca... Öğreteceğim Emir, uyku niçin haramdır sana.../ Bir yurtluğa varırsak, Emir Beg, boyu ve aklıyla birlikte kinini de büyütmelidir. Yüreği kine yaylak, bileği güce kaynak olmalıdır. Yüreği çatal, aklı çakal olmak zorundadır. Bu, benim artık tek uğraşımdır.../ Çocuk... direnmeyi öğrenmeli. Ben bir vesileyim./ Babası... Batu, Abrekti". (Ayla Kutlu-Göçmen Kuş, s. 7-9; Ayla Kutlu, Kızlar, s. 77)

*

Yolculukları konusunda başkaca somut bir bilgi edinilemeyen 1865’te gelen bu Çeçen göçmenleri için itina gösterilmesi şeklinde Osmanlı yönetiminin talimat gönderdiği Çıldır’dan, bunların Osmanlı topraklarına gelişleri konusunda yazılan 24 Haziran 1865 tarihli yazıda beş bin hane Çeçen'in sınıra yakın Ahılkelek kazasına vardığının ve nüfuslarının otuz binden ve büyük ve küçükbaş hayvanlarının yetmiş binden fazla olduğunun rivayet olunduğu,  memurların Batum yoluyla Livane’ye çıkacağının haber alındığı, göçmenlerin Çıldır kazasından gelecekleri, yem ve yiyecek ve sa’ir ihtiyaçları hazırlanarak sözü edilen göçmenlerin devlet-i aliyyenin ebedi misafirleri kabul edilip, her bakımdan hoş tutulacakları, geçecekleri mahallerin ziraat ve ekili yerlerine bir zarar gelmemesine dikkat edileceği, sözü edilen göçmenlerin kolaylıkla geçişlerinin sağlanmasına gayret edileceği, belirtilmiştir. (Bolat, s. 61-63)

Bu yazıya göre bu göçmenler 24 Haziran 1865 tarihinde henüz Çıldır’a ulaşmamışlardır.

Göçmenler konusunda gayet iyi duygu ve temenniler ifade edilen bu yazıda  beş bin hane Çeçen'in sınıra yakın Ahılkelek kazasına vardığından ve nüfuslarının otuz binden fazla olduğundan söz edilmesine karşın bu kadar Çeçen'in hep birlikte geliyor olmaması gerekmektedir, ki bu durum, hem bu göçle ilgili planlamaya aykırıdır ve hem de fiziken pek mümkün ve uygun görünmemektedir.

Bu göçmenlerin yol güzergahı ve yolun durumu konusunda ise Asan’ın bir çalışmasında bir görsel eşliğinde şunlar söylenmektedir: “Kafkas/Kırım göçmenleri kara ve deniz yolunu kullanarak genelde Batum, Kars, Ardahan ve Artvin üzerinden gelerek Erzurum vilayetine ulaşmakta ve buradan Bayburt, Sivas, Elazığ, Diyarbekir, Bitlis, Van ve Hakkari gibi illere sevk edilmektedirler. Diyarbekir ve Hakkari gibi illere iskân edilenler 700-800 km gibi uzunca bir mesafe yol almışlardır. Bu sırada yol çalışmalarına önem verilip muhacirlerin geçiş güzergâhlarındaki yol çalışmaları tamamlanmıştır.” İskan görevlisi Nusret Paşa “iskânın düzenli ve tertipli geçmesi için birçok tedbir aldı. Yol çalışmalarına önem verip Lice-Çapakçur-Piçar-Hani yolu için 200 işçiyi 2’şer kuruştan 5 gün çalıştırarak muhacirlerin geçiş güzergâhı çalışmasını başarıyla bitirdi.” Asan’a göre, diğer bir kara yolu Azerbaycan ve Revan üzerinden Osmanlı topraklarına giriş yapılan yol olmuştur. (Asan, s. 69, 70, 95)

*

                   1865 Yılı Çeçen Muhacir Güzergâhı 



                      Asan, (Hakan Asan, Kırım ve Kafkasya'dan Diyarbakır ve Çevresine Göçler (1876-1914): Elazığ, Malatya,        

                Mardin ve Diyarbakır Örneği), s. 95’den alınmıştır. 

                

*

Rus görevlilerinden Osmanlı görevlilerince defter kaydıyla “teslim” alınacakları belirtilen bu göçmenlerin geliş tarihleri ve sonraki süreçler konusunda arşivlerde çeşitli bilgilerin bulunduğu elbette kuşkusuzdur, ancak bu bilgiler araştırılıp kamuoyunun kullanımına ne yazık ki şimdilik sunulmamıştır.

Bu yüzden bu göçte gelenlerin yolculuklarının yanı sıra iskan durumu, aşağıda, sadece ulaşabildiğimiz ve bir kısmının doğruluğu kuşkulu yetersiz bilgiler çerçevesinde açıklanmaya çalışılacaktır.

4.c.2.3. İskan

Yolculuklarıyla ilgili bilgilerdeki yetersizlik ve uyumsuzluklardan başka, bu göçmenlerin uzun yıllara yayılan çok acılı karmaşık bir süreç boyunca sürdüğü anlaşılan iskanları konusunda ulaşabildiğimiz bilgiler de yetersiz durumdadır.

Öyle görünüyor ki, bu göçmenlerin iskan yerleri konusunda en baştan itibaren bir karmaşa söz konusu olmuştur. Bir yandan  21 Mart 1865 tarihli Rusya yazısında bu göçmenlerin derhal Erzincan ve Diyarbekir taraflarına sevk ve gönderilmeleri denilirken, diğer yandan 13 Nisan 1865 tarihli bir Osmanlı yazısında bir ölçüde farklı olarak Muş ve Van’da iskan edilecekleri belirtilmiştir. (Bolat, s. 50, 53; Kutlu-Direniş, s. 316)

13 Nisan 1865 tarihli yazıda, bu 5.000 hane Çeçen göçmenin “Diyarbakır sancağı ile Kürdistan eyaletinde bulunan Muş ve Van sancaklarının bazı bölgelerine yerleştirilmeleri ve Kars’a kadar beraber gelecek Rusya memurlarıyla birleşerek sözü edilen göçmenlerin işlemlerine bakmak üzere” Nusret Paşa’nın sevk ve idaresinde subaylar görevlendirileceği ve ayrıca 21 Nisan 1865 tarihli başka bir yazıda da Çeçenlerin “sınırdan teslim alınarak sevk edilmeleri zamanı yaklaştığından” Nusret Paşa’nın en kısa zamanda görev yerine hareket etmesi gerektiği belirtilmektedir. (Bolat, s. 50, 51, 55; Osmanlı-I, s. 79)

Adı geçenlerin ülkeye memnuniyetle kabul edilip süratle yerleştirilip yurtlandırmaları önemli görülmüş” denilen 30 Nisan 1865 tarihli başka bir Osmanlı yazısından ise, sözkonusu göçmenlerin yerleştirilecekleri yerlerin belli olmadığı, otuz bin nüfusa yakın insanın Kars ve Van sancaklarıyla Erzurum vilayetinde yerleştirilmesine yetecek arazinin daha evvelden hazırlanmış olmasına karşın Trabzon’dan getirilen nüfusun yerleştirilmesiyle buralarda ve Erzincan sancağında iskan için hiç yer kalmadığı, Çıldır ve Erzurum taraflarının da hududa yakın olması nedeniyle iskan için uygun olmayacağı, bununla beraber Diyarbekir sancağıyla Kürdistan eyaletinin Siird gibi bazı sancaklarında iki bin beş yüz haneden fazla nüfusun iskanına elverişli arazi bulunduğu, Harput ve Sivas taraflarında da bin hanenin iskanının mümkün olduğu, gelecek nüfusun üç bin beş yüz hanesinin buralarda ve geri kalanlarının da Muş ve Van sancaklarında ve Hınıs ve Bayburd gibi bazı büyük kazalarda yerleştirilecekleri arazi bulunmasının mümkün görüldüğü ve sözü edilen kabilenin bu şekilde taksim edilerek yerleştirilmesinin uygun bulunduğu belirtilmektedir. (Bolat, s. 58, 59)

İskan yerleri konusunda netlik bulunmayan bu ifadelerden anlaşılan, güya bir yıl önce yerleri de hazırlanarak gelmeleri konusunda Kantemir’in ifadesiyle “Kundukhov’un Osmanlı hükümetinden Anadolu’da mıntıka mıntıka göçmenleri yerleştirmek fermanını” da alması suretiyle anlaşmaya varıldığı ifade edilen bu göçmenlerin nereye yerleştireceği konusunda Osmanlı yönetiminin henüz tam olarak bir karara varmamış olduğudur.

Osmanlı’da “8.Eylül.1865”de işlem gördüğü anlaşılan “1865 senesi Ağustosunun yirmi altısı tarihiyle Rusya sefareti tarafından gönderilen” bir Rus yazısında ise yukarıda değinilen yazıdan farklı olarak Osmanlı’nın bu göçmenlerin sınırlarından uzakta Erzincan ve Diyarbekir havalisinde iskanlarını önceden açıkça taahhüt ettiği belirtilmektedir. (Bolat, s. 72, 73)

Konu hakkında diğer 4 farklı kaynakta şunlar söylenmektedir:

*

-”Rusya Elçisi İgnatiev’in 19 Aralık 1865 tarih ve 840 numarayla General Kartsov’a gönderdiği mektubunda özetle “5.000 Çeçen ailesinin Rusya sınırından uzağa -özellikle Erzurum ve Diyarbakır’dan öteye- yerleştirilmesi konusunda Osmanlı Hükümetiyle anlaşılmış olmasına rağmen; Bu 5.000 sürgün Çeçen ailesinin Kars dolaylarına yerleştirilmek istendiği; ancak, kendi girişimleri ve vezir Ali Paşa’yla görüşmeleri sonunda bu sürgünlerin Haleb dolaylarına yerleştirilmek üzere yeniden hareket ettirildiği”... yazılmaktadır… O Musa Kundukh ki; 1 Mayıs 1864’de Çeçen ve Osetinlerin Osmanlıya göçettirilmesi için resmen Rusya Hükümetine başvurdu. General Loris Melikov 7 Mayıs 1864 tarih ve 34 sayılı telgrafla konuyu Vladikafkas’dan Tiflis’e iletti. 17 Mayıs 1864 tarih ve 198 sayılı cevap telgrafı şöyleydi:/ “General Musa Kundukhov’a Çeçenlerin göçürülmesi konusunda tam yetki verilmesi ve olabildiğince -hudutlarımızdan- uzak yerlere gönderilmeleri.”/ İmza: General Kartsov”. (Berzeg, s. 126-129)

-“Kuzey Kafkasyalıların Türkiye'ye göç ettirilmelerinin diplomatik hazırlık aşamasında, Türk ve Rus tarafları arasında şiddetli görüş ayrılığı ve tepki yaratan konu, Çerkeslerin Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleştirilecekleri yerler olmuştur. 1864–66 yıllarındaki Çeçen göçü sırasında özel bir güncellik kazanmış olan bu sorun, iki devlet arasındaki diplomatik yazışmanın ana konularından biri olmuştur. Çünkü tüm Ruslar, Türk- Rus savaşlarında, ordularının başarılarını, Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin, Hıristiyan sakinlerinin yardımına borçlu olduğunun bilincinde olmasıydı. Rusya'nın diplomatik baskısı sayesinde, 1860–64 yıllarında, muhacirlerin önemli bir bölümünün Küçük Asya'nın iç taraflarına ve Balkanlara yönlendirilmesi sağlanmıştır.” (Pul)

-“Kars’ın Çerkes muhacirlerin iskânına sahne olması Osmanlı Devleti ve Rusya arasında önemli bir sorun teşkil etti. Osmanlı hükümeti, Çerkeslerin Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı ve Rus sınırına yakın bölgelerde iskân edilmelerini istemekteydi. Çünkü bir savaş durumunda, Rusya’ya karşı düşmanca duyguları bulunan Kafkasyalıların savaş deneyiminden  yararlanabileceğini düşünüyordu.” “Mayıs 1865’te Gümrü ve Kars tarafından Osmanlı topraklarına 5.000 hane yaklaşık 30.000 nüfus Çeçen muhaciri daha geldi. Muhacir sayısının çokluğu dikkate alınarak Çeçen muhacirleri için Kars’a yakın yerlerde arazi tahsisi yoluna gidildi. Hazırlanan planda, Çeçen muhacirleri için Diyarbakır sancağı ile Kürdistan eyâletinin Siirt gibi bazı sancaklarında 2.500 Harput ve Sivas taraflarında ise 1.000 hanenin iskâna elverişli arazi olduğu bildiriliyordu. Kalan 1.500 hane için de Muş ve Van sancakları ile Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalarda iskâna uygun yer bulunması muhtemel olduğundan, onların da buralara kabileler hâlinde gönderilmeleri uygun görüldü.” “Rusya’nın diplomatik baskısı sonucunda 1860-64 yıllarında muhacirlerin önemli bir bölümü Anadolu’nun iç kesimlerine ve Balkanlara yönlendirildi. Ancak Osmanlı hükümeti, Rusların Kafkaslarla ilgilenen makamlarına, 1864-66 yılları arasında göçecek olan 5.000 Çeçen ailesinin Erzurum ve Kars vilâyetleri dâhilinde Soğanlık Sıradağları’ndan Van Gölü’ne kadar uzanan alana iskân edileceğini bildirdi. Rus tarafı buna şiddetle tepki gösterdi. İstanbul’daki Rus Elçisi’ne gönderdikleri raporda, “Gelecek Çeçen göçmenlere Erzurum Paşalığının ötesine, Erzincan ve Diyarbakır sınırları dâhilinde ve asla bizim sınırımıza komşu olmayan bir toprağın tahsisi için Türk hükümetinin fikrini değiştirmesi yönünde her türlü gayretin gösterilmesini” talep ediyorlardı. Bâb-ı Âli Rusya’nın bu isteЛini reddetti ve Çeçenlerle Osetlerin bir bölümünü Soğanlı Sıradağları’nın (Sarıkamış) civarına yerleştirdi. Bunun üzerine Rusya Kafkas Genel Yönetimi tek bir Çeçen’i Türkiye’ye göndermeyeceğini bildirdi. Rusya’dan Türkiye’ye göçlerin Çar hazretlerince durdurulmasının ardından Osmanlı hükümeti, Bulgaristan’a eskiden yerleştirilmiş olan Çerkesleri göndermeye başladı. Ancak Rusya’nın ısrarlı diretmesi karşısında ilişkilerin daha gergin bir hâl almasını göze alamayan Osmanlı hükümeti bu tutumundan geri adım atarak “Çeçenlerin Erzurum vilâyetinden uzaklaştırılacakları ve Viranşehir ve Konya civarına yerleştirilecekleri” kararını Rus tarafına iletti.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


-Rusya “1867 yılında Erzincan-Tokat-Amasya-Samsun hattının doğusuna yeni Kafkasyalı göçmenleri yerleştirmeme koşulunu Osmanlı yönetimine kabul ettirmişti.”  İngilizler ve Fransızlar ise bu “göçmenlerin Erzurum ve Karadeniz arasındaki dağlık bölgelere iskân edilmelerini önermiş ancak bu öneri kabul edilmemiştir.” (Öztürk-Toprak)

*

Her ne kadar bu kaynaklarda göçmenlerin Rus sınırından uzağa yerleştirilmeleri konusu 1865 yılındaki göç sırasında gündeme gelmiş gibi bir anlatım söz konusu ise de, aslında Osmanlı’nın bazı Çeçenlerin Soğanlı dağına iskan edilmelerine ilişkin 1862/1863’deki talepleri sırasındaki tavrından da görüldüğü üzere Çeçen göçmenlerin Rus sınırına yakın “hassas” yerlerde toplanmamaları konusunda daha öncesinde de oldukça kararlı olduğu anlaşılmaktadır. (Bolat, s. 38-41, 45, 46)

Sonuçta kendince bir amacı olduğu kuşkusuz olan Osmanlı bu göçte öncelikle Rusya ile varılan mutabakata uymuş ve gelenleri Rus istekleri doğrultusunda Rus sınırından uzaktaki çeşitli yerlere iskan etme yoluna gitmiştir. Bu yüzden hesabı tutmayan Kundukhov’un hayal kırıklığı yaşadığı belirtilmektedir.

*

“Bu göç birçok bakımdan Musa'nın kabilesini (Yahudileri) başka topraklara göç ettirmesine benzediği için Çeçen/Asetin Exodusu olarak adlandırılmıştır. 3500 kadar göçmen ailesi, Musa Paşa'nın ısrarla yerleşmek istediği Van Gölü'nün güneyi ve batısı yerine, iklim açısından kendileri için elverişsiz olan Diyarbakır ve Halep'e yerleşmeye zorlandı. Buna şüphesiz Rusya hükümetinin diplomatik baskısı sebep olmuştu. Yaklaşık 1500 aile ise Orta Anadolu’ya, çoğunlukla Sivas Vilayeti'ne gönderildi. Kunduhov ise ilk olarak Aziziye'ye (Uzunyayla) yerleşse de 1867 senesinde Batmantaş'a taşındı.” (Kunduh Paşa-Vikipedi)

Chochiev bu konuda şöyle söylemektedir: “Loris-Melikov’un yukarıdaki ifadesi haklı ise Kunduhov ilk ciddi hayal kırıklığına başında bulunduğu ilk göçmen kafilelerinin Osmanlı sınırını geçmelerinden hemen sonra uğramış olmalıdır. Rusya hükümetinin diplomatik baskısına boyun eğen Babıali, önce Kunduhov’a 1864’te vaat edilen ve bütün göçmenleri sınıra yakın Soğanlı Sıradağı ile Van Gölü arasındaki alana yerleştirmeyi öngören ilk planından vazgeçmiştir. Ardından da Temmuz-Ağustos 1865’te Osmanlı memurlarının ve bizzat Kunduhov’un Rus resmi temsilcilerine ısrarla kabul ettirmeye çalıştıkları, Çeçenleri Van Gölü’nün batısında ve güneyinde toplama projesinden vazgeçmek zorunda kalmıştır”. “Sonuçta, 3500 kadar göçmen ailesi daha güneyde bulunan ve Kafkasyalılar için doğa ve iklim açısından elverişsizliği belli olan Diyarbekir ve Halep vilayetlerine yerleşmeye zorlanmıştır. Geriye kalan tahminen 1500 aile ise Orta Anadolu’ya, çoğunlukla Sivas Vilayeti’ne gönderilmiştir”.  

*

En çok da Aydemirov’un Uzun Geceler isimli romanında da değinildiği üzere Osmanlı’ya gelen Çeçen göçmenler hayal kırıklığına uğramış olmalıdırlar, ki bunların, Kundukhov’a kızgın oldukları da ifade edilmektedir. 

*

“Nitekim, 1868’deki “Çerkes kurultayı”nın katılımcılarını özellikle endişelendirmiş olan Kart Osman ve Mahir Bey adlı elebaşlarının başını çektikleri çetenin 1870’lerin ortalarına doğru henüz tasfiye edilemediği, üstelik Musa Paşa’nın Batmantaş’taki çiftliğini soyduğunu da belirtmek yeterlidir (Kutlu, 1986: 48). Herhalde bu olay bir dereceye kadar göçmenlerin bir bölümünün paşaya karşı tutumunun da bir göstergesi sayılabilir. Bu bağlamda, bir gözlemcinin Kunduhov’la birlikte göç eden Çeçenlerden bazılarının yeni ülkelerinde kendilerine vaat edilen refahı bulamayarak son derece kızgın oldukları ve onu öldürmeyi bile tasarladıkları yolundaki ifadesi akla gelmektedir”.  (Chochiev) 

*

Özetlenecek olursa, buraya kadarki açıklamalardan ve sonraki diğer bazı uygulamalardan anlaşılan odur ki, genel iskan koşullarından, yani Osmanlı’nın hedeflerinden ayrı olarak Çeçenler için ek Rusya faktörü devreye girmiş, Rusya Çeçenleri vatanlarından koparmakla yetinmeyerek, onların nerelerde ve ne şekilde iskan edilecekleri hususuna da müdahil olmuş, kendi sınırlarından uzakta ve topluca değil seyreltilmiş olarak, Erzincan ve Diyarbakır’ın batısında iskan edilmelerini dayatarak kabul ettirmiş, bazı farklı görüşler dillendirilmekle birlikte, sonuç olarak, Osmanlı da Rusya ile varılan bu konudaki mutabakata o dönemde isteyerek ya da istemeden tamamen uymuş ve konuya ilişkin mutabakat çerçevesinde 1865 yılında Rus görevlileri eşliğinde karayoluyla Kars’a gelecek Çeçen göçmenlerin kayıtları yapılarak Osmanlı görevlilerine “teslim” edilmelerinden sonra anlaşmaya uygun şekilde iskan yerlerine ulaştırılmaları için görevlendirilen Nusret Paşa’nın emrindeki Osmanlı görevlilerinin kontrolünde önce Erzurum’a ve daha sonra da Diyarbakır istikametine doğru yola çıkarılmaları öngörülmüş ve öyle de yapılmıştır.

*

1865’de gelen Çeçenler’in “Diyarbakır çevresine sevk ve iskanı için Nusret Paşa görevlendirilmişti”. (Habiçoğlu, s. 109)

*

Yolculuğun bu aşamasına kadar olan kısmıyla ilgili başka bir bilgiye ulaşılamamakla beraber, 3 Ağustos’ta Erzurum’da bulunan Çeçen göçmen sayısının dört bin kadar olduğu anlaşılmaktadır ve bununla ilgili Erzurum'dan yazılan 3 Ağustos 1865 tarihli yazıda, Erzurum'da yığılıp Kars’taki kafile başkanları General Musa Bey gelmedikçe bir tarafa gitmeyeceklerini bildiren Çeçen muhâcirlerinin dört bin kadar olduğu, bunların devlet ve millete eyledikleri zâyiât şöyle dursun düzen sağlanması için dahi beş bin kadar asker bulundurulduğu, mizâçları gereği az şeyden kavga çıkaran bu göçmenlerin sevki için ya Musa Bey'in buraya gönderilmesinin veyâhûd kendisinin bizzat gelmesinin Nusret Paşa'ya yazıldığı, ancak cevap alınamadığı, bunların cebir gösterilmedikce bir ayak ileri gitmeyecekleri ve bir fenalık zuhûr ederse mes’ul olmamak için durumun arz edildiği belirtilmiştir. (Osmanlı-I, s. 362, 363; Polatkan, s. 45, 46)

Daha önce Haziran’da Çıldır’dan yazılan yazıdaki iyi duygu ve temennilere karşın Erzurum’dan yazılan bu yazıdan, Ağustos’ta, artık hem Osmanlı’nın hem de hala iskan yerleri konusunda en azından bir belirsizlik olduğu görülen göçmenlerin, durumdan ve ilişkilerin şeklinden hoşnutsuzluk duyduğu anlaşılmaktadır.

Muhtemelen Rusya’dan başka İngiltere ile Ermeniler’in de dahil olduğu çeşitli görüşmeler sonucunda oluştuğu düşünülebilecek göçmenlerin iskan yerleri konusundaki nihai karar da bu aşamada verilmiş olmalıdır.

Ve yine muhtemelen bu aşamada verilmiş olan bu karara göre de, sonuçta, Chochiev’in çalışmasındaki ifadeye bakılırsa 3.500 kadar göçmen ailesinin daha güneyde bulunan ve Kafkasyalılar için doğa ve iklim açısından elverişsizliği belli olan Diyarbekir ve Halep vilayetlerine yerleştirilmesi ve geriye kalan tahminen 1.500 ailenin de Orta Anadolu’ya, çoğunlukla Sivas Vilayeti’ne gönderilmesi uygun bulunmuştur. “Sıradan göçmenlerden farklı olarak kendisine ve yakınlarına yerleşecekleri bölgeyi seçme hakkı tanınan Kunduhov Orta Anadolu’da kalan ikinci grubun içindeydi. İlk ikamet yeri Uzunyayla’da bulunan ve çoğunlukla önceki yıllarda göçen Çerkeslerin yerleştiği Aziziye kazası olmuşsa da, daha sonra eski sakinleri tarafından terk edilen Tokat kazasına bağlı Batmantaş köyünde satın aldığı geniş arazide bir konak yaptırarak en geç 1867’de oraya taşınmıştır.” Kundukhov’la birlikte gelen yakınlarından bir bölümü de aynı köye yerleşmiştir. (Chochiev)

Bu göçmenlerden 500 hanelik bir bölümünün iskanın da yolculuğun muhtemelen Erzurum’dan sonraki kısmının başladığı Ağustos ayı civarında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır ve konuyla ilgili 31 Aðustos 1865 tarihli yazıdaki bilgilere inanılacak olursa bu muhâcirlerden  beş yüz hânelik grubunun üç yüz on hânesi sancak merkezine ve yüz doksan hânesi Hafik Kazâsı'na olmak üzere Sivas Eyaleti'nde uygun ve verimli araziye sahip olan Koçgiri Sancağı ile Hafik Kazâsı'na iskân edilerek bunların ihtiyaçları karşılanmıştır. (Osmanlı-I, s. 366)

Polatkan’ın aktardığı bu konuyla ilgili iki belgede şunlar söylenmektedir: 31 Ağustos 1865 tarihi olan bu belgelerden birinde, Osmanlıya göç edecek 30.000 nüfusa yakın Çeçen göçmenden "beş yüz hane nüfusun yerleştirilmesi için, Sivas eyaletinde elverişli arazi bulunduğu samimi olarak bildirilmiş olmakla, kendilerinden bahsedilen ve elindekiyle yetinen, gözü tok, bu kanaatkar kabile, mevcut hayvanları ve zirai araçları ile belirlenen bölgeye ulaşmalarına kadar, eyalet içinde uygun/münasip arazinin şimdiden ayrılıp düzenlenmesi... önceden tayin edilen arazinin hazır edilmesi emredilmiştir”, denilmişken, aynı tarihli olan diğerinde de, Erzurum’dan yazılan yazılardaki olıumsuz Çeçen nitelemelerinin tam aksi nitelemelerle Çeçenler’den olumlu şekilde bahsedilerek, daha önce bildirildiği gibi mevcut göçmenlerin iskanının eksiksiz gerçekleştirildiği, Çerkezler gibi kıyılardan sevk edilecek göçmenlerin "ümit edilerek” bekleneceğinin de takdirlerine sunulduğu, belirtilen "göçmenlerin eyalette işle-ziraatla ilgili olarak nerelere yerleştirileceğini içine alan ayrıntılı iki kıta yazışma ve merkeze bağlı Koçgiri Sancağı ile (Sivas'ın Zara, İmranlı İlçeleri) Hafik kazası, güzel ekin yetiştiren, verimli, mahsule elverişli ve odun temin edilecek dağlara yakın yerlerden olup, göçmenlerin buralara kolaylıkla nakledilerek yerleştirilmeleri sağlanacaktır. Cevabi yazıdaki talimat uyarınca, kendilerinden bahsedilen üç yüz on hanesi, doğruca belirtilen sancağa, yüz doksan hanesi Hafik kazasına sevk edilerek, verilen emir uyarınca burada karşılanmışlar ve emsallerine benzer yerlere, içleri rahat bir şekilde iskanları sağlanmıştır", denilmiştir. (Polatkan, s. 47-50)

Burada dikkat çekici olan bir husus, 1860'da iskan için uygun yer yok denilen Sivas'ta 1865’de bu defa çok uygun yer bulunduğunun, üstelik göçmen istendiği de vurgulanarak, belirtilmesidir.

Bu sınırlı iskanlar dışında konu hakkındaki genel iskan kararını ve durumu bir ölçüde farklı olarak anlatan diğer bazı kaynaklarda şunlar söylenmektedir: 

*


-“Kars ve Gümrü taraflarından 5.000 hane, tahmini olarak 30.000 Çeçen muhacir, iskân amaçlı Osmanlı topraklarına giriş yaptı. Diyarbekir sancağı ile Siirt gibi bazı sancaklarda 2.500, Harput ve Sivas bölgesinde de 1.000 hanenin iskân edilebileceği elverişli araziler tespit edildi. Kalan 1.500 hane içinde Muş ve Van sancaklarıyla Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalarda yer bulunulabileceği düşünülerek gruplar hâlinde söz konusu bölgelere muhacir iskân edilmesine karar verildi. Muş taraflarında hava şartlarının olumsuz olması hâlinde bahar mevsimi ile iskânlarının yapılması bildirildi.” Diyarbakır’a gitmemeleri durumunda göçmenlerin  gerektiğinde zorla gönderilmesi istenirken, özellikle Rusya ve İngiltere iskân bölgelerinin belirlenmesinde etkili olmuştur. Asan’a göre Rusya ile Osmanlı arasında “konvansiyon” yapılarak Sivas’ın doğusunda kalan bölgelere muhacir yerleştirilmemesi kararlaştırılmıştır. Önceki dönemlerde Kars ve Erzurum dolaylarına muhacirlerin yerleştirilmesine bir itirazı olmayan Rusya 1865’de gelen Çeçenlerin sınıra yakın yerlerde iskan edilmesine karşı çıkıp bunların “şartsız ve koşulsuz” olarak Diyarbakır ve Erzincan taraflarına gönderilmesini isteyince Osmanlı Rusya’nın isteğine uymuş ve bu Çeçenlerin önemli bir kısmının “Sivas, Bayburt, Van, Harput, Diyarbekir, Muş, Siirt ve Habur Nehri taraflarına iskân edilmesini” istemiştir. İngiltere ise ilk zamanlarda Rusya’ya karşı göçmenlerle sınırda tampon bir bölge oluşturulmasını isterken, daha sonra Ermeni nüfus oranının azalmaması için bu politikasından vazgeçmiştir. (Asan, s. 49-51, 94-99, 103-107)

-"Yalnız 1865 yılında beş bin hane Çeçen'in Kars'tan giriş yapmaları konusundaki görüşmelerde, Rusya Hükümeti tarafından bunların iskanları hususunda bir müdahalede bulunulmuştu. Bu konuda Rusya Sefareti tarafından 21 Mart 1865 tarihinde Hariciye Nezareti'ne verilen yazıda; göç edecek Çeçenlerin "... hiç bir özür ve bahane ile hem-civar olan eyalatta iskan edilmeyerek derhal Erzincan ve Diyarbekir taraflarına sevk ve izam olunmalarını havi evamir-i lazimenin isdar olunması" istenmişti. Hükümet de onların iskanını Rusya'nın istediği yörelerde yaptırdı. Halbuki önceki dönemlerde Trabzon'dan sevk edilen 4.500 hane muhacir Van, Kars ve Erzurum taraflarına yerleştirilmişlerdi.../ Gerçi İngiltere... 3 Mayıs 1864 tarihli yazısında, Çerkeslerin Karadeniz'den Erzurum'a kadar uzanan topraklarda iskanının... faydalı olacağını söylüyordu.../ Bab-ı Ali... daha fazla İslamileştirilmesi için karışık iskan zorunluydu... her köye üç-beş göçmen ailesi gönderirken... en az masrafla en çok muhaciri yerleştirmeyi amaçlamaktaydı." “Mayıs 1865'te Gümrü ve Kars tarafından Osmanlı topraklarına girecek olan beş bin hane, yaklaşık 30 bin nüfusu olan Çeçen göçmenleri için buraya yakın yerlerde arazi tahsisi yoluna gidildi./ Hazırlanan plana göre Çeçenler, Diyarbekir Sancağı ile Kürdistan Eyaletinin Siirt gibi bazı sancaklarında 2.500, Harput ve Sivas taraflarında ise 1.000 hanenin iskanına elverişli arazi bulunmaktaydı. Kalan 1.500 hane için de Muş ve Van sancaklarıyla Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalarda yer bulunması muhtemel olduğundan, onların da buralara gruplar halinde iskan edilmeleri uygun görülmüştü." (Saydam, s. 101, 147-149)

“1865 yılında 2.000 Çeçen atları ve sığırlarıyla birlikte kara yoluyla Kars’a geldi.” “Muş ve Diyarbakır vilayetlerine sevk edilecek olan 60.000 Çeçen’in daha bu yolu kullandığı belirtilmektedir.” “Mayıs 1865’te Gümrü ve Kars tarafından Osmanlı topraklarına 5.000 hane, yaklaşık 30.000 nüfus Çeçen muhaciri daha geldi. Muhacir sayısının çokluğu dikkate alınarak Çeçen muhacirleri için Kars’a yakın yerlerde arazi tahsisi yoluna gidildi. Hazırlanan planda; Çeçen muhacirleri için Diyarbakır sancağı ile Kürdistan eyâletinin Siirt gibi bazı sancaklarında 2.500, Harput ve Sivas taraflarında ise 1.000 hanenin iskâna elverişli arazi olduğu bildiriliyordu. Kalan 1.500 hane için de Muş ve Van sancakları ile Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalarda iskâna uygun yer bulunması muhtemel olduğundan, onların da buralara kabileler hâlinde gönderilmeleri uygun görüldü.” “Çerkeslerin kabileler hâlinde Kars’a gelişi aralıksız devam etti. 1865’te Çerkes muhacirlerinden İbrahim Bey kabilesi, dört bin hane 20 bin nüfus ile Kars sancağında Şüregel ve Micingerd’de iskân edilme talebinde bulundular.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

*

1865 sonbaharı başlangıcındaki bu aşamadan sonra henüz yollarda bulunan bu göçmenlerin neler yaşadıkları konusunda yeterli somut bilgiye erişilememekle birlikte Aydemirov’un kurgusal eserinde anlatıldığı üzere o sırada göçmenler muhtemelen çok büyük sorunlarla karşılaşmış olmalıdırlar. 

Herşeyden önce Çeçenler için uygun görülen iskan bölgesi olabilecek en olumsuz koşullara sahip bir bölgedir.

Chochiev’in de vurguladığı üzere bölgenin Kafkasyalılar için doğa ve iklim açısından elverişsizliği apaçıktır.

Bölgenin kimsenin gitmek istemediği ve İklim özellikleri ve aşiret yapısı nedeniyle alışkın olmayanlar için yaşanması zor ve Osmanlı’da istenmeyenlerin “sürgün edildiği yerlerden biri” sayılan bir bölge olduğu da anlaşılmaktadır. (Asan, s. 7, 8)  

Bu bölge çok açık olarak görüldüğü üzere sadece doğa ve iklim yönünden değil nüfus ve sosyal yapısı açısından da günümüzde dahi fazlasıyla sorunlar yaşanan bir bölgedir. 

Söz konusu bölgeyle ilgili iki anlatım şöyledir:

*

-Çölde tarım, ticaret ve hayvancılığın tam olarak gerçekleştirilemediği bölgede aşiretlerin sebep olduğu sorunları engellemek için askerî görevlendirmeler yapılmışsa da göstermelik olmuştur. İlerleyen süreçte aşiretlerin saldırıları yüzünden sadece Nusaybin’de 70’ten fazla köy zarar görmüş ve boşalmıştır. Aşiretlere karşı muhacirler, “kullanışlı bir güç olarak” görülmüştür. Diyarbakır ve çevresi suça karışan muhacirlerin sürgün bölgelerinden ve ikamet alanlarında biridir. Örneğin “Çeçen muhacirlerden Mehmet Rıza ve arkadaşı Kör Halis, adam öldürmek suçundan kürek cezası alarak Resulayn’da zorunlu ikamete yani Resulayn’a sürgüne” gönderilmiştir. Bu muhacirler burada bir süre ikamet ettikten sonra firar etmiştir. (Asan, s. 56, 57, 62, 78)


-“Suriye yoğun yerleşim için uygun görülmedi çünkü toprak yetersizdi ve yönetimden bağımsız Bedevi, Türkmen ve Kürt aşiretlerinden dolayı kırsal kesimlerde yaşam tehlikeliydi. Buna rağmen 1878'den önce bile bir miktar Müslüman göçmen Suriye illerine iskan edilmişti.” (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 77-79)

*

Bölgedeki anlayıştan bir kesit de bir romanda şöyle ifade edilmektedir:

*

"Ben büyük bir aşiretin çocuğuyum. Öldürmeyi bilen bir aşiretin çocuğu. Dedemin babasının adı Kanlı Seyfo'ydu. Belki abartıdır ama öldürdüğü adamların kanıyla abdest aldığı söylenirdi." (Ümit, s. 466)

*


Belirtilen iklimsel ve aşiretsel olumsuzluklar Çerkez/Çeçen iskanı sırasında dikkate alınmamış ve hatta gitmemeleri durumunda göçmenlerin gerektiğinde zorla gönderilmesi istenmiş olmasına karşın 93 Harbi sonrasındaki tarihlerde Kars, Ardahan ve Balkan göçmenleri için iskan yeri seçilirken bu bölgenin yaşanılmayacak bir bölge olarak değerlendirildiği ve 1910’larda bu bölgeye Balkan göçmenlerinin gönderilmesine Talat Paşa’nın o bölgenin ölüm bölgesi olduğunu belirterek karşı çıktığı da ifade edilmektedir.

Böyle bir tabloya karşın Çeçenler bu bölgede iskan edilmek istenmiştir ve bu durum Aydemirov’un eserinde vurgulandığı üzere memnuniyetsizlik yaratmış olmalıdır. 

Göçmenlerin konuyu  önceden doğru olarak değerlendirdikleri vurgulanan Aydemirov’un kurgusal eserinde Muş’a ulaştıkları sıradaki durum şöyle anlatılmıştır: Ağustos’ta büyük bir kısmı Muş’a ulaşan ve Nusret Paşa yönetimindeki görevlilerce yola devam etmeleri istenen göçmenler “Neden niçin ilerilere gönderildiklerini bilmiyorlardı. Sonunda daha fazla ilerlemeye mecalleri kalmadı. Muş şehri yakınlarında Murat suyu kıyısında kamp kurdular.” Diyarbekir’in batısında kendileri için verimli topraklar ayrıldığı söylenip yola devam etmeleri istenmiş, ancak o bölgenin susuz-ağaçsız bir yer olduğunu öğrenen göçmenler o bölgeyi görmek üzere temsilciler gönderip onlar dönünceye kadar daha ileriye gitmek istememiş ve yurtlarından çıkarılan toplam 23 bin Çeçenden 18 bini  burada, geriye kalan 5 bini de Erzurum yakınlarında beklemeye başlamıştır. İskan bölgesini görmeye giden temsilciler o bölgenin yaşamaları için elverişli olmadığı şeklindeki kötü haberle dönünce grup liderleri “Diyarbekir düzlüklerine de gitseler, Murat suyu kıyılarında da kalsalar, topraklarından koparılan yirmiüçbin insanı Azrail’in beklediğini biliyordu./ Yazın sonu da görünüyordu… bu yoksul insanların beraberinde getirdiği erzak da bitmişti. Ellerinde ne varsa bir lokma rızık için vermişlerdi./ Yağışlı güz mevsimi yaklaşmış, onun ardından da ecel gibi soğuk kış geliyordu. Bu zorlukların üstesinden gelecek gücü olmayan yirmiüçbin çaresiz insan çıplak göğün altında bekleşiyorlardı.” (Aydemirov, s. 331-333)

Aynı kanıda olan Kutlu’nun anlatımına göre 1865’de Van ve Muş’a Çeçen yerleştirilmemesi gerekirken “Çeçenler yarı yarıya Muş çevresinde toplanmış, ardından gelen diğer Çeçen kafileleri ise Erzurum düzlüklerinde durmuştur.” Kunduxov Erzurum’daki Çeçenleri Harput yerine Muş’a sevk etmiş, “Nusret Paşa’nın ve yerel yönetimin bütün çabalarına rağmen Çeçenler, Muş’tan başka bir yere adım atmamak için ayak diretmiştir.” Nusret Paşa görevden affını istemiş ve görev Erzurum’un yeni valisi Emin Muhlis Paşa’ya verilmiştir. “Gök kubbenin altında barınaksız kalan Çeçenler, vatanlarını terk ettikleri için fazlasıyla pişman olmuşlardır.” “Muş havalisinde toplanan 18-20.000 Çeçen oradan ayrılmamak için çok katı şekilde direnmiştir. Hatta hırsızlık ve eşkiyalık yapmışlar; cinayet işlemişler; Hristiyan köylerini basmışlardır.” Valiliğe 7 Aralık 1865 günü silah kullanma izni verilmiştir. “Bununla birlikte çoğu Çeçen’in Diyarbekir’e gönderilmesi, geri kalanların ise kışı geçirmek üzere Van, Muş, Erzincan, Bayburt ve Çıldır’a yerleştirilmesi emri de gelmiştir. Yüzbaşı Zeleni ise onların Van, Kars ve Çıldır’a yerleştirilmelerine karşı çıkmaktaydı.” Çeçenler Anadolu içlerinden Arabistan kumullarına kadar muhtelif yerlere dağıtılarak küçük adacıklar halinde iskan olunmuştur. 356 nüfus Aziziye’de Osetinlerle anlaşamadıklarından Göksun’a nakillerini istemişlerdir. “Çeçen muhacirlerinin iskan yerlerine sevkinde ve bir çoğunun geri dönmek isteyişinde çok büyük hadiselerin yaşandığı kesindir… Göç sırasında vuku bulan hadiseleri aydınlatabilmekten şimdilik mahrumuz… araştırılmaya muhtaçtır ve ilgililerin önünde de bakir bir konu olarak durmaktadır.” (Kutlu-Direniş, s. 327-330)

Benzer bir sonuca ulaşan Chochiev’e göre de, Kundukhov’un kendi maddi ve makam sorunlarını başarıyla çözmesine karşın göçmenlerin büyük bir bölümü yeni koşullara uyum sağlamada ciddi güçlüklerle karşılaşmışlardır. Osmanlı kaynaklarının yetersizliği ile bazı taşra memurlarının yolsuzluk ve yetersizlikleri de sorunları arttırmıştır. Bazı göçmenler uzun süre iskan edilemeden kalmış, kesin olarak yerleştirildikleri ve iş güç sahibi oldukları düşünülen göçmenler de sık sık arazi anlaşmazlıkları yaşamışlardır. (Chochiev)

Konu hakkında yazan Habiçoğlu, Saydam ve Taşbaş gibi yazarlar ise bu Çeçenlerin iskanı ile ilgili herhangi bir sorundan söz etmemektedirler. Hatta “Nusret Paşa, Erzurum Muhacirin Komisyonu ile birlikte işleri süratle halletti ve Ocak 1866'ya değin, yaklaşık on ay kadar bölgede kaldı” diyen Saydam ile Habiçoğlu iskan görevlisi Nusret Paşa’yı başarılı bulmaktadırlar. (Habiçoğlu, s. 108; Saydam, s. 113, 114)

Oysa “işler” süratle değil uzun sürede de halledilememiştir. Aslında Saydam’ın aynı çalışmasının diğer bir yerindeki anlatımdan da işlerin halledilemediği anlaşılmaktadır. Silahlı güç kullanmayı gerektirecek derecede sorun olduğunu apaçık gösterir nitelikteki bu anlatımda şunlar söylenmektedir: “Ancak bazı kabilelerin ısrarla topluca iskan olunmayı istemeleri, buna karşılık Kürdistan Eyaleti'nde bu şekilde geniş arazinin olmayışı anlaşmazlık doğurdu. Hatta Nusret Paşa tarafından Çapakçur'a gönderilen bin hane kadar muhacir, Muş'ta kalan akrabalarından ayrılmak istemeyerek geri dönmüş, bu sırada kış mevsimi de geldiğinden iskan edilememişler, nihayet Erzurum'dan asker sevk olunarak bunların silahları toplanıp yeniden sevk olunmaları temin edilebilmiştir.” (Saydam, s. 147-149)

Bu ifadelerinde bir yandan bölgede geniş arazi olmayışından bahseden Saydam, hemen arkasından, hem de aynı sayfalarda, “dikkat çeken nokta; diğer taraflarda toplu iskana razı olmayan hükümetin bu tarafta münferit iskana karşı çıkmasıdır. Bunun da sebebi, hem geniş boş arazinin bulunabilmesi, hem de münferit iskan halinde muhacirlerle Arap ve Kürt aşiretleri arasında çatışmaların çıkması ihtimaliydi” diyerek önce söylediğinin tam tersini aynı yerde dile getirebilmektedir.

İlginç olan bir husus ise, böyle bir tabloya karşın bazı anlatımlarda Çeçenlerin bölgeden memnun kaldıklarının belirtilmesidir.

Taşbaş’ın bir çalışmasında bu hususta şöyle denilmektedir: “1866’da Diyarbakır’daki Resülayn ve Cud adlı yerlerde Çeçen muhacirler iskân edilmişlerdi. Bu muhacirler yerleştirildikleri bölgelerin elverişli havası ve suyu bol olması nedeniyle hükümete hem teşekkürlerini hem de yardım isteklerini bildirmişlerdi. Ayrıca bunların Erzurum’da bulunan ırkdaşlarının da bu bölgeye gelmek istemelerinden dolayı Şurut taraflarından tedarik edilen bir miktar zahire ve nakliye masraflarının karşılanması konusunda da gerekli yardımlar yapılmıştır”. (Taşbaş)


Aynı husus, 1865 yılı 24 Haziranı’nda henüz Çıldır’a bile gelmedikleri anlaşılan bu Çeçenlerin 25 Haziran’da Resulayn ve Cud adlı yerlere “yerleştirildikleri” şeklindeki içeriğinin fiziken mümkün olmaması nedeniyle, bir yanlışlık olması gerektiğini düşündüğümüz, “1865 sene 25. Haziran M” tarihli bir yazıda da, “Diyarbakır havalisinde Resulayn ve Cud adlı mahaller Çeçen muhacirlerine verilerek yerleştirildikleri bölgeden memnun kaldıklarından, teşekkür ve memnuniyetlerini” bildirdikleri, Erzurum’da bulunan arkadaşlarına da orada iskanlarını istemelerini yazdıkları, bunlara varlıklı kimseler tarafından yeteri kadar zahire verildiği ve yaptıkları yardımlardan dolayı alacaklı oldukları kırk bin kuruşun halk tarafından muhacirlere bağışlandığı, “Erzurum havalisinden sevk olunan kabilelerin bazı tereddütler gösteriyor ise de Kürdistan’da bulunanlar tarafından yardım edileceği” şeklindeki ifadelerle dile getirilmiştir. (Bolat, s. 62, 63, 66) 

Görüldüğü gibi göçmenlerin memnuniyetlerinden bahseden bu yazı “sevk olunan kabileler bazı tereddütler gösteriyor ise de” şeklinde çelişkili bir içeriğe de sahiptir. 

Göçmenlerin iskan yerlerinden memnun olduklarını belirtenlerden biri olan Saydam, bu durumu olumlu genel uygulamanın göstergesi olan bir örnek de sayarak, şöyle yazmaktadır: “İskan yerlerinin belirlenmesi sırasında muhacirlerin de görüşleri alınmış, gelenleri bir yerde zorunlu iskana tabi tutmanın uygunsuz olacağı düşünülmüştür. Nihat Berzeg iskan sırasında muhacirlerin görüşlerinin alınmadığını yazıyor ki, doğru değildir. Mesela Kürdistan Eyaleti'nde iskan olunacaklara yerlerinin önceden gösterildiğine ve muvafakatlerinin alındığına dair bkz. İrade, Dahiliye, 38199, lef I". (Saydam, s. 124) 

Ne var ki yukarıdaki açıklamalarda görülen tablo karşısında Çeçenlerin o iskan bölgesinden memnun kaldıklarından bahsedilmesi hiç inandırıcı olmayan açıklanmaya muhtaç şaşırtıcı bir durumdur ve konuya ilişkin bazı ifadeler sanki konu hakkında aydınlatıcı olmaktan daha çok karartıcı gibi görünmektedir. 

Zira mevcut tabloya bakılırsa memnuniyet bir yana gerçek durum tam tersi olmalıdır ve iskan halinde bölgede sorunlar yaşanacağı baştan bellidir. Osmanlı’nın 93 Harbi ve Balkan savaşları sonrasında Balkan, Kars ve Ardahan göçmenlerinin bölgede iskanı söz konusu olduğunda görüp ifade ettiği bu husus baştan itibaren apaçık olmasının yanı sıra bölgeyi izleyen İngilizlerin raporlarında da yazılı olarak yer almıştır.

Asan’ın anlatımına göre, 93 Harbi sonrasında Balkan, Kars ve Ardahan muhacirlerinin bölgeye iskanı düşünüldüğünde,  havası ve suyu ile uyuşamayacakları, uzak olduğu, iskân masraflarının fazla olacağı, iklimsel sorunların yanı sıra urban aşiretlerin varlığı nedeniyle çevresel sorunlar yaşayacakları belirtilmiş ve daha önce bölgeye yerleştirilen göçmenlerin buradaki zorluklardan “birkaç sene içinde “münkarız” (sönmüş bitmiş, soyu tükenmiş, arkası gelmeyen, inkıraz bulmuş) oldukları veya başka bölgelere hicret etmek zorunda kaldıkları” hatırlatılmıştır.  (Asan, s. 49-51, 112-114) 

*

“Bunların yanı sıra Mardin sancağının Nusaybin kazası, Çöl tarafları, Habur Nehri boyu ve Maraş sancağının Andırın kazasında muhacir iskânı amacıyla arazi tarandıktan sonra müsait araziler tespit edildi. Mardin sancağının Nusaybin kazasında urban aşiretlerin tecavüzleri sebebiyle boşalan 70 köye topluca muhacir iskân edilmesine karar verildi.” Fakat 1899 ve 1904 tarihli belgelere göre “daha öncede olduğu gibi iklimsel sorunlar ile urban aşiretlerin varlığı nedeniyle planlanan Kars ve Ardahan muhacirlerininin iklimsel ve çevresel sorunlar yaşayacağı bildirildi. Urban ve Ekrad aşair bulunduğundan maişetlerini temin etmede sorun yaşayacakları belirtildi. Bundan önce Zor sancağına tabi Resulayn kazasına Dağıstan muhacirlerinin yerleştikleri hatırlatılarak zorluklar yaşadıkları belirtilip birkaç sene içinde münkarız oldukları veya başka bölgelere hicret ettikleri hatırlatıldı. Bu iskân planlarının tam olarak hayata geçirilemediğini gösteriyordu. İlerleyen zamanlarda belirtilen topraklardaki iskâna müsait arazilerin varlığı bu düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Habur Nehri civarında terk edilen ve kullanılmayan geniş ve uygun araziler vardır. Buralara muhacirin yerleştirilmesi düşünülmüştür. Rumeli ve Bulgaristan muhacirlerinin Zor sancağı ve Habur Nehri civarına yerleştirildikleri takdirde havası ve suyu ile uyuşamayacakları ayrıca iskân masraflarının fazla olacağı Diyarbekir vilayetinden haber verilmiştir. Ayrıca belirtilen ve boş kalan Habur Nehri arazisi için yapılması gerekenler sorulmaktadır.” “İncelediğimiz coğrafyada, iklimsel sorunlar ve asayiş problemleri gibi çeşitli zorlukların yaşanması Balkan göçlerinin bölgede çok az olmasına sebebiyet verdi.” (Asan)

*

Bir çalışmasında Çeçenlerin yöredeki suçlarını anlatan Taşbaş’ın o çalışmasında konu etmediği Çeçenler açısından durumun nasıl olduğu hususunun bir yönü Taşbaş’ın hiç irdelemeden içeriğini nakletmekle yetindiği Erzurum’daki İngiliz konsolosunun 18 Mayıs 1866 tarihli yazısında anlatılmıştır. Bu yazıda, Diyarbakır Sancağı’nda kötü durumda olduğu bilinen yerin mutasarrıfı Mustafa Paşa ile maiyetindeki memurlarının liyakatsızlıklarına şahit olunduğu, Paşanın o yörede bulunan Çeçen muhacirleri Cizre’nin kuzeyinde bulunan ve Diyarbakır Sancağı’na bağlı olan birbirinden 3 günlük mesafedeki Resülayn ve Viranşehir isimli yerlerde iskân etmeye çalıştığı, Resülayn’ın Mardin’den de 3 günlük mesafede olduğu, buradaki muhacirlerin hem yakacak odun bulamadıklarından hem de Arap kabilelerin saldırı ve yağmalarından sürekli şikâyet ettikleri, Viranşehirin ise dağ yakınında olduğu ve civarında yakacak için ağaç bulunduğu, ancak buradaki muhacirlerin Arap kabilelerinin tecavüzlerinden korktukları, bu yüzden buraların Çeçenlerin iskânına asla uygun olmadığı, buna rağmen söz konusu bölgelerde Çeçenlerin iskânları yapılırsa kötü sonuçların ortaya çıkacağı, ya muhacirlerin Arap kabilelerinin saldırılarından dolayı perişan olacakları ya da kendi güvenlikleri için tamamının silahlandırılacağı, böyle bir tedbire başvurulması halinde gelecekte muhacirlerin devlet memurlarına karşı gelmeleri yol olacağından Osmanlı’nın da sıkıntı yaşayacağı, öte yandan “hem uyumsuz hem de tembel insanlar olduğu söylenen” Çeçenlerin buralara yerleştirilmeleri halinde Halep ve Bağdat arasındaki yollara hakim olacakları ve o yörede bulunan çobanlar ile çiftçilerin de ya tarlalarını terk edecekleri veya Arapların himayesine girip bunların yardımıyla muhacirlerle daima kavga halinde bulunacakları, böylece yöredeki çoban ve çiftçilerin de zarar görecekleri, belirtilmiştir. (Taşbaş) 

1867 yılında bölgedeki durumu izleyen İngiltere’nin Diyarbekir Konsolosu da, muhacir iskânında parasal ve asayişsel sorunların olduğunu, ekonomik olarak gerekli tedbirler alınmazsa sorunların artacağını, Resulayn ve Habur etrafındaki verimli arazilerin imarında gereği gibi yardım yapılmadığını, şimdiye kadar 150.000 lira harcandığını, ancak projelerin yarıda kaldığını, Vali Mustafa Paşa’nın şimdiye kadar yaptığı çalışmaların boşa gidebileceğini, Çeçen muhacirlerin eşkıyalığa başlayabileceğini, hatta Çeçen muhacirlerin şimdiden eşkıyalığı alışkanlık hâline getirdikleri yönünde haberler aldığını ve önlem alınmazsa Mardin, Halep, Bağdat yolu üzerinde eşkıyaların birçok kervanı soyarak ticarete zarar vereceklerini belirtip, bölgedeki asayişin sağlaması için muhacirlerden 200 kuruş maaşla 500 muvazzaf süvari oluşturulmasını önermiştir. (Asan, s. 101-103, 216)


Yani bu duruma göre Çeçenlerin o yöreye iskan edilmeleri halinde olumsuzluklar yaşanacağı İngilizlerin görebileceği kadar açık ve o bölgede böyle bir iskan yapılması halinde sorunlar yaşanacağı iskandan önce görülebilen bir husus olduğu halde, Osmanlı kendi amaçları açısından iskanı uygun görmüş ve deyim yerindeyse Çeçen göçmenleri sorun yumağının ortasına atmıştır. Ve konuya ilişkin uygulama sonunda Rustan kaçan göçmenler sanki yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. 

Üstelik 30 yıl kadar sonra dağılıp neredeyse tamamen “yok oldukları” bu iskandan Çeçenlerin çok memnun kaldığı da söylenebilmektedir.

Oysa Ağustos’ta Çeçenlerin Erzurum’da birikmesinden sorun olduğu ve muhtemelen bu sorun yüzünden bu aşamada Erzurum’daki yerel yöneticilerin konuyla doğrudan ilgili olan Nusret Paşa ile Musa Kundukhov’a ulaşamadıkları ve ayrıca bu Çeçen iskanı işi ile görevlendirilmiş olan Nusret Paşa’nın bu işi tamamlamadan 1865 yılı sonunda bu görevden ve bölgeden ayrıldığı da anlaşılmaktadır. 

Sonuç olarak, şimdilik incelenip tam olarak ortaya konulmamış olan ve dolayısıyla ayrıntıları hakkında net bilgilere ulaşılamayan iskan sürecinin daha sonraki aşamalarında yaşananlar, konu hakkında ulaşabilen ancak yetersizliği belli olan bilgilere göre muhtemelen aşağıda belirtilen şekilde gerçekleşmiş olmalıdır.

Habiçoğlu bu Çeçen göçmenlerin bir zaptiye kolu kontrolünde iskanları için tesbit edilen Diyarbakır yöresine sevk edildiklerini, göçmenlerin sıkıntı çekmemesine gayret edildiğini, “Lice, Kulb, Beşiri, Silvan (ve gerektiği oranda Eğil ve Palu) kazalarında, bu kazalar halkı tarafından misafir edilen göçmenlerin iskanı(nın) da herhalde 1866 da yapılmış” olması gerektiğini belirtmektedir. (Habiçoğlu, s. 138, 139)

Habiçoğlu aynı yerde, Nusret Paşa’nın Çeçen göçmenleri nakl etmekle görevlendirdiği Mülazım Osman Ağa’ya verdiği talimattan bu işin aksaksızca yürütülmesi konusunda ne denli titizlik gösterdiğinin anlaşıldığını ve bu talimatta Çeçenlerin Erzurum’dan Kığı ve Muş üzerlerinden olmak üzere iki ayrı koldan hareket ettirileceği ve daha sonra iki kolun Çapakçur’da birleştikten sonra Diyarbakır istikametine yönelecekleri, kışı geçirmeleri için Diyarbakır’ın kazalarına taksim edilecekleri, yanlarında getirdikleri hayvanları için ahır ve ot, kendileri için de kişi başına günlük olarak yarımşar kuruşluk un, odun ve beşer dirhem de tuz verileceği, hususlarından sonra, verilecek şeylerin bozuk olmamasına dikkat edilmesi, göçmenlerin yollarda fazla yorulmaması, yerli halktan onlara karşı fena davranışta bulunacaklara meydan verilmemesi, yerli halka göçmenleri barındırmaları için baskı yapılmaması, hususlarının ihtar edildiğini belirtmekte ve ayrıca bu Çeçen göçmenlerle ilgili diğer belgelerin arşivde bulunduğunu ifade etmektedir.

“Kürdistan valisine” yazılan 26 Temmuz 1865 tarihli bir yazıda da, “Erzurum ve Muş tarafından gelen Çeçen muhacirleri için ihtiyaçlarına ve tamir ve yardım maksadıyla amele ve beşyüz yük hayvanı bedeli ikibin beş yüz kuruş olup, göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması sonunda beş yüz baş hayvan kullanıldığından toplam beş bin kuruş olacağı ve bu miktarın devletimize bağışlanmasına” denilmektedir. (Bolat, s. 67)

Bu göçmenlerin misafir olarak yerleştirildiklerinden söz edilen 3 Ocak 1866 tarihli başka bir yazıda da aynen, “Erzurum vilayetinden Cabakçur yoluyla Diyarbakır kazalarına yönlendirilerek, kazalarda geçici misafir olarak yerleştirilen Çeçen göçmenlerin geçip gitmeleri için, yolların tamiri ve düzeltilmesi ile, (pek kederli olan) göçmenlerin ve eşyalarının nakliyesi… Lice kazasından Çabakçur nahiyesine ve Lice kazası sınırına ve bu taraftan Hani kazası sınırına kadar amele ve hayvan ücreti… otuz bir bin altı yüz kuruş tutmuş, ancak bu insanlar dindaş ve kardeşlerimiz olduğundan ve vatanlarını terk etmek zorunda kalarak kurtarıcı (sultan-ı seniyeye) sığındığından… ücretini (bereket vesilesi sayarak) ve memnun ve… hayır sayarak ve sözü edilen ücretlerin hazinemize bağış olması kazamız tarafınca ifade edilmiştir”, denilmektedir. (Bolat, s. 69, 70)

Bu metinde yer alan pek yerindeki ifadeyle “pek kederli olan” göçmenler belirtilen şekildeki uzun bir yolculuktan sonra öyle anlaşılıyor ki 1865/1866 kışını Diyarbakır ve Elazığ yöresindeki ilçelerde yerli halkın misafiri olarak geçirmişlerdir.

Özet olarak ifade edilirse, buraya kadarki açıklamalardan Ocak 1866 tarihinde bu göçmenlerin en azından büyük bir kısmının henüz hiç bir yere iskanlarının yapılmadığı ve Habiçoğlu’nun belirttiği şekilde Diyarbakır ve yöresindeki ilçelerde misafir olarak konaklatıldıkları sonucuna varılabilir.  

Bu aşamadaki sorunlara değinmeden sonraki durumu tarihsiz olarak anlatan Asan’a göre ise, 1865 Çeçen iskanı için görevlendirilen Nusret Paşa “Diyarbekir ve Siirt gibi bazı sancaklarda muhacir iskânını gerçekleştirdikten sonra Muş ve Van sancaklarıyla Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalardaki muhacir iskânlarını da” gerçekleştirmiş, iskânın düzenli ve tertipli geçmesi için birçok tedbir almış, yol çalışmalarına önem verip Lice-Çapakçur-Piçar-Hani yolu çalışmasını başarıyla bitirmiş ve “Nusret Paşa’dan sonra Palu ile Batman Suyu arasındaki muhacirlerin iskânı için Erzurum Valiliği yetkili” kılınmıştır. (Asan, s. 80)

Sonraki fiili durumla pek uyumlu gözükmeyen bu ifadelerine karşın Asan’ın çalışmasındaki ve diğer bazı kaynaklardaki bilgilerden bu göçmenlerin sayıları 1.200/2.500/3.500 hane ve 13.290/13.648/14.000/18.000 ve hatta 20.000 nüfus şeklinde farklı olarak ifade edilen büyük bir kısmının o zamanki idari yapıda Deyr-Zor olarak anılan bölgede yer alan Resulayn denen yer ve çevresinde ve diğer bir kısmının da farklı farklı yerlerde iskanları için 1866’dan itibaren çeşitli çalışmalar yapıldığı anlaşılmaktadır.

Asan’ın anlatımına göre durum özetle şöyledir:


-Çeçenlerin 30.000 nüfusluk 5.000 hanesinden 2.500’ünün Diyarbakır ve Siirt’te, 1.000’inin Harput ve Sivas’ta ve kalan 1.500’ünün de Muş, Van, Hınıs, Bayburt  ve benzeri “büyük kazalarda” iskan edilmesi uygun bulunmuştur. Bu göçmenlerden bazıları hayvanlarını da getirmiştir. Erzurum’dan Muş’a yönelen muhacirler Erzurum-Çapakçur-Muş yolunu izlemiş, Muş’ta kötü hava şartları olduğundan buradan Diyarbekir’e geçişler görülmüş ve Erzurum-Çapakçur Diyarbekir yolunu izleyen muhacirler çeşitli kazalara dağıtılmıştır. Çapakçur üzerinden Diyarbakır’a sevk edilen 700 hanesinden 674’ünün Çapakçur, Çünküş, Zıkti, Piçar, Lice, Hani, Hazro, Silvan, Kulp bölgelerine önce geçici ve sonra da kalıcı iskanları gerçekleştirilmiştir. Bölgeye sevk edilen diğerlerinin 28 Aralık 1865 tarihli haritası hazırlanarak Abdülaziz ve Şeyh Bakar Dağlarıyla Resulayn ve Habur Nehri’nin çevresinde, “bugünkü Viranşehir, Mardin ve Şırnak ile Suriye Devleti sınırındaki Haseke, Sincar ve Resulayn” bölgesindeki yerleşim alanlarına Mart 1866 itibariyle 10 haneden 300 haneye kadar olacak şekilde iskânları, 1305 hane yapımı ve böylece öncesinde aşiretlerin saldırısı sonucunda 70 kadar köyün dağıldığı bölgede yerleşim alanların canlandırılması ve yeni köylerin kurulması planlanmıştır. Müvzi 40, Merfiye 35, Tel-abyad 50, Tel-barun 100, Bağluca 90, Süse 50, Süker Kalesi 10, Ferla 300, Berbus Kalesi 10, … fafel 100, Dehriz 20, Gaşfa 20, Seb’i 30, Mardin yolu üzerindeki 12 köyde 300 hane olarak toplam 1.155 hane inşaat yapılırken, Hazine 50, Alelce 50, Ebur-rahsa 60 hane olarak toplam 160 hanede iskân gerçekleştirilmiştir. Viranşehir’de de 8 köy bulunmaktadır. Mart 1866 itibariyle “Erzurum, Sivas ve Mamüretülaziz’de bulunan henüz yerleşmemiş Çeçen muhacirlerin Diyarbekir, Diyarbekir’e bağlı Resulayn, Habur ve Cud arazilerine yerleştirildikleri görülmektedir.”  Ülkelerine geri dönüşlerinin ve Erzurum’a gitmelerinin engellenmesi için tedbirler alınmıştır. Arap ve Kürt aşiretleriyle çatışmaların çıkabileceği düşüncesiyle muhacirlerin dağınık iskân edilmelerine sıcak bakılmamıştır. Mustafa Paşa, “Topluca ikametlerine derun-u eyalette Çöl’den başka mahal olmadığı gibi… ber-maruz-ı sabık muhacirin-i merkumenin takımıyla çöl’e nakl ve iskânları” sözleriyle toplu iskânlara sıcak bakıldığını ifade etmiştir. Muhacirlerin güvenliği için askerî kışlalar da inşa edilmiştir. Muhacir iskanıyla çöl çevresindeki Arap ve Kürt urban aşiretlerin “medeni hayata intibakı” amaçlanırken çölde yaşayıp vergi vermeyen Kiği, Milli ve Dekuri gibi birçok aşiretin bu sayede vergi vereceği ve ayrıca güvenliğin sağlanmasının bölgede fazlaca olan tuz, kükürt ve alçı taşı gibi yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına katkıda bulunacağı umulmuştur. Resulayn ve Viranşehir’de iskân memuru olarak görev yapan Miralay Musa Giray Paşa’dan alınan bilgilere ve “Vilayet muhasebesinden alınan bilgilere göre; 1281-1282 (H.) senelerinde gelen muhacirlerin sayısının “13.290” kişiye ulaştığı görülüyordu.” Resulayn dışında kalabalık bir muhacir nüfusu da Harput’a iskân edilmiştir. Daha önce Sivas’a iskân edilen Çeçenler’den bazılarının yoğunluk sebebiyle Sivas-Hısn-ı Mansur-Siverek yolu izlenerek en kısa zamanda Resulayn’a gönderilerek iskân edilmeleri istenirken, Resulayn’a iskâna razı olduklarından asker sevk etmeye gerek olmadığı da belirtilmiş ve kış mevsiminin gelmesi üzerine mevsim geçinceye kadar bunların üçer beşer hane olarak Mamüretülaziz’in köylerinde misafir edilmeleri kararlaştırılmıştır. Çeçen, Dağıstan, Çerkez gibi farklı kavramlarla ifade edilen bölgedeki muhacirlerden Çeçenlerin kesin miktarını belirlemek imkânsız görünmektedir. Bir belgede muhacir sayısının 14.000 olduğu ve sayının zamanla 4.000’e kadar düştüğü belirtilmektedir. İngiliz Konsolosu Trotter 16 Mart 1879’da sayıyı 18.000 olarak vermekte ve veba, açlık, diğer gruplarla mücadele gibi nedenler sonucunda 500 kişiye düştüğünü öğrendiğini bildirmektedir. 30 Ekim 1880 tarihli Henry Troter’in raporunda ise Çerkez ve Çeçenlerden bahsedilirken Çeçenlerin Kafkaslardan yaklaşık 16 sene önce geldiği ve 20.000 kişi olarak Mardin’in güney batısında bulunan Resulayn’a yerleştirildikleri bildirilmektedir. Konsolosa göre; muhacirlerin herkesle sorunları olduğu gibi herkesin de onlarla sorunları vardır. Muhacirler arasında hastalık ve açlık gibi nedenlerden dolayı fazlaca ölüm yaşanmıştır. 1881 tarihinde toplam nüfusları 5.000 civarında olup çoğunluğu Diyarbekir Valiliği tarafından zaptiye olarak görevlendirilmiştir. Buna rağmen sevilmedikleri için çölde bazı noktalara girmeye cesaret edemedikleri bildirilmektedir. 1880 tarihinde 5.000 civarında muhacir kaldığı bilgisi Osmanlı arşiv belgeleri ile aynı doğrultudadır. 27 Kasım 1878 tarihli belgede erkek, kadın, büyük ve küçük olarak bulunan muhacirlerin İstanbul ve taşradaki toplam miktarları verilmiştir. Bunlardan 5.000 nüfus Diyarbekir vilayetindedir. 1861-1862’de 5.000’den fazla Çerkez ve Nogay muhaciri de Diyarbekir, Urfa ve Van’a gönderilmiştir. Sadece Mardin ve Resulayn’daki muhacirlerin ilk başta sayısı 18.000 ile 20.000 arasında olsa da sonradan bu sayı 2.000-4.000 arasında bir nüfusa düşmüştür. Geri dönüşler, firarlar ve ölümler olsa da söz konusu muhacirlerin bakiyeleri vardır, ama zamanla Kafkasyalı muhacir sayısında azalma yaşanmıştır. Çünkü muhacirler, aşiretlerle yaşanılan sorunlardan ve çıkan salgın hastalıklardan fazlaca etkilenmiştir. Ayrıca muhacirlerin aleyhine gelişen rekabet sonucunda özellikle Diyarbekir, Mardin ve Ergani sancaklarındaki muhacirler, iskân bölgelerini zamanla terk etmek zorunda kalmıştır. Bölgeye muhacir iskanına Ermeniler itiraz etmiş, Avrupalılar da onları desteklemiştir. Muhacirlerden bazıları Diyarbakir üzerinden Süleymaniye’ye gönderilmiştir. Mirliva Mehmet bin Ahmet Erzurum üzerinden gelen muhacirlerin Diyarbekir’in kazalarına ve Mardin’in çöl havalisi, Habur, Resulayn ve Cebel-i Abdulaziz gibi mahallere yerleştirilmesini sağlamış ve muhacirler ile Kiki Aşireti arasında çıkan problemleri önlemiştir. Muhacirlerin dış güvenliğin yanında iç güvenliğe yönelik alanlarda da çalıştırılmasına karar verilerek hattın güvenliğini de sağlayacakları düşüncesiyle Bağdat’a kadar inşa edilecek demiryolu hattında Çeçen muhacirlerin iskânı uygun bulunmuştur. (Asan, s. 82, 90, 94-107, 217-219)


-Ekim 1865 tarihli belgeye göre bu Çeçenlerden “300 hane”lik bir grup Harput’a iskân edilmiştir. “Burada iskân edilen muhacirlerin sorunları çözülerek muhacirlere yönelik gerekli yardımlar yapılmıştır.” “Buradaki 30 hane firari muhacir Sivas’a akrabalarının yanına gitmiştir. İskân olunan 40 hanede muhacirin evleri ise yerli ahali tarafından inşa edilmiştir. Bu 40 hanenin ev ihtiyacı kalmamış olsa da günlük tayinat ve tohumluk ihtiyacı vardır. Yani 270 hanenin tayinat, tohumluk ve tarımsal alete ihtiyacı vardır. Ayrıca misafir durumda olan 230 hane muhacire de hane inşa edilmesi gereklidir. Bu sebeple devlet tarafından 260.000 kuruş yardımın yapılması gerekmektedir, Ayrıca ahali de hane inşası ve tarımsal ihtiyaçlar için yardımda bulunmaktadır. 140 nüfusu firar etmiş olmak üzere toplam 1.110 nüfustur. “ İskân için görevlendirilen Nusret Paşa “Diyarbekir ve Siirt gibi bazı sancaklarda muhacir iskânını gerçekleştirdikten sonra Muş ve Van sancaklarıyla Hınıs ve Bayburt gibi büyük kazalardaki muhacir iskânlarını da gerçekleştirdi. Kendisi, iskânın düzenli ve tertipli geçmesi için birçok tedbir aldı.” “Nusret Paşa’dan sonra Palu ile Batman Suyu arasındaki muhacirlerin iskânı için Erzurum Valiliği yetkili makam kılındı.” (Asan) 


Saydam’ın çalışması ile diğer bazı kaynaklarda da konu hakkında şunlar söylenmektedir: 

*

-İlk “grubu Mayıs başlarında yanlarında 690 baş hayvan olduğu halde Kars'a gelmişti./ Çeçenlerin en iyi şekilde sevk ve iskan edilebilmeleri için çok yönlü tedbirler alınırken, bunların geçecekleri yollar da tesviye ediliyordu. Nitekim Erzurum-Muş-Diyarbekir yoluyla... sevk edilmeleri için kullanılacak olan, mesela Lice-Çapakçur-Biçar-Hani yolu tamir ve tesviye” olunmuştu, göçmenler kendilerine yapılan iyi muameleden dolayı 27 kişi tarafından Kürdistan Valiliği'ne verilen yazı ile teşekkür etmekteydiler. “Genel olarak muhacirler arasında sadece 1865 yılında göç eden Çeçenlerin nisbeten planlı bir şekilde ve yanlarına hayvan alarak geldiklerini görüyoruz. Hatta Rusların diğerlerine nazaran bu gruba yardımcı olmaları da dikkat çekmektedir. Bunun sebebi Musa Kundukhov ile Rus yetkililerden Loris Melikof ile Kartzef arasındaki yakın ilişki idi… Bu Çeçen muhacirlerinin hayvanlarıyla ve ziraat aletleriyle birlikte gelmeleri hükümet katında memnuniyet uyandırmıştı… Ayrıca onbeş bin kişilik bir Abaza ve Çerkes göçmen grubu da 7-8 bin kadar keçi, koyun ve sığırıyla birlikte Batum’dan giriş yapıp Lazistan Sancağının muhtelif bölgelerine yerleştirilmişlerdi.” “Muhacir grupları Lice, Hani, Silvan, Çapakçur, Biçar, Huveydat, Halep gibi kazalarda önce geçici, sonra da kesin iskana tabi tutuluyorlardı. Ancak bazı kabilelerin ısrarla topluca iskan olunmayı istemeleri, buna karşılık Kürdistan Eyaleti'nde bu şekilde geniş arazinin olmayışı anlaşmazlık doğurdu. Hatta Nusret Paşa tarafından Çapakçur'a gönderilen bin hane kadar muhacir, Muş'ta kalan akrabalarından ayrılmak istemeyerek geri dönmüş, bu sırada kış mevsimi de geldiğinden iskan edilememişler, nihayet Erzurum'dan asker sevk olunarak bunların silahları toplanıp yeniden sevk olunmaları temin edilebilmiştir./ Ayrıca Resulayn ve Çöl taraflarında yerleştirilmesi kararlaştırılan muhacirlerin ileri gelenleri buraya giderek yerlerini görüp beğenmişler, bazı yerlerde gördükleri ekinlerin kemal derecesinde olduğunu, su ve havasının güzel olduğunu belirterek Habur ırmağının iki yakasına yerleşmek istediklerini belirtmişlerdi. Yalnız karşıdan karşıya geçebilmek için iki köprüye ihtiyaç duyulduğu ifade edilmiş... inşası için hazırlıklara başlanmıştır. Bu arada araziyi beğenen muhacirlerin "Erzurum taraflarında bulunan arkadaşlarına dahi orayı istemelerini yazmış olduklarını" görmekteyiz. Bilhassa topluca iskan arzusunda olanların isteklerinin karşılanabilmesi için Çöl'de yani Habur ile Abdülaziz Dağı arasındaki sahada yerleştirilmeleri bir mecburiyet idi. Öte yandan devlet, buralardaki göçebe Arap ve Kürt aşiretlerinin medeniyet dahiline sokulabilmesi için buralarda yeni yerleşim birimlerinin kurulması gerektiğine inanmaktaydı. Aşiretlerin muhacirlere saldırısına engel olmak üzere de Habur'da bir kışla inşasına karar verilmişti./ Bu muhacirlerin toplam sayısının 2.500 haneye ulaşacağını bildiren Kürdistan Valisi Mustafa Paşa'nın 5 Ocak 1866 tarihli yazısında, muhacirlerin sıkıntı çekmemeleri için yeterli miktarda zahire ekildiği ifade olunmaktaydı. Ayrıca bölgeye yerleşecek olan muhacirlerin buradaki aşiretlerin medeni hayata intibaka katkısı olacağı da beklenmekteydi.” “İrade, Dahiliye, 38018, lef-3. Bölgede iskan edilmesi düşünülen muhacirlerin yerleşecekleri köyler ile Habur kışlasına ait bir keşif haritası yapılmıştı. Aynı yer, lef-8.” “Habur'da inşa olunacak kışla sayesinde de Çöl kenarında ikamet etmekte olan ve gerektiği ölçüde vergi vermeyen Kiği, Milli ve Dekuri gibi yedi-sekiz aşiretin böylece vergi ödemelerinin de sağlanabileceği vurgulanmaktaydı./... dikkat çeken nokta; diğer taraflarda toplu iskana razı olmayan hükümetin bu tarafta münferit iskana karşı çıkmasıdır. Bunun da sebebi, hem geniş boş arazinin bulunabilmesi, hem de münferit iskan halinde muhacirlerle Arap ve Kürt aşiretleri arasında çatışmaların çıkması ihtimaliydi. Nitekim Mustafa Paşa, aynı yazıda, "muhacirin-i merkumenin gayet anud ve meşevviş takım olması... ve Kürd taifesi dahi ne ahvalde oldukları... şu iki taife-i muhtelife ve meşevvişenin münazarat-ı melhuzelerinden baş alınamayacağı mülabesesiyle ber-maruz-u sabık muhacirin-i merkumenin takımıyla Çöl'e nakl ve iskanları..." denilmektedir./ Her sene olduğu gibi 1283 yılının başında Bab-ı Ali'yi ziyaret eden padişahın huzurunda okunan mazbatada Çeçenler için 1282 (1865-66)'de on bin hane yaptırıldığı ifade olunmaktaydı.” Muhacir meselesinin bittiğini zannedilirken “14.000 hane Abhaz ailenin... izin istedikleri görüldü." (Saydam, s. 147-149)

-“Örneğin, 1865-1866 yıllarında gelen Çeçen muhacirler için 10 bin hane yaptırıldığını belirtmektedir. Ama bunlar genellikle Doğu Anadolu’ya iskân olunmuştur.” (Pul)

-“1866 yılında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden 4 bin 989 Çeçen aileden bin 200'ü Res-ul Ayn'a gönderilmiş, geriye kalanı ise aşağıda gösterildiği gibi yerleştirilmişlerdi:/ Sivas çevresine (Şarkışla, Aziziye, Elbistan bölgelerine) 47 aile/ Amasya bölgesine 25 aile/ Halep, Çardak (Habur) bölgelerine 90 aile/ Adana bölgesine 46 aile/ Erzurum ve Muş bölgelerine 14 aile/ Hınıs bölgesine 24 aile/ Kars bölgesine 47 aile”.  “1877-78 Rus-Türk Savaşı öncesinde Osmanlı makamları, Rus hükümeti ile yapılan anlaşma gereğince, Çerkesleri Rus sınırı yakınlarına ve Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere iskân etmiyordu. Tek istisna, 1866–67 yıllarında Osetlerin (15 aile–350 kişi) Sarıkamış'a ve önemsiz sayıda Çeçen'in Kars ve Erzurum'a yerleştirilmesiydi… kanaat göçmenlerin gönderilmediği tek bir vilayet kalmadığıdır.” (Kuzey Kafkasyalıların Yerleştirilmeleri)

-“1866 yılında Kafkasya’dan sayıları 4.000 ile 5.000 aile civarında Çeçen Osmanlı topraklarına geldi. Bunlardan 1200 aile Resulayn bölgesine yerleştirildi. Geriye kalanlar ise, Sivas ve çevresine 47 aile, Amasya’ya 25 aile, Halep ve Habur bölgelerine 90 aile, Adana’ya 46 aile, Kars’a 47 aile, Hınıs ve civarına 24 aile ve Erzurum ve Muş Bölgelerine ise 14 aile olacak şekilde iskân edildiler.” (Öztürk-Toprak)

-“Ancak 1865’te karayoluyla gelen yaklaşık 5-6.000 Çeçen ailenin büyük kısmını Rusya sınırında olan Kars ve Çıldır sancaklarına yerleştirmeyi düşünen Osmanlı Devleti bunu yapamamıştır. Çünkü Rusya’nın tepkileri söz konusudur ve bu nedenle muhacirlerin yaklaşık yarısı güneye nakledilmiş, Resülayn’a ve Diyarbakır vilayetinin çeşitli bölgelerine iskân edilmişlerdi. Bunların geriye kalanları ise Sivas taraflarına ve Orta Anadolu’nun çeşitli yerlerine sevk edilmek üzere batıya nakledilmişlerdi.” “Ancak yine de Rusya sınırlarına yakın ve Ermenilerin yoğun olduğu bölgelerde Kafkas göçmenlerinin iskân edilmemesine dair Osmanlı Devleti ve Rusya arasında varılan mutabakatın aksine 1866-1867 yıllarında 350 kadar Oset Sarıkamış’a ve az sayıda Çeçen de Erzurum ve Kars’a yerleştirilmişti.” (Taşbaş)

-“Gürcistan ve Dağıstan taraflarından Kars’a gelen bu Çerkes muhacirlerinin iskân taleplerinin uygun olup olmadığı incelendikten sonra 4.000 hane 20.000 nüfusun bir yerde iskân edilmesindense dağıtılması ve devleti zorlayacak bir kuvvet oluşturmalarının önlenmesi amacıyla ayrı ayrı yerlerde iskân edilmeleri uygun görüldü. Çerkes muhacirlerinden 1.000 hane Erzurum kazasıyla İspir, Bayburt, Pasin, Tortum kazalarına; 300 hane Muş; 700 hane Çıldır; 500 hane Kars ve 1500 hane Van-Hakkari sancaklarında iskân edildi. Bazı muhacirler hayvanları ve eşyalarıyla beraber gelirken, bazıları sadece ailesini getirebilmişti.” “Rusya’nın diplomatik baskısı sonucunda 1860-64 yıllarında muhacirlerin önemli bir bölümü Anadolu’nun iç kesimlerine ve Balkanlara yönlendirildi. Ancak Osmanlı hükümeti, Rusların Kafkaslarla ilgilenen makamlarına, 1864-66 yılları arasında göçecek olan 5.000 Çeçen ailesinin Erzurum ve Kars vilâyetleri dâhilinde Soğanlık Sıradağları’ndan Van Gölü’ ne kadar uzanan alana iskân edileceğini bildirdi. Rus tarafı buna şiddetle tepki gösterdi… Bâb-ı Âli Rusya’nın bu isteğini reddetti ve Çeçenlerle Osetlerin bir bölümünü Soğanlı Sıradağları’nın (Sarıkamış) civarına yerleştirdi. Bunun üzerine Rusya Kafkas Genel Yönetimi tek bir Çeçen’i Türkiye’ye göndermeyeceğini bildirdi. Rusya’dan Türkiye’ye göçlerin Çar hazretlerince durdurulmasının ardından Osmanlı hükümeti, Bulgaristan’a eskiden yerleştirilmiş olan Çerkesleri göndermeye başladı. Ancak Rusya’nın ısrarlı diretmesi karşısında ilişkilerin daha gergin bir hâl almasını göze alamayan Osmanlı hükümeti bu tutumundan geri adım atarak “Çeçenlerin Erzurum vilâyetinden uzaklaştırılacakları ve Viranşehir ve Konya civarına yerleştirilecekleri” kararını Rus tarafına iletti.” “Doğu Anadolu’da Kafkas kabilelerinin, özellikle de Çerkeslerin iskân edilmesine karşı çıkan Rusya; bunu Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmeyi başarmıştı. Doğu Anadolu’ya yapılacak olan iskânlarda müdahil olan bir diğer devlet İngiltere oldu. Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurulması fikrini destekleyen İngiltere, eğer Doğu Anadolu’ya Türk ve Müslüman göçmenler yerleştirilecek olursa, bunlar gelecekteki Ermenistan’a güçlük çıkarabilir ve bölgede zaten Ermenilere oranla ezici bir çoğunluğa sahip Müslüman nüfus daha da artabilir kaygısını taşımaktaydı.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


-”Halep’in kuzey taraflarına… en geniş muhacir iskânı 5.000 Çeçen’in Resülayn ve Habur Nehri civarına yerleştirilmesiyle olmuştur.” “1864’ten sonra Kuzey Kafkasya’dan gelen ilk gruptan bir kısmı Suriye’nin kuzeyine ve Maraş sancağına yerleştirilmiştir. Bunlar daha çok Ermenilerin yaşadığı Zeytun bölgesine “gözleme” olarak görev aldılar. Daha sonra 1872’de gelen ikinci gurubun içinde olan Çerkesler, Hama ve Humus şehirleri civarına ve Havran Sancağı sınırları içinde olan Golen Tepesine yerleştirilmişlerdir.” (Polat)

-“Bu arada 1865’ten sonra Rusya’nın kendi sınırlarına yakın coğrafyada hiçbir şekilde iskana izin verilmeyeceğini bildirmesi üzerine Osmanlı Hükümeti bu koşula uymak durumunda kalmıştır. Rusya, bu tarihte göç eden Çeçenler’in en fazla Erzincan ve Diyarbakır civarına yerleştirilmelerini kabul edeceğini bildirmişti.” (Koç)

*

Görüldüğü üzere konuya ilişkin yazılanlarda, bir yandan bölgedeki  göçmen toplamının 1866’da 2.500 haneye ulaşacağının bildirildiği belirtilirken, bir yandan da bu göçmenler için 10 bin hane yaptırıldığı şeklinde ve benzeri çelişkili sayılabilecek çeşitli açıklamalar yer bulabilmektedir. Hatta bu yazılanlardan bazıları kendi içinde dahi çelişkiler içermektedir.

Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılacağı üzere gayet planlı bir şekilde başlatılmış gibi görünen 1865 yılındaki bu göçün ilerleyen aşamalarıyla ilgili bilgilerde her nedense bir karmaşıklık ve bilgi kirliliği söz konusudur ve bu göçün hem organize ediliş şekli açıklandığı ve hem de gelenlerin isim isim deftere kaydedileceği belirtildiği halde hem bu göçte kaç kişinin ne zaman geldiği ve hem de diğer bazı  konularda çeşitli kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır, ki bu kadar karmaşıklık şaşırtıcı sayılmalıdır.

Mevcut bilgilere göre ise, özetle, tahminen, yaklaşık olarak, bir ölçüde hata payını da saklı tutarak, 1865’te gelen toplam 5.000 hanelik bu Çeçen göçmenlerden;

-500 hanelik bir bölümünün muhtemelen 1865 Ağustos ayı civarında üç yüz on hânesi Koçgiri sancak merkezine ve yüz doksan hânesi Hafik Kazâsı'na olmak üzere Sivas Eyaleti'nde,

-Ekim 1865 civarında Harput’a gönderilen 300 hanelik bir bölümünden firar edip Sivas’a giden 140 nüfusluk 30 hanesinin Sivas’ta ve geriye kalan 270 hane toplam 1.110 nüfusluk kısmının Harput’ta, 


-1865 yılı sonlarında Çapakçur üzerinden Diyarbakır’a sevk edilen 700 hanesinden 674’ünün Çapakçur, Çünküş, Zıkti, Piçar, Lice, Hani, Hazro, Silvan, Kulp bölgelerinde önce geçici ve sonra da kalıcı olarak,

-Toplam  293 hanelik kısmının, Sivas çevresine (Şarkışla, Aziziye, Elbistan bölgelerine) 47, Amasya bölgesine 25, Halep, Çardak (Habur) bölgelerine 90, Adana bölgesine 46, Erzurum ve Muş bölgelerine 14, Hınıs bölgesine 24  ve Kars bölgesine 47 hane olmak üzere, muhtelif illerde muhtelif tarihlerde,

-Geriye kalan (5000-(500+300+674+293=) 1797=) 3.233 hane 13-14.000 nüfusluk civarındaki kısmının 1866 yılı ve sonrasında o dönemde idari yapıda Deyr-Zor olarak anılan bölgede Resulayn ve Viranşehir civarlarında, 

iskan edildikleri sonucuna varmak makul görünmektedir.

Söz konusu göçmenlerden sayılarını bilemediğimiz bir kısmı da Muş’ta iskan edilmiş olmalıdır.

4.c.2.4.Diğer Bazı Hususlar

Yeterli açıklık bulunmamakla birlikte, muhtemelen bu dönem göçmenleriyle ya da bunların iskanı konusunda olup bir kısmı çelişkili ve dolayısıyla da bir kısmı hatalı olan erişebildiğimiz diğer bazı bilgiler de şöyledir:

*

-17 Eylül 1865 tarihli bir belgeye göre, Sivas’ta “iskân edilen 500 hanelik Çeçen muhacirlere yerli ahali tarafından” çeşitli yardımlar yapılmış, ancak zamanla “yardımlar hususunda ara ara sorunlar” meydana gelmiştir. “Örneğin, 22 Eylül 1888 tarihli bir belgede Kafkasya muhacirlerinden olan 39 haneden oluşan 250 nüfusluk Çeçen kabilesinin Sivas’a tabi Çiftlikviranı ve Kızılhane isimli mahallerde iskân edildiği ve bulundukları yerde tarım yapabilmeleri için arazi verildiği belirtilmiştir. Fakat tarım yapabilmeleri için gerekli olan ziraat alet ve edevatlarına verilmediği gibi tayinatlarının da kesilerek biçtikleri otlardan da öşür vergisinin talep edildiğine dair Sultan’a şikâyette bunulduğu görülmektedir… 6 Mayıs 1888 tarihli bir belgede ise önceki sene Aziziye kazasına iskân edilmiş olan Çeçen muhacirlerine tarım yapabilmeleri için tohumluk zahire ve çiftlik hayvanı verilmesi gerektiği Sivas vilayetine bildirilmiştir. Bunun üzerine devlet tarafından Çeçen muhacirlerine tohumluk zahire ve çiftlik hayvanı tahsis edilmiştir.” (Tekin; ve ayrıca, Yüksel)

-Erzurum’a yazılan “Muş ve Erzurum havalisinde bulunan Çeçen kabilesi muhacirlerinin harekat-ı şekavetlerde bulundukları Bogos efendiyi katleyledikleri” hakkındaki tarihsiz bir yazıda da, Erzurum’daki “Çeçen muhacirlerinin yerli halka düşmanlıklarının önlenmesi için Çanlı kiliseye gelmiş olan Rusyalının Hıristiyan ahaliyi tahrik etmesi konusunun incelenerek” bu durumun önlenmesi gerektiğinin Muş Kaymakamlığı’na bildirildiği, “Bahara kadar orada kalmaları zorunlu olan Çeçen göçmenlerin hal ve hareketleri anlaşılmadıkça ve yerleşecekleri yere gönderilmedikçe göçmen kabul edilmemesi” hususları belirtilmiştir. (Bolat, s. 48) 

-“Sene 282” “İhtilal teşvikçileri oldukları için Rusya nın çeşitli bölgelerine sürgün edilen ve cezalandırılan Çeçen mollalar, vilayet makamınca kabul edilmiş ve memalik-i şahaneye göç etmeleri Rus devleti tarafından da kabul edilmiştir. Bunların isimleri aşağıda yazılmıştır…/ Not:... burada sözü edilen Mansur Adana-Ceyhan’da kabri bulunan Şeyh Kunta Hacı’nın kardeşi Mavsur olmak gerekmektedir.” (Bolat, s. 75, 76)

-"Rusya sürgün ettiği 16 Çeçen'i Osmanlı Devleti'nin kabul etmesini ister. Fakat Bab-ı Ali... ailelerinden ayrılmalarının doğuracağı güçlükler sebebiyle, ancak aileleriyle birlikte gelmelerine izin verilirse kabul olunabileceğini Rusya'ya bildirmiş, Rusya da buna razı olmuştur.” (Saydam, s. 90-92)

-Musul’dan gönderilen 21 Şubat 1888 tarihli telgrafta, Re’sülayn’da bulunan Çeçen muhâcirlerden bazılarının boş olan emlâk-i hümâyûn arazilerinde iskânları hakkındaki başvuruya  cevabın ihsân buyurulmasının komisyon kararıyla arz olunduğu belirtilmiştir. (Osmanlı-I, s. 412; Polatkan, s. 51)

-22 Şubat 1888 tarihli yazıda Dağıstan'dan gelip Re’sülayn Kazâsı'nda iskân edilmiş bulunan muhâcirlerin, bölgenin havasına uyum sağlayamayarak pek çoğunun dağıldığı ve kalan yüz hâne halkın da hastalıklarla mücadele hâlinde oldukları ve bu yüzen bunların Musul Vilâyeti'nde emlâk-ı hümâyûn arazilerinde iskân edilmelerinin Hacı Eyüp Efendi ile Hamza Bey’in talepleri üzerine kabul olunduğu belirtilmiştir. (Osmanlı-II, s. 316)

-5 Kasım 1890 tarihli yazıda Zor Sancağı Re’sülayn kazâsına yerleştirilen iki bin hâne kadar Çeçen muhâcirin Salur kaynak suyundaki kükürt kokusu yüzünden iki yüz hâneye inip hepsinin de hastalanmaları sebebiyle arzu ettikleri civardaki El‘izze adlı bölgeye taşınmalarınınn zorunlu görüldüğü bildirilmiştir. (Osmanlı-II, s. 338; Polatkan, s. 79, 80)

-10 Mart 1891 tarihli yazı ile Bağdat’ta arazileri yetersiz kaldığından açıkta kalan Çeçen muhâcirlere Deylem kazasındaki Azrakiye adlı yerin verilmesinin uygun görüldüğü bildirilmiştir. (Osmanlı-II, s. 160; Polatkan, s. 60, 61)

-"17.1.1879 Balkanlardan alınan 4000-5000 Adıge ailesinin Diyarbakır'a getirilmesi. Daha önce Ras-El Ayn'a götürülen 40.000 Çerkesin bıraktığı korku ile Diyarbakırlılar da bu göçmenleri istemezler. Ras-El Ayn'dakilerin sayıları azalır. Çünkü pek çoğu hastalıktan ölür, geri kalanlar da savaşlarla yaşamlarını yitirirler." (Özbek, s. 160)


-“1865-1866 yıllarında Suriye’nin doğusundaki Rasul-Ayn bölgesine ve Diyarbakır sancağı sınırına, yakınlarındaki Bedevilerin ve Kürtlerin baskınlarını ve talanlarını durdurmaları için küçük gruplar halinde 13.648 Çeçen yerleştirildi. Birçoğu yerel çatışmalarda ve çeşitli hastalıklar yüzünden öldü, bir kısmı da başka bölgelere göç etti. 1880’de Rasul-Ayn çevresinde yaklaşık 5 bin Çeçen kalmıştı.” (Topçu (Papşu))


-“Resulayn’a iskân edilen göçmenler bölgenin iklimine uyum sağlamakta zorlandıklarını, bu nedenle havası ve iklimi daha önceki vatanlarıyla aynı özellikleri taşıyan bir yere nakillerini istemişleridir. Bu göçmenler devletin izni dâhilinde Muş’a iskân edilmişlerdir”. “1888 yılında daha önce Resulayn’a iskân edilmiş olan göçmenlerden bir grup buranın iklimine uyum sağlayamadıklarından Muş’a iskân edildi. İlk etapta 15 hanesi gelen bu göçmenlerden sonra bir o kadarı daha gelerek iskân edildi”. (Öztürk-Toprak)

-”1878'den önce Halep ve Diyarbekir vilayetlerinde bazı Çerkes kolonilerinin kurulduğunu belirtmemiz gerekiyor. Halep vilayetindeki Ras el-Ayın (Resulayn, Ceylanpınarı) kolonisinde 4.000-5.000 aile (yaklaşık 25.000) kişi vardı. Fakat 1879 da, hastalık, firar ve komşu köylerle çatışma sonucu Ras el-Ayın'ın nüfusu 500 aileye düştü. Buraya iskan edilen Çerkesler akrabalarıyla ilişkilerini korudu ve diğer bölgelerdeki akrabalarıyla birleşmek için genellikle iskan bölgelerini terkettiler. Sonraları Çerkesler küçük bir dere olan Naher al-Belleck yakınlarında, Rakka ve Surondj arasına iskan edildi. Bunlar, çok çalışkan ve barışçıl olarak bilinen Kabardey Çerkesleriydi. Halep, Diyarbekir ve Adana illerinde Çerkeslerin iskanı... başka bir çalışmamızda ayrıntılı olarak incelenecektir." (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 86-Not: 3)


-1872’den 1910’a kadar süren iskanlarda bugünkü Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin’den oluşan “Bilad Eş Şam’a 1872-1910 yılları arasında en az 50-60.000 Çerkes yerleştirildiği” söylenebilir. Bu bölgedeki yerleşimlerden  “Cezire (Kamışlı)”daki “Rasılayn/ Safah/ Al Mucebre/ Tel Diyab”ın hepsi “Çeçen köyüdür.” (Berzeg, s. 166)


-1912 yılında Çeçenler Resul Ayn'da yaşıyorlardı, ayrıca, diye yazıyor Tomilov, "onlara birçok başka kentte de rastlanabilir: Çerkeslerin çoğu ordularda subay ve de jandarma (zaptiye) olarak hizmet vermektedir". (Kuzey Kafkasyalıların Yerleştirilmeleri)

-"Irak'da Bakuma Şehribar arasındaki bir köyde Çeçen, Bağdatda Çeçen ve Dağıstanlılar... bulunuyorlar." (Aydemir, s. 176, 177)

-1915’te Diyarbakır Valisi Çerkez Reşit Bey Ermeni, aşiret ve asker kaçaklarından kaynaklanan karışıklık ve yağmacılık hareketleri artışına karşı düşündüğü tedbirlerden biri olarak “Musul’da bulunan Çeçen jandarmaların da geçici olarak Diyarbekir’e gönderilmesi”ni istemiştir. (Kurt)

-“Nusret Paşa’nın yetkisinde Sivas vilayetine sevk edilecek olan 500 hanelik Çeçen kabilelerinden bazı hanelerin Uzunyayla bölgesindeki Afşar aşiretinin boşaltmış olduğu Sarız arazisine iskân edilmesi kararlaştırılmıştır. Fakat sözü edilen arazinin tekrardan Afşarlara verilmesi konusunda ısrar edilmesi üzerine oluşan kararsızlık ve bölgenin yoğunluğundan dolayı başka mevcut arazinin bulunmadığı durumu Sivas mutasarrıflığına bildirilmiştir… Bunun üzerine Çeçenlerin ya Çerkes ahalisinin bulunduğu yerlere iskân edilmesi ya da irade-i seniyye çıkana kadar üçer beşer hane halinde köylere sevk edilmeleri istenmiştir. Fakat Çeçen muhacirleri istenilen yerlere iskân etmek istememiştir… Bu durumu kabullenemeyen aşiretler ise bölgede kalmak isteyen Çeçen muhacirlere sık sık saldırıda bulunmuştur.” “29 Haziran 1865 tarihli bir belgede, Sivas vilayetine iskânı kararlaştırılmış olan 500 hanelik Çeçen kabilesinin bu bölgede yeterli miktarda arazilerin bulunması sebebiyle muhacirlerin farklı bölgelere sevklerine gerek kalmadığı Sivas mutasarrıfına bildirilmiştir… Bunun üzerine 500 hanelik Çeçen kabilesi Nusret Paşa memuriyetinde Sivas vilayetine iskân edilmiş ve başka muhacirlerin bu bölgeye sevk edilmemesi kararı alınmıştır… Daha sonra gelecek olan diğer 3500 hanelik Çeçen muhacirlerine de aynı şekilde bu bölgede elverişli araziler bulunup yerleştirilmesi geri kalan hanelerinde farklı sancaklara parça parça halinde gönderilmesi uygun görülmüştür.” “8 Eylül 1867 tarihli bir belgede Sivas’a sevk edilmiş bir grup Çeçen muhacirinin Rasülayn bölgesine nakilleri kararlaştırılmış ve … bir an evvel sevkinin yapılması bildirilmiştir. Sevk sırasında gerekli olan hayvanat ihtiyacı Sivas’tan temin edilmiştir. Buradan Diyarbakır Vilayetine çekilen 12 Kasım 1868 tarihli telgrafta, nakledilecek muhacirlerin  bir an  evvel iskânlarının tamamlanması için ivedi bir şekilde Resülayn’a gönderilmelerine dair hükümet emri bildirilmiştir.” “29 Aralık 1892 tarihli bir belgede daha önce Rasülayn bölgesine iskân edilmiş Çeçen muhacirlerin bir takım eşkıyalık faaliyetlerinden dolayı aşiretlerin yoğun bulunduğu Sivas, Muş ve Maraş gibi vilayetlere yerleştirilmiş hemşerilerinin yanına yanlarına sevk edilmeleri münasip görülmüştür.” “1000 kuruşu geçmemek koşuluyla çiftçi ailelerinin her birisine bir çift öküz, saban ve araba verilmesi de uygulamalar arasında yer almıştır… Osmanlı Devleti muhacirleri yerleştirirken yaptığı harcamaları hafifletmek için bir an önce tarımla birlikte üretim yapmaya başlanmasını istemiştir. Çünkü iskân politikası gereği muhacirlere verilen arazilerdeki ürünlerin mahsul olarak geri alana kadar günlük yardımların süreceği söylenmiştir… Bu sebeple muhacirlerin bir an önce tarıma başlayabilmeleri için yerel idareler vasıtasıyla dağıtılmak üzere gereken buğday, arpa, tohum ve zirai araç-gereç yardımı yapılmıştır. Örneğin, 1865 yılında Siirt tarafından gelen 500 hanelik Çeçen muhacirlerine tarım yapabilmesi için hem devlet hem de o bölgede yaşayan halk yardım etmiş, gerekli olan hayvan, zirai aletler ve tohum verilmiştir.” “12 Aralık 1865 tarihli bir belgede, Siirt’e iskân edilmesine rağmen gittikleri yeri beğenmeyen Çeçen muhacirler farklı bölgelere dağılmışlardır. Mevcut kış şartlarının yaşanması sebebiyle 500 hanelik Çeçen muhacirleri iskân edilen yerlere gönderilmek yerine Erzurum’dan Sivas vilayetine sevk edilmiştir. Buradan da Hafik kazasında inşa olunmuş hanelere münferiden yerleştirilmiş ve işlemiş olan yevmiyeler Erzurum vilayeti valiliğine bildirilerek verilmiştir.” “12 Ağustos 1867 tarihli bir belgede Sivas vilayetinde boş arazilerin kalmaması üzerine Sivas’a iskân edilmek istenen Çeçen muhacirlerin Mamüretülaziz ve Diyarbekir’e bağlı olan Resülayn adlı mahale sevk edilmesi için gereğinin yapılması” denilmiştir. “Özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde Çerkez ve Çeçen muhacirler asker ve kolluk kuvveti olarak vazifelendirilmişlerdir. 1879 yılında Jandarma Kanunu’nun düzenlenmesine bağlı olarak 1904 yılında takribi 250 Çerkes, jandarma ve subay olarak Bitlis’te kayıt yaptırmışlardır. Yine Zor sancağında yaşanan asayiş olayları sebebiyle Çeçen muhacirlerden 200 kişi geçici olarak seyyare taburuna alınmıştır. Arap eşkıyaların faaliyetlerinden dolayı bozulan asayişi sağlamak için 50 kadar Çeçen atlısının geçici olarak istihdamı edilmesi adına çalışmalara da başlandığı bilinmektedir.” Çeşitli sebeplerden dolayı “birçok Çeçen muhacirinin bulunduğu yerden firar ettikleri bilinmektedir. Bu firarlar hem yerli ahaliyi bıktırmış hem de artık tahammül edilemez duruma gelmiştir. Ayrıca bu durum devletin hazinesi de yük olduğu gibi toplu yapılan firarlarda devlete ayrı bir külfet doğurmuştur. Örneğin; 1865 yılında Harput sancağına gönderilen 300 hanelik Çeçen muhacirlerden 30 hanelik grup firar ederek Sivas’taki akrabalarının yanına gitmiştir… 5 Ağustos 1867 tarihli bir belgede daha evvel Sivas vilayetine iskân edilmiş Çeçen muhacirlerinin kendi vatanlarına kaçma teşebbüsünde bulundukları ve gösterdikleri uygunsuz hareketleri sert olmamak şartıyla duruma hâkim bir yöntemle düzeltilmeye çalışılmıştır. Lakin bu yöntemle sonuç alınamaması durumunda, yakın bölgede bulunan Kars yedek taburu tarafından askerî güç ile geri getirileceği bildirilmiştir. Sözü edilen Çeçen muhacirlerinin anavatanlarına dönmesi haberi üzerine birkaç alaydan oluşan askerle tekrardan iskân edildikleri bölgelere yerleştirildikleri, bu yüzden yedek tabura gerek kalınmadığı Erzurum Başkomutanlığına bildirilmiştir… 20 Ağustos 1867 tarihli bir belgede sadrazamlık yüksek makamına gönderilen bir yazıya göre, daha evvelden Sivas ve Kürdistan tarafında iskân olunan onon beşer hanelik Çeçen muhacirlerin firarı sonrası geri iadelerine ve gelenlerin sevki için gerekli olan araba ve malzemelerin temini için ahaliden yardım istenmiştir. Bir süre sonra bu durum büyük bir yük haline gelmiş ve ahaliyi bıktırmıştır. Yapılan bu yardımlar hem hazineyi yük olmuş hem de toplu iskânları olumsuz etkilemiştir. Anavatanına geri dönmek arzusuyla kaçıp Erzurum taraflarına geçen Çeçen muhacirlerinin firar sırasında geçtikleri yerlerdeki ahaliye verdikleri rahatsızlığın daha sonradan gelecek olan Çeçen muhacirlerinin de tekrarlanmaması adına göç yolu olarak Rusya’nın içinden doğruca Batum ve Poti iskelelerini kullanılmış ve Rumeli taraflarına veya farklı bölgelere ayrı ayrı yerleştirilmeleri istenmiştir. Ayrıca Sivas, Elâzığ ve Diyarbakır’da bulunan Çeçen muhacirlerin kaçmalarına izin verilmemesi… bildirilmiştir… Ayrıca arşiv belgelerinde anavatanlarına gitmek için Sivas’tan firar edenlerin yanı sıra farklı yerlerden ana vatanına gitmek için Sivas’a gelen Çeçen muhacirlerden de bahsedilmiştir. Örneğin, 11 Ekim 1860 tarihli bir belgede Kütahya’ya iskân edilen 160 hanelik nüfusun 130 tanesi ana vatanına gitmek için Sivas ve Erzurum’a gitmiştir… Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Sivas vilayetinde bulunan elverişli topraklara iskân edilmek isteyen Çeçen muhacirleri nüfus yoğunluğu sebebiyle farklı bölgelere yerleştirmek zorunda kaldığı görülmektedir. Dolayısıyla kendi isteklerinin doğrultusunda oluşan bir iskân hareketi olamaması firar olaylarının meydana gelmesine sebep olmuştur.” “Muhacirlerin iskân edilmesinde yaşanılan aksaklıklar ve sorunlar bazı muhacirleri yasa dışı işler yapmaya itmiştir. İskân edilemeyen ya da iskân edildikleri bölgelerde tutunamayan muhacirler, yaşamlarını devam ettirebilmek için hırsızlık ve eşkıyalık gibi yolları tercih etmişlerdir. Bunların yanı sıra devletin muhacirlere yönelik yaptığı yardımlara ve sağladığı olanaklara rağmen hırsızlık ve eşkıyalığı alışkanlık hâline getirenler de olmuştur. Muhacirlerden bazılarının hayvan, para ve eşya hırsızlığına karıştığı anlaşılmaktadır. Ayrıca devlet malına zarar verdikleri de olmuştur. Muhacirlerin karıştığı köy ve kervan baskınlarında yaralama ve ölümle sonuçlanan suçlar ortaya çıkabilmiştir. Söz konusu bu problemlerin çözümü için sürgün metodunun uygulanmasının ve hapis cezalarının verilmesinin yanı sıra problemlere hızlı müdahale edilmesi için idari yapıda değişikliğe gidildiği de görülmüştür… Bu tarz eşkıyalık ve hırsızlık faaliyetlerine katılan Çeçen muhacirlere birçok arşiv belgesinde rastlamak mümkündür. Örneğin; Aralık 1868 tarihli bir belgede Erzurum, Sivas, Trabzon Diyarbakır vilayetlerine iskân edilmiş Çeçen, Çerkes ve Nogay muhacirlerinden silahlı dolaşarak insan öldürüp, ahalinin eşyalarını gasp edenlerin devlet tarafından cezalandırıldığından bahsedilmiştir. Ayrıca iskân edilemeyen fakir muhâcirlere ise sarı renkli fukara tezkiresi verilerek yolculuklarında kolaylık sağlanması hususlarında tedbirler alınmıştır… 3 Nisan 1903 tarihli bir belgede ise meyan kökü getirilmek üzere Halep’ten gelen Musul devecilerinin, Sivas ve Muş tarafından Resülayn’e sevk edilmiş bazı eşyaların ve develerin Çeçen eşkıyaları tarafından gasp edildiği bunun üzerine yapılan takibat neticesinde bu eşkıyaların yakalanıp mallarının sahiplerine geri teslim edildiği belirtilmiştir.” (Tekin)


-Irak’ta “Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamit’in adından esinlenilerek El-Hamidiye de denilen Zindan köyü, 1880’de Çeçenler tarafından kurulmuştur.” Kerkük’teki Çeçen (Carşlu) Köyü 1936’da “İbrahim Beg Devlet” tarafından kurulmuştur. “Carşlu köyündeki Çeçen aileler buraya 12 “Timurbeg” olarak da bilinen Timur Beg Bin Ali’nin Irak’a girişinden sonra, Hicri 1284 yılında kurduğu Leklek Köyü’nden göç etmiştir.” “Ürdün’den Carşlu’ya yerleşmek amacıyla göç eden Çeçen aileler de olmuştur. Ancak, büyük bölümü eski yerleşimlerine geri dönmüştür. Bunların tek istisnası, Çeçenler ile yaşamaya devam eden Bedirhan Beg Han ailesidir.” Selahaddin’e bağlı Tuzhurmatu ilçesinin merkezinde ikamet eden Çeçenlerin, 1890’larda Süleymaniye’nin Karadağ bölgesine yerleşen Çeçen ailelerden ayrıldığı belirtilmektedir. “Bunlardan kasabaya ilk ulaşan bu ailelerin “Çeçen” adıyla bilinen en büyük kardeşi olmuş, sonrasında ise kardeşleri Bayram, Hlu, Muhammed ve Fettah göç etmiştir. Çeçenistan’dan Azerbaycan ve İran üzerinden Irak’a göç eden 27 aile için Tuzhurmatu son durak olmuştur. Bu aileler daha sonra Tuzhurmatu’da yaşayan Mucala aşireti ile akrabalık ilişkileri kurmuştur.” “Bunun yanı sıra Besli ailesine mensup 40 Çeçen aile de Tuzhurmatu’ya bağlı olan ve Tuzhurmatu’dan yaklaşık 50 km uzaklıktaki Yengice (Bablan) Köyü’ne yerleşmiştir.” “Köyde yaklaşık 72 aile yaşamaktadır. Süleymaniye Irak Kürdistan’ı sınırları içerisinde bulunan yerleşim yerlerinde Kuzey Kafkasyalıların varlığının tarihi Kafkas-Rus Savaşı dönemine dayanmaktadır. 1859’da İmam Şamil’in Çarlık Rusyası’na karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmesi sonrasında Çeçen aileler hayvanlarıyla birlikte, Çeçenistan’dan İran ve Azerbaycan üzerinden Irak’a göç etmek zorunda kalmıştır. Önce Süleymaniye’nin Berzenci bölgesindeki Büyüke Köyü’ne, sonra da güven, istikrar, gıda ve su kaynakları arayışıyla diğer bölge ve köylere dağılmıştır. Süleymaniye’deki Seyit Sadık bölgesinde 200 ile 300 arasından Çeçen ailenin olduğu söylenmektedir. Söz konusu bölgedeki köylerin başlıcaları Siyan, Zar, Mekel, Svera, Çınara, Gözeköre, Şira, Berdereş, Suleymana, Sehbora ve Kani Miran köyleridir. Ayrıca Süleymaniye’nin merkezinde 200’a yakın Çeçen ailenin bulunduğu söylenmektedir. Süleymaniye’ye bağlı Bencevin ilçesinde de 100’e yakın Çeçen ailenin olduğundan söz edilmektedir.” Felluce, Tikrit, Bağdat, Süleymaniye ve Kerkük gibi bölgelerde yaşadığı bilinen Irak’taki KK’lı nüfusunun sayısı hakkında sağlıklı verileri bulmak mümkün değildir. 10 bin kişi, “1.890 Çeçen aile”, 2 bin kişi, 30 bin ve 15 bin şeklinde farklı görüşler bulunmaktadır. 2004’te Irak’ta “Süleymaniye’nin Berzenci bölgesinde 5 Çeçen Köyü’ne dağılmış ve sayısı bini geçen Adige bulunduğu iddia edilmiştir. Ancak, bu köylere ilişkin net bilgi elde edilememiştir.” “Iraklı Çeçen, Dağıstan ve Adigeler Çerkes Mutfağına özgü yemekler olan Hıltmış, Kilmiş, Kırzinş, Mehlebiye, Şipsi Pasta ve Haluj gibi çeşitli yemeklerde kültürel zenginliğin korumasına yardımcı olmaktadır. İmam Şamil’in ordusundan birçok subay, Irak ordusuna sadakat ve cesaretle hizmet edip, bunun sonucunda da Irak sınırlarını aşan bir üne kavuşmuştur.” “Muhammed Fazıl Paşa El-Dağıstani 1915’te İngilizler’in Irak’ı işgal etmeye başlamasıyla birlikte, Iraklı aşiretlerin lideri olarak mücadele ettiği savaşlardan birinde, 11 Mart 1916 günü şehit” düşüp Bağdat’ta İmam Azam Mezarlığı’nda defnedilmiştir. “Timur Ali Beg Çeçenistan’da Arşet’de doğmuştur. Babasıyla Türkiye’ye göç ettikten sonra, Bağdat’ta, yakın arkadaşı ve damadı Dağıstanlı Muhammed Fazıl Paşa ile yaşamıştır. Daha sonra Irak’ta Tikrit’in Leklek köyüne yerleşen Ali Beg, Dağıstanlı Muhammed Fazıl Paşa ile birlikte İngiliz işgaline karşı askeri operasyonlara katılmıştır. 24 Ağustos 1921’de hayata veda eden Ali Beg, Bağdat’ta İmam Azam Mezarlığında toprağa verilmiştir. Oğullarından Muhammed Kamil ve Mustafa Necip Kerkük’ün Havice ilçesindeki Çeçen köyüne yerleşmiştir.” Irak’taki KK’lıların zaman içerisinde etnik ve kültürel özelliklerini yitirip yörede yaygın olan Kürt ve Arap dil ve geleneklerini benimsedikleri ve buradaki Çeçenlerin de kökenlerinden başka bir şey hatırlamadıkları belirtilmektedir. Osmanlılar ile gelen askerler ve “kendi göğüslerine saplanmaya hazır Osmanlı hançerleri” şeklinde görülüp nefret edilerek özellikle “Şii” milislerin tehdidine maruz kalmakta olan Irak’taki KK’lılar 2004’te sıkı tutunma anlamına gelen bir isimle El-Tadamun derneğini kurmuşlar, ancak henüz kimlikleriyle ilgili herhangi bir hakka sahip olamamışlardır. (Orsam)

-Gerek iç gerekse dış göçler nedeniyle demografik yapısında önemli değişiklikler olan Irak’a 1860’lardan itibaren gerçekleşen Çerkes sürgününde “göç eden Çerkes, Dağıstanlı ve Çeçenler’in sayısının 30.000 ile 50.000 arasında olduğu tahmin” edilmektedir. Ancak sayılarının 2.000’den fazla olmadığı belirtilen günümüzde Irak’ta yaşayan Çerkesler’in “sayısı hakkında sağlıklı bilgilere ulaşmak mümkün görünmemektedir. İlk yerleştirmeler sonrasında da durum diğer bölgelere göre daha belirsiz durumdadır çünkü XX. yüzyıl boyunca Irak’taki Çeçen, Dağıstanlı ve Çerkesler’in sorunları ele alınmadığından nüfusa dair sağlam kayıtlar tutulmamıştır. Çerkesler’in dağınık biçimde özellikle Irak’ın en uç kuzeybatı sınırı olan Fishabur bölgesinden itibaren Musul’dan geçip Irak’ın ortasına inen bir hat üzerinde yaşadıkları ve bu bölgenin aynı zamanda Türkmen bölgesi olduğu görülmektedir. Irak’ta yaşayan Çerkesler’in kendilerine Türkmenler’i daha yakın görerek onlarla birlikte varlıklarını sürdürdükleri söylenebilir. Bu yüzden Iraklılar Çerkesler’i Türk ya da Türkmen olarak adlandırmaktadırlar. Irak’taki Kuzey Kafkasyalılar’ın yüzde 75’ini Çeçenler meydana getirmektedir. Önceleri Tikrit’in karşısına, Dicle Nehri’nin sol tarafına yerleşen Çeçenler, daha sonra diğer bölgelere geçmişler, Bağdat’a kadar inen Çeçenler bir mahalle etrafında toplanmışlardır. Bağdat’ta Çeçenler’in ikamet ettiği mahalle günümüzde bile Çeçen Mahallesi olarak anılmaktadır. Çeçenler üst düzey yönetimde de bulunmuşlardı. “Adige Evi Bağdat Cehenneminde Kaynıyor” başlıklı yazıda, sadece Bağdat’ta 30.000’den fazla Adige ailenin varlığına işaret edilmişse de belirtilen rakamın kaynakları teyit edilememiştir. Bunun gibi Süleymaniye’nin Berzenci bölgesinde, 5 Çeçen Köyü’ne dağılmış ve sayısı bini geçen Adige bulunduğu iddia edilmiş fakat bu köylere ilişkin net bilgi elde edilemediği belirtilmiştir. Duhok’ta Adige köyü vardır. Dil konusuna gelindiğinde ise durumun parlak olmadığı, çok az sayıda kalmış olan yaşlının anadilini (Çeçence, Lezgice, Adigece) ve lehçeleri aile içinde konuştuğu belirtilmektedir. Genç neslin ise anadilini kullanma konusunda istekli olmaması dolayısıyla unutulma tehlikesiyle karşı karşıya kalınmıştır. Sözü edilen koşullarda 2003 sonrası yeniden şekillenen Irak’ta Çerkesler de kimliklerini yeniden tanımlama ve tanıtma gayreti içine girerek bu amaçla örgütlü bir yapı meydana getirmişlerdir. 2004 yılında Çeçenler, Dağıstanlılar ve Adigeler’i tek bir çatı altında bir araya getirmek için ‘sıkı tutunma’ anlamına gelen “ElTadamun” Derneğini kurmuşlardır. Merkezi Kerkük’te olan derneğin Bağdat, Musul, Tikrit, Diyala ve Anbar gibi illerde de temsilcilikleri vardır. Dernek üyelerinin önemli kısmı Kerkük ile Bağdat’tandır.” (Koç) 


-3 Aralık 1898’de Mardin’in “Telermen ve Koçhisar karyelerinde ikamet eden ihtiyaç sahipleri Ziraat bankasından istifade edemeyecekleri için tohumluk talebinde bulunmuşlar“ ve bu talepleri uygun görülmüştür. Belgede talep sahibi belirtilmemiş ise de “Mardin’in Kızıltepe ilçesi Osmanlı Dönemi’nde Telermen ve Koçhisar isimleri ile de” anılması ve bu “dönemde Koçhisar ve Telermen’de Çeçen muhacirlerin iskan” ettirilmeleri karşısında, “bu talebin Çeçen muhacirler tarafından yapılmış olması ihtimali” kuvvetli olarak görülmektedir. “Osmanlı Devletine sığınan Çeçenler’in muhacir olmanın çok ötesinde bir muamele gördükleri açıkça anlaşılmıştır. Bugün halen varlıklarını bu bölgede sürdüren Çeçenler için sağlanan imkânlar onların mülteci değil Osmanlı halkından biri olduğu hatta Osmanlı halkından dahi daha kıymetli olduklarını kanıtlar niteliktedir.” (Mardin)

*

4.c.3.1879-1907 Dönemi Çeçen Göçleri

4.c.3.1.Öztürk/Toprak’ın Çalışması

Öztürk ile Toprak’ın Muş yöresine yapılan göçmen iskanıyla ilgili çalışmasındaki bilgilere göre, 1860’larda başlamakla birlikte 1879’dan itibaren daha yoğun göçmen iskan edilen Muş’un merkez ve ilçelerinde sadece 1900-1902 döneminde toplam olarak sayıları belli olan 313 nüfus Çeçen (İnguşlar dahil) iskan edilmiş olup, bunlarla ilgili bilgiler şöyledir:

*

İskan Yeri                                                Nüfus                         İskan Tarihi   

Muş/Hınıs                                                    -                                       1879

Muş-Akpınar                                             12                                      1900

Muş                                                            34                            Nisan 1901

  “                                                              120                        Ağustos 1901

Bulanık                                                     133                                       1902

    “            (Erzurum’dan gelen)              14                                        1902 

Muş/Çarbuhur                                           -                                          1903  

*

Öztürk/Toprak’ın aynı çalışmasında, ayrıca;

-Özellikle 1879 yılında yaşanan göçlerin yoğunluğu nedeniyle bu yılın “Göç Yılı” olarak kabul edildiği,

-1900 yılından itibaren muhtemelen vilayet yönetiminin isteğinin etkisiyle Muş’a iskanın yoğunlaştığı, 1900 yılının sonlarında “Çeçen taifesinin Karabulak kavminden Ali Bey adında birinin dört hanede 12 nüfus refikasıyla ve Dağıstan ahalisinden Şeyh Şamil’e mensup Lezgi kumandan Mehmet Mirza namında birinin de iki hanede altı nüfus adamlarıyla Muş’un Akpınar karyesine ve yine Şeyh Şamil’e mensup Lezgi taifesinden 24 hanede 120 nüfusun Muş’a”  iskân edilmesine karar verildiği,

-Muş’a Nisan 1901’de Çeçenlerden 34 kişilik bir grubun ve Ağustos’ta da  40 haneden oluşan 120 nüfus göçmenin daha yerleştirildiği, 

-1902’de Çeçenlerden 133 kişilik bir göçmen grubunun Kafkasya’dan ve 14 kişinin de Erzurum’dan Muş’a geldiği,

-1902’de Terek Eyaletinden göçmen kabul edilmesinin kararlaştırıldığı,

-1901-1905 döneminde Dağıstan ve Çeçenistan’dan Muş’a küçük gruplar halinde gelen göçmen sayısının 1.500 civarında olduğunun tahmin edilmesine karşın sayının daha yüksek olduğu, Osmanlı’nın göçmenleri Ermenilerin yoğun yaşadığı Muş ovasına iskân etmek istemesine karşın çok az göçmenin istenen şekilde davrandığı, göçmenlerin çoğunun daha önce gelen akrabalarının bulunduğu Varto ve Bulanık kazalarındaki eski Kafkasyalı köylerine yerleştiği,

-Muş’taki köylerin nüfusunun karışık  olduğu, bununla birlikte bir etnik grubun diğerlerinden daha fazla sayıda olması nedeniyle o grubun adı ile  anılan köyler de bulunduğu, Muş’ta “Osetlerin 6 ile 7”, “Çeçenlerin 5 ile 6 ve Avar ve Lezgiler’in 3 ile 4”, “Karapapakların ise, 5 ile 6” civarında köyleri olduğu,

-Eski bir Ermeni yerleşim yeri olan Muş-Merkez Arınç (Çöğürlü) köyünde çoğunluğu Çeçenler  olmak üzere Çerkezlerin de yaşadığı, bu göçmenlerin 1900 yılında geldikleri,

-1864’den sonra gelen göçmenlerden oluşan Muş-Merkez Şaşkan (Aydıngün) köyü nüfusunun “İnguşlar’ın Galgaylar” kabilesinden oluştuğu,

-1900’da gelen göçmenlerin iskân edildiği Muş-Merkez Akpar (Akpınar)’da Dağıstan göçmenlerinden Lezgi, Çeçen ve Avarların bir arada iskân edildiği,

-Muş-Merkez Arıncik (Kıyıbaşı) köyünde sayıları ile iskân tarihleri belli olmayan Çeçen-İnguşların yaşadığı,

-Varto’nun Muş’ta en fazla göçmenin yaşadığı bölge olduğu, Çeçen Çerkez kabilelerinin yerleşik bulunduğu Tepe, Zırıng, Aynan, Çarbuhur ve Doğadap köylerinin tek bir hat üzerinde ve birbirine komşu köyler olduğu,

-Muş-Varto Tepe köyüne 1865 yılından itibaren gelen göçmenlerin iskân edildiği, köyün nüfusunun Çeçen-İnguşlar ile az sayıda Oset’ten oluştuğu,

-“Çerkez kabilelerinden Lezgiler ile Avarların” iskân edildiği Muş-Varto Zırıng (Kayalıköy) köyünde Çeçen göçmenlerin de mevcut olduğu,

-Çerkez Aynan olarak da bilinen Muş-Varto Aynan (Ulusırt) köyünde Çerkezlerin çoğunlukta olmasına karşın Çeçen-İnguşlar’ın da yer aldığı,

-Çeçen-İnguş göçmenlerinin yoğun olduğu Muş-Varto Doğdap köyünün de farklı Kafkasyalı göçmen unsurlarını barındırdığı,

-1879’da Muş’a Kafkas göçmeni iskânının planlanması üzerine Ermeni Patriği Narses’in Osmanlı’yı İngiltere Elçisi Layard’a şikayet ettiği, Diyarbakır’da olduğu gibi Muş’ta yapılan iskânın da büyük bir protesto ile karşılaştığı, gelen göçmenlerden Oset ve Çeçenlerin Hınıs ve Varto’ya, Çerkezlerin ise Bulanık ve Malazgirt’te iskân edildikleri,

-Bölgede en fazla göçmen nüfus iskân edilen köy olan Muş-Varto Çarbuhur (Bağiçi)’da Lezgiler ve Çeçenlerin bir arada yaşadığı, bu köye yapılan iskânın 1860’lı yıllarda başlayıp 1900’lerin başına kadar devam ettiği, “Çerkez kabilelerinden Lezgiler’in dışında köyde 1903 yılında Dağıstan’ın Esvaki kazasının Sumah karyesinden gelen Çeçen” göçmenlerin de iskân edildiği,

ifade edilmiştir.

4.c.3.2.Taşbaş’ın Çalışması

Öztürk/Toprak’ın konu ettiği belirtilen Çeçenlerin en azından bir bölümü Taşbaş’ın bir çalışmasında da konu edilmiştir. Buna göre, çok sayıda olmasa da 20. asırda da Doğu Anadolu’da ve Diyarbakır çevresindeki bölgelerde Çeçen muhacirler iskân edilmiştir. Çoğunluğu 1901-1905 döneminde olmak üzere Muş’a DÇ’dan 1.500’e yakın muhacir gelmiş, bunların küçük bir bölümü merkeze, diğerleri ise kendi istekleri doğrultusunda, daha önceden gelen Çeçenlerin yaşadığı Varto ve Bulanık kazalarına sevk edilmişlerdir. Nisan 1900’de 7 Çeçen’in de aralarında olduğu bir grup muhacirden bir kısmı Suriye taraflarında iskânlarını istediği için Suriye’ye, Çeçenler ise Bağdat demiryolu güzergâhına yerleştirilmek üzere Konya’ya gönderilmişlerdir. Aynı yıl 59 Dağıstan göçmeni daha Van’a gelmiş ve bunlar da Sivas’a gitmek istediklerini bildirmişler, bunlardan hemen önce Sivas’a gelen 63 Çeçen muhaciri de iskân için Suriye’de bulunan akrabalarının yanına gönderilmelerini istemişlerdir. Bu isteği kabul eden Osmanlı onları Şam’a nakletmeye karar vermiştir. Yine ertesi yıl bir grup Çeçen muhacir iskân için Konya’ya sevk edilmiş, bunlar da ısrarla Şam’a nakledilmelerini isteyip gösterilerde bulununca hükümet isteklerinin karşılanmasına karar vermiştir. Aynı yıl Muş’a gelen 28 Çeçen de Hafik Kazası’nda bir çiftlikte iskân edilmek üzere Sivas’a sevk edilmiştir.  (Taşbaş) 


4.c.3.3.Bolat’ın Çalışması

Bolat’ın eserinde aktarılan yazılara göre Osmanlı’da bu dönemde aşağıda belirtilen yer ve zamanlarda bazı Çeçen iskanları yapılmıştır.

*

İskan Yeri                      Hane          Nüfus             İlgili Yazının Tarihi     Bolat’taki Sayfası

Bağdat-Erzake                 -                       -                         4 Mart 1891        s. 88, 89

Suriye                             14                    70                   12 Mayıs 1901          s. 94

Ankara                             -                       -                     15 Şubat 1904         s. 103-105

*

Burada belirtilen yazılardan;

-4 Mart 1891 tarihlisinde, arazileri yetmeyen Bağdat’taki Çeçenlere “Deylem kazasında bulunan Erzake denilen mahallin” tahsis edilerek buraya iskan edilmeleri,

-12 Mayıs 1901 tarihlisinde, iskan edilmek için Suriye’ye gönderilmek üzere Kayseri’den Niğde’ye sevk edilen 14 hanede 70 nüfus Çeçen muhacirlerinin Mersin’e kadar nakliye masrafları olan 2.500 kuruşun sarfına izin verilmesi,

-15 Şubat 1904 tarihlisinde, Ankara’daki Rumeli muhacirlerinden başka Çeçen muhacirlere “ileride (barış zamanında) tahsil edilmek şartıyla”  “hazret-i halifenin sadakası olarak” verilecek üçyüz kile zahire için emanet olan paranın ödenmesi, 

özet olarak, belirtilmiş/istenmiş/denilmiştir.

4.c.3.4.Çeşitli Kaynaklardaki Diğer Bazı Bilgiler

*

-Çeçenlerden “1899 da 304 nüfus, 1901 de ise 446 nüfus gelmiştir.” (Habiçoğlu, s. 86)

-"Ürdün topraklarına ilk Kafkas göçmenlerinin gelişi 1868 yılına rastlar.” Bunlar Şapsığlar’dı ve “Amman'ın ilk yerleşik halkını oluşturdular." 1878'deki göçmenlerden sonra "1900 yılında karayoluyla Suriye üzerinden gelen Kabardey grupları Amman'ın Muhacirin semtini, 1902-1906 yılları arasında yine Suriye üzerinden gelen Çeçen aileleri ise Zerka, Suveyleh ve Elsukhne köylerini oluşturdular." KK’lılar Ürdün’de “dokuz yerleşim yeri kurmuşlardır. Bunlardan Azrak, Sukhne, Zarka ve Suveylıh’da Çeçenler yerleşiktir.” 1890’lı yıllarda Kabardey ve Çeçen bölgelerinde molla ve efendilerin başlattığı propagandayla tamamen dini bir yaklaşımla göç konusu yeniden gündeme gelmiş, Padişah da müslümanların göçünü destekleme politikası uyguladığı için bu dönemde göçmenlerin sayısında bir artış olmuş ve 1905-1906’da 700 Çeçen ailesi tarikat şeyhi Muhammed Amir’in dini otoritesi altında Osmanlıya göç etmiş olup, bunlardan 70-72 aile Ürdün’e giderek Azrak, Zarka, Suveylıh, Sukhne köylerine yerleşirken, diğerleri Anadolu’da kalmıştır. (Berzeg, s. 3, 4, 167-170)

-1899’da ve son olarak da 1901 yılında bir miktar Çeçen göçmen daha  gelmiştir. Ürdün’e “1888 de ve 1902-1905 yılları arasında karayoluyla Türkiyeden bir Çeçen grubunun geldiği görülmektedir... yerleşmiş bulundukları yerler... şu şekildeydi:” “Süveylah: Kabardey ve Çeçen”, “Zarka: Çeçen". (Aydemir, s. 114, 115, 172, 173)

-28 Eylül 1901 bir telgraftan, Çeçenlerin Şeyh Şâmil kabilesine mensup olup da Amasya ve Tokat'ta iskân edilen muhâcirler ile Dağıstan'ın Grozni Vilâyeti'nden gelen muhâcirlerden karantinada bekletilenler bulunduğu, bunlar arasında herhangi bir Ermeni bulunmadığı, anlaşılmaktadır. (Osmanlı-I, s. 529; Polatkan, s. 52)

-Nisan 1901’de, “Sivastapol’a varan 67 Çeçen aile Osmanlı Devleti’ne göç etmek zorunda kaldığı için “uluğ” isimli posta vapuruyla İstanbul’a hareket etmiştir. Bu muhacirlerin İstanbul’a vardığında Bağdat’a kadar inşa edilecek şemendüfer güzergâhı hattına iskân olunmaları için Konya’ya gönderilmeleri” istenmiş ve böylece hattın güvenliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Sadakatlerine güvenerek önemli geçiş yollarına muhacir iskânını teşvik eden Osmanlı ayrıca her yerde eşkıyalığın ve asayişsizliğin önünü almak da istemiştir. (Asan, 54, 55)

-“1901 yılında hasat mevsiminden sonra Çeçenistan’ın merkezi olan Grozni’den yola çıkan 120 hanelik Çeçen muhacirleri Kuban ve Vladikafkas’ın kuzeyinden kara yolu ile yola çıkarak Novorosisky iskelesine gedikten sonra vapura binip Anadolu Kavağı’na inmişlerdir. Burada 2 ay durduktan sonra kabileden 60 hane Uzunyayla’ya, diğer 60 hane ise Konya’ya iskân edilmiştir… 15 Mayıs 1902 tarihli bir belgede ise Muş’a gelen 28 nüfuslu Çeçen muhacirinin Hafik Kazası’nda bir çiftlikte iskân edilmek üzere Sivas’a sevk edildiği belirtilmiştir.” (Tekin)

-1901 yılında Grozni’den İstanbul’a gelip ikiye ayrılan 120 hanelik Çeçen-İnguş kafilesinden bir grup Uzunyayla’ya gönderilirken 60 hanelik diğer grup aynı yıl evler inşa edilerek Konya-Beyşehir’de bir bölgeye iskân edilmiştir. Bu göçmenler 1904-1905’te sıtmaya yakalanıp sıkıntı çekmişler ve sonrasında aynı bölgedeki başka bir yere taşınmışlardır. Yine 1901 yılında Konya-Ereğli’de Armağanlı adıyla anılan mevkiye iskan olunun otuz iki hanelik diğer bir Çeçen-İnguş muhaciri grubu da iklim ve hava şartları ve geçim vasıtalarının yokluğu yüzünden sorunlar yaşayınca 1934 yılında havası ve suyu nispeten iyi olan Beyşehir’e nâkledilmişlerdir. Ayrıca daha sonraki tarihlerde Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Beyşehir’de bulunan akrabalarının yanına göç etmiş başka Kafkasyalı muhacirler de bulunmaktadır. (Muşmal-Çetinaslan)

-8 Temmuz 1903 tarihli bir yazıda, Dağıstan'da Usukay Kazâsı'nın Sumah köyü halkından ve Şeyh Şâmil kabilesinden olan muhâcirlerin Muş Sancağı'na bağlı Varto Kazâsı'nın Çarbuhur köyünde yerleştirilme isteklerinin Rus yetkililerle görüşülerek Osmanlı tâbiyetleri kesinleştikten sonra gerçekleştirileceği, belirtilmiştir. (Osmanlı-I, s. 543)

-26 Eylül 1901 tarihli yazıya göre de "Sivas Valiliğince daha önce geldikleri bildirilen Müslüman göçmenlerin çoğunlukla Amasya ve bir miktar da kısım da Tokat Sancaklarına yerleştirilmelerine karar verilmişti... bir tarafta inşa edilmesine karar verilen ve kura çekilerek kendilerine tahsis edilen evleri bir tarafta yapılmakta olan göçmenlerin, genellikle Şeyh Şamil takımından ve Çeçen soyundan oldukları ve tamamı Hanefi mezhebine mensup oldukları gibi, daha sonra göç edenler dahi bunlar gibidir... Kadiri tarikatını benimseyenlerin dahi bulunduğu anlaşılmış olup... Sözün özü, gerek Erzurum ve Trabzon vilayetlerinde ve gerekse makam sahibinin talimatıyla Şam, Konya ve Ankara gibi güzel vilayetlere sevk edilerek, oralarda iklimin havasıyla uyuşmama bahanesiyle Sivas vilayetine gelmiş bulunan göçmenlerin tamamının, usulüne uygun olarak Kur'an-ı Kerim okudukları... bunlar arasında Ermeni milletinden bir kişi bile bulunmadığı anlaşılmıştır." 28 Eylül 1901 tarihli yazıda "Sivas vilayetinde bulunanlar ile Çeçenlerin Şeyh Şamil kabilesine mensup olup da Amasya ve Tokat'ta iskan edilen göçmenler ile Dağıstan'ın Grozni vilayetinden gelen göçmenlerden karantinada bekletilenler arasında herhangi bir Ermeni'nin bulunmadığı” belirtilmektedir. Başka bir yazıda da "Erzurum vilayeti dahilinde... Kötek kordonundan (Kötek köyü civarında) şimdiye kadar vilayetin bildirmesiyle kabul edilen ve gönderilen göçmenlerin dahi yüz haneden, yüz evden ibaret olup bundan başka hala anılan Kötek kapısında mevcut kırk hanede erkek ve kadın yüz elli nüfustan ibaret göçmenler de Rusya'daki hayvan hastalığından dolayı karantinada bekletilmekte olup... Bahis geçen yüz kırk hane muhacirlerin tamamının, Dağıstan'ın Grozni vilayetine mensup ve genellikle Müslüman oldukları, içlerinde kesinlikle Ermeni bulunmadığı" belirtilmiştir. 28 Ekim 1891 tarihli yazıda "Muş Sancağı'nda yerleştirilen Çeçen kabilesinin Karaboyun kolundan göçmenlerine sekiz aylık yiyecek bedeli ile zirai aletleri, hayvan ve tohumluk gibi yardımların yapılması", 21 Ağustos 1901 tarihli yazıda da "Çeçen kabilesinden Karaboyun kolundan olup, Muş Sancağı dahilinde iskan edilecek yedi hanede otuz dokuz nüfusun, sekiz aylık iaşeleriyle... hayvan ve zirai aletleri ve tohum bedelleri olan yedi bin yedi yüz kuruşun bir neticeye bağlanması” denilmektedir. (Polatkan, s. 52-54, 62-64)

-”1901'de Konya'ya 242 Çerkes, Çeçen, Dağıstanlı, İnguş ve Kabartay ailesi (bin 210 kişi) geldi. Bu muhacirlerden 20 aile Sivas'ta, biri Biga'da (Gelibolu), 12'si Beyşehir'de (Konya'nın bir ilçesi), 19 aile de Niğde'de iskân edildi. Diğerleri Konya'da kaldı. II. Abdülhamit’in talimatıyla Konya'da kalan Çerkesler Bağdat demiryolu boyunca yerleştirildiler. 25 Haziran 1901'de 2 bin Çeçen daha Rus hükümetinin verdiği sürekli ikamet izniyle Türkiye'ye gitti.” (Kuzey Kafkasyalıların Yerleştirilmeleri)

-“Bu sene evvelden kalan bir hayli Rumeli ve Çeçen muhacirlerinin yerleştirilme işlemleri tamam olduğundan başka… beş bin nüfusu aşkın Kırım muhaciri dahi… yerleştirilememiştir… iskan olunacak yer temin edilerek, ameleliği muhacirlere yaptırılmak şartıyla ilk sakinlerinden sekiz yüz meskenin inşasıyla, kış gelmeden… bir çok köy ve mahalleler meydana getirilmesi… yaklaşmış iken… bu iş için görevlendirilen memurların maaşlarının kesilmesi buyurulmuştur. Halbu ki göçmenlerin yerleştirilmesi işlemlerinin hiç masrafsız yapıla geldiği… Sonuçlanmasına pek az bir zaman kalan işlerin bitirilmemesi halinde, bunca uğraş ve yapılan masraflar boşa gidecektir… muhacirinin, sefalet ve perişanlığının önüne geçmek için, onaylanacak ödenekle iki yüz seksen altı hane Çeçen göçmenin yerleştirilmesi için yirmi iki bin küsur kuruş ve toplam sekiz yüz hane göçmenin yerleştirilip ihtiyaçlarının karşılanması için kırk bin Kuruş para gerekli olduğu ve… ödenmesi…/ Konya valisi Tevfik/ 12 Aralık 1901”. “Bu belgede “Konya vilayetine bağlı Beyşehiri kasabasına iskan edilen Çeçen göçmenlerin bulunduğu mahallenin adlandırılmasına dair Dahiliye Nezaretinin arz ve teskeresi padişahlık makamına sunulmaktadır”…/ 1903 Nisan 6”. “Maraş Mutasarraflığına/ Urfa livasına (sancağına) gelen Çeçenlerle Çerkezlerin Maraş livasında yerleştirilmeleri tekrarlandığından Maraş’da ne kadar Çerkez bulunduğunun ve boş hanelerin sayısının ve bu konu ile ilgili düşüncelerinin acilen bildirilmesi./ Nazır adına 14.Kasım.1905”. (Bolat, s. 97, 98, 102, 107)

-"Salamov'a göre Yusuf Hacı Baybatırof "ateşli bir devrim aleyhtarı" idi. O 1919'da Türkiye'ye göçmüş ve 1924'te orada vefat etmiştir, fakat naşı Çeçenistan'a geri getirilmiştir." “Dağıstanlılar'ın "arz-ı mev'ud"u (hasretini çektikleri toprak) olan Türkiye'ye bir göç ümidinin, dikkati başka yöne çevirdiği de bir gerçektir." "A. Ippolitov/ Fort Shatoy/ 15 Kasım 1968". (Bennigsen, s. 244, 319-327)

-“Türkiye’de bugün adları bilinen 850 civarında Kafkasyalı yerleşimi vardır. Bu yerleşimlerin içinde Çeçen köylerinin sayısı 25 civarındadır. Adana’da 2, Göksun’da 3, Çanakkale Biga’da 2, Muş’ta 5-6, Mardin’de 2-3, Yozgat’ta 1-2 ve Sivas’ta 10-11 köy bulunmaktadır… Sivas’ta bulunan Çeçen köylerinin adları şunlardır; Alaçayır, Bozkurt, Kazancık, Canabdal, Yukarıhüyük, Baltalar, Aşağı Borandere… İlyashacı ve Kızıldon (Demirköprü)”. (Tekin)

-Berzeg’e göre, El-Cezire/Kamışlı-Suriye’de Rasılayn, Safah, Al Mucebre ve Tel Diyab, 

Ürdün’de Azrak, Sukhne, Zarka ve Suveylıh Çeçen yerleşim yerleridir. (Berzeg, s. 166, 167)


-Suriye’de Kuneytra ve Resulayn’da Çeçenlerin yaşadığı bilinmektedir. Tavkul’a göre Halep-Suriye’de Ayn Arab, Salahiya, Rakka, Ras el Ayn, Kara, Safih, Tel Ruman ve Havran-Sandaniya gibi yerleşimlerde Çeçenler yaşamaktadır. (Tavkul)

-Gerek iç gerekse dış göçler nedeniyle demografik yapısında önemli değişiklikler olan Irak’a 1860’lardan itibaren gerçekleşen Çerkes sürgününde “göç eden Çerkes, Dağıstanlı ve Çeçenler’in sayısının 30.000 ile 50.000 arasında olduğu tahmin” edilmektedir. Ancak sayılarının 2.000’den fazla olmadığı belirtilen günümüzde Irak’ta yaşayan Çerkesler’in “sayısı hakkında sağlıklı bilgilere ulaşmak mümkün görünmemektedir.” (Koç)


-Felluce, Tikrit, Bağdat, Süleymaniye ve Kerkük gibi bölgelerde yaşadığı bilinen Irak’taki KK’lıların zaman içerisinde etnik ve kültürel özelliklerini yitirip yörede yaygın olan Kürt ve Arap dil ve geleneklerini benimsedikleri ve buradaki Çeçenlerin de kökenlerinden başka bir şey hatırlamadıkları belirtilmektedir. Osmanlılar ile gelen askerler ve “kendi göğüslerine saplanmaya hazır Osmanlı hançerleri” şeklinde görülüp nefret edilerek özellikle “Şii” milislerin tehdidine maruz kalmakta olan Irak’taki KK’lılar 2004’te sıkı tutunma anlamına gelen bir isimle El-Tadamun derneğini kurmuşlar, ancak henüz kimlikleriyle ilgili herhangi bir hakka sahip olamamışlardır. (Orsam)

*

Sonuç olarak, tam sayı bilinemese de, bu dönemde Osmanlı’ya gelen Çeçen göçmen sayısının tahminen yaklaşık 6.500 nüfus olarak kabul edilmesinin makul olduğu düşünülmektedir.


4.d.Çeçen Göçü Konusundaki Doğrulanamayan Bazı Bilgiler


Kaynaklarda konu hakkında şu ifadeler yer almaktadır:

*

-“Muş ve Diyarbakır vilayetlerine sevk edilecek olan 60.000 Çeçen’in daha bu yolu kullandığı belirtilmektedir.” (Karpat, Osmanlı Nüfusu, s. 112; Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

-“Kırım Savaşı’ndan itibaren 1865 yılına kadar 750 bini Çerkez, 100 bini Abhaz ve 60 bini Çeçen olmak üzere toplamda 910 bin kişinin Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir.” (Aydın-Kaya)

-”3 Mart 1868 de kalabalık bir Çeçen kitlesinin gelmekde olduklarına dair haber alınmışsa da buna dair başka bir bilgiye rastlanmamıştır.” (Habiçoğlu, 86)

-“(Osmanlı ülkesine) göç ve iltica ederek katılmak arzusunda bulunanların hükümet tarafından kabul edileceği anlaşıldığı halde hemen pasaportları verileceği ve izin başvuruları için taraflarından dersaadete (İstanbul) vekil göndermelerine müsaade edildiği Rusya hükümetinden resmen ve açıkça tebliğ olunması üzerine bu fırsattan faydalanarak göç etmeye kalkışan otuz bin hane de yüz kırk bin nüfusun sözü edilen vilayet dahilinde (Groznisky) kazasında (Viedan) nahiyesindeki Çeçen kabilesinden mahalli hükümet marifetiyle yüz elli hane halkı tarafından vekil olarak der saadete geldiğimden… vekilleri bulunduğum yüz elli hane halkının, göç etmelerine izin verilmesini istirham ederim./ 8.Ağustos.1894/…/Beklanbi senbi”. “31.Temmuz.1900” “Evvelce İstanbul’a gönderilen Çeçen ümerasından (emirler-beyler) Hacı Şuayb Bey’in İstanbul’da vefatına dair dilekçemiz ve müteveffanın oğlu Musa Bey bendeleri bu kere o tarafa gitmiş olmasına ve kendisi dini uğruna can verecek kişilerden bulunmasından dolayı Rusya hududuna gelerek sadaret-penahiye dahil olmuş ve Kafkasya’dan devlet-i adile-i Osmaniye’ye göç etmek üzere (çok istekli) bulunan vatandaşlarının (göçlerini kolaylaştırma) hususu kendisine tevdi edilmiştir. Şimdilik göç etmeye çok istekli bulunan otuz binden fazla hane Çeçen kabilesinin göç etmelerine izin verilmesi”. (Bolat, s. 90-93)

*

Çeçenlerin Balkanlarda iskanı konusunda da;

-Asan’da, 93 Harbi öncesinde “Balkanlara yerleştirilen Çerkez ve Çeçen nüfusun, Anadolu ve Arap vilayetlerine yerleştirilmesi”, (Asan, 54, 55), 

-13 Mayıs 1879 tarihli Osmanlı yazısında, "Selanik ve Kosova vilayetlerinden Anadolu ve Suriye'ye göç eden Çeçen göçmenlerin geri dönmelerinin, Hristiyan  halk ve ecnebiler tarafından hoş karşılanmadığı” için dönüşlerinin engellenmesi”, (Polatkan, s. 72-77)

-Başka bir kaynakta, “Balkanlardan Ermeni ahalinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere nakledilen Çerkeslerden Oset ve Çeçen olanlar”ın Hınıs ovasına ve Varto kazasına yerleştirildikleri, (Kuzey Kafkasyalıların Yerleştirilmeleri)

-“Çeçenlerden sadece İslambuolt ile Çuku aileleri Dimetoko’ya bağlı olan Tahirova’ya” gönderildiği, (Kutlu-Direniş, s. 327-330)

şeklinde ifadeler bulunmaktadır.

Ancak belirtilen hususların doğruluğunu gösterir başka somut bir bilgiye ulaşılamamıştır.

5.SORUNLAR 


Göçmenler Osmanlı’da önceki bölümlerde değinilenlerin dışında başka çeşitli sorunlarla da karşılaşmışlardır.


Aslında göçmenlik başlı başına zor bir iştir.

*

“Muhaceratta binbir türlü bela vardır, en hafifi de ölümdür.” (Bir Youtube Paylaşımından)

“Bir insan kimliğiyle, göçmen. ... Kendinizden başka hiçbir şeyinizin olmadığı, kalmadığı an. O güne dek biriktirdiğiniz ne varsa, eşiniz dostunuz, bir ömür hatıranız… Tümünün arkada bırakıldığı, an. 

Yola çıkıyorlar… Bir iki zorunlu eşya… Belki fotoğraf… Ne alıyorlardır yanlarına? Varsa, bir süre idare edebilecek para. Çocukları. Proletarya, çocuğundan başka bir şeye sahip olmayan insan, malum. Gelip sığındıkları yerde hangi koşullarda çalıştırıldıkları düşünüldüğünde, çok da uygun bir sıfat olurdu aslına bakılırsa! 

Hangi araçlarla göçüyorlar, sığınıyorlar peki? Tekneyle, plastik botlarla… Başka? Siyasi sığınmacılar. Çalışmak için gelip bir süre sonra kaçak durumuna düşen göçmenler. Savaşlardan kaçanlar. Nasıl geliyorlar? Bazen yürüyorlar. Kilometrelerce, günlerce, çoluk çocuk, yaşlılar, battaniyeye sarılı bebekler. Bir iki kişinin yemek yiyebileceği asgari araç gereç, belki. ... 

Doğduğun evin kokusu. Yanında gözünü açtıklarının sesi. Üzerinde emeklediğin kilimin deseni. Ananın sinesi. Baba. Koşup oynadığın dar koridor. Kırk yılın başı ailece poz verdiğiniz anın fotoğrafı ve arada bir temizlediğin metal çerçevesi. Annenin pişirdiği yemeğin dumanı. Seni o yemeğe çağıran sesi. Kardeşlerin. Birlikte eğlendiğin büyüklerin, arkadaşların. Kapı. Pencere önü. Okula gittiğin yol. O yolda karşılaşmak için kırk takla attığın ilk aşkın. Kalp çarpıntıların. Sevdiğin… 

Neyin var neyin yok, seni sen yapan her şeyi, bir anıyı, bir sesi, bir eşyayı ve hatta örgüne sapladığın ninenden kalma şişi, her şeyi bırakıp yola koyulmak. Belki bir iki eşya. Bir iki insan. Çocuk, varsa. Başka bir şeyin olmadan, insanı insan yapan tüm anılar geride, yola çıkmak. Bilmediğin bir yere gitmek. İstenmediğin, hiç de hoş bulunmayacağın, yerlilerin sana safra muamelesi yapacağı bir yere doğru, yola koyulmak. Başına ne geleceğini bilmeden. En çıplak halinle. En insan halinle. Omuzlarında bir ömrün hatırası, yeniden başlamanın imkânsızlığıyla, baştan başlamak için… 

İş arıyorlar. Bir kısmı buluyor. Yerlinin dört aldığı işi, bire yapıyor. Gece gündüz çalıştırılıyor. İstemezse keyfi bilir, onun gibisi çok. Kimisi daha sonra denize açılacağı çürük plastik bot yapan atölyelerde çalışıyor. Kendi yaptıklarını, fahiş fiyata satın alıp açılıyorlar soğuk denize. Varanlar oluyor ve varamayanlar. Kimi o yolculuğu hiç çıkmıyor. Çocuğuyla köprü altında dileniyor. Birileri kadını satmak istiyor, haysiyetsizlere. Birileri çocuğu kaçırıyor, organlarından para kazanmak için. Ölen var, çalışırken. Adını dahi duymadıklarımız. Anasının sesini ilk kez duyduğu o odayı bir daha görmeyecekler. Ölüp de cenazesi yol kenarına bırakılan. Yaşamayı başaranlardan nefret ediliyor. İnsan muamelesi yapmıyor, yapmak istemiyor, yerli ahali. Her yerde. Dünyanın her yerinde. Dünyanın tüm sağcıları, milliyetçileri, ülkenin sorunlarının faturasını onlara kesiyor. İşsizliğin, ekonomik daralmanın, sosyal sorunların nedeni kendi kifayetsizlikleri değil, onlar. Bizim memlekette ha keza. Muktedire söz söylemekten ölesiye korkanlar, acısını onlardan, savunmasızlardan çıkarıyor. Çoğu, çocuklarından başka hiçbir şeyi olmayanlardan.” (Sevinç)  


“İnsan var olduğundan beri hiçbir yere çakılıp kalmadı, hep bir yerden başka bir yere gitti. Merak, değişen iklim, çatışma, çoğalan nüfus, daha bereketli yerler bulma arzusu veya saf serserilik insanı gezgin ve göçebe yaptı. Dağlar, ovalar, denizler aştı. Başka yerlerde başka insanlara karıştı. Bazen yok etti, bazen yok oldu.” “İnsan bu şekli ile 200,000 seneden beri var. Hudut, vatandaşlık, pasaport konsepti ise birkaç yüzyıldan eski değildir.  Binlerce yıl dünya insan tenhasıydı. Denizlerde ve karada herhangi bir engelle karşılaşmadan bir yerden bir yere gidebiliyordu. Milletlerin tekelinde, hudutları askerler tarafından korunan, girişin sadece bu kapılardan pasaportla yapılabildiği toprak parçaları - devletler - birkaç asırlık tarihi olan bir fenomendir.” (Münir)

*

Konuyla ilgili bazı anlatımlar şöyledir:

Saydam’a göre, Osmanlı göçmenlere iyi niyetle her türlü yardımı yardımı yapmaya çalışmıştır. Ancak yiyecek ihtiyaçlarının makul düzeyde karşılandığını, en azından 1859 sonrası için söylemek pek mümkün değildir. Yevmiyeleri 8-10 ay sonunda kesildiğinden muhacirler şiddetli tepki gösterip başka taraflara yeniden göç etmişlerdir. “Buna dair ilginç bir örnek olarak Zor Sancağı-Resulayn Kazası dahiline yerleştirilen Çeçenleri göstermek mümkündür./ Daha önce bu bölgeye yerleştirildikleri anlatılan Çeçenlere verilmekte olan yevmiyeler, iskanın üzerinden bir hasat mevsimi geçtikten sonra, yani 1286 (1869-70) yılında kesilmişti. Bunun üzerine ailelerin bölgeden firarları başladı. Bunun önünü almak maksadıyla Diyarbekir halkı tarafından 500.000 kıyyeden fazla buğday yardımı yapıldı. Ancak bunun da bitmesi yüzünden meydana gelebilecek yeni kaçışları engellemek için Zor Mutasarrıfı Aslan Paşa; "muhacirin-i merkumenin 14.000 nüfusa karib oldukları halde kat-ı tayinat maddesinden dolayı ekserisi firar ederek dört bin nüfusa tenezzül etmiş olduğunu" belirterek, tedbir alınmadığı takdirde diğerlerinin de dağılacağını, bunu önlemek için muhacirlerin Nisan ve Mayıs aylarındaki ihtiyaçlarının karşılanmasını hükümetten istemişti... Şura-yı Devlet, daha önce yapılan masrafların boşa gitmemesi için... toplam 150 bin kıyye buğdayın "borç" olarak verilmesini kararlaştırdı.” Buna dair 2 Temmuz 1871 tarihli Arz Tezkeresi konusu yardımlar fazla gözükmesine karşın, Amasya Mutasarrıfının da belirttiği üzere, “kaza müdürleri, memurlar ve kabile reislerinin ölümleri gizlemeleri, eksik yevmiye vermeleri, zimmete para geçirmeleri gibi yolsuzluklar yüzünden hazineden çıkan” meblağdan “muhacirler gerçek anlamda bundan yararlanamamakta idiler... göçmenlerin en acil ihtiyaçları bile tatminkar ölçüde karşılanamadı”, yiyecek yetersizliği nedeniyle “açlık ve hastalıklar yüzünden %30'lara varan ölçüde kayıplar meydana gelmişti.” 1860 öncesinde gelenlere “oldukça yüklü” para verilmesine rağmen daha sonrakilere aynı ölçüde yardımın yapılamadığı, barındırılmaları, giyecek, yakacak ve ev eşyası temin edilmesi hususlarında yeterli imkanın sağlanamadığı anlaşılmaktadır. Muhacirlerin bir kısmı sokak aralarında sefalet içinde kalmışlardır. 1860'tan itibaren devlet önce ev yapımına karışmamış, ancak çok geçmeden 250'şer kuruşun ev inşası için tahsis olunmasına karar verilmiştir. Böyle küçük bir meblağ ile doğru dürüst bir evin yapılamayacağı, "ev diye çitten çamurdan ibaret dört duvarın... bir iki ay içinde yağan yağmurdan yıkıldığı" bilinen bir husus olmuştur. Bununla birlikte zaman zaman çeşitli değişiklikler yapılan esaslar çerçevesinde belirli bir süre için vergi ve askerlikten muaf tutulan göçmenler için arazi, tohumluk zahire, öküz ve zirai araç-gereç sağlanmasına çalışılmıştır. “Diyarbekir'deki Çeçenlerin hayvanları için de 29 Mayıs 1868’de kıyyesi 13 paradan 50 bin kıyye saman satın alınmıştır. Halkın muhacirler lehine oldukça cömert davrandığı... söylenebilir.” Muhtelif alanlarda iş imkanları sağlanmasına da gayret edilmiştir. 1864 yılında Tuna bölgesinde iki Çerkes süvari alayı teşkil edilmiştir. Eğitim, kültür, sağlık ve sosyal amaçlı yardımlar, mektep, cami ve mescitler inşası, çiçek hastalığı, tifüs, kolera ve diğer salgın hastalıklarla mücadele, beslenme, temizlik, ısınma, ilaç ve sağlık personeli meselesinde pek çok güçlükle karşılaşılmış, bütün çabalara rağmen hastalıklar yüzünden çok sayıda ölüm olayı meydana gelmiştir. Trabzon'da günde ortalama vefat sayısı 200-300 olup Karpat'a göre 1865'e kadar Trabzon'da 53.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Samsun'da da ölüm oranı hayli fazla olmuş, tahminlere göre gelen göçmenlerin üçte biri hayatını kaybetmiştir. Gelen göçmen sayısı 1 ila 1.2 milyon arasında kabul edildiği takdirde, bunlardan ortalama 350-400 bininin tam anlamıyla iskan edilemeden öldüğü sonucu çıkarılabilmektedir. (Saydam, s. 153, 156, 159-165, 167, 169, 172-174, 176-184)

Richmond’a göre, en sevdikleri insanların Rus saldırılarındaki ve yollardaki korkunç ölümlerine tanıklık etmiş olmanın travmasını halen üzerlerinde taşıyan ve dilleri Türkçe’den tamamen farklı olan Çerkesleri bekleyen kültürel zorluklar çok büyük olmuştur. Çerkeslerin kırsal alanlara yerleşip geleneklerini unutmaları ve tarımsal bir yaşama geçmeleri beklenmiş ve istemeyerek de olsa gittikleri her yerde kendilerini takip eden bir barbarlık şöhreti edinmişlerdir. Osmanlılar Çerkeslerin iskanı konusunda yetersiz kalmışlar, fakat Ruslar da onları göçün büyüklüğü konusunda kandırmak için ellerinden geleni yapmışlardır. 1863'teki zorunlu sürgünler Osmanlıları şaşkına çevirmiş, gemilere binen pek çok kimse karaya hiç çıkamamış, kimi zaman açıkça sadist girişimler de gözlenmiş, bir gemide insanlar ipe bağlanarak denize atılmış ve sakatlanmalar olmuştur. Osmanlı’nın yarım milyonluk hasta ve aç insanla baş etmeye tamamen hazırlıksız olduğu görülmüştür. İngiliz büyükelçi yardım için başarısız bir girişimde bulunmuş, bağışlar istenerek alınmış, fakat bunlar yeterli olmamıştır. Gelen paraların büyük kısmı da zimmete geçirilmiştir. Tek bir olayda Geyve kasabasında 60.000 kuruşun zimmetine geçirildiği anlaşılmıştır. Sıhhi koşullar hızla bozulmuş, Samsun'da günde beş yüz ila yedi yüz insan ölmüştür. Gıda kıtlığı ve hastalıklar ile bürokratların kötü yönetimi ve yolsuzlukları Çerkesleri hızla inanılmaz bir yoksulluğa itmiştir. Pek çoğu dilenciliğe ya da hizmetçiliğe başlamış ve bazıları belki de daha iyi bir yaşam şansları olabileceğini düşünerek çocuklarını köle olarak satarken gençler eşkiyalık yapmışlardır. Sığınmacılar ve yerliler arasında sık sık çatışmalar çıkmış, pek çok sığınmacı dönmek istemişse de bu isteklerin tamamı reddedilmiştir. 1878'de Rumeli’den gerçekleşen sürgünde de Osmanlı sığınmacıların refahından önce kendi çıkarları düşünmüş ve bunların Suriye'ye gönderilmelerinden iki fayda öngörüp, boş arazileri işleyip tarımsal üretim gerçekleştirmelerini ve daha da önemlisi bölgede Bedevilere ve Dürzilere karşı bir denge gücü olmalarını ummuştur. Bu niyetle, Osmanlı onbinlerce Çerkesi yönetim ve kolluk kuvvetleri olmayan Suriye'ye ve Mavera-I Ürdün'e göndermiş, Bedeviler de bunları kendi yaylalarına izinsiz yerleşen kişiler olarak görmüşlerdir. Çerkesler oraya sadık Osmanlı tebaası oldukları için Sultan'ın ajanları olarak gönderilmişler ve çok fazla sorun çıkmıştır. Çerkesler tek başlarına kalmışlardır.  Osmanlı Çerkeslerin Lübnan ve Filistin kıyılarına yakın yerleştirilmeleri için çaba göstermiş, fakat Lübnan Hıristiyanları ile çatışma yaşanmasından korkulmuştur. Filistin daha yeni Rus şovenizminden kaçmış olan Doğu Avrupalı Yahudilerin talep ettikleri bir yer olduğundan Sultan özellikle bu bölgeye daha fazla Müslüman yerleştirilmemesini uygun görmüş, yine de 1878 yılında burada birkaç Çerkes köyü kurulmuştur. (Richmond, s. 131-163)


Asan’a göre, yurtlarından ayrılıp yabancı bir bölgeye geldikleri için psikolojileri zaten etkilenen göçmenler ev, arazi ve iaşe sorunlarıyla uğraşmalarının yanında sağlık sorunlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı göçmen ihtiyaçlarının karşılanması için bütçeler hazırlayıp yeni gelirler oluşturarak yardımcı olmaya çalışmış, görevlilerin göçmenlere olumlu yaklaşmasını istemiş, ancak buna rağmen çok çeşitli sorunlar yaşanmıştır. Muhacirlerin yaşadığı psikolojik problemler ve ekonomik sıkıntılar var olan sorunları artırdığı gibi çözüm yollarının başarılı bir şekilde uygulanmasını da zorlaştırmıştır. “Muhacirlerin iskân edilememeleri, muhacirlere sağlanan imkânların ve yardımların yetersiz olması, muhacirlere yapılan yardımların kesilmesi, muhacirlerin bölge ile uyuşamamaları, yöneticilerden kaynaklı başarısızlıklar ile yanlış uygulamalar, yerli ahalinin ve aşiretlerin muhacirlere yönelik eşkıyalık faaliyetleri, muhacirlere yönelik iftiralar, muhacirlerin hastalıklara yakalanması gibi birçok probleme maruz kalınmıştır.” Osmanlı iskân politikası muhacirlerin menfaatine olduğu halde uygulamada sorunlar çıkabilmiştir. “XIX. yüzyıl ortalarında devletin ve toplumun içinde bulunduğu genel ahlaki çöküntü, rüşvet, memurların rahatsız edici davranışları, muhacirlerin iskânı sırasında bütün yönleriyle kendini” göstermiştir. Asayişsizliğin hüküm sürdüğü ve urban aşiretlerin yerleşim yerlerini basarak eşkıyalık yapıp huzursuzluğa neden olduğu bölgede Osmanlı Resulayn, Nusaybin, Cizre, Habur taraflarındaki aşiretlerin isyan etmesi üzerine askerî müdahalede bulunmak zorunda kalmıştır. Aşiretler, memurların kötü davranışlarını bahane ederek yerleşik hayata geçmemek için isyanlarını genişletmeye çalışmıştır. Şammar Aşireti’nin neden olduğu sorunlarda görevlilerden yaralananlar ve ölenler olmuştur. Bölgelere muhacir iskân edilmesinin asayişe ve güvenliğe katkı yapacağı düşünülmüştür. Ancak bir yandan muhacirlerden kaynaklı eşkıyalık faaliyetleri görülürken, bir yandan da göç hareketine katılmak zorunda kalanlar, bazen görevlilerin ve yerli ahalinin kötü muamelesine maruz kalmıştır. Muhacirler, Rusya’dan gördükleri felaketlerden kurtulup, önde gelen devlet adamlarından yardım gördüklerini bildirmiş, fakat kolluk kuvvetleri ve yerli ahalinin davranış ve hareketlerinden şikâyetçi olduklarını da zaman zaman dilekçelerinde yansıtmışlardır. Muhacirlere verilen devlet arazileri, daha önceden yerli ahali tarafından kullanıldığı için yerli ahali-muhacir anlaşmazlıkları yaşanmış, gerçekte muhacirlere verilen araziler devlete ait olsa da muhacirlerin yerleştirildikleri bölgelere yakın olan ahalinin o toprakları kendi mülkü olarak görmesi anlaşmazlıkların temelini oluşturmuştur. Bölgedeki toprak sorunlarının çoğunluğu da 93 harbi sonrasında ortaya çıkmıştır. Muhacirlerin sıkça şikâyet ettiği konulardan birisi hızlı bir şekilde kalıcı iskânlarının gerçekleşmemesi olmuştur. İskân olunamayıp evleri de tamamlanmayanlar zaman zaman iaşe yardımı da almamışlardır. Bir olayda “Dağıstan muhacirleri namına Mehmet ve Abdurrahman isimli iki muhacir dilekçe yazarak, Malatya sancağına iskân amacıyla sevk edilmelerine rağmen kendilerine gerekli ehemmiyetin verilmemesinden dolayı sefalet içinde olduklarını” belirtmiştir. Muhacirler kalıcı iskânlarının gerçekleşmesinden uzun bir süre sonra da arazilerinde sorun yaşayabilmişlerdir. “Şeyh Mehmet, Çeçen muhacirlere Viranşehir'de verilen araziye müdahale olunduğunu, haksızlığa uğradıklarını ve yardım edilmesi gerektiği yönünde Meclis-i Ayan Riyaseti'ne dilekçe” verip, “kendisiyle beraber yirmi hanenin 15 yıl önce geldiklerini ve söz konusu arazilere yerleştirilerek kendilerine haneler tahsis edildiğini… kırk yıl önce bu arazileri terk eden Harb Aşireti’nin geri gelmesi ve arazilerine sahip çıkmaları üzerine ellerindeki tapuların geçersiz kaldığını” belirtmiş, “Şeyh Mehmet’in oğulları Mehmet Salih ve Ahmet ile kız kardeşinin oğlu Abdülmecid ise bu arazilerden başka imar ve tarım arazilerinin olmadığını bildirerek kendilerine yardımcı olunmasını” istemiş, ancak sonuçta “Harb Aşireti’nin haklılığına karar” verilmiş ve muhacirlerin haneleri ve arazileri ellerinden çıkmıştır. Benzer şekilde, “Dağıstan’dan otuzyedi sene önce gelerek Resulayn merkezine iskân edilen muhacirlerin, başka bir mevkiye nakledilmesi sebebiyle vekilleri Hasan Hakkı” imzasıyla yazılan dilekçede, “kendilerinin ziraatla uğraşmasına rağmen birkaç eşkıya sebebiyle merkezden on iki saat mesafedeki dağ başında eski hanelerden ibaret olan mevkiye gönderildikleri”, bu gelişmeler üzerine urban karşısında can ve mal korkusu yaşadıkları ve bu durumdan zarar gördükleri belirtilerek tekrardan Resulayn’a iade edilmeleri talep edilmiştir. Osmanlı muhacirlere ilk dönemden itibaren arazi vermiş, ancak ilerleyen süreçte muhacirlere verilen arazi miktarı yoğunluk sebebiyle yeterli miktarda olmamıştır. Arazi sıkıntısı başlayınca da bataklık olan ve susuz araziler ıslah edilerek buralara muhacir iskân edilmeye başlanmıştır. “Muhacirlerden Abbas Cemil ve arkadaşı, kalıcı olarak iskân edildikleri “Kozabadcal” köyünün Mamaüretülaziz vilayetine uzakta olması ve verilmiş olan arazinin de kendilerine yeterli gelmemesi sebebiyle sattıklarını” söylemiştir. Muhacirler kalıcı iskân edilememeleri ve verilen arazilerin yeterli olmaması dışında, verilmesi gereken ekonomik yardımın kendilerine ulaşmaması ve yeterli gelmemesi gibi meselelerde de sorunlar yaşamıştır. Bazı muhacirler alınan karara rağmen vakıf malları nedeniyle sonradan mahkeme ile uğraşmak durumunda kalabilmiştir. “On beş sene önce 500 Osmanlı lirasına rehin edilen Diyarbekir'de Çerkezzade Emin Efendi'ye ait yedi kapılı mülk dükkân ve araziye vakıf malı olduğu iddiasıyla Alyanak oğlu Tomas tarafından sahip” çıkılmış ve konu mahkemeye taşınmıştır. Başka bir örnekte de Mamuretülaziz/Keban/Arguvan “Fethiye köyü halkı, Dağıstan ve Karabağ muhacirlerinden seksen kişinin kendi tapulu arazilerine yerleştirilmesinden zarar gördüklerini belirterek bu muhacirlerin Yazıhan’daki boş arazilere iskân edilmesini ve kendi arazilerinin de iadesini” istemiştir. Bu sorunlardan yerli ahali kadar muhacirler de rahatsız olmuştur. Muhacirlerin İslamiyet’i vurgulamanın yanı sıra merhamet beklediklerini tekrarladıkları istek ve şikâyet dilekçelerinde sık sık “açlık”, “sefalet” ve “perişanlık” kelimeleri yer almıştır. “Perişanlığımızdan artık takatimiz kesilmiştir, kime müracaat edeceğimizi nereye gideceğimizi şaşırmışız ve merhamet buyrulmasını istiyoruz” diyen muhacirler görülmüştür.  (Asan, s. 34, 36, 66, 101-103, 187-191, 216)

Göçmenler için esas itibariyle şu üç alan çok önemli sorunların kaynağı olmuştur:

-Görevlilerin davranışları,

-İklime uyum sağlayamama,

-Yerli halkların düşmanlıkları.

Elbette göçmen davranışlarından kaynaklanan sorunlar da yaşanmıştır.

5.a.Görevlilerin Davranışları

Osmanlı görevlileri genellikle başta Çeçenler olmak üzere Kafkasyalıların tamamı için olumsuz düşüncelere sahip olmuşlardır.

*

“Mizaçlarında “huşûnet” (hainlik/saldırganlık) bulunan Kafkas muhacirleri”. (Berber-Manisa; ve ayrıca, Bolat, 38, 39, 45, 46, 78- 81; Osmanlı-I, s. 362, 363; Polatkan, s. 45, 46; Taşbaş; Erdoğan)

*

Bu türden olumsuz düşüncelere sahip Osmanlı görevlileri Kafkas göçmenlerine karşı zaman zaman olumsuz tavırlar takınmış ve göçmenlerin karşılaştığı önemli sorunlardan biri görevlilerin bu olumsuz tutumu olmuştur. Göçmenlere genelde gayet olumlu yaklaşan merkezi yönetimin tersine yerel görevliler göçmenlere karşı zaman zaman daha çok çeşitli ekonomik menfaatler sağlamak amacıyla merkezin talimatlarına da aykırı olarak olumsuz davranışlarda bulunabilmişlerdir. 

Amasya Mutasarrafının 18 Şubat 1864 tarihli raporunda görevlilerin iskan uygulamaları sırasındaki tutumları ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: “Tarla diye boz ve kıraç yerler gösterilip bu halde aileler yalnız başlarına bırakılıp gidilmektedir... Biçare muhacir ev diye yapılan çitten ve çamurdan ibaret dört duvarın içinde oturup 137 kuruşla ne yapacağını düşünür. Bir taraftan da çoluk çocuğunun çıplak halini görüp... giyecek almakta... bir miktar ev eşyası tedarik etmektedir... Bir takımı ise geçinebilmek için akla gelebilecek her türlü fenalığı yapar ve beldelerin asayişini ihlal eder.” “Öncelikle kaza müdürlerinin ekserisi liyakat ve hamiyetten yoksundur... her şeyden çalmaya başladıkları gibi muhacir işi kendilerine çok yaramaktadır. Çünkü kah ölümleri gizlemekteler kah beyler ile anlaşıp yevmiyeden kısmakta ya da nakliye ve iskan masraflarını fazla göstermekteler... Maaşsız çalışan müdürlerin usulsüzlüklerinin boyutları daha geniştir. Müdürler bu türlü çalıp çırpma ile uğraşarak muhacirlerin meselelerine bakmamaktalar... /... Muhacirler ise ne kendi beylerinden, ne idarecilerden yardım görmekteler üstelik, bir de komşularının sürekli hakaretlerine maruz kalmaktadırlar. Dolayısıyla şuraya buraya firar etmektedirler./ Bir diğer sebep de iskan memurlarının görevlerini layıkıyla yapmamalarıdır.” “Ladik'teki göçmenlerden bir kaçı hariç gerisi aç ve çıplaktır... Öteki kazalarda olanlar da yarı yarıya veya üçte bir-üçte iki oranında bu haldedirler... kışın bastırması... Kendilerine yevmiye verilmekte olup halkın verdiği kullanılmış entari, mintan, hırka, gömlek, don, kilim, keçe gibi şeylerle idare ettirilmektedir.” “Abazih ve Şapsıg kabilesinden olup memleketlerinden silah zoruyla çıkarıldıklarından, durumları öncekilerden daha beter haldedir.../... kaza müdürü, meclis azaları ve ileri gelenler, senetli senetsiz bir çok araziye el koydukları gibi ahali de muhacir gelmeye başladıktan sonra pek çok yeri tapusuz olarak zimmetlerine geçirmişlerdir. Her nereye, "muhacirler için yer var mı" diye sorulsa... herkes "yok" cevabını vermektedir." (Saydam, s. 139-145)

Osmanlı Karantina Meclisi Üyesi Dr. Barozzi’nin başta iskan memuru Yaver Efendi olmak üzere Trabzon’daki görevlilerin iskan faaliyetleri sırasındaki davranışlarına ilişkin tanıklıkları ve Geyve’de parayı zimmete geçirme olayı görevlilerin olumsuz davranışlarına ilişkin çeşitli örneklerden sadece bazılarıdır. (Ayrıca, Köse; Koç)

"Göçmenlerin yerleştirilme işlemleri tam anlamıyla bir çıkar, sömürü ve görevi kötüye kullanma aracı olarak kullanılıyordu." (Aydemir, s. 195, 196)

“Fransa’nın konsolosluk raporları Osmanlı Devleti’nin muhacirlere karşı verdiği sözleri tutmadığını, muhacirlerin perişan bir hâlde olduklarını ifade ederek muhaceret hareketinin olumsuz bir tablosunu ortaya koymaktadır.” (Akyüz-Orat/Oran-Arslan)

*

5.b.İklime Uyum Sağlayamama

Göçmenlerin önemli sorunlarından biri genellikle iklime uyum sağlayamamaktan kaynaklanan çeşitli salgın hastalıklar olmuştur. Yolculuk sırasındaki ve sonrasındaki bakımsızlık ve açlıktan kaynaklanıp salgın haline dönüşen hastalıklardan başka, dağlık alanlardan gelen göçmenler iskan edildikleri Batı Anadolu, Adana ve Suriye gibi sıcak iklime sahip birçok bölgede iklime uyum sağlayamayıp çeşitli hastalıklara yakalanmış ve salgın haline dönüşen hastalıklar yüzünden çok sayıda ölüm meydana gelmiştir. Diğerleri gibi Çeçen göçmenler de özellikle Resulayn ve yöresinde “su ve hava”ya uyum sağlayamadıkları için salgın halini alan çeşitli hastalıklara  yakalanmış ve birçoğu da bu hastalıklardan ölmüştür. Sıtma üreten bataklık halindeki Çukurova’da da aynı durum yaşanmıştır.

Resulayn’daki Çeçenlerin 1873’te de borç aldıkları zahireyi yokluk yüzünden zamanında geri veremeyeceği anlaşılmış ve bir önceki yılda kolera yüzünden nüfuslarının yarısının vefat ettiği belirtilmiştir. 1882-1883’den itibaren “bölgedeki Çeçen kabilelerin muafiyetleri son bulmuş olmasına rağmen bölgenin vehameti ve havasından dolayı muhacirin” ekseri telef olup kalanların da vergiyi ödemeye güçleri olmadığından 1892’de Resulayn'da meskûn muhacirlerin hâlihazır durumlarına göre ödemeye güçleri yetecek bir surette vergi düzenlemesi gerekmiştir. Muhacirler alıştıklarından farklı coğrafi ve iklimsel özellikli arazilerdeki yeni yaşam alanlarının havası ve suyu ile uyuşamamış, tarım ürünleri zarar görmüş ve bir kısmı bu sorunların yanı sıra ortaya çıkan kolera gibi salgın hastalıklara yakalanarak vefat etmiştir. Hastalıklardan kurtulan muhacirlerin bir kısmı da ana vatanlarına dönmek üzere iskân mahallerini terk etmiştir. Bazı muhacirler iskân edildikleri arazileri beğenmeyip yer değiştirmek istemiş ve hatta Resulayn kazasındaki on beş hane muhacir  iskân edilmelerinden yirmi iki yıl gibi uzun sayılabilecek bir zamandan sonra havasıyla uyuşamadıkları gerekçesiyle Muş’a iskân olunmak istemişlerdir. (Asan, s. 155-157, 163, 164, 193)


Hem Kafkasya’dan hem de Rumeli’den Suriye’ye gönderilen göçmenler oranın havasına ve suyuna uyum problemi yaşamış ve buna bakımsızlıktan kaynaklanan salgın hastalıklar da eklenince muhacirlerin yarıya yakını yaşamını kaybetmiştir. Bunun dışında, bölgedeki Dürzî ve Bedevi Arap aşiretleri ile muhacirler arasında yaşanan toplumsal çatışmalar da büyük sorun olmuştur Osmanlı bütün imkânlarını seferber etmesine rağmen istenmeyen olayların yaşanmasına engel olamamıştır. (Kızılkaya/Akay)

Rumeli ve Anadolu'dan gönderilen göçmenler Suriye liman şehirlerine yığıldığında salgın hastalıklar yaygınlaşmış, pek çok kimse “sıtma ve sair sari hastalıklardan” ölmüş ve 1888’de Kunaytra bölgesinde “humma zuhur etmiştir.” (İpek-Rumeli’den Göçler, 212-225)

5.c.Yerli Halkların Düşmanlıkları

Göçmenlerin en büyük sorunu ise günümüzde de yaygın olan yerli halkların göçmenlere düşmanlığı olmuştur.

*

”Çerkesler yerleştirildikleri tüm bölgelerde yerli halkın… saldırganlıklarına uğramışlardır.” (Berzeg, s. 178)


“İskan sonrası tablo, 1864'de batıda hıristiyan dünyasına karşı bir set, Orta Anadolu'da Avşarlara karşı, 1877/78'de doğuya karşı bir set, Ruslara, Perslilere ve devamlı olarak yerleşik şehir halklarını tehdit eden Bedeviler karşı” set şeklinde olmuştur. (Özbek, s. 137-163)

*


Kafkas göçmenleri Osmanlı’da iskan edildikleri üç temel bölgenin tamamında savaş denebilecek ölçekteki çatışmaların ortasında kalmışlardır.


5.c.1.Balkanlar’daki Düşmanlıklar


İskandan sonra çok geçmeden Balkanlar’daki göçmenler önce yöresel çatışmaların ve sonra da yeni bir gerçek savaşın ortasında kalmışlardır. Burada onlardan savaşta taraf olmaları doğal olarak beklenmiş ve onlar da bir süre muafiyet tanınmış olmasına karşın bir tür zorunlulukla başta yiyecek olmak üzere yaşam ihtiyaçları en uygun şekilde sağlanabilen muavin askerlik işine gönüllü olmuşlardır. Bu iş sırasında canla başla savaşmış, mağdur olmuş ve ölmüşler, sonunda da tüm kötülüklerin sorumlusu, yani “günah keçisi” ilan edilmişlerdir.  


Yardımcı güç sayılan göçmenlerle bölgedeki polis ve askeri gücün arttırılması sağlanmıştır. Osmanlı problemli bölgeleri iskanla kontrol etmek politikası izleyip Çerkeslerle Rumeli’ndeki polis ve asker gücü arttırmak istemiştir. Askerlikten 20 yıl muaf tutulan göçmenler ilk andan itibaren askerliğe teşvik edilip, gönüllü adıyla askeri birlikler oluşturulmuştur. Gönüllülük gerçekte giyecek ve yiyecek bulunabildiğinden açık bir zorunluluk halini almıştır. (Berzeg, s. 132, 133; Koç; Osmanlı-I, s. 41)

Açlık, kıtlık, salgın hastalıklar gibi sebeplerden ötürü nüfusunun üçte birini kaybedip oldukça büyük bir tahribata uğrayan Kafkaslılar özellikle dillerini, geleneklerini bilmedikleri bu topraklarda büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. “Bir taraftan memurların ve yerli halkın, diğer yandan kendi beylerinin iyi olmayan tavırları onları ezmekteydi.” (Saydam, s. 205-207)

Çerkesler sadece hıristiyanlarla değil bölgenin müslüman halklarıyla da sorunlar yaşamışlardır. 1866’da Priştine’de devletin kendilerine verdiği arazilerin mülkiyeti konusunda Arnavutlarla çatışmış ve bölgedeki “diğer Müslümanlardan ayrı bir hayat sürdürmeye başlamışlardır. Bu durum Türkler ve Arnavutlar tarafından hoş karşılanmamıştır”. (Urhan)

Ne müslümanlara ne de hıristiyanlara yaranabilmiş olan Çerkeslerin çoğunluğu bölgede kalıcı olamamış, kalabilen az sayıdaki Çerkes’in günümüzdeki nesillerinden bir kısmı da 1998’de Kafkasya’ya dönmüştür.

Çatışmanın eksik olmadığı bölgede Nisan 1876’da Bulgarlar ayaklanmışlar ve bu ayaklanmanın bastırılmasında Çerkesler de kullanılmışlardır. (Topçu (Papşu))

Rumeli’ne yerleştirilen göçmenler geçim sıkıntısı çekmiş, kaynayan kazan niteliğindeki bölgede bir kısmı asayiş sorunlarına yol açmış ve bazıları da isyan çıkartma teşebbüsünde bulunmuştur. “1867 yılı Mayıs ayında Prizren’de ve Priştine’de isyan çıkmıştır. Bunun üzerine bölgeye askerî birlik sevk edilmiştir.” 1876’da çıkan Bulgar isyanına Çerkesler de müdahale edip isyanın bastırılmasında önemli bir rol oynadığında bundan rahatsız olan Avrupalılar 23 Aralık 1876’da toplanan İstanbul Konferansı’nda Çerkeslerin Rumeli’den gönderilerek bölgeye tekrar iskân edilmemelerini istemişler ve bu öneri kabul edilmeyince de Rus saldırısıyla savaş patlak vermiştir. Çerkesler 93 Harbi denen bu savaşta hem Kafkas ve hem de Balkan cephelerinde Ruslara karşı Osmanlı ordusunda yardımcı süvari kuvveti olarak en ön saflarda yer almışlar ve Osmanlı’nın yenilmesi üzerine bir tür “günah keçisi” sayılıp bölgedeki bütün suçların sorumlusu yerine konularak tekrar yerlerinden edilip Anadolu ve Suriye taraflarına gönderilmişlerdir. “Çerkeslerin tekrar Balkanlar’a dönmelerine izin verilmemesi konusunda Avrupa devletlerinin baskılarına maruz kalan Osmanlı Devleti, 8 Mart 1879’da Çerkeslerin Rumeli’ye dönmesini yasaklamıştır”. (Urhan; Saydam, s. 205-207; Bice, s. 53, 54; Polat-İhtilaf; Tunçbilek-Dündar; Tutar Serter)

Çerkesler Rus saldırısıyla başlayan savaşta Osmanlı ordusunun en çok ihtiyaç duyduğu öncü süvari birlikleri olarak cephenin en sıcak yerlerinde görevlendirilmişlerdir. (Topçu (Papşu))

“Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın son çeyreğine büyük sıkıntılar içinde girmişti. Rusya’nın Panslavist kışkırtmalarıyla Balkanlar’da gerginlik artıyordu. 1875 senesi Temmuz ayında Hersek’te başlayan isyan Bosna’ya yayılmış, buradan Mayıs 1876’da Bulgaristan’a sıçramıştı. Osmanlı Devleti’nin isyanı bastırmak için aldığı sert tedbirler Avrupa kamuoyuna bir Müslüman-Hristiyan çatışması şeklinde yansımış ve konu bir Avrupa meselesi hâline gelmişti.” “Temmuz ayında Osmanlı ordusu ile Sırbistan ve Karadağ kuvvetleri arasında çatışmalar başlamış ve imparatorluk kendine bağlı prensliklerle harp eder duruma gelmişti.” “Rus generali Çernayev’in komuta ettiği Sırp ordusunda beş bin dolayında Rus gönüllüsü vardı”. (Akcakaya)

Sonuçta Karpat’ın da yaptığı gibi bölgede yaşananların neredeyse tek suçlusu Çerkesler sayılmıştır.

*

“Ayrıca daha önceden Balkanlar'a yerleşmiş olan ve burada büyük bir huzursuzluk çıkararak yerli Müslüman ve Hıristiyan halkın yakılmasına neden olan Çerkezler de Anadolu ve Suriye'ye yöneldiler." (Karpat-GÖÇLER, s. 162-169; ve ayrıca, Erşan; İpek-Rumeli’den Göçler, 237-239)

*

Konuya farklı bir açıdan bakan Richmond ile Beşikçi ise şöyle söylemektedirler: 


-Geneldeki olumsuz Çerkes algısı Balkanlar'da da farklı olmamıştır. İngilizler ve Fransızlar, Osmanlı Devleti'nin, çoğunluğu Hıristiyan olan bölgedeki Müslüman nüfusunu arttırmak amacıyla Çerkesleri Rumeli'ne yerleştirdiğinden sürekli olarak şikayet etmişler ve bu durum gerilimi arttırmıştır. Bu düşüncesizce eylem sonrasında 1877-1878 döneminde gerçekleşmiş olan Türk, Tatar ve Çerkeslere yönelik katliamların sorumluluğunun en azından bir kısmı Osmanlılara ait olup, Bulgarların düşmanlıklarının da en azından bir kısmı Rus ajanlarının işidir. Göçmenler 1877-1878’de Rumeli’deki yeni evlerinden de atılmışlar, burada sefalet ona katlanmıştır. Bulgar radikal unsurlar 1876'da bin kadar Müslüman köylüyü katletmiş, Osmanlı bir kısmı Çerkes olan düzensiz birlikler oluşturmuş, batılı müdahalesi için bahane yaratmak amacıyla bir Çerkes köyünü ateşe veren Bulgar partizanlar etnik çatışmayı başlatan taraf olmuş ve şiddet tırmanmıştır. İngilizler Bulgarları destekledikleri için Avrupa'da sorumluluk haksız şekilde Çerkeslere yüklenmiş, Avrupalı güçler Osmanlı'ya ültimatom vermiş, Rusya savaş ilan etmiş, Balkan vilayetlerinin boşaltılması için Ruslar Rumeli’de etnik temizliğe girişerek Çerkesleri göç etmeye zorlamışlardır. Ruslar, Bulgarlar ve özellikle Kazaklar katliam yapmışlardır. Sert bir Türkiye kışı ortasında kitlesel sürgün gerçekleşmiş, binlerce insan soğuktan ve açlıktan ölmüş, anneler çocuklarını yarı donmuş halde terketmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin Rumeli'den gelen Çerkesleri iskan etme girişimleri şüphe ve korkuyla karşılanmış, herkes kendi bölgesine Çerkeslerin yerleştirilmesine karşı çıkmış, Çerkesler geçimlerini sağlayabilecekleri her türlü olanaktan yoksun şekilde Asya'ya gönderilmişlerdir. (Richmond, s. 131-148)


-1876’da Balkanlardaki isyanların bastırılmasında yardımcı güç olarak kullanılan Çerkezler tarafından sivillere şiddet uygulandığında durum Avrupalılarca eleştirilince “bu propagandayı püskürtme kaygısı içerisindeki Osmanlı devlet adamları da benzer biçimde, bu isyanların bastırılması esnasında sivillere uygulanan şiddeti sadece gayrinizami unsurlara, spesifik olarak da Çerkez başıbozuklara yükleme eğiliminde” olmuşlardır. Bu “isyan bastırma harekâtlarında başıbozuk unsur kullanımının Osmanlı ordusunun bilinçli bir tercihi olduğundan haberdar değilmiş gibi davranarak” hareket etmişlerdir. Oysa o dönemde bu unsurlar için “talimatname formüle etme gereği” dahi duyulup “Çerkez muhacirlerden başıbozuk celbinde devlet belki de daha önceki dönemlerden çok daha talepkâr” olmuştur. Ve bu kuvvetler savaşın her iki cephesinde “her bir cephenin neredeyse her muharebesinde ve savaşın her safhasında” kullanılmışlardır.  Ancak “Nizami askerlere bile düzenli tayın vermekte sıkıntı yaşayan ordu, gönüllü askerlere vadettiği gıda, libas, mühimmat, hayvan yemi ve yevmiye gibi şeyleri tedarik etmekte” zorlanmıştır. Ahmet Muhtar Paşa “askerlerimizin güzel güzel yiyip içtikleri yerlerde bunlar günlerce aç bırakılıyor” deme dürüstlüğünü göstermiştir. Aslında gönüllü denmesine karşın yardımcı kuvvetlere katılmak bir nevi zorunluluk haline getirilmiş ve bu kuvvetler orduya “önemli askeri katkılar” sağlamışlardır. (Beşikçi; ve ayrıca, Avagyan, s. 119-121)


5.c.2.Anadolu’daki Düşmanlıklar

Göçmenler Anadolu’nun her yerinde de yerli halkların düşmanlıklarıyla karşılaşmışlardır. Özellikle Uzunyayla'da Afşar/Avşar kabileleri, Lazistan’da Lazlar göçmenlere saldırmışlardır.

21 Mayıs 1861 tarihli yazıda, Ankara'da Çorum kazâsına iskân edilen Çerkes muhâcirlere tahsis edilen yerlere Karasu mevkiinde yerli halk tarafından yapılan müdâhalenin engellenmesi istenmiştir. (Osmanlı-II, s. 320)

Lazistandaki iskanda görülen bir husus yerli halk ile muhacirler arasında meydana gelen vuruşmalar ve halkın evlerini başka yere taşımaları meselesidir. Mutasarrıf muhacirler tarafından kimsenin katledilmediği halde halk tarafından birkaç muhacirin telef edildiğini ifade etmekte ve bu katillerin halkın oluşturduğu cemiyet içerisinde fesat tohumu ekmekte olduklarını dile getirmektedir. (Çetinkaya) 


Genel iskan ilkelerinden biri “kalabalık aşiretlerin dağınık bir şekilde iskân edilmesi” olan Osmanlı için 19. yüzyılda Anadolu’da Afşar aşireti sorun haline gelmiştir. O dönemde kışı Çukurova’da geçiren Afşar aşiretinin her sene yazın Uzunyayla’ya gelip “civarındaki Gürün, Darende ve diğer kazaların ekili biçili tarlalarına zarar verdikleri, burada yaşayan ahalinin hayvanlarını gasp ettikleri, yolcuların mallarına el koydukları ve bazılarını öldürdükleri” bilinen ama önüne geçilemeyen olaylar olmuştur. Osmanlı çıban, eşkiya, saldırgan gibi sıfatlarla tanımladığı Uzunyayla’daki “Afşar aşiretini isyancı, kural tanımaz, vergi vermez, yöre ahalisinin mallarına zarar veren, ahaliye zulüm eden ve onları öldüren” kişiler olarak görüp Çukurova bölgesine yerleştirmeye çalışmıştır. Ancak aşiret eskiden beri alışık olduğu göçebeliği terk etmek istememiş, “ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” anlayışıyla izinsiz olarak kışları Çukurova’da yazları ise Uzunyayla’da yaşamaya devam etmek istemiştir. Aşiretlerin verdikleri zararlar yüzünden ahalisi ayrılınca yörenin nüfusu da azalmıştır. Devam edegelen bu sorunu çözmek isteyen Osmanlı 1859’dan sonra gelen göçmenler için nüfusu az arazisi bol Uzunyayla yöresini zirai üretimi arttırmak ve kanunsuzlukları engellemek şeklindeki iki beklentiyle iskâna açmıştır. Ancak aşiret zor kullanarak bölgeye göçmen iskanını önlemek istemiştir. Uzunyayla’ya Çerkeslerin devlet tarafından yerleştirilmesi Afşar aşiretinin Çerkeslere saldırmasına ve çatışmanın çıkmasına sebep olmuştur. Afşar aşireti Uzunyayla’daki Çerkesleri ve diğer Kafkas göçmenlerini bölgeden uzaklaştırmak için hem göçmenlerin kendisine hem de göçmenlerin mallarına zarar” vermiştir. Yıldırma politikası izleyen aşiretin/aşiretlerin en büyük derdi, “daha önce yaylak olarak kullandıkları arazileri tekrar eskisi gibi kanunsuz kullanma hakkını elde edebilmek” olmuştur. “Çatışmaların çıkmasında önemli rol oynayan Afşar aşiretidir”. Saldırıya maruz kalan Çerkes göçmenleri de Afşarlara aynı şekilde karşılık vermişlerdir. Bu dönemde meydana gelen bir olayda “Afşarlılar silah ile ateş ederek Aslan Bey’i öldürmüş”, diğer Afşar atlı birlikleri de olaya katılarak orada bulunan göçmenlere saldırıp yedi kişiyi yaralamışlar ve üç kişiyi ise esir etmişlerdir. Bunun üzerine “Afşar aşiretinin baskı ve saldırısına maruz kalan Çerkes göçmen kabilelerinden biri olan Altı Kesek kabilesi Afşar aşireti üzerine hücum ederek altı aylık çocukları ve kadınların da içinde olduğu birkaç kişiyi öldürmüş, dört bin keselik mal yağma etmiş” ve iki tarafın birbirlerine verdikleri zararlar artık önü alınmaz bir hâle gelmiştir. “Derebeli ve Güzbeli olarak adlandırılan yerlerden Maraş’a tabi Mağara tarafına” kaçan Afşar aşireti burada beş bin kişi toplayıp Çerkeslere saldırı hazırlığına başlamıştır. Buna karşılık Aziziye, Pınarbaşı ve Uzunyayla’da bulunan bütün Çerkes göçmenler de bir araya gelerek Afşar aşiretinin yaptığı zulümleri tamamen ortadan kaldırmak amacıyla Afşar aşiretine saldırma kararı almışlardır. Bu olayda Sivas Mutasarrıfı Zeki Paşa bölgeye gelip iki tarafın yatışmasını sağlamış, ancak Uzunyayla yöresine gelen Çerkes göçmenleriyle burada bulunan Afşar aşireti arasındaki çatışma ilk dört-beş yılda yoğun olarak sürmüştür. Çeçen göçmenlerle Afşarlar arasında da çatışmalar yaşanmıştır. Bölgedeki bu Afşar sorunu “Çerkes göçmenlerinin yardımı ile” Osmanlı’nın “göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçirmeye çalıştığı Afşar aşiretinin” direncinin kırılmasıyla devletin istediği bir şekilde sonuçlanmıştır. Osmanlı’nın iyi tanıdığı Çerkes göçmenlerinden memnun olduğu da anlaşılmaktadır. (Karataş; Bolat, s. 39, 46; Erdoğan)


*

“Yerel halktan bazılarının göçmenlere karşı takınmış olduğu olumsuz tutum da iskân işini zorlaştırıcı  bir etki yapmıştır. Mesela, 1880’li yılların başında Erzurum üzerinden Osmanlı topraklarına giriş yapan göçmenlerden 4 bin hanenin Sivas’a gönderilmesine karar verilmişti. Göçmenler Sivas’a vardıklarında iskân edilmeleri yönünde herhangi bir girişimin olmadığını gördüler. Bunun üzerine bir an evvel iskân edilmeleri için yerel makamlara müracaat ettiler. Ancak müracaatlarından bir netice çıkmadı. Öyle olunca da kimsesiz ve yetim göçmenlerden çoğu aç ve korumasız bir halde kabristan ve sokak ortalarında kalakaldılar. Son bir hamleyle durumu bu kez kaleme aldıkları arzuhallerle İstanbul’a arz ettiler. Hem o arzuhallerden hem de yürütülen tahkikatlardan Sivas ve çevresinde yaklaşık 10 bin haneye yetecek miktarda mirî, mahlûl ve mevkuf arazinin var olduğu tespit edildi. Ancak o topraklar Sivas’taki ağa ve beylerin tasarrufundaydı. Bunlar o toprakların ellerinden alınmasını istemediklerinden tahrik ettikleri yerli halkla göçmenler üzerine saldırdılar. Göçmenlerin perişanlığına daha fazla göz yumamayan Babıâli meselenin en kısa sürede halledilmesi için Sivas, Malatya, Mamuretülaziz ve Ankara vilâyetlerine iskân memuru olarak Mustafa Paşa’yı tayin etti. Buna rağmen sorun çözülemedi ve Sivas’taki göçmenlerden bazıları 1882 senesinde Kars’a dönmek zorunda kaldı.” “Göçmenlere sağlanan vergi ve askerlik muayetlerinin uygulama sahasına aktarılmasıyla ilgili bazı problemler de yaşanmıştı. Daha önce ifade edildiği üzere, göçmenler iskân edildikleri günden itibaren bütün vergilerden 10 sene müddetle muaf tutulmuşlardı. Buna rağmen bazen vergi talepleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Mesela, Sivas Vilayeti dâhilindeki Çiftlik Viranı ve Kızılhane isimli yerlerde iskân edilen yaklaşık 250 nüfusluk 39 hane Çeçen göçmenin önce tayinatları kesilmiş sonra da kendilerinden çekip koparmak şeklinde biçtikleri otlar için 1888 senesinde öşür talep edilmişti. Bu nedenle göçmenler adına Sultan imzalı bir arzuhal “kendilerine emsalleri gibi muamele edilerek muhtaç oldukları levazımat ve tayinatın verilmesi, ayrıca tekalif-i emiriyyeden muaf tutulmaları” dileğiyle II. Abdülhamid’e takdim edilmişti.” (Yüksel)


Uzunyayla’ya “Çerkes aileler yerleştirilir. Bu iskan olayı iki toplum arasında yıllarca sürecek, kimi zaman kan dökülecek biçimde yaşanacak olayların başlamasına neden olur… Avşar beyleri Çerkeslere diş bilemeyi sürdürürler.” Ozanları “Yedikleri darı giydikleri deri/…/ Sür gitsin geri” derler. Kavgaları “yıllrca sürer gider.” Ağıtçı kadın “Birer birer tükenir mi/ Kırkı birden ölmeyince” diye ağıt yakar.” Bu ağıdın başka bir versiyonu, “Bir Çerkez’e ağıt m’olur/ Kırkı birden ölmeyince” şeklindedir. (Albayrak, s. 25-27)

*

Avşar ağıtlarına da konu olan Orta Anadolu’daki Çerkez düşmanlığı zaman zaman aleni hale gelerek günümüzde de sürmektedir. (Kayseri’de Çerkesce; Çakmak, s. 59, 60)

Bu düşmanlığın bir yansıması olarak günümüzde Orta Anadolu’da “Rus tohumu” şeklinde anılan Kafkas kökenli insanlar Irak’ta “Türk ajanı” olarak görülmektedir.

*

Kayseri’de “Sağcı grupla Rusya karşıtlığında beraberdik ama sebeplerimiz farklıydı… Sağcı gruptaki bazı arkadaşların kızdıklarında bize Rus tohumu demeleri canımızı yakıyordu.” (Albayrak, s. 77-79)


Irak’ta KK’lılar Osmanlılar ile gelen askerler ve “kendi göğüslerine saplanmaya hazır Osmanlı hançerleri” olarak görülmektedir. (Orsam)

*


5.c.3.Halep-Diyarbakır Hattındaki Düşmanlıklar

5.c.3.1.Genel Olarak

Göçmenler Arap-Dürzi-Kürt ağırlıklı bölgelerde de çok yoğun düşmanlıklarla karşılaşmış ve yıllarca çok çeşitli silahlı saldırılara uğramışlardır. Konu hakkındaki anlatımlardan bazıları şöyledir:


Suriye’de iskanı uygun görülen ve büyük zorluklarla karşılaşan göçmenlerin yarıya yakını burada hava ve suya uyumsuzluk ve bakımsızlıktan kaynaklanan salgın hastalıklar yüzünden yaşamını kaybetmiştir. Bölgedeki Dürzî ve Bedevi Arap aşiretleri ile yaşanan çatışmalar da ayrıca sıkıntılar yaratmıştır. “Suriye taraflarına gelen göçmenlerin burada uygun ve sorunsuz bir ortamla karşılaşmayacakları belli idi.” Arap coğrafyasının iskân için düşünülmesindeki amaç 19. yüzyılın “başlarında ortaya çıkan ve yüzyılın sonuna doğru aleni hale gelen Arap milliyetçiliğinin önüne geçmek olarak da açıklanabilir. Çünkü Arap coğrafyasına yerleştirilen muhacirler, Arap kökenli olmayıp, Osmanlı Devleti’ne sadakat gösteren ve sadakatlerini defalarca ispatlamış gruplardı. Bu nedenle muhacirler, gönderildikleri bu coğrafyada devlete sadakat konusunda zayıf bir halka ile bağlı olan hatta bağlılıkları şüpheli olan topraklara yönlendirilmişlerdi. Amaç muhacirlerin iskân edildikleri bölgelerde denge unsuru olmaları ve kontrol altına alınamayan bölgedeki bazı Arap kabilelerine sadakat konusunda örnek olmaları düşünülmüş de olabilir.” Osmanlı’ya “sadakatsizlik ve itaatsizlikleriyle tanınmış en zayıf halka Dürzî kabileleriydi. Bu nedenle muhacirlerle, Dürzîler arasında çatışma hiç eksik olmamıştır. Bu çatışmalarda Dürzîlerin bölgede çok kalabalık olmaları ve çatışmaları fırsat bilerek yağma amaçlı olarak çok çabuk bir araya gelmeleri bilinen gerçeklerdendi. Hatta Dürzîler, Osmanlı Devlet kuvvetleri, üzerlerine gelince bir kısmı çok çabuk olarak bir başka ülkenin tebaası olduklarını veya başka ülke tebaalığına geçme ile devleti tehdit etmekteydiler. Bunların yarattığı olaylara kesin bir çözüm de bulunamamaktaydı.” Bölgedeki olaylardan birinde Havran Sancağına bağlı Kuneytra Kazası’nda 1894’te üç binden fazla Dürzînin Mensure Köyü ve diğer köylere saldırısında Çerkeslerden elli altı kişi büyük kısmı bıçakla boğazlanmak suretiyle öldürülmüştür. Başka bir Dürzi saldırısında da Çerkeslerden yüz kişi hayatını kaybetmiştir. “Özellikle, Kudüs ve Şam gibi yerlerde Hıristiyan ahali belli bir miktarda olduğundan, onların itirazına sebep olacak ve akabinde de Avrupalı devletlerin işe karışmaları ihtimali ortaya çıkacaktı. Bu nedenle iskân çalışmalarında” bu durum dikkate alınmıştır. “Suriye’deki Hıristiyanlar, mezhebi yakınlık nedeniyle Fransa ve İtalya tarafından korunmaktaydı. Bu nedenle bu devletler Suriye tarafına Kafkas muhacirlerin yerleştirilmesine tamamen karşı çıkmaktaydılar.” İngiltere “daha çok Kıbrıs’a muhacir iskânına karşı çıkmıştır.” Rusya ise göçmenlerin Rus sınırına yakın bölgelere iskânına itiraz etmiş ve engel olmuştur. “Çerkes ve Çeçen muhacirleri için yapılan ve dikkate şayan olan en büyük yardım harcaması beş yüz bin kuruştur.” (Kızılkaya/Akay-Suriye’de Zorluklar; ve ayrıca, Polat; Akyüz-Orat/Oran-Arslan)


Halep/Rakka’daki 40 hane Kafkas göçmenine o yöredeki köylüler silahlı saldırı düzenlemiş ve saldırıyı yöre zorbaları Haddad kardeşler ile işbirlikçilerinin kışkırttığı ortaya çıkmıştır. Göçmenler beş yıl boyunca hiç ardı arkası kesilmeyen saldırıların önlenmesi için çaba harcamış, fakat zorba takımı ile onlarla dostluk kuran yöredeki nüfuzlu kimseler göçmenlerin bütün girişimlerini sonuçsuz bırakıp göçmenlerin başkanı Talustan Bey’in parasıyla satın aldığı tarım ürünlerini de yaktırmışlardır. Göçmenler ülkelerinden getirdikleri nakitleri çoluk çocuklarını beslemek için harcayarak bitirip, bir lokma ekmeğe muhtaç, sefil ve perişan bir halde, ölümle karşı karşıya kalmışlardır. (Berzeg, s. 198, 199)


İngiltere ve Fransa’nın bölge üzerinde giriştikleri misyonerlik faaliyetlerinin desteği ile başlayan isyan hareketleri sonradan mahalli muhalif hareketlere dönüşmüş, Suriye’deki yerel topluluklardan özellikle Dürzîler bir yandan diğer yerel halk ile sorunlar çıkarırken bir taraftan bölgeye iskân edilen göçmenlere karşı asayişi bozacak hareketler sergilemişlerdir. Osmanlı’nın bu duruma karşı iskân yaptığı yerlerden biri de Golan Tepesi olmuş, göçmenler buraya Dürzî bölgesinin karşısında uzanan ve Bedevi kabileleriyle aralarında bir tür sınır oluşturan askerî bir hat şeklinde yerleştirilmişlerdir. Dürzilerin isyan hareketinde bulundukları yerlere göçmen iskân edilmesi, daha sonra göçmen-Dürzî çatışmasının çıkmasına sebep olmuş, Osmanlı göçmenlerden istifadeyle Dürzî isyanlarını bastırmaya çalışırken Dürzîler de göçmenlerin iskân edildikleri arazilere tecavüzde bulunarak çatışmayı başka tarafa çekmişler ve bundan sonra bir tarafı ile hadise, göçmenler ve Dürziler arasındaki arazi anlaşmazlığı halini almıştır. Osmanlı Dürzî-Çerkes çatışmalarını önlemek hususunda gayret sarf ederken bu işten faydalanmak isteyen topluluklar da olmuştur. Bölgede bulunan aşiretlerin bu topluluklar arasında fitne ve fesada sebep olacak faaliyetleri hakkında bilgiler bulunmaktadır. 13 Mart 1900 tarihli belge bu konuda önemli bilgiler içermektedir. Belgeye göre aşiretlerin, göçmenler ve Dürziler arasındaki münakaşaların devamından fayda umdukları anlaşılmaktadır. Nitekim Suriye vilayeti dâhilindeki aşiretlerin taraflar arasındaki çatışmalara ara verildiği zamanlarda yeniden çatışmaların çıkması yönünde fesada sebep olacak girişimlerde bulundukları anlaşılmıştır. (Polat-İhtilaf)

Göçmenlere “Sultan’ın hediyesi olarak” verilen toprakları Bedeviler, Dürzîler, Kürtler ve Fellah Araplar kendi otlakları saymış ve bu yüzden yaşanan arazi anlaşmazlıklarını sonucu silahlı çatışmalar olmuştur. Golan Tepeleri’nde daha ilk günlerden başlayan Dürzî-göçmen çatışması sürekli ve kanlı bir hal almıştır. Önceleri keşif hareketleriyle yetinen Dürziler 1881 yılında birkaç büyük baskın düzenlemişlerdir. Ancak, bu baskınlar Dürziler adına başarısızlıkla sonuçlanmış, 600 kişilik Dürzî birliği Mansura köyüne yaptığı baskında bozguna uğramıştır. Kuneytra’daki bir başka olayda da 24 Mayıs 1894 günü yaklaşık 10.000 kişilik Dürzî grubu Mansura köyüne baskın yapmış ve 14 saat kadar süren çatışmada 88 Dürzi ve 55 Çerkes ölmüştür. 9 Ağustos 1894’de anlaşma yapılmasına rağmen çatışma beklentisi sürmüştür. 1895 sonbaharında çıkan bir Dürzi isyanında da Havran’da değişik Dürzî bölgelerinden toplanan 10 bin kadar Dürzi Kasım ayında 9 köyü yakıp halktan 100 kişi öldürmüş, bunun üzerine Osmanlı bölgede yeni askeri birlikler kurma yoluna gitmiştir. 19 Kasım 1895’da 3 bin kişilik Dürzî grubu Mansura köyüne ve çevresine saldırıp 2 bin kişi kadar olan göçmen ve Bedevi birlikleriyle savaşa tutuştuğunda devlet güçleri yardıma gelmiş ve Dürzîler çatışma bölgesinde 400 ölü bırakarak kaçmışlardır. Onları takip eden başında Said Paşa’nın bulunduğu Kürt birliklerinin de katıldığı birleşik güçler hücuma devam edip “Halos, Harar, Ayne Koniye, Zehitu ve Beka Atu köylerini ateşe” vermiştir. (Topçu (Papşu); Polat; Kızılkaya/Akay; Osmanlı-II, s. 354)

1895 Sonbahar'ında Hauran'da başlayan ve aylarca süren olaylar “kendi şeflerinin kontrolü dışında faaliyet gösteren bazı Dürzilerin eşkiyalığı ile başladı... Sonunda, Dürzilerle Çerkes, Bedevi ve Kürt jandarmalar arasında, önce Hina köyünde, sonra Kuneytra yakınlarındaki Mansura köyünde büyük bir çatışma çıktı. İkinci çatışmada, çoğu Dürzi yaklaşık 400 kişi öldü. Daha sonra galip Çerkes, Bedevi ve Kürt koalisyonu Mecd Al-Şems'e ve Dürzilerin olduğu diğer yerlere saldırdı ve buraları yağmaladı. Bunun üzerine Osmanlı yetkililer duruma müdahale etti." (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 89-Not: 46)


Bir başka olayda göçmen köylerine saldırmak için fırsat kollayıp bir Çerkesin hanesine saldırarak eşyaları gasp ile zevcenin ırzına tecavüz eden Dürzi şakileri bu suçlar nedeniyle cezalandırılacaklarını anlayınca Fransa vatandaşlığına geçmek için bölgedeki Fransız konsolosluk memurları ile irtibata geçmişlerdir. Durmak bilmeyem Kuneytra Kazası Mansure Köyü’ndeki anlaşmazlıkta göçmenlerin kullanımına verilmiş olan tarlalara el koyma ve adam öldürme olayları yaşanmıştır. Ayrıca göçmenlerin bölgeye iskânlarından otuz sene geçtiği ve arazilerinin kendilerine yetmediğini bildirmiştir. Göçmenler, bölgedeki Dürzî ve diğer göçebe Arap aşiretlerinin sürekli hedefi olmuşlar ve nüfus itibariyle azınlık olduklarından bir noktaya kadar savunma yapmışsalar da kendilerini yeterli ölçüde koruyamamışlardır. (Kızılkaya/Akay)


Taraflar arasında çatışma çıkmasında kimi zaman yerel idareden kışkırtmalarının olduğu şüphesi de doğmuş, ahaliyi göçmenlere karşı kışkırttığı ve görevini suistimal ettiği gerekçesiyle, Şuf Kazası Kaymakamı Mustafa Bey hakkında daha önce şikâyetler olmuştur. Toprakları ellerinde bulunduran mütegallibenin yerli ahaliyi muhacirlere karşı kışkırtması ile de yerli ahali-muhacir ve aşiretler-muhacir çatışmaları yaşanmıştır. Dürzî-Çerkes çatışmalarından faydalanmak isteyen topluluklar olduğu ve aşiretlerin bu çatışmaların devamından fayda umdukları anlaşılmaktadır. Suriye Vilayeti’ne gönderilen 13 Mart 1900 tarihli bir telgrafta, Fazıl Aşireti şeyhlerinden Mehmet ElKa’ur’un bir taraftan Kunaytıra ahalisine zulmettiği, diğer taraftan Mecdel Dürzîleriyle Çerkes muhacirlerin arasına fesat sokarak araziler gasp ettiği iddia edilmiştir. (Polat)


"Çerkeslerin çoğu Suriye'ye 1878'den sonra iskan edildi... Biri Humus yakınlarında, diğeri Kuneytra'da, her biri 300-400 kişiden oluşan iki Çerkes kolonisi 1872'de kurulmuştu... iklim değişikliği, yerel nüfusla çelişkiler ve özellikle Dürzi, Türkmen ve Bedevi aşiretlerle çatışmalar Humus ve Kuneytra'daki Çerkeslerin nüfusunu büyük ölçüde azalttı.” 1878 Şubat’ta bir grup Çerkes “aşiretlerin yaşadığı ovalara gönderildi. Kısa bir süre sonra bu aşiretlerle Çerkesler arasında silahlı çatışmalar başladı. 1878 Yaz aylarında Çerkesler Suriye'ye gelmeye devam etti." Bu göçmenlerin bir kısmı Balkanlardan 2.000 Çerkes göçmenin taşınması sırasında kar için kapasitesinin üstünde yolcu alıp batan Sphnix gemisi faciasından kurtulanlardı. Gemilerin bir kısmı hükümet tarafından kiralanırken bir kısmı göçmenleri ücret karşılığı taşıyordu. "Göçmenler, yük ve sığır taşımak için kullanılan ambarlar dahil geminin her tarafına sağlıksız koşullarda sıkıştırıldı. Gemi ateş aldı; gemideki Çerkeslerin üçte ikisi yaşamlarını yitirdi." "1905-1906'da, Osmanlı hükümetinin Müslüman göçleri yoğun bir şekilde teşvik etmesi sonucu göçler artış gösterdi. Bu sefer çoğunlukla Kuzey Kafkasya'dan yüzlerce Çerkes aile Osmanlı topraklarına geldi ve Suriye ve Halep vilayetlerine iskan edildi." İngiliz konsolos yardımcısını raporunda "Kafkasya'da bir Hıristiyan ve bir Müslüman güç arasında kalan Çerkesler ve diğer aşiretler sürekli olarak Müslüman egemenliği altına geçme ve Hıristiyan ordusunda askerlik yapmaktan kaçınma eğilimindeydi. Öte yanda Osmanlı hükümeti bu eğilimi elinden geldiğince teşvik etti. Osmanlı hükümeti bu güçlü ve cesur ırkları, Araplar, Kürtler ve Ermeniler arasına makul ölçüde dağınık iskan edildiğinde sadakatına güvenilebilecek, bulundukları bölgelerde Hıristiyanların aktif veya güçlü olmasını engelleyecek sağlam bir Müslüman öğe olarak değerlendi" denilmiştir. "Bir başka deyişle, Osmanlı hükümeti, kendi egemenliğini güçlendirmek ve gayri-Müslimlerin gelecekteki toprak taleplerine karşı Müslümanların sayısal üstünlüğünü garanti altına almak için Çerkesleri Suriye'ye iskan etti." Çerkesler genellikle Amman çevresinde ve Hicaz demiryolu boyunca ve ayrıca Filistin'de iskan edildiler. 1878'den sonra pratik bir iskan politikası vardı. Göçmenlere toprak veriliyor, "on aile bir göçmen ailesine bakıyordu." Hükümet iskan için "çok büyük miktarda para harcadı." "Müslümanların ve özellikle Çerkeslerin iskanı Padişah'ın özel ilgisini çekmiştir." Göçmenlerin bir kısmı "kendilerini geçindirebilecek durumdaydı... Ayrıca hükümetin yasağına karşın göçmenlerin önemli bir kesimi ilk iskan bölgelerini terk ederek yakınlarının ve akrabalarının bulunduğu yerlere gitmiştir. Bu durum özellikle aşiret bağları güçlü olan Çerkesler için geçerlidir./... intikam alınmasından korkan gayri-Müslimler, özellikle Hıristiyanlar, Çerkeslerin Suriye'ye iskanını büyük bir endişe ile karşıladı. Gerçekte Hıristiyanların korkusu, Çerkesler daha gelmeden önce haklarında çıkarılan çeşitli abartılı rivayetlere dayanıyordu. Çerkesler Balkanlar'da yaşarken kural tanımazlık... adam öldürmeye kadar çeşitli yasa-dışı işler yapmakla itham edildi. Gerçekte, Avrupalı güçlerin ilgisini çekmek ve onların tarafgir sempatilerini istismar etmek için yerel Hıristiyan nüfus tarafından bu raporların çoğu büyük ölçüde çarpıtılmıştı. Bekleneceği gibi, Çerkeslerin Suriye limanlarına ulaştığında, pek çok şayia çıkarıldı. Çerkeslerin beraberlerinde kaçırdıkları Bulgar kadınları getirdiği söylendi fakat yapılan bir soruşturmada "kaçırılan kadınlar"ın sadece bir kişi olduğu... bir Çerkesle gönüllü olarak geldiği... saptandı." "Çerkeslerin davranışı ve bunun kökenleri, en iyi şekilde İstanbul'daki İngiliz elçisi A. H. Layard'ın... gönderdiği bir gizli raporda açıklanmıştır... Layard'ın raporu, Çerkeslerin anayurtlarından baskıyla çıkarılmalarının yarattığı olağanüstü zorluklar, toplumsal yapılarının çözülüşü ve dehşetli yoksulluk ve kötü sağlık koşullarında Osmanlı devletinin bir köşesinden öbürüne sürekli gitmek zorunda kalmalarından dolayı bazılarının çeşitli yasadışı faaliyetlere zorlandığını belirtmektedir./ Gerçekten de Kafkasya'nın dağlık iklimine alışkın Çerkesler, Ak Deniz'in sıcak ve rutubetli ikliminde yaşamak zorunda bırakılmış, büyük bir kesimi her çeşit hastalık sonucu yok olmuş, kendi örgütsel yapılarının çöküşü ve yetersiz bakım sonucu açlık sınırına getirilmişti. Yaşamak için bazıları çalmaya zorlanmış, kırsal kesime iskan edilenler de, otlak arazilerine yabancıların gelmesini kabul etmeyen göçebe Bedevi, Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi dost-olmayan komşularıyla savaşmak zorunda kalmıştı. Bazı durumlarda Osmanlı hükümeti Çerkesleri savunmak için düzenli ordu birliklerini kullandı; bazı durumlarda ise Çerkesler, düşmanlarını taciz edebilmek için, yerel askeri birliklere katıldı. Suriye'deki Çerkesler kısa bir zaman içinde aşiret savaşlarındaki politik oyunu öğrendi ve komşularıyla birlikte ortak düşmanlarına karşı ittifak kurdu... diğer göçmenlerle birlikte Çerkesler tedrici olarak toprak almaya ve devletin inşa ettiği evlerine yerleşince normal yerleşik yaşam biçimine geçmeye başladı... dini-kültürel etkenler, Suriye'de... uyumlarını kolaylaştırdı./ Suriye vilayetindeki Çerkeslerin son durumu 1906'da yazılmış bir İngiliz konsolosluk raporunda en iyi şekilde özetlenmiştir... çoğu köylüydü./... çoğunluğu miri veya Padişah'a ait topraklarda tarımsal alanda çalışıyordu... Hicaz Demiryolu boyunca oldukça güneye dağılmıştır... Böylece Suriye ve Mezopotamya'da, önemli bir politik faktör olabilecek güçlü bir Çerkes öğesi tedrici olarak ortaya çıkmaktadır." (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 80-85)


1878'de Rumeli’den gerçekleşen sürgünde de Osmanlı sığınmacıların refahından önce kendi çıkarları düşünmüş ve bunların Suriye'ye gönderilmelerinden iki fayda öngörüp, boş arazileri işleyip tarımsal üretim gerçekleştirmelerini ve daha da önemlisi bölgede Bedevilere ve Dürzilere karşı bir denge gücü olmalarını ummuştur. Bu niyetle, Osmanlı onbinlerce Çerkesi yönetim ve kolluk kuvvetleri olmayan Suriye'ye ve Mavera-I Ürdün'e göndermiş, Bedeviler de bunları kendi yaylalarına izinsiz yerleşen kişiler olarak görmüşlerdir. Çerkesler oraya sadık Osmanlı tebaası oldukları için Sultan'ın ajanları olarak gönderilmişler ve çok fazla sorun çıkmıştır. Çerkesler tek başlarına kalmışlardır.  Osmanlı Çerkeslerin Lübnan ve Filistin kıyılarına yakın yerleştirilmeleri için çaba göstermiş, fakat Lübnan Hıristiyanları ile çatışma yaşanmasından korkulmuştur. Filistin daha yeni Rus şovenizminden kaçmış olan Doğu Avrupalı Yahudilerin talep ettikleri bir yer olduğundan Sultan özellikle bu bölgeye daha fazla Müslüman yerleştirilmemesini uygun görmüş, yine de, 1878 yılında burada birkaç Çerkes köyü kurulmuştur. Yaşanması oldukça güç ve 1873 yılına kadar boş bir bölge olan Golan’a 1878 yılında Sivas'tan getirilerek yerleştirilen Çerkesler burada eski hayvancılık mesleğine ve Kuneytra'yı inşa etmeye başlayıp yuva kurmaya çalışıyorlarken Ağustos 1880'de Bedevilerin saldırılarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Çerkeslerin kısmen düzen sağlamak üzere bölgeye getirildikleri bilindiğinden özellikle endişe verici bir kuvvet olan Dürziler onları yok edilmeleri gereken bir düşman olarak görerek 1880'ler boyunca köylerine saldırmışlardır. 1894 Mayısında sayıları yaklaşık on bini bulan bir Dürzi grubu Mansure köyüne saldırmış, fakat birleşik Çerkes güçleri tarafından püskürtülmüştür. Belirleyici bir çatışma da 19 Kasım 1895'te başlamış, iki bin kişilik bir Dürzi kuvveti Mirza Bey komutasındaki birleşik bir Çerkes-Bedevi kuvveti tarafından karşılanmış, bir Osmanlı süvari birliğinin yetişmesiyle saldırganlar kaçmışlardır. Göçmenler Golan tepelerine yerleşmiş, Kuneytra 1300 kişilik bir kasabaya dönüşmüştür. (Richmond, s. 149-163)


5.c.3.2.Çeçenler

Konya ilişkin bilgilerdeki karmaşaya karşın, 1865 yılında gelen Çeçen göçmenlerin iskanı sonrasında önceden açıkça tahmin edilebilecek nitelikte olan çeşitli sorunların ortaya çıktığı, iskan işinin mağduriyetler yaratarak sonuçlandırılamadan yıllarca sürüncemede kaldığı ve iskanın sonucunun göçmenler açısından tam bir fiyaskoya dönüştüğü, mevcut bazı bilgilerden açıklıkla anlaşılabilmektedir. Ortaya çıkan aksaklıklar bazı muhacirleri kanun dışı durumlara yönlendirmiş, hayatlarını idame için hırsızlık ve eşkıyalık gibi yollara başvuranlar olduğu gibi hırsızlık ve eşkıyalığı alışkanlık hâline getirenler de olabilmiştir. Bölgede göçmenlerin geldiği ilk andan itibaren çeşitli suçlar işlenmiştir. 1910’lu yıllara kadar sık sık hayvan, eşya ve para hırsızlığı ve gasp yapıp cinayet işleyerek eşkiyalık yapan Çeçenlerden söz edilmiştir. Göçmenlere de çok çeşitli haksızlıklar yapılmıştır.


Taşbaş ile Asan’ın konu hakkındaki çalışmalarında şunlar söylenmektedir: 

*

-İlk yıllardan sonra Resülayn ve Diyarbakır’daki Çeçen muhacirler yarattıkları sıkıntılar nedeniyle buralardan çıkarılmaya çalışılmış, Zor/Resülayn’daki Çeçen muhacirlerin bir kısmı çeşitli saldırganlık eylemleri nedeniyle Mardin’e gönderilmişlerdir. Buradaki ahaliye Çeçen tecavüzlerinin engellenmesi için nüfusunun çoğu Ermeni olan Mardin-Urfa yol üzerinde bulunan Telermiş Köyü civarındaki bazı köylerin birleştirilmesi ve bu şekilde teşkil edilecek yeni nahiyedeki güvenlik birimlerinin Çeçen saldırılarını engelleyeceği düşünülmüş ve hatta kurulması düşünülen nahiyenin müdürlüğü için Çeçen reislerinden birinin adı bile önerilmiştir. Ancak hükümet böyle bir önlemi uygun bulmamış ve  27 Mart 1889 tarihli yazıda, eşkıyalık hareketlerine karşı gerekli tedbirlerin artırılmasını istemiştir. 1892’de, Resülayn’da yaşayan “yüz haneye yakın Çeçen’in tamamının eşkıyalık faaliyetlerinde bulundukları” rapor edilmiştir. Bunlar çevredeki insanlara sürekli zarar vermiş, “hatta koyun satın almak için o bölgeye giden 5. Ordu personelinin paraları da Çeçen muhacirlerden oluşan bir çete tarafından gasp” edilmiştir. Suçlular yakalanıp yargılanmaları için Siverek hapishanesine atılmışlar, ancak “hapishaneyi basan 20-30 kadar Çeçen tarafından” kaçırılmışlardır. “Bu suçluların” yaşadıkları alanlar çölün ortasında bulunduğundan, hükümetin takibatından da asla etkilenmemişlerdir. Gerekli önlemler alınıp takip edildiklerinde de jandarma arasında bulunan akraba ve tanıdıklarıyla sürekli görüşerek hükümetin tedbirlerinden haberdar oldukları için vergi de vermeyen bu Çeçenlerin ele geçirilmeleri oldukça zor olmuştur. Bu yüzden Resülayn gibi eşkıyalık hareketlerine müsait bir yerdeki Çeçen muhacirlerin başka bir bölgeye nakledilip iskân edilmelerine hükmedilmiş ve buna dair karar 25 Mayıs 1892’de bildirilerek gerekli işlemlerin yapılması emri verilmiştir. 20 Temmuz 1892 tarihli yazıya göre bunların ayrı ayrı iskânları uygun görülmüştür. Daha önce bunlardan 40-50 hane halkı Maraş, Muş ve Sivas’a gidip oralarda yerleşmişlerdir. “Geri kalanları olan ve eşkıyalık yapan söz konusu yüz hane Çeçen’in de giden hemşerilerinin yanlarına” nakillerinin uygun olacağı belirtilmişse de “15 Ağustos’ta hükümetten gelen yanıt Maraş için olumsuz olmuştur. Çünkü bulundukları yerlerde, bir şekilde yerleşik eski ahaliye rahatsızlık veren ve saldırıda bulunan Çeçenlerin sadece 10 Çeçen muhacirin bulunduğu Maraş’a gönderilmesi durumunda sayıları artınca buranın da asayişini” bozacaklarından kaygı duyulmuştur. “Öte yandan aşiretlerin yoğun bulunduğu Sivas, Muş veya bir sakınca görülmeyen başka yerdeki hemşerilerinin yanına gönderilmeleri ise uygun bulunmuştur.” Bu konudaki “26 Nisan 1893 tarihli karara göre bu muhacirlerin Resülayn’da kalması uygun değildir ve öncelikle içlerinden en azılılarının seçilip, birer hane olarak ayrı ayrı bölgelerde iskân için sevk edilmeleri gereklidir. Böylesi bir uygulamanın hem giderek sayılarını azaltacağı hem de geri kalanlara korku salacağı düşünülmektedir. Bunun için de Mamuretülaziz Vilayeti’nde uygun yerlerde iskânlarına karar verilmiştir.” Çeçenlerin gönderilecekleri yerde başıboş ve açıkta bırakılmalarının sıkıntı yaratacağı için onlara yeni gelen muhacirlere uygun prosedürlerin uygulanması ve mümkün olması durumunda sevk masraflarının karşılanması da istenmiştir. Resülayn’daki “söz konusu yüz hane Çeçen muhacir, Mamuretülaziz Vilayeti’nde uygun yerlerde iskân” için gönderilmişlerdir. Ancak gönderilen Çeçen muhacirlerin bazıları orada da suç işlemiştir. Bunlardan İslam Bey valiliğe bir dilekçe vermiş ve “sebepsiz yere suçlanarak beş aydır tutuklu bulunduğunu, daha önceden de Zor Sancağı’ndan sürgün edilerek sıkıntılı bir durumda bırakıldığını” ileri sürerek, ya “bir an önce mahkemeye çıkarılmasını ya da Resülayn’a geri dönebilmek için salıverilmesini” istemiştir. 18 Aralık 1894’te nezarete bildirilen bu talebi kabul edilmeyen bu muhacir bir süre sonra iskân edildiği Mamüretülaziz’den Resülayn’a firar edince “masrafları devlet tarafından karşılanarak, başka bir yere gitmesine engel olunacak şekilde zorunlu olarak Mardin’de ikamet ettirilmiştir.” 18 Ekim 1895 tarihli yazıda da, İslam Bey’in Resulayn’da “eşkıyalık faaliyetlerinde bulunan yüz hanelik Çeçenlerden biri olduğu, bunların eskiden  beri yerli halka zarar veren olaylara karıştıkları için” yazışmalar sonucu Zor Mutasarrıflığı tarafından Mamüretülaziz’e gönderildiği, ancak İslam Bey’in orada altı ay kaldıktan sonra Resülayn’a firar ettiği belirtilmiştir. Resülayn’daki “Çeçen muhacirlerinden eşkıya reisleri Aksütsüz? Han, Topal Halil ve Hasan Bey isimli” şahıslar da yöre asayişini sürekli ihlal eden faaliyetler yürütmüşlerdir. Bunlar Telermiş ahalisinin hayvanlarını çalmışlar, yakalanarak merkez livaya getirilip Mamuretü’laziz’e gönderilmelerine karar verilmiş, ancak firar edip dönen İslam Bey örneğinden “ötürü 13 Mart 1898’de konuyu Dahiliye Nezareti’ne bildiren Zor mutasarrıfı, bunların gittikleri yerde ya suç işlemelerine imkan kalmayacak şekilde muhafazalarının sağlanması ya da Trablusgarp Vilayeti’ne gönderilmeleri için izin” isteyince, konu hakkında daha titiz davranılması ve 31 Mart tarihli telgrafla “ya geri gelmelerine imkân kalmayacak şekilde tedbirlerin alınması ya da Trablusgarp Vilayeti’ne götürülmeleri emri verilmiştir.” Bu muhacirlerin Trablusgarp Vilayeti’ne gönderildiklerine dair bir kayda rastlanmamıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise hem Çeçen göçleri hem de Çeçenlerin karıştıkları asayiş olayları çok azalmıştır. “21 Şubat 1908’de Zor Mutasarrıfı Mehmed imzasıyla Dahiliye Nezareti’ne çekilen telgrafa göre Resülayn’daki 35 Çeçen muhaciri, Milli Aşireti’ne satmak üzere Lübnan tarafından silah satın almışlar” ve ellerinde bulundurdukları 600 adet tüfekle Suriye’deki Humus ve Selimiye kazalarına geçerek çölden çöle kaçmışlardır. Bu muhacirlerin söz konusu silahlar ile yakalanmaları için yapılan çalışmalar neticesinde bir kayıkta 4 çift hayvanla 43 tüfek ele geçirilmiş, iki kayığın da Şamiye tarafına doğru kaçtıkları tespit edilmiştir. “Takip edilen Çeçenlerden Halep’e kaçan iki kişi de yanlarındaki beş adet Yunan tüfeği, iki fişek kovanı ile bir at ve bir kısrakla beraber” yakalanmışlardır. Osmanlı başta Çeçenler olmak üzere Kafkasya’dan gelen muhacirlerin sebep oldukları ve sık sık yaşanan asayiş olaylarının önünü alabilmek için çeşitli önlemlere başvurmuştur. Bu önlemlerden en önemlisi ve sık başvurulanı askeri yöntemler olmuş, fakat bunlar her zaman çözüm olmamıştır. “Örneğin Diyarbakır taraflarına 1865 yılında gelmiş olan Çeçen muhacirleri silahsızlandırma ve sivil halkı onlardan koruma amacıyla bir askeri birlik gönderilmiş”, ancak “bu birlikler muhacirlerle doğrudan büyük çatışmanın içine girmemek için kısa bir süre sonra geri” çekilmiştir. Bu da muhtemelen “muhacirlerin tamamının bölgeyi terk etme ihtimali” ya da silahsızlandırmanın  onları “olası tehditlere karşı tamamen savunmasız bir duruma” düşüreceği şeklindeki iki nedenden kaynaklanmıştır. Bir diğer önlem de, muhacir çocuklarının eğitim yoluyla kazanılması adına ıslahhaneye alınmaları olmuştur. Diyarbakır’da Islahhane Mektebi binası 1869’nda tamamlanmış ve şehir merkezinde dilencilik yapan 60 kadar kimsesiz çocuk mektebe alınmıştır. Daha sonra “öğrenci sayısı, Mamuratülaziz, Siirt ve Mardin sancakları ile Resülayn’da iskân edilmiş olan muhacirlerin çocuklarının da mektebe alınmasıyla 110’a” ulaşmıştır. Muhacirlerin işlediği suçları engellemek amacıyla olmasa da dolaylı etkisi olan bir yöntem daha vardır ki o da “muhacirlere kolluk kuvvetlerinde görev verilmesi” olmuştur. “1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde Çerkez ve Çeçen muhacirler kolluk kuvveti olarak görevlendirilmişlerdir. 1879 yılında Jandarma Kanunu’nun düzenlenmesine bağlı olarak 1904 yılında yaklaşık 250 Çerkes, jandarma ve subay olarak Bitlis’te kayıt yaptırmış, Zor sancağında yaşanan asayiş olayları nedeniyle Çeçen muhacirlerden 200 kişi de geçici olarak seyyare taburuna alınmıştır. Arap eşkıyaların faaliyetlerinden dolayı bozulan asayiş nedeniyle 50 kadar Çeçen atlısının geçici olarak istihdamı için de çalışma başlatılmıştır. Bölgede aşiretlerle kolluk kuvvetleri arasında ya da aşiretlerin kendi aralarında olan çatışmalara asker ve sivil kişilerin de karıştığı ve böyle durumlarda çatışmalara bölgede iskân edilmiş olan muhacirlerin de gerek resmi görevle gerekse sivil olarak müdahalede bulundukları olmuştur. Örnek olarak aşiretlerle mücadelede Nusaybin bölgesindeki Çeçen muhacirlerinden olup Diyarbakır Vilayeti Jandarma Alay Kumandanlığı görevini yürüten Azimet Paşa bu konuda dikkat çeken isimlerdendir. Diğer bir örnek de Resülayn’da iskân edilmiş muhacirlerden yüz kişinin asayişi sağlamaları için süvari olarak görevlendirilmeleridir. Ayrıca Resülayn’daki Seyyare taburunda bölük zabitliği görevini Zübeyir Ağa isimli bir Çeçen yürütmüş ve kendi akrabalarından 25 kişiyi de zaptiye olarak kaydettirmiştir. Bundan sonra da Resülayn’daki Çeçen muhacirler süvari bölüklerine kayıt yaptırmışlardır. 12 Ağustos 1889 tarihli yazı ile Bağdat valiliği Resülayn’da yaşayan Çeçen muhacirlerin Bağdat’a gönderilerek zaptiyelik görevinde istihdam edilmelerini talep etmiş ve bu talep kabul edilerek Seraskerlik makamından gerekli işlemlerin yapılması istenmiştir. Ayrıca muhacirler II. Abdülhamid Dönemi’nde aşiretlerden kurulan Hamidiye Alaylarına alınmadıkları şeklinde şikâyetçi olup bu alaylarda görev almak istemişler, ancak Çerkes ve Çeçenlerin at kullanmadaki ustalıkları nedeniyle onların Süvari Alaylarında yer almasını daha uygun gören Osmanlı bu isteklerini kabul etmemiştir.  Sivas’a sevk edilmiş olan bir grup Çeçen muhacirin de Resülayn’da iskânları kararlaştırılmış ve onların sevklerinin yapılabilmesi için gerekli olan hayvanat ihtiyacı Sivas’tan tedarik edilmiştir. Diyarbakır Vilayeti’ne çekilen 12 Kasım 1868 tarihli telgrafta, muhacirlerin bir an önce iskânlarının tamamlanması için hızlı bir şekilde Resülayn’a gönderilmelerine dair hükümet emri bildirilmiştir. Aynı yıl burada iskan edilmiş olan bazı Çeçen muhacirler bölgeden ayrılmak istemişler, bunlardan Battal ve Şeyh Abdağlof isimli Çeçen muhacirler aileleriyle birlikte Rusya’ya geri dönmek isteklerini beyan etmişlerdir. Hükümetten gönderilen yazıda “kendi istekleriyle Osmanlı ülkesine geldikleri halde şimdiye kadar gördükleri iyilik ve yardımın kadrini bilmeyip gitmek istiyorlarsa zorla tutulamayacakları” ve göç masraflarını karşıladıktan sonra gidebilecekleri bildirilmiştir. 1 Ekim 1868 tarihli yazıda da, “devlet ve ahaliden bunlara yapılan masrafların kendilerinden geri” alınmasından sonra salıverilmeleri emredilmiştir. “Resülayn Kazası’nda iskân edilen muhacirler, verdikleri dilekçede buranın su ve havasının uygunsuzluğu nedeniyle çok sayıda insanın telef olduğunu ifade etmiş, başka bir yere gönderilmelerini istemişlerdir. Zor Sancağı mutasarrıflığına 5 Kasım 1890’da durumu bildiren hükümet bölgede iskân edilen çok sayıdaki Çeçen’in hem olumsuz koşullar hem de Kürt korkusu nedeniyle 200 haneye düştüğüne dikkat çekmiştir. Bu nedenle o civarda bulunan ve muhacirlerin de gitmek istedikleri Elaza? isimli yere nakillerinin yapılması talimatı verilmiştir.” Daha sonraki bir dönemde “Diyarbakır valiliği, bekleyen 102 Çeçen muhacirin iskânlarının yapılabilmesi için yeni bir köy teşkil edilmesi talebiyle hükümete başvurmuş” ve bu talep 22 Eylül 1918 tarihli telgrafla uygun bulunmuştur. “Ancak vilayete gönderilen yazıda Çeçen muhacirlerin  yerleşmeleri için terk edilmiş boş köy bulunup bulunmadığı hakkında bilgi verilmediği” belirtildikten sonra bu konularda gerekli bilgilerin verilerek “hali hazırda mesken inşasının çok pahalı olmasından dolayı mümkün görünmese de yeni bir köy teşkil etmekten başka çare yoksa gerekli masrafların bildirilmesi” istenmiştir. (Taşbaş)

-Ermeni meselesi 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra etkisini arttırmış, yabancı devletler bölgeyle daha fazla ilgilenir olmuş ve İngiltere ile Rusya Osmanlı’dan Ermenilerin istekleri doğrultusunda birçok talepte bulunmuştur. İngilizlere göre Çerkez muhacirler ve Kürt ahali problem çıkarmanın yanı sıra eşkıyalık da yapmaktadır. Rusya bu gelişmeler üzerine Rum ve Ermenileri kendi topraklarına göçe ikna etmeye çalışmıştır. Osmanlı’nın Ermenileri Çerkezlere ve Kürtlere karşı koruyacağı şeklindeki Berlin Antlaşması’nda yer alan teminat maddesi Avrupalıların Osmanlı’nın iç işlerine karışmasına uygun bir zemin hazırlamıştır. Ermeniler muhacirlerin göçebe Kürtlerle birlikte silahsızlandırılmasını istemiş ve ayrıca muhacirlerin zaptiye kuvveti olarak görev almasından rahatsız olmuştur. Avrupalılar toplu olarak 1880’de reformların uygulanmasını ve Çerkezler ile Kürtlerin taşkınlıklarının bitirilmesini istemiştir. Sorunun ortadan kalkması ve Elbistan'ın muhafazası için Malatya ve Hısn-ı Mansur taburlarından Elbistan taraflarına asker sevk edilmiştir. Mardin ve Resulayn çevresindeki gayrimüslim nüfus, özellikle Çeçen muhacirlerden ilk dönemlerden itibaren rahatsızlık duyup şikâyetçi olmuş, Osmanlı da çözüm aramıştır. Mardin-Urfa yolu üzerindeki Ermeni köyü “Telermen” muhacirlerden kaynaklı eşkıyalık faaliyetlerine maruz kalınca çözüm olarak civarındaki bazı köyler birleştirilerek yeni bir nahiye kurulmuş, bu yeni idari birime 5-6 nefer süvari ile bunların başına bir çavuş görevlendirilmiştir. Mardin ve çevresindeki gayrimüslim nüfus Kürtlerle birlikte Çerkezlerin hırsızlık yaptığı, atları ve koyunları ile Kürt ve Çerkez köylerinin yakınından geçtikleri zaman gaspa uğradıkları ve hayvanlarının ellerinden alındığı şeklinde şikâyetçi olmuş, bölgedeki bir Hristiyan köyünün iki yıl içinde dört defa Çerkezler tarafından soyulduğunu bildirmişlerdir. Aynı şekilde Muş ve Bulanık tarafındaki Ermeniler de muhacirlerin hırsızlık, gasp ve soygunlarından zarar gördüklerini bildirmişlerdir. Muhacirlerin gayrimüslim nüfus ile ortaklaşa suça karıştıkları da görülmüştür. Harput ve Malatya ahalisinden ve Ermeni milletinden olan on bir kişi Amerika'ya firar etmek üzere Çerkez Zekeriya'nın kılavuzluğu ile Mersin'e giderken yakalanmıştır. Bazen de gayrimüslim nüfustan kaynaklı sorunlar görülmüştür. Ayrıca gayrimüslim vatandaşlardan bazıları da muhacirlere karşı gerçeği yansıtmayan suçlamalar yapmıştır. Örneğin; Mardin'deki Süryani Patriği ve çevresi birkaç aylık bir problemin kaynağı olarak Çeçen muhacirleri görüp haklarında şikâyette bulunmuş, ancak şikâyet üzerine yapılan incelemede Süryani Patriği’nin hükûmet üzerindeki nüfuzunu kullanarak Süryani ve Ermeniler lehine istekleri olduğu ve buradaki gelişmelerin Süryani Patriği’nin ifade ettiği kadar kötü olmadığı ve sonuç olarak Çeçen muhacirlere isnat edilen suçun gerçeği yansıtmadığı anlaşılmıştır. Ermeni tehcir döneminde Resulayn’da yolların kapalı olması ve yağma hareketlerinin yaşanması yüzünden yolcu, asker, cephane ve Ermeni kafileleri sevk edilememiştir. Geçen süre zarfında Ermeni arazilerine Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesi sorun olmuştur. Bunun üzerine söz konusu arazilerin Ermenilere ait olduğu ve bu sebeple eski sahiplerine geri verilmesi yönünde karar alınmıştır. Buradaki Çeçen muhacirlerin tekrardan yerleştirilmesi gündeme geldiğinde ise muhacirlerin Telermen’e yerleşmelerinin asayiş problemlerine ve zirai üretimde sorunlara sebebiyet vereceği ve Muş’a akrabalarının yanlarına yerleştirilmelerinin uygun olacağı düşünülmüş ise de bu fikirden vazgeçilmiş, Çeçen muhacirlerinin Resulayn civarındaki Sefh köyüne sevklerine karar verilmiştir. Zamanla Avrupalıların muhacir taşkınlığı ile alakalı şikâyetleri ve talepleri azalmıştır. Resulayn’daki yüz hane Çeçen muhacir çevreye zarar verince uygunsuz hareket edenlerden başlanarak bu muhacirlerin Mamüretülaziz’e nakli düşünülmüştür. “Eşkıyalık yapan muhacirlerden Alsunaz Han, Topal Murteza Ali ve Hasan Bey” tutuklanmıştır. Bu muhacirlerin bir kısmı daha önceden Resulayn’dan Mamüretülaziz vilayetine sürgün edilmiş, ancak bir süre sonra geri dönerek eşkıyalık faaliyetlerine devam ettikleri ve Resulayn’da kalmalarının uygun olmadığının anlaşılması üzerine şikâyet gelmeyecek bir şekilde birer hane olarak Maraş ve Mamüretülaziz vilayetlerine sürgüne gönderilmelerine karar verilmiştir. “Bu karar üzerine Maraş’a gönderilen on nüfus Çeçen” muhacirin yeni iskân arazilerinde de problemlere kaynaklık ettiği ve bu muhacirlerin ikamet yerlerinin değişmesine rağmen eşkıyalığı sürdürdükleri görüldüğünden ne Maraş gibi sorun çıkaracakları bir vilayete gönderilmelerinin ne de Resulayn gibi eşkıyalığa uygun arazide kalmalarının sorunları çözmeyeceği kanaatine varılarak bunların birer hane olarak Mamuretülaziz vilayeti dâhilindeki münasip mahallere sevklerine ve aynı zamanda söz konusu muhacirlerin açıkta bırakılmayıp kendilerine muhacir emvalinden yardım edilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yüz hane muhacirden bazıları tutuklanırken bazıları dağıtılarak iskân ve bazıları sürgün edilmiştir. Bu Çeçen haneleri içinde sürgün edilerek denetim altında bulunanlardan birisi olan İslam Bey yazdığı dilekçede zor şartlar altında olduğunu, beş aydır sebepsiz olarak denetim altında kaldığını ve şimdi ise Mamüretülaziz’de sürgün olarak yaşadığını belirtip Resulayn’a geri dönmeyi ve serbest bırakılmayı istemiştir. Verilen cevapta hakkında pek çok şikâyet olduğu, pek çok fenalığa karıştığı, Çeçen eşkıyasıyla ilişkili olduğu ve Milli Aşireti ile Çeçenlerin arasında yaşanan sorunlarda yer aldığı belirtilmiş ve Resulayn’a dönme isteği kabul edilmemiştir. Daha sonra Mamüretülaziz'de ikamet etmekte iken Resulayn’a firar ettiği ortaya çıkan İslam Bey’in eğer başka bir tarafa gitmeyeceği konusunda teminat verirse Mardin'de ikametine izin verileceği ve bunun daha uygun olacağı belirtilmiştir. Yaptığı fenalıklardan dolayı sürüldüğünde Mamüretülaziz’de altı ay kalan İslam Bey, sonrasında Mardin sancağına verdiği dilekçede, Hükûmet tarafından bir emir verilmediği müddetçe hiçbir tarafa gitmeme teminatı vermiş ve sonuçta İslam Bey’in “taht-ı teminde” olarak Mardin sancağında ikametinde beis olmadığı bildirilerek isteği yerine getirilmiştir. Bunun yanı sıra devletin sorunlara kaynaklık etmelerine rağmen muhacirlerin ekonomik sorunlarını dikkate alıp çözmeye çalıştığı görülmüştür. Milli Aşireti ile sorun yaşadığı ve uygunsuz hareketlerde bulunduğu için sürgün olan İslam Bey, ekonomik yardım almaya devam etmiş, kendisine 3 kuruştan 5 kuruşa kadar yevmiye tahsis edilmiştir. Firar etmesine rağmen yevmiyenin devam ettirilmesi, hatta arttırılması muhacirlere verilen önemi göstermektedir. Resulayn’daki Çeçenler civarda bulunan ahaliyi gasp, yağma ve katl olaylarına maruz bırakmış, bu muhacirlerin sebep olduğu tecavüzlerin önüne geçmek için idari birimlerin sınırları değiştirilip yeni idari birimler oluşturulmuş ve yeni görevlendirmeler yapılmıştır. Benzer şekilde Çeçen “İslam Bey” önce “Milli Aşireti’yle yaşanan sorunlardaki etkisi ve eşkıyalık yapması nedeniyle Mardin’den alınarak Mamüretülaziz’de zorunlu ikamete tabî” tutulmuş, ancak sonrasında “İslam Ağa” sürgün edildiği Mamüretülaziz’in Gesane Mahallesi’nde ekonomik sorunlar yaşayınca da kendisine maddi yardım yapılmıştır. Eşkiyalık yapıp asayişi bozdukları gerekçesiyle sürgüne gönderilen “Resulayn Çeçenlerine dahi 70 dönüm ile 130 dönüm arasında toprak” dağıtılmıştır. Malatya Hısn-ı Mansur’da bulunan 25’i Çerkes ve 10’u Çeçen olmak üzere 35 haneye 70’er dönümden toplam 2.450 dönüm toprak verildiğini gösterir Ocak 1888 tarihli belgeye göre, Çeçen Davut Ağa Musa, Çeçen Aliş? binti Ali Han, Çeçen Şuayib bin Abdullah, Çeçen … binti Abdullah, Çeçen Hacı Ömer Zevcesi Şerife, Çeçen İbrahim bin İslam, Çeçen Yusuf Kerimesi Elif, Süleyman Çeçen bin Ali, Çeçen Şuayib Bin Beşir, Çeçen İbrahim bin Mehmet isimli göçmenlerin her birine 70’er dönüm toprak verilmiştir. Ancak problemlere neden olanların toplu iskânına izin verilmemiştir. Örneğin, Resulayn kazasındaki bazı muhacir grupları eşkıyalık yaptığı ve asayişi bozduğu gerekçesiyle iki hane bir araya gelmeyecek şekilde birer birer dağıtılmıştır. Bazen da af çıkmıştır. Böyle bir olayda Resulayn’da meskûn olan göçmen “Kasaba” isimli mahalde çocuklarıyla birlikte iskân edilmiştir. Eşkıyalık yaptıkları için yerleri değiştirilen muhacirlerin reisi Can Timur Efendi zor durumda olduklarını, hanelerinin olmadığını, olumsuz harekette bulunmayacaklarını belirterek Resulayn’a iadesini isteyince Diyarbakır’a dönüşüne izin verilmiştir. Çeçen ve Karapapak muhaciri jandarma kıyafeti ile geçici olarak istihdam edilmiştir. Resulayn’daki muhacirlerden yüz kadar süvarinin gönderilip gönderilmediği doğrulanmak istenmiştir. Zabitan-ı seyyare taburundan Çeçen Bölük Zabiti Zübeyir Ağa kendi akrabalarından yirmi beş kişiyi zaptiye olarak yazdırdığı gibi, ilerleyen zamanlarda Resulayn Çeçenlerinden süvari bölüklerine kaydedilenler ve kolluk kuvveti olarak hizmet ettikten sonra emekli olanlar olmuştur. Çeçen muhacirlerinden Mardin'de misafir jandarma mülazımlığından emekli Aradeli Süleyman Efendi asayiş problemleri ile alakalı olarak emeklilik sonrasında da çalışmalarına devam etmiştir. Osmanlı muhacirlerden kolluk kuvvetinde yararlı ve başarılı çalışmaları olanları ödüllendirmiş, Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşa'ya ilhak eden Şemmar Aşireti’nin Amo fırkasından bazı kişilerin Şerabi Aşireti’nden gasp ettiği deve ve sığırların geri alınmasında hizmetleri olan Resulayn Meclisi azasından Ahmet Ağa ile Çeçen muhacirlerinin ileri gelenlerinden Arslan Bey'in suçluların takibinde gayretleri görüldüğünden dördüncü mecidiye rütbesi verilerek taltiflerine karar verilmiştir. Dördüncü Orduyu Hümâyun dairesinde bulunarak muharebe esnasında ayağına kurşun isabet edince parmağından yaralanan Resulayn’daki Çeçen ümerasından Arazi Bey’in de yine aynı şekilde mükâfatlandırılmasına karar verilmiştir. Resulayn’daki Çeçen muhacirlerden Abdi Bey’in Cubur ve Şemr Aşiretlerinin Şerabi Aşireti’nden gasp ettiği hayvanların geri alınarak sahiplerine verilmesinde hizmeti geçtiği için iftihar madalyası ile taltif edilmesi teklif edilmiştir. Malatya jandarma taburu mülazımlarından Çeçen Ahmet Çavuş’a hizmetleri karşılığında beşinci rütbeden nişan beratı gönderilmiş ve daha sonra Çeçen Ahmet Çavuş’un taltifi için de izin istenmiştir. Çeçen muhacirlerden Azimet Paşa Diyarbakır jandarma komutanı olarak görev yapmıştır. Muhacirler asker ve kolluk gücü olarak 1860’lardan itibaren görev almış ve çoğunluğu zaptiye kuvveti olarak çalışmıştır. Muhacirler diğer etnik grupların neredeyse hepsiyle sorun yaşamıştır. 1880’de muhacirlerin Diyarbakır’daki nüfusları 5.000 civarında olup pek çoğu zaptiye olarak hizmet etmiştir. Muhacirler özellikle süvari olarak Osmanlı ordusuna katkı yapıp bu açıdan orduya rahatlama getirmişlerdir. Ancak Türkçe’ye tam hâkim olamadıklarından çeşitli iletişim ve uyum sorunları yaşanmış ve ayrıca disiplinsizlik ve başıbozuklukları da sorun oluşturmuştur. Muhacirlerin Hamidiye Alayları’nda da görev almak istemişler, bu alaylarda görev alan Kürtlerin ve Bedevilerin imtiyaz sahibi olduklarını belirtmişler, ancak iyi ata bindiklerinden süvari alaylarına alınacakları gerekçesiyle bu istekleri kabul edilmemiştir. Çerkezlerin Hamidiye Alayları’nda yer almazsa sorun yaşayıp baskı görebilecekleri düşünülmüştür. 93 Harbi sonrasında muhacirler İsrail, Ürdün ve Suriye dışında Anadolu’da da kolluk kuvveti olarak görevlendirilmiştir. 1879’da Jandarma Kanunu yeniden düzenlenip Kürtlerin ağırlığı değiştirilmek istenmiş, Kürtlerin dışında 100’den fazla Suriyeli Hristiyan ve biraz da Yahudi jandarma olarak alınmıştır. 1904’de Bitlis’te yaklaşık 250 Çerkez, jandarma ve subay olarak kayıt yaptırmıştır. Muhacirler Kürt Hamidiye Alayları’nı kontrol etmenin yanı sıra 1890’larda Ermeni olaylarını bastırmak için de hizmet etmiştir. Geniş arazilerinde çeşitli siyasî ve sosyal koşullarda kısıtlı imkânlara rağmen gayret edilmiş, ancak amaçlanan Osmanlı vatandaşlık duygusu tam olarak oluşturulamamıştır. Doğu illerinde düzenli askerî birlikler, jandarma olarak Çeçen ve Çerkez muhacirler ve aşiretlerden oluşturulan Hamidiye Alayları olmak üzere üç katmanlı bir güvenlik sistemi mevcut olmuştur. Devlet yetkililerinin muhacirlerin Ermeni sorununda görevlendirilmesine karşı çıktığı da  görülmüştür. Muhacirler durumlarına göre askerlik haricinde de çeşitli memuriyetlerde görevlendirilmiştir. Resulayn’da Rüşdiye Mektebi’nde iyi huy ve ahlakı bilinen Çerkez muhacirlerden Cebrail Efendi 80 kuruş maaşla tayin edilmiştir. Osmanlı iskan politikası bir ölçüde başarılı sayılmalıdır. Toplumun bir parçası olup, bazıları yöneticiliğe kadar yükselebilen muhacirlere güven verilerek toplumu ve devleti sahiplenmeleri sağlanmıştır. Örneğin Resulayn’daki Çeçen ümerasından Şema Beyzade Hasan Bey, kendisine izin ve görev verildiği takdirde Zor livası ve civarındaki aşiretlerin tamamını üç sene zarfında iskân etmenin yanında bütün menfaatlerini de temin edeceğini belirterek bu hususlarda memur edilmeyi istemiştir. Batum muhacirlerinden olan Kamil Paşa Mardin Mutasarrıfı olarak devlet kadrosunda görev alırken, Dağıstan muhacirlerinden olan Abdulkadir Kemal Paşa Mamuratülaziz’de valiliğe kadar yükselmiştir. (Asan, s. 59, 60, 150, 151, 159-162, 173-179, 209-211, 220-224)

-Diyarbakır/Hazro’da Ander köyünde misafir olan Çeçen Dori Bey hataen adam öldürmekten suçlu bulunmuştur. Mardin’in Göllü köyünden dört yüz hanelik köylerini ablukaya alan Çeçenlerin tarıma zarar verdikleri ve köyden bazı kişileri öldürdükleri şeklinde şikayet yapılmıştır. Bir Çeçen “eşkıyası”nın Mardinli iki çiftçinin öldürülüp hayvanlarının gasp edilmesi olayında rol oynadığı, “Resulayn’daki Çeçenlerden 40 kişinin eşkıyalığı ile Mardin çölünde huzursuzluk çıkardığı”, belirtilmiştir. Arşiv belgelerinde muhacirlerin hayvan hırsızlığı yapmasıyla alakalı vakalar fazlaca görülmüştür. “Çeçen reislerinden Eğizbeyter Han “Telermen” köyü civarındaki halkın birçok hayvanını gasp edip hırsızlık” yapınca çalınan malların geri alınması sağlanmış, Resulayn ahalisi “Haçin (Çeçen) muhacirlerin koyunlarını çaldıkları ve kendilerine şiddet uyguladıkları” ve özellikle koyunları otlatmaya çıktıklarında meraların etraflarında meskûn Çeçenlerden baskı gördükleri ve gaspa uğradıkları şeklinde şikâyetlerde bulunmuşlardır. Resulayn'daki Çeçenler “Mardin Meclis İdaresi emekli azalarından İlyas Efendi'nin oğullarına saldırarak hayvan, para ve eşyalarını gasp” etmiş, bir başka olayda ise Çeçen muhacirleri ticari kervanlara saldırıp gasp yapıp ticarete engel olmuşlardır. “15 kişilik Çeçen muhacir grubu” Halep’ten gelmekte olan 80 kişilik kervanı durdurarak mallarını gasp etmiş, daha önce de kervan soydukları anlaşılan bu gasp olayına karışanlardan yakalananlar tutuklanmış, takip üzerine yakalanacaklarını anlayanlar taşıyamadıkları malları geride bırakarak kaçmış ve bu Çeçenlerden üç kişi yaralı hâlde Diyarbakır’a getirilmiştir. “Çeçenlerin “Kürdistan” ve “Irak” sınırı arasında olmaları herhangi bir durumda bir taraftan diğer tarafa geçmelerine olanak sağladığından” yakalanmaları zor olmuş, ama bazen de yakalanmışlardır. “Çeçen ümerasından ve meşhur eşkiyalarından Elsi Bey ile altı Çeçen ve bir urban arkadaşı Nusaybin’e gelecek olan kervanı Dara Kuyusu’nda muhasara altına” alınca harekete geçen jandarma bizzat Elsi Bey’in attığı kurşun ile bir jandarmanın yaralanmasına rağmen sekiz eşkıyanın hepsini yakalamıştır. Mardin “Telermen” köylüleri de Çeçenler tarafından gaspa uğradıklarını belirterek şikâyetçi olmuşlardır. “Eşkıyalık yapan muhacirlerden Alsunaz Han, Topal Murteza Ali ve Hasan Bey” suçları sabit görüldüğünden tutuklanmışlardır. Mamüretülaziz, Malatya ve Diyarbakır’da da rastlanan eşkiyalık faaliyetleri en fazla Mardin Resulayn’da çöl taraflarında görülmüş, coğrafi şartlar ile ekonomik ve yönetimsel problemler “eşkıyalığın derecesini ve etkisini” arttırmış, görevliler eksikliklerine rağmen vatandaşların huzuru için iyi niyetli çalışmalar yapmıştır. Bölgedeki etkili aşiretlerden birisi olan Viranşehir merkezli Milli Aşireti ile muhacirler arasında çeşitli olaylar yaşanmış, Milli Aşireti özellikle Çeçen muhacirlerden şikâyetçi olmuş, Diyarbakır çevresinde de etkili olan bu aşiretin reisi İbrahim Paşa “Çeçenler ile Gazze, Şemr ve Ebu Hümeys gibi aşiretlerden şikâyetçi” olup, bunların aşiretinden iki kişiyi öldürüp birçok koyun ve kısrağı gasp ettiklerini söylemiştir. Resulayn’daki Çeçen muhacirlerin gerek Şemr eşkıyalarıyla gerek münferit olarak çevredeki diğer aşiretlere baskı kurduğu ve zarar verdiği şeklinde şikayetler olmuştur. Resulayn’daki “Çeçen Mehmet ile arkadaşı Abbas” Şerabi Aşireti’ne ve bölge ahalisine zarar verip fırsat buldukça söz konusu aşiretin koyunlarını gasp emiş, çözüm  bulunmazsa sorunların daha da büyüyeceğinden çekinilmiştir. Sorunlarda muhacirler kadar aşiretlerin de sorumluluğu olmuştur. Muhacirlerden kaynaklı diğer bir mesele silah kaçakçılığı olmuş, bir olayda 35 civarında Çeçen muhaciri Milli Aşireti’ne kaçak silah getirirken Halep Aneze Şeyhleri’nden Garo tarafından yakalanmış, muhacirler ellerindeki 173 adet tüfek alınıp serbest bırakılmış ve yetkililere haber verilmiş, suça karışan Çeçenlerden bazıları Halep Rakka civarında “Çeribaşı” tarafından bir miktar silah ve cephane ile yakalanıp tutuklanmıştır. Problemlerin ortaya çıkmasında yetkililerinin de ihmali olmuş, Resulayn’daki alaybeyi, Çeçenlerin uygunsuz davranışlarını engellemesi için kendisine emir verilmesine rağmen, görev yerine gitmemiş, söz konusu ihmal üzerine Çeçenler uygunsuz hareketlerine devam etmiş, hatta bu gelişmelerin devamında Milli Aşireti ile Çeçenler arasında yaşanan olaylarda üç kişi hayatını kaybetmiş, bu olumsuzlukların yaşanmasında söz konusu alaybeyi sorumlu tutulmuştur. Muhacirler ile aşiretler arasında yaşanan ayrışma ve problemler kadar meselelerden birliktelik de doğmuş, muhacirlerden bazıları iskân edildikten bir süre sonra bölgedeki yerli aşiretlerin himayesine girmiş, örneğin, “Milli Aşireti’nin himayesinde girerek İbrahim Paşa nezdinde hayatlarını devam ettiren Çeçen muhacirler” görülmüş, yaşanan bu birliktelikler ortaya çıkan problemler sonrasında anlaşılmış, Diyarbekir çevresinde yaşanan hayvan gaspları üzerine ilk olarak Milli Aşireti veya bu aşiretin himayesindeki Çeçenler sorumlu tutulup suçlanmış, fakat söz konusu mesele ile ilgili yapılan incelemede gasp suçuna karışanların bunlar olmayıp, Zor sancağında ikamet eden Çeçenler olduğunun anlaşılmış, tam tersi olaylar da görülmüş, Diyarbekir’e gönderilen ticaret kervanın soyulması üzerine suçluların Resulayn’da ikamet eden Çeçen muhacirler olduğu düşünülmüş, fakat bu konu ile ilgili yapılan inceleme sonucunda olaya karışanların Resulayn’da ikamet eden Çeçenler olmayıp, Milli Aşireti’ne bağlı urban takımından veya daha önce Viranşehir’e gelerek İbrahim Paşa himayesine giren eski Resulaynlı Çeçen Hasan Beyoğlu ile yeğenlerinin olabileceği anlaşılmıştır. Zaman zaman da "Arap ve Çerkez kıyafeti giyen” şahıslar kervana saldırmıştır. Eşkiyalık yapan Resulaynlı-Mardinli İsa ve Abdi jandarma takibi üzerine muhacir İslam Bey’in yanına sığınmıştır. Kalabalık olmalarından cesaretlenen Çeçen muhacirler bölgede jandarmadan çekinmemiş, hatta Resulayn’da Subaşı Köyü’nde jandarma koğuşuna saldırmış ve bu saldırıda jandarmalardan biri hayatını kaybederken üçü de yaralanmış, iki Çeçen de hayatını kaybetmiş, 1914’teki bu olay üzerine jandarmaların ölümüne ve yaralanmasına sebep olan dokuz şüpheli hakkında inceleme yapılmışsa da itiraz sebebiyle bu kişiler serbest bırakılıp Jandarma Mülazımı Abdullah Efendi ile Jandarma Abdullah tutuklanmış, bu sonuca eleştiriler olmuş, altmıştan fazla silahlı Çeçen eşkıyasının karakola attığı mermileri hesaba katmadan ve saldırılarını dikkate almadan hüküm verilmemesi istenmiştir. Muhacirlerin devlet görevlilerine karşı bir diğer eylemi de askerî görevlileri gasp etmeleri olmuş, Resulayn’daki zabitlerden birinin tüfeği muhacirler tarafından gasp edilmiştir. Çeçen muhacirleri silahlı gaspların yanında devlete ait erzaklara da zorla el koymuş, bir notta aynen “Karabulak Çeçenleri; Resulayn ve çevresine iskân edilmiştir. Burada 3.500 hanede yaklaşık 14.000 Çeçen Karabulak nüfusu yaşamaktadır. Bu taife, asayişsizlikleri ve hırsızlıkları ile nam salmıştır. İyi silah kullandıkları ve iyi ata bindikleri bilinirdi”, şeklinde anlatılan Resulayn’daki Karabulak Çeçenleri orduya erzak getiren kervana saldırıp bu kervanın eşyalarını, Muş Çeçenlerinden sekiz kişi de Beşinci Ordu’nun et ihtiyacını karşılamak maksadıyla Diyarbekir'den koyun almak için görevlendirilen memurların 1.550 lirası ile binek hayvanlarını gasp etmiştir. Suçluların yakalanmasına  çalışılmışsa da bunun kolay olmadığının anlaşılması üzerine bunların eşkiyalık yapamayacağı münasip bir yere nakledilmeleri çare olarak görülüp 40-50 hane “Maraş ve Muş sancaklarıyla Sivas vilayetine gönderilip hemşerilerinin yanlarında iskân” edilmiş, ancak bunların iskân edildikleri yeni yerlerde de eşkıyalık faaliyetinde bulunmaları üzerine eşkıyalık faaliyetlerinde bulunanlar “birer-ikişer hane olarak başka arazilere ve şehirlere tekrardan iskân” edilmişlerdir. Osmanlı-Alman ilişkilerindeki olumlu gelişmelerin bir sonucu olan Bağdat demiryolu inşaat çalışmaları da zaman zaman Çerkez ve Çeçen çeteler tarafından sekteye uğratılmış, Resulayn ve Tevem istasyonları arasındaki çalışma bir Çerkez çetesi tarafından yağmagirlik  yapıldığından kesintiye uğramış, Bağdat demiryolu çalışmaları Çeçen ve Çerkezlerin dışında urban-göçer aşiretlerinin saldırılarına da maruz kalmıştır. Bu eşkıyalık faaliyetleri idari birimlerin sınırlarının değiştirilmesi ile de sonuçlanabilmiş, tedbir amaçlı idari değişiklikler Resulayn’da görülmüş, 1865 göçü sonrasında 20.000 muhacirin yerleştirildiği Resulayn’da asayişin sağlanamaması üzerine Resulayn Diyarbekir Valiliği’ne bağlı ayrı bir alt idare olarak kurulmuş ve bu yeni idari yapıya Siverek, Nusaybin ve Dara Kaymakamlıkları ile Fırat üzerindeki Deyr ve Zor’un da eklenip Dicle Nehri üzerindeki Cizre’den Fırat Nehri üzerindeki Deyr’e kadar uzanan topraklar, Urfa Mutasarrıflığı hariç, bu yeni idari birimi kapsar hâle getirilmiş, ilerleyen süreçte asayiş problemlerinin sürüp gitmesi üzerine Resulayn sırasıyla, önce Diyarbekir’den Zor sancağına, sonra Zor’dan Mardin sancağına, daha sonra eşkıyanın Mardin’e fazlaca zarar vermesi üzerine de Mardin’den tekrar Zor sancağına bağlı hâle getirilmiş, ancak istenilen sonuç alınamamış, Resulayn’ın çölde bulunup bir sonraki sancağa bağlı olmasının Mardin tarafından yapılan takibatların etkisiz olmasına neden olduğu, on bir ay sonra Resulayn tekrar Mardin'e bağlanması gerektiği belirtildiğinde  28 Temmuz 1891’de isteğin yeniden tekrarı üzerinde durulmuş, “Resulayn kazasındaki Çeçenler tecavüz, gasp ve katl suçlarına cesaret etmektedir. Hatta ikamet ettikleri bölgeye gönderilen zabitlerden birini tüfek ile gasp etmişlerdir. Bunun gibi olayların önüne geçmek için Resulayn kazasının Zor sancağından ayrılarak Diyarbekir'e ilhakı lüzumu bildirildiği” denilerek gereğinin yapılması Sadaret'ten istenmiş, ancak “13 Eylül 1892’de Resulayn kazasının Zor’a bağlı” olduğu tekrardan teyit edilmiş, bu “olaydan yaklaşık beş yıl sonra tekrardan Zor sancağına bağlı Resulayn kazasına yerleşmiş olan Çeçen muhacirlerinin Mardin sancağına yapmış oldukları eşkıyalık faaliyetlerinden dolayı yeni idari çalışmaların yapılması” gerekmiş, muhacirlerden sorun yaşayan köy muhacirlerin bölgesine altı saat mesafede ve Urfa yolu üzerinde halkının ekseriyeti Katolik Ermeni olan “Telermen” köyü ve çevresi olmuştur. (Asan, s. 167-175, 183-186)


-Bölgedeki urban-göçer aşiretlerin varlığı muhacirler için önemli bir problem olmuştur. Diyarbekir ve Mardin’de “urban ve aşayirden ibaret bulunduğuna binaen maişetlerini temin edemeyecekleri” için muhacirlerin zor durumda kalacakları yazışmalarda belirtilmiş, Urban ve Ekrad aşiretlerin muhacirlerin geçimlerini engelleyeceği üzerinde durulmuştur. Resulayn’da iskân edilen Dağıstan muhacirleri “yaşadıkları zorluklar sebebiyle birkaç sene içinde münkarız hâle” geldiklerinden yeniden başka yerlere iskân edilmiştir. Aşiretlerden kaynaklanan zararları engellemek için çözüm arayan Osmanlı Anadolu’da asayiş problemlerine mahal verilmemesi için toplu iskânlara sıcak bakmazken bu bölgede toplu iskânlar yapılmış ve ayrıca Habur, Resulayn ve Viranşehir’e askerî kışlalar inşa edilip muhacirlerin aşiretlere karşı koruması amaçlanmıştır. Bir diğer sorun da muhacirlerin iskân görevlileri ve mahalli yetkililerle yaşadıkları anlaşmazlıklar olmuştur. Rüşvet ve adam kayırmanın yanı sıra yetkililerin zamanında görevlerini yerine getirmemesi, problemlerin kaynağı olabildiği gibi olayların büyümesine de neden olabilmiştir. Zor’daki alaybeyinin ihmalkârlığı yüzünden Çeçenler uygunsuz hareketlerine devam edebilmiş, muhacirler ile bir aşiret arasında meydana gelen bir olayda üç kişi ölmüştür. Muhacirler kolluk görevlilerinden de şikâyetçi olmuş, Rusya’da gördükleri zulümden kurtulup önde gelen devlet adamları ve yetkililerden yardım gördüklerini, ancak kolluk kuvvetleri ile yerli ahaliden her türlü hakarete maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Yerli ahali içinde bulunduğu zor şartlara rağmen muhacirlere yardım yapmıştır. Ancak zaman zaman muhacirler yerlilerin her türlü hakaretine de maruz kalmışlardır. Arazi konusu yerlilerle muhacirler arasındaki asıl sorun olmuş, yerliler arazi meselesinden dolayı da muhacirlere baskı yapabilmiştir. Çalışma alanlarında da muhacirler yerliler tarafından istismar edilmişlerdir. Özellikle bazı aşiretler muhacirlere iyi davranmamıştır. Kendi mülkleri olmadığı halde kullandıkları bazı yaylak alanların muhacirlerin kullanımına verilmesi aşiretlerin menfaatlerine dokunup tepkisini çekmiştir. Aşiretlerin muhacirlere yönelik baskıları muhacirlerin geldikleri ilk dönemlerden itibaren başlamıştır. “Malatya ve Hekimhan civarındaki Dircanlı Aşireti ile muhacirler arasında sorunlar” yaşanmış ve sonuçta meydana gelen bir olay muhacirlerin yaralanması ve ölümüyle sonuçlanmıştır. “İlerleyen dönemlerde Karadağ ve Dağıstan muhacirlerinden Mehmet Şah ve Ramazan Mehmet, verdikleri dilekçede Malatya'nın Yazıhan mevkiinde kendilerine tahsis edilen arazilere Akçadağ'ın Gürne nahiyesi aşiretlerince müdahale edildiğini” ve kendilerine zarar verildiğini belirtmişlerdir. Aşiretlerin muhacirler ile yaşadıkları sorunlarda can kayıpları yaşanmış, “Haçin (Çeçen) muhacirlerinin, aşiretler tarafından sıkıştırılarak rahatsız edildiği ortaya” çıkmış, muhacirlerden Hamza Sabri Nusaybin’deki Harb Aşireti’nden bazı kişilerin Haçin muhacirlerinden dört kişiyi katlettiklerini belirtip şikâyetçi olmuştur. Muhacirlerden Şema Beyzade Hasan da Resulayn’da aşiretlerin ve urbanın saldırılarına maruz kaldıklarını bildirmiştir. Çerkez ümerasından bir kişi de Keykili Aşireti’nden bazı kişilerin mallarını gasp edip hırsızlık yaptığını ve bu aşiretin sekiz muhaciri öldürdüğünü bildirmiştir. İngiliz Konsolosu Major Trotter 16 Mart 1879 tarihli raporunda Mardin, Midyat, Habur ve Resulayn hakkında bilgi verip özellikle Resulayn’da muhacirlerin sorun yaşayarak hayatlarını kaybettiğini, on iki yıl önce gelen 18.000 civarındaki muhacirin “veba ve açlık gibi sorunlar yaşamasının yanı sıra diğer gruplarla yaşanan mücadelelerde de nüfuslarının azaldığını”, muhacir nüfusunun beşyüz aileye kadar düştüğünü, bölge yerlilerinin muhacirlerden nefret ettiklerini, civardaki Araplarla düşmanlık yaşadıklarını ve hatta bir önceki yılda Arapların muhacirlerden yüz kişiyi öldürdüğünü ve Çerkezlerin pek çoğunun ilk dönemden itibaren zaptiye olarak çalışmasına rağmen çok fazla düşmanları olduğunu, belirtmiştir. Çölden Resulayn’ın kuzeyine doğru devam eden yolun Diyarbekir ve Mardin arasındaki kısmında sıkça yağma olayları yaşanmış, Kürtler de Çerkez zaptiyelerden nefret edip fırsat bulduklarında Çerkezlere saldırmışlardır. “1879 yılında Nusaybin'deki Osmanlı memurları ve Konsolos Henry Trotter’e eşlik eden Çerkez koruma ekibi” Kürtler tarafından mutlaka öldürüleceklerini bildikleri için yakındaki dağlara gönderilmeyi kabul etmemiştir. Az miktarda da olsa ekili arazisi bulunan iyi ve düzgün bir şekilde inşa edilmiş bir Çerkez köyünün Araplardan korunmak için güçlü bir duvarla çevrili olduğu, ancak sayıları az olan erkeklerinin yeterli miktarda silahının olmadığı bildirilmiştir. “30 Ekim 1880’de Henry Troter’in raporunda Çerkez ve Çeçenlerden bahsedilirken Çeçenlerin Kafkaslardan yaklaşık on altı sene önce geldiği ve 20.000 kişi olarak Mardin’in güney batısında bulunan Resulayn’a yerleştirildiği” belirtilmiştir. Muhacirlerin herkesle, herkesin de onlarla sorunları olmuştur. “Gerçekte Araplara karşı bir engel oluşturmak için düşünülmüş olsalar da, Araplar ve Kürtlerle yaptıkları mücadele ile veba hastalığı ve açlık gibi nedenlerden dolayı” çoğu ölmüş ve “1880’de söz konusu kazada 5.000 civarında Çeçen muhacir” kalmıştır. Çoğunluğu Diyarbekir Valiliği tarafından zaptiye olarak görevlendirilmiş olmasına rağmen o çevrede sevilmedikleri için kolayca tanındıkları çölde bazı noktalara girmeye cesaret edememektedir. Aşiretlerin saldırılarına karşılık vermek için güç dengesi ve olanaklar açısından eşit olmayan muhacirlerin zamanla azalması kaçınılmaz olmuştur. “Muhacirlerin aleyhine gelişen rekabet sonucunda özellikle Ergani, Diyarbekir, Urfa ve Van sancaklarındaki muhacirler iskân bölgelerini zamanla terk etmek zorunda” kalmıştır. Yerlilerin muhacirlere yönelik olumsuz davranışları iftira, hırsızlık, gasp, baskı, yaralama ve öldürme şeklinde olmuştur. Gayrimüslimler de muhacirler hakkında gerçeği yansıtmayan şikâyetlerde bulunmuşlardır. Mardin'deki Süryani patriği asayiş sorunu gerekçesiyle Çeçenlerden şikâyetçi olunca yapılan incelemede Çeçen muhacirler hakkındaki şikâyetin gerçeği yansıtmadığı anlaşılmıştır. Çeçen muhacirler için asılsız suçlama şikâyetleri ilerleyen süreçte de görülmüştür. Mardin Süryani Patriği Batras artan eşkıyalık faaliyetlerinde askerî kışlalara kadar girildiğini bildirince yapılan tahkikatta iddialar asılsız çıkmıştır. Osmanlı eşkıyalık faaliyetlerinin önlenmesinde muhacirlere de görev vermiş ve “Hanahaydo” isimli eşkıyanın yakalanması için Çeçenler de görevlendirilmiştir “Mardin Kadim-i Süryani Patriği Vasil Saint Pepri, söz konusu Çeçenlerin Midyat kazasına bağlı Sarı ve Becayin adlı Süryani köylerinde zulüm ve katliam yapmış” olduğunu belirtmiş, ancak bu iddiaların da gerçeği yansıtmadığının anlaşılması üzerine söz konusu patriğin ihracı talep edilmiştir. Ermeni meselesinin Avrupa basınının ve siyasetçilerinin dikkati çekip önemli hale geldiği bir dönemde Ermeni komitacılarının yapacakları eylem ve çalışmalarda dikkat çekmemek ve olayların sorumlusu olarak özellikle Çerkezleri göstermek için kıyafet değişikliğine önem verip Çerkez kıyafetleri kullanılmasını istedikleri ve Diyarbakır yöresinde Çeçen kılığında gizlenip suç işledikleri anlaşılmıştır. Ermeniler Çeçen kalpağı takıp kalpakta da Çeçenlerle aynı armayı taşımışlar, Laz ve Gürcü kıyafetleri ile dolaşıp suç işlemişler ve misyonerlerin de bu konuda etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. 1894/1895’teki Sason Ayaklanması döneminde Erzurum’da Kürt yolcuları soyanların Çerkez elbisesi giyen Ermeniler olduğu, bunu daha önceden de yaptıkları, “eşkıyanın Laz, Gürcü ve Kürt kıyafetine giren ve lisanlarını konuşan Ermeniler olduğu, bu kıyafetlerle Müslümanları katlederek nüfus oranını değiştirmek istedikleri ve Ermenilerin bir Hristiyan Hükûmeti kurmaya çalıştıkları” ve ayrıca misyoner kıyafetine giren Amerikan ve İngiliz zabitlerin Ermenileri Müslümanlar üzerine kışkırttıkları belirtilmiştir. Muhacirlere yönelik haksız suçlamalar sadece gayrimüslimler tarafından yapılmamış, muhacirleri arazilerine ve gelirlerine ortakçı olarak gören Müslüman yerli ahali de zaman zaman ekonomik nedenlerle aynı yola başvurmuştur. Örneğin Resulayn ve Mardin’de Çeçenlerin sebep olduğu sorunlar olmuşsa da Valilikçe bir süredir asayişin berkemal olduğu bildirilen bir dönemde Güllü köyü muhtarı ve köy ahalisi Çeçenlerden kaynaklı asayiş problemi olduğunu belirten şikâyet dilekçesi göndermiş, ancak yapılan incelemede muhacirlerin probleme kaynaklık etmediği, söz konusu ahalinin muhacirlerin iskân edilmesini istemediği, muhacir iskânlarının kendilerini ekonomik kaygıya sevk ettiği anlaşılmıştır. Bazı asayiş problemlerinde eşkıyaların giydiği Çerkez kıyafetleri sebebiyle muhacirler hakkında inceleme yapılsa da sonuç farklı çıkabilmiştir. Bir olayda Çerkez ve Arap kıyafetli on bir kişi Antep tüccarı tarafından Diyarbekir’e gönderilen kervanı Siverek kazasının Akmescid ve Hanek köyleri arasında durdurarak 22 denklik emtia ile bir katırı gasp etmiş ve bu esnada yaşanan çatışmada kiracılardan bir kişi yaralanırken bir kişi de ölmüştür. Soygunu gerçekleştiren kişilerin ilk olarak Resulaynlı Çeçenler olduğu düşünülse de soygun zamanında Resulayn’dan Siverek tarafına Çeçenlerin geçmediği, soygunu gerçekleştirenlerin Milli Aşireti’ne bağlı urban takımından veya evvelce Viranşehir’e gelip İbrahim Paşa’nın himayesine giren “Çeçen Hasan Beyoğlu ve yeğenlerinin olabileceği” belirlenmiştir. O dönemde Milli Aşireti’nin ekserisi Çeçen elbisesi ve kalpağı giyip atlarının kuşamında da Çeçenleri örnek almıştır. Osmanlı’da 19. yüzyıl boyunca çeşitli yollarla yayılarak insanların ölümleriyle sonuçlanan salgın hastalıklar yaşanmıştır. İskân döneminde muhacirlerin karşılaştığı problemlerden birisi de olumsuz şartlar yüzünden salgınlara dönüşen hastalıklardan kaynaklanan ölümler olmuştur. Resulayn’daki Çeçen muhacirler çeşitli zorluklarla birlikte ortaya çıkan kolera hastalığından da etkilenmiş ve bu sebeple ölümler yaşanmıştır. (Asan, s. 49-51, 195-207)


-“Batum'dan hareket etmek üzere olan muhacir kafilesinin Dersaadet’e gitmelerinin uygun olmaması sebebiyle Samsun iskelesine çıkarılacakları belirtilerek gelenlerin Mamuretülaziz ve Sivas vlayetlerine iskân edilecekleri bildirildi. Ayrıca bu kafileden başka “Rusya Devleti’nin hicret için izin verdiği “birkaç bin” Viladi Kafkas ve Kuban ahalisinin Batum’a gelmek üzere oldukları Tiflis Şehbenderliği’nden haber alındı. Söz konusu muhacirlerin de hükûmetin belirlediği yerlere sevk edilmesi istendi.” “I. Dünya Savaşı esnasında Anadolu’daki Rus ilerlemeleri üzerine söz konusu bölgedeki Kafkas ve Kırım muhacirlerinin iskânı meselesi daha geri planda kaldı. Bu sebeple yeni muhacirlerin söz konusu bölgedeki iskânı oldukça azalmıştır. Bu tarihten sonra Rus ilerlemeleri ve Ermeni baskıları üzerinde konumuz dâhilindeki bölgeye “mülteci” iskânı başlamıştır. Bu dönemde mültecilerin sevk ve iskânında yaşanılan sorunlar sebebiyle Çeçen ve Çerkez muhacirlerin daha önce yerleştirilmiş oldukları arazilerde bırakılmaları uygun görülüyordu.” 1888 ve 1894 tarihli iki belgeye göre, “eşkıyalık yapan, asayişi bozan ve sorunların engellenmesi amacıyla sürgüne gönderilen Resulayn Çeçenlerine dahi 70 dönüm ile 130 dönüm arasında toprak dağıtıldı.” “Yine; Malatya sancağına bağlı Hısn-ı Mansur kazasındaki muhacirler, Sait imzali dilekçe ile zirai olarak zorluk çektiklerini merkeze bildirmişlerdir. Sait, kendilerine tohumluk ve zirai alet verilmiş ise de ekilecek topraklara ihtiyaçları olduğunu belirtmiştir. Ayrıca İslam ülkesine hicret ederken zor durumda kaldıklarını belirterek ihtiyaçlarının karşılanması istemiştir. Bunun üzerine Malatya sancağına bağlı Hısn-ı Mansur kazasında bulunan 25’i Çerkes ve 10’u Çeçen olmak üzere 35 haneye 70’er dönümden toplam 2.450 dönüm toprak verilmiştir.” “Muhacirlerin iskân bölgelerine gönderilmeleri esnası ile işlemlerinin tamamlanmasına kadar geçen süre zarfında birçok zorluklarla karşılaşıldı. Devletin muhacirlere göstermiş olduğu yerlere muhacirlerin yerleşmek istememeleri, firar etmek suretiyle yer değiştirmeleri, ana vatanlarına geri dönmek istemeleri gibi meselelerin ortaya çıktığı, bu meselelerin temelinde ise ekonomik kaygıların ön planda olduğu, etnik, dinî ve aşiretsel meselelerin daha sonra geldiği anlaşılıyor.” 1895 ve 1901 tarihli muhtelif belgelere göre, “Osmanlı Devleti muhacirlere zorunlu ikamet alanı belirleyerek firarlara ve asayişsizliğe karşı tedbir almıştır. Örneğin; Çeçen muhacirlerden İslam Bey, Milli Aşireti’yle yaşanan sorunlardaki etkisi ve eşkıyalık yapması nedeniyle Mardin’den alınarak Mamüretülaziz’de zorunlu ikamete tabî tutuldu. Bu süreçte Mardin’e gidişi yasaklandı.” “İskân sonrası ortaya çıkan problemlerin bir diğeri ise muhacirlerin ana vatanlarına geri dönme isteği ve çabasıdır. Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya geri dönüşe sıcak bakmadığı görülmektedir.” 1873 tarhli bir belgeye göre, “Resulayn’a iskân edilen Çeçen muhacirlere “tavi’zen” verilen 2 yük 646 kuruştan fazla zahirenin tahsil zamanı geldiğinde muhacirlerden bazılarının firar ettiği ortaya çıktı. Geriye kalanlar ise nüfuslarının azaldığını ve ödenmesi gereken miktarın fazla olduğunu belirterek belirlenen miktarı ödeyemeyeceklerini bildirdi. Osmanlı Devleti, bu gibi durumlarda muhacirlere kolaylık sağladığı ve gerektiğinde muhacirlerin vermesi gereken miktarı almadığı görülmektedir.” 1868 tarihli bir belgeye göre, “Osmanlı Devleti geri dönüş girişimlerini engellemeye yönelik çözüm çabalarının başarısız olduğunu gördüğünde muhacirlere şartlı müsaade vermiştir. Örneğin; Resulayn'a iskân edilmiş Çeçen muhacirlerinden Battal ve Şeyh Abdağlof' ile aileleri Rusya'ya geri gitmek arzusunda olduklarını bildirmesi üzerine gerekli yazışmalar yapıldı. Bu muhacirlere nasihat edilmesi istenerek gerekli yardımların sağlanması istendi. Fakat nasihate rağmen geri dönmekten vazgeçmezler ise nakil, iaşe ve iskân masraflarının kendilerinden alınacağının bildirilmesine karar verildi.” “Muhacirlerin yerleştirilmesinde ortaya çıkan aksaklıklar ve problemler bazı muhacirleri kanun dışı durumlara yönlendirdi. Zira yerleştirilemeyen veya yerleştirildikleri bölgelerde tutunamayan muhacirler, hayatlarını idame için hırsızlık ve eşkıyalık gibi yollara başvurabiliyordu. Bunların yanında devletin muhacirlere yönelik yaptığı yardımlara ve sağladığı imkânlara rağmen hırsızlık ve eşkıyalığı alışkanlık hâline getirenler de vardı.” Eşkıyalığın “temelinde ekonomik problemler ve maddi beklenti ön plandadır. Muhacirler eşkıyalık, gasp, hırsızlık, adam öldürme ve yaralama gibi meselelere karışmışlardır. Burada belirtilmesi gereken durum ise aynı meselelerden kendilerinin de muzdarip olduğudur.” 1897 tarihli bir belgeye göre, “Osmanlı Devleti asayişin bozuk olduğu coğrafyalarda muhacirlere sorumluluk verdi ve muhacir iskânıyla urban-göçer aşiretlerden kaynaklı eşkıyalık problemlerinin önlenmesini hedefledi. Buna rağmen bunun tam aksine hareket edip yol geçişlerinde ve köy çevrelerinde soygunculuk yaparak halkın canına, malına ve mülküne zarar veren muhacirler de görülmektedir. Devlet asayişi bozan eşkıyalık faaliyetlerine karşı tedbir aldığı gibi bu faaliyetleri engellemeye yönelik girişimlerde bulunduğu anlaşılmaktadır.” “İngiltere’nin Erzurum Konsolos’u J. G. Taylor’ın 3 Temmuz 1871’de gönderdiği rapora göre, muhacir yerleşimleri kurulurken eksikliklere rağmen gerekli yardımlar yapıldı ve muhacirlere günlük tayın verildi. Beklenenin üzerinde muhacir nüfusunun gelmesi ve sağlanan yardımların sürekli olmasının gerekliliği Osmanlı hazinesi için yüklü bir gider kalemi oluşturdu.” “Muhacir iskânlarının diğer bir olumsuz yönü muhacirlerden beklenen tarımsal faaliyetlerde istenilen sonucun alınamamasıdır. Özellikle Çeçen muhacirlerin endüstriyel özellikleri ve üretim güçleri kazanç sağlayabilecek bir yapıda değildi. Çünkü yağmalama yöntemine fazlaca başvurduklarından artık bunu alışkanlık hâline getirmişlerdi. Bedava yaşamanın getirdiği uyuşukluk ve tabi oldukları gevşek kontrol mekanizması muhacirlerin tarım endüstrisine olumsuz bakmasına neden oldu. Muhacirler her sene tarımsal işlerden biraz daha uzaklaştı. Gelişmeler üzerine Çeçenlerin büyük kısmının üretim topluluğu hâline gelemeyeceği zamanla anlaşıldı. Osmanlı Devleti, muhacirlerin üretim yaptığı toprağın değerine zarar vermesi ve sebep oldukları olumsuzlukların artması üzerine konuyu daha ciddi biçimde ele almaya karar verdi. Muhacirleri geçim parası elde etmek için çalışmaya mecbur bıraktı. Bunun üzerine İsmail Paşa, asayişsizliğin bitirilmesi ve toprakların işlenmesi amacıyla görevlendirildi. Diyarbekir Valiliği altında ayrı bir mutasarrıflık ya da alt idare olarak Resulayn kazası kuruldu. Böylece ortaya çıkan veya çıkabilecek problemlerin hızlı bir şekilde önlenmesi hedeflendi. Söz konusu problemlerin çözümü için Diyarbekir Valisi Arslan Paşa’ya yetki verildi.” Bazı göçmenler ““hırsızlık ve fenalık” yaparak asayişi bozan hareketlerde bulundu. Diyarbekir ve çevresinde ilk dönemlerden itibaren eski ahali ve muhacirler arasında çatışma yaşandığı görülmektedir. Yetkililer problemleri mahkemeye götürerek suçlulara gereken cezanın verilmesini sağlıyordu.” Ağustos ve Aralık 1866 tarihli iki belgeye göre, “Diyarbekir’in Hazro kazasına bağlı Ander köyünde misafir olarak ikâmet eden Çeçen muhacirlerden Dori Bey, damadı ile yaşadığı tartışmada silah kullandı. Silahtan çıkan kurşun yanlışlıkla aynı köyden Hasan oğlu İsmail’in sağ dizine gelerek yaralanmasına ve bir süre sonra bu yaradan ölmesine neden oldu. Hataen adam öldürmek suçundan Diyarbekir’de yargılanan Dori Bey’in 10.000 dirhem diyet vermesine karar verildi.” “Ayrıca bu diyetin tahsilinden sonra Ergani’de 15 seneliğine kürek cezasına çarptırıldı.” 1888-1903 dönemine ait muhtelif belgelere göre, “Mardin’in “Göllü” köyü muhtarı ve ihtiyar heyeti tarafından çekilen telgrafta, Mardin’e bir saat mesafedeki dört yüz hanelik köylerinin Çeçenler tarafından abluka altına alındığı bildirildi. Çeçenlerin tarıma zarar verdiklerini ve köyden bazı kişileri öldürdüklerini belirtti. Yazılan şikâyet dilekçelerinin Çeçenleri daha fazla sinirlendirdiğini belirterek kendilerinin göç etmekten başka çareleri kalmadığını bildirdi. Buradaki ahali gerekli tedbirlerin alınmasını, Çeçen muhacir yerleşkesinin değiştirilmesini ve Çeçen baskının ortadan kaldırılmasını istedi.” “Başka bir Çeçen eşkıyası, Mardinli iki çiftçinin öldürülmesi ve hayvanlarının da gasp edilmesi olayında rol oynadı. Osmanlı yetkilileri bunların yakalanması için gerekli tahkikatı yaptı.” “Ayrıca Resulayn’daki Çeçenlerden 40 kişinin eşkıyalığı ile Mardin çölünde huzursuzluk çıkardığı görüldü. Bu kişilerin engellenmesi ve bölgede huzurun tesisi için gerekli tedbirlerin alınması ahali tarafından istendi.” “Resulayn’daki Çeçen muhacirler, iskân mahallerinin uzağında da hırsızlık ve gasp faaliyetlerine karışabiliyordu. Erzurum’a koyun almak için giden 50 neferlik Çeçen grubu, Siverek’e vardıklarında bir köye hücum ederek buradan 350 adet Osmanlı lirasını, 50 adet gümüş mecidiyeyi ve 100 lira değerinde eşyayı gasp etti. Çeçen eşkıyalar hakkında tahkikat yapılarak içlerinden 6 nefer yakalandı. Diğer eşkıyaların da yakalanması için çalışma başlatıldı.” “Osmanlı arşiv belgelerinde muhacirlerin hayvan hırsızlığı yapmasıyla alakalı vakalar fazlaca görülmektedir. Ortaya çıkan problem ve meselelerin gerçekliği öncelikle görevliler tarafından incelenmektedir. Çeçen reislerinden Eğizbeyter Han “Telermen” köyü civarındaki halkın birçok hayvanını gasp edip hırsızlık yapması üzerine gerekli incelemeler yapıldı. Söz konusu inceleme üzerine çalınan malların geri alınması sağlandı.” “Yine; Resulayn ahalisinin, Haçin (Çeçen) muhacirlerin koyunlarını çaldıkları ve kendilerine şiddet uyguladıkları yönünde şikâyetleri oldu. Ahali, özellikle koyunları otlatmaya çıktıklarında meraların etraflarındaki meskûn Çeçenlerden baskı gördüklerinden ve gaspa uğradıklarından şikâyet etmektedir.” “Bunun üzerine Osmanlı yöneticilerinin Resulayn’da meskûn muhacirler tarafından çalınan bazı hayvanları geri alarak mutasarrıflık aracılığıyla gerçek sahiplerine teslim ettiği görülmektedir.” “Hayvan hırsızlığının yan sıra muhacirlerden kaynaklı eşya ve para hırsızlığı da görülüyordu. Resulayn'da ikamet eden Çeçenler, Mardin Meclis İdaresi emekli azalarından İlyas Efendi'nin oğullarına saldırarak hayvan, para ve eşyalarını gasp etmişti. Bu sebeple söz konusu muhacirler hakkında gerekli kanuni muamelenin yapılması, çaldıkları mala ve paraya el konulması ve bu muhacirlerden kaynaklı eşkıyalık faaliyetlerinin önlenmesi yetkililerden istendi.” “Karşımıza çıkan sorunlardan bir diğeri ise Çeçen muhacirlerin ticari kervanlara saldırıp gasp faaliyetinde bulunması ve ticarete engel olmasıdır. Diyarbekir Valiliği’nden gelen yazı üzerine Arap ve Çerkez kıyafeti giyen şahısların kervana saldırdığı anlaşılmıştır. Sorunların engellenmesi ve asayişin sağlanması için Siverek Kaymakamı ile Zor Mutasarrıflığı’na tebligat gönderildi.” “Bir sonraki kervan saldırısında ise 15 kişilik Çeçen muhacir grubu Halep’ten gelmekte olan 80 kişilik kervanı durdurarak mallarını gasp etmiştir. Bu gasp olayına karışan Çeçenlerin daha önce de kervan soydukları ve bu muhacirlerden yakalananların tutuklandığı bilinmektedir. Tekrardan ortaya çıkan soygun meselesi üzerine Seyyar Binbaşı ile jandarmalar görevlendirildi. Bunların yakalanmaları için eşkıya grubunu takip etti. Bu muhacirler bir süre sonra yakalanacaklarını anlayıp taşıyamadıkları malları geride bırakarak firar etti. Çeçenlerden üç kişi yaralı hâlde Diyarbekir’e getirildi. Geri alınan mallar 10 katır yükünde olup Hükûmet meydanında sahiplerine birer birer teslim edildi. Ayrıca eşkıyalara ait 1 martini silah, 2 kısrak, 1 çift çizme, 1 çeçen kalpağı, 2 kürek, 1 aba ve diğer bazı eşyalar da ele geçirildi.” “Çeçenlerin “Kürdistan” ve “Irak” sınırı arasında olmaları herhangi bir durumda bir taraftan diğer tarafa geçmelerine olanak sağladığından yakalanmaları zordu. Bu Çeçenlerin asayiş bozukluğuna sebep oldukları, iki defa kervan soydukları ve tekrardan sorun çıkarabilecekleri ihtimalinin olduğu belirtilerek yol üzerinden kaldırılmaları görevlilerden istendi.” “Asayişin sağlanması için sunulan diğer bir öneri ise hem Diyarbekir’in Mardin sancağından hem de Halep’in Zor sancağından eşkıyalığa karşı ortak tedbirler alınmasıdır. Çünkü tek taraflı alınan tedbirler eşkıyaların çöl taraflarına dağılmasına ve alınan tedbirlerin sonuçsuz kalmasına neden olmaktadır.” Kervan yolunu keserek gasp suçuna karışan muhacirler, devlet tarafından alınan önlemle yakalandığı da görülüyordu. Çeçen ümerasından ve meşhur eşkıyalarından Elsi Bey ile altı Çeçen ve bir urban arkadaşı Nusaybin’e gelecek olan kervanı Dara Kuyusu’nda muhasara altına altı. Bunun duyulması üzerine jandarma müfrezesi harekete geçti. Bizzat Elsi Bey’in attığı kurşun ile bir jandarmanın yaralanmasına rağmen sekiz eşkıyanın hepsi yakalandı. Eşkıyaların buradan adliyeye gönderildiği ve haklarında işlem başlatıldığı bildirildi." “Eşkıyalık ve hırsızlık yaparak asayiş problemine neden olanlar yakalanması hâlinde tutuklanıyordu. Mardin sancağının “Telermen”...(Günümüzde Mardin ilinin Kızıltepe ilçesinin bir bölümüdür) köyü ahalisi Çeçenler tarafından gaspa uğradıklarını belirterek bunlardan şikâyetçi olmuştur. Eşkıyalık yapan muhacirlerden Alsunaz Han, Topal Murteza Ali ve Hasan Bey suçları sabit görüldüğünden tutuklanarak merkez livaya gönderildi. Fakat tutuklanmalar sonunda da eşkıyalık olayları kesilmeyince yeni tedbirler alındı. Eşkıyalık faaliyetleri ve asayiş problemleri Mamüretülaziz, Malatya ve Diyarbekir’de karşımıza çıkmaktadır. Fakat en fazla Mardin sancağı, Resulayn kazası ve Çöl taraflarında görülmektedir. Coğrafi şartlar, ekonomik ve yönetimsel problemler eşkıyalığın derecesini ve etkisini arttırmaktaydı.” “Eşkıyalık faaliyetleri ve asayiş problemlerinin bölgede sık sık görülmesi eşkıyalığın sürekli devam ettiği anlamında değildir. Problemlere ve sorunlara rağmen devletin aldığı tedbirler ve sağladığı yardımlar etkisini gösterdiğinde başarıya ulaşılıyordu. Görevliler eksikliklerine rağmen vatandaşların huzuru için iyi niyetli çalışmalar yaptı. Diyarbekir Valisi namına Defterdar Tevfik’in gönderdiği yazıda; Resulayn kazasındaki Çeçenlerin önceden bazı tecavüzleri olmuşsa da bir süredir Resulayn ve Mardin civarında asayişin “berkemal” olduğu bildirildi. Defterdar Tevfik’e göre artık güvenlik ve asayiş sorunu kalmadı.” 1891 tarihinde “Takvim-i Vakâyi gazetesinden anlaşıldığı üzere güvenlik konusunda vilayetlerden merkeze düzenli raporlar gitmektedir. Gönderilen raporlara göre Diyarbekir ve Mamüretülaziz’de asayişin tam olduğu anlaşılmaktadır.” Eylül 1919 tarihli bir belgeye göre, “Yol kesmek ve sair suçlardan zanlı olup Mardin’in “Reşik” Köyü’nde ikamet eden muhacirlerden Çeçen oğlu Mehmet ve arkadaşlarının, Taşlı Aşireti’nden Mecit ve biraderlerine saldırdıkları haber alındı. Söz konusu problem üzerine, olay mahalline gönderilen askerî müfreze ile eşkıyalar arasında silahlı çatışma yaşandı. Söz konusu eşkıyalardan ikisinin yakalandığı diğer eşkıyaların da silahlarıyla birlikte ele geçirildiği Diyarbekir vilayetinden alınan haber üzerine, anlaşılmaktadır.” 1894 tarihli bir belgeye göre, “Çeçen muhacirlerin devlete ait malları gasp etmesi bakımından diğer bir örnek ise gelişen olayların nereye kadar vardığını göstermesi bakımından önemlidir. Yetkililerin eşkıyalık yapan Çeçenlere karşı zorlandığı ve olayların zamanla büyüdüğü görülüyordu. Resulayn kasabası ve köylerinde iskân edilmiş yüz haneye yakın Çeçenin, asayişsizliği ve eşkıyalığı sürekli hâle getirdiği anlaşıldı. Bir önceki olayda görüldüğü gibi; Çeçen çeteler, Beşinci Ordu’nun et ihtiyacını karşılamak amacıyla Diyarbekir'den koyun almaya gelen görevlileri Urfa ve Siverek arasında gasp ederek paralarına el koymuştu. Bu sebeple üzerlerine yollanan askerî müfrezesi 5 Çeçen’i yakaladı. Bu 5 Çeçen, Diyarbekir’de görülen mahkemede yargılanarak suçlu bulundu ve Siverek’e hapise gönderildi. Bu olaydan 10-15 gün sonra 20-30 kadar silahlı Çeçen geceleyin Siverek hapishanesini basarak daha önce tutuklanan beş Çeçen’i kaçırdı. Bunların tekrar yakalanması için yazışmalar yapılıp görevlendirmeler olsa da yakalanmalarının kolay olmadığı anlaşıldı. Çünkü jandarmanın yolu üzerinde bu muhacir çetelerinin tanıdıkları ve akrabaları bulunduğundan devletin almış olduğu tedbirleri haber almaktaydı. Ayrıca yakalanmazlar ve bunların takipleri de bırakılırsa daha fazla cesaret alarak asayişsizlikleri arttıracakları bilinmekteydi. Söz konusu mesele üzerine Diyarbekir Valiliği’nden gelen yazıda; çare olarak bunların eşkıyalık yapamayacağı münasip bir yere nakledilerek sorunların son bulması istendi. Eşkıyalığı önlemek maksadıyla ayrı ayrı nerelere iskân edilecekleri ve masraflarının ne kadar olabileceği araştırıldı. Yapılan inceleme sonucunda 40-50 hane Maraş ve Muş sancaklarıyla Sivas vilayetine gönderilip hemşerilerinin yanlarında iskân edildi. Fakat söz konusu muhacirler iskân edildikleri yeni arazilerde tekrardan eşkıyalık faaliyetinde bulundu. Osmanlı Devleti daha önce iskân ettikleri bu Çeçen muhacirlere tarım için 70 dönümden 130 dönüme kadar toprak tahsis etti. Ayrıca zanaat ve ticaretle uğraşanlara hane inşa edip yarım dönümlük arazi verdi. Bunları sağlanmasına rağmen eşkıyalık faaliyetlerinde bulunanlar birer-ikişer hane olarak başka arazilere ve şehirlere tekrardan iskân edildi.” “Muhacirlerin iskân bölgelerine gönderilmeleri esnasından işlemlerinin tamamlanmasına kadar geçen süre zarfında birçok zorluklarla karşılaşıldığı görülüyor. Muhacirlerin yolculuk esnasında karşılaştığı ulaşım sorunu ve maddi sorunlara iskân mahallerinde de barınma ve üretim sorunu gibi problemler eklendi. Mardin ve Resulayn çevresindeki gayrimüslim nüfus, özellikle Çeçen muhacirlerden ilk dönemlerden itibaren rahatsızlık duyuyordu.” (Asan)

*

Genelde durum bu şekilde anlatılmaktadır.

Konuya ilişkin anlatımlardan “DİYARBAKIR’DA ÇEÇEN MUHACİRLER VE SEBEP OLDUKLARI ASAYİŞ OLAYLARI” başlıklı olan Taşbaş’ın çalışmasında ayrıca şunlar da söylemektedir: “Çünkü asırlardır yaşadıkları ve terk ettikleri topraklar Osmanlı hakimiyetinde idi. Bu nedenle hem muhacirler hem de onların iskân edildiği bölgelerdeki yerli halk kendilerini birbirinden farklı görmüyorlardı. Arazi ve intibak gibi konularda bazı sürtüşmeler yaşansa da genel olarak büyük bir toplumsal soruna yol açacak olumsuzluklar yaşanmamıştır.” Bu tür olaylar Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde yaşanan sıkıntılardı. Diyarbakır civarında yerleşmiş olan Çeçenlerin neden olduğu olumsuzluklar ise genellikle “bu muhacirlerin eşkıyalık faaliyetlerinden” kaynaklanmaktaydı. “İskân edilen Kafkasyalı muhacirler ile yerli halk arasında sık sık köy halkının mallarına ve canlarına kastedilmesi nedeniyle huzursuzluklar yaşanmaktaydı. Devlet bu konuda önlemler alsa da bu olayların arkası kesilmemiştir. Resülayn’da ve onunla komşu olan Diyarbakır ve Halep vilayetleri civarında Çeçen muhacirlerin neden oldukları asayiş olaylarının sık sık meydana geldiği görülmektedir.” Ayrıca sonuçta “Çeçenlerin yağma, hırsızlık, saldırılar, kaçakçılık gibi faaliyetleri nedeniyle bölgede huzur ve asayişin bir türlü sağlanamadığı” ve bu yüzden güvenlik için bunları başka yere nakletmek zorunda kalan Osmanlı’nın “yeniden sevk ve iskan masrafları yapmak zorunda” kaldığı belirtilmektedir. 

Doğrusu bu ifadelere şaşmamak mümkün değildir. 1866’dan 1918’e uzanan bir döneme ilişkin olup bir kısmı açıkça birbiriyle çelişkili şekilde yorumlanabilecek farklı nitelikteki olguları ele alan Taşbaş o tablodan neredeyse sadece bir tek Çeçen suçlarını görebilmiş ve Çeçenleri Rusların yaptığı gibi neredeyse “ırsen” suçlu gibi resmetmiştir.

Elbette diğer benzeri yayınlarda olduğu gibi Taşbaş’ın çalışmasında da Çeçenlerin suçları dosdoğru bir şekilde anlatılmaktadır, ancak bu anlatımlarda bir şey eksik kalmaktadır, ki o da Çeçen açısıdır ve o açıdan görüntü alınmadığında resim eksik kalmakta ve yanıltıcı bir tablo ortaya çıkmaktadır.

Hem bu anlatımlar ve hem de çeşitli yayınlarda yer alan aşağıdaki objektif olmaktan tamamen uzak iki metindekiler türünden olumsuz ifadeler, bu Çeçen göçmenler haydutluk/eşkiyalık yapmak için mi gelmişlerdir, şeklinde bir soruyu akla getirebilmektedir. 

*

Şeyh Şamil isyanının 1859’da Ruslara yenilmesi üzerine Güney Kafkasya halkları Osmanlı’ya silahlarıyla birlikte iltica etmişler ve yerleştikleri Anadolu’da en kolay karın doyurma yolunu buradaki Ermenileri soymakta bulmuşlardır. “9 yaşında tehcire gönderilen ve 91 yaşında ölmeden önce teybe okuduğu anılarını 2005’te yayınladığım (M.K: Adlı Çocuğun Tehcir Anıları, 1915 ve sonrası) Adanalı Manuel Kırkyaşaryan’ın, çektiği onca acıya rağmen en ufak kin üretmeyen bir tabiata sahip olmasına karşın, kimseden değil ama babasını bir gece döverek öldüren Çeçenlerden çok şikayet etmesi anlamlı olsa gerektir.” (Oran)


“Rusya devletinin Kars Konsolos vekiline;/ Çeçen ve Çerkes ta’ifesi halkından yüz elli hane Rusya tarafına geri dönmek için dilekçe ile başvurduklarından, adı geçenlerin geri dönmelerine izin verilmesine muhalefet olunması hususu tarafımıza dostane bir şekilde bildirilmiştir. Adı geçen ahali bundan üç yıl evvel ülkemize gelmişlerdir. Bunlara Sivas da yerleşmeleri için uygun yerler gösterilip, kalacakları haneler inşa edilmiş, kendilerine çeşitli yardım ve ziraat yapmaları için zahire ve öküz verildiği gibi yerli halk tarafından çeşitli yardımlar yapılmıştır. Adı geçenler cibilliyetleri gereği dek durmayarak devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef eyleyerek bu tarafa gelmişlerdir. … Böyle katl suçlusu kimseleri hukuki gereği yapılmadıkça Rusya devletinin kabul etmeyeceği, kabul etse bile gereğini yapacakları umulur…./ Mutasarrıf-ı liva Kars 12.Aralık.1862” (Bolat, 38, 39)

*

Büyük umutlarla geldikleri Osmanlı’da çok büyük acılar yaşadıklarına kuşku olmayan bu Çeçen göçmenlerin Osmanlı’da işledikleri suçlar konusunda inceleme yapılmış, ancak onların ne acılar yaşadığı hiç incelenip ortaya konulmuş değildir. Zulümden kaçıp normal bir hayat kurmak amacıyla geldiklerinden kuşku duyulamayacak olan bu göçmenlerin geldikleri yerde çok çeşitli sorunlar yaşadığı kuşkusuzdur. Özellikle yaşanması çok zor bir bölge olan Deyr-Zor yöresinde iskan edilenler son derece olumsuz bir tablo ile yüzyüze kalmışlardır. 1917’ye gelindiğinde dahi aralarında muhtaç durumda bulunanlar olmuştur. İskan için bölgeye gönderilenler çeşitli hastalıklar, saldırılar ve diğer nedenler yüzünden burada barınamayarak çoğunluğu farklı yerlere dağılmışlardır. En fazla Çeçenin yerleştirildiği Resulayn’da 40 yıl kadar sonra yok denecek kadar az Çeçen kalmıştır. Başlangıçta yaklaşık 14-20.000 şeklinde belirtilen o bölgedeki Çeçen sayısı 1880’de 5.000 olarak ifade edilirken 20. asrın başlarında yüzlerle, 21. asırda onlarla ifade edilen sayılara düşmüştür. Başlangıçta tahminen 13-14.000 civarında olan nüfusları 30-40 yıllık bir zaman içinde neredeyse tamamen “yok olup” iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur.


Bir kısmı gelmelerinden hemen sonra ve hatta iskan edilmeden önce ülkelerine dönmek istemiş, ancak engellenmişlerdir. Bütün engelleme çabalarına karşın ülkelerine geri dönenler olmuştur. 

Çeşitli sorunlar yaşanan süreçte Osmanlı merkezi yönetimi yerel görevliler ile eşraftan farklı olarak genelde ılımlı ve sertlikten kaçınan bir tavırla muhacir sorunlarının giderilmesinde öncelikle tatlı dille ikna ve teşvik yöntemini kullanmış ve 1868’deki bir ordu yazısı örneğinde olduğu üzere günümüz yazıcılarınınkinden daha makul tutumlar sergilemiştir, ancak sonuç değişmemiş, göçmenler “tükenmiştir.”

1 Ekim 1868 tarihli yazıda şöyle denilmiştir: "Rezilliği ve edepsizliği yol edinen hafif beyinliler bozgunculuktan ve düzenbazlıktan menedilmeli... Diyarbakır vilayeti tarafında olan göçmenlerin başkanlarından olup yerlerinde rahat durmayan ve nasihat de kabul etmeyen ve daima kabilesini, topluluğunu bozan/bozgunculuğa sevk eden birkaç kişiden ibaret bu şahısların davranış ve tabiatları hakkında bilgi sahibi bulunmaktayım. Durumları ayrıntılı olarak büyük Diyarbakır vilayetine ayrı bir yazıyla bildirilen göçmenlerin pek çoğu Diyarbakır ve Sivas vilayetlerinde olduğundan... gerekli bazı bilgileri elde etmek üzere... subaylarım görevlendirilmiş ve gönderilmişlerdir. Bu konuda asıl olan... haydutluk yaptıkları ortaya çıkan muhacirlerin terbiye edilerek yola getirilmeleri ve diğer namuslu ve şerefli çoğunluğun huzur içinde yaşamalarının sağlanmasıdır.../ Dördüncü Ordu Mareşali/ İbrahim Derviş". (Polatkan, s. 68, 69)

*

Çeçenlerin Osmanlıda iskan edildikleri yerlerden birisi Çukurovadır. O tarihte henüz tarım yapılmayan bataklıklarla kaplı sivrisinek dolu bölgenin sıcak iklimine alışkın olmayan göçmenlerin bir kısmı hastalanıp ölmüştür. Bataklıkların kurutulup tarıma elverişli hale getirilmesinden ve bölgedeki Ermenilerin gitmesinden sonraki dönemde bölgenin toprağı kıymetli hale gelmiş ve şiddetli bir “toprak kavgası” başlamıştır. Çeçenlerin de nasiplendiği günümüze dahi yansımaları olan bu kavganın bir kesiti Yaşar Kemal’in romanlarında anlatmaktadır. (Kemal, İnce Memed-3, s. 11, 27, 36-43, 63, 80, 81; Kemal-İnce Memed 2, s. 156, 157 vd., 441, 442)

Orhan Kemal de özyaşamsal nitelikteki bir eserinde aynı kavganın bir kısmına tanıklığını dile getirmektedir. (Orhan Kemal, 48-50, 58, 64, 73, 124) 

Göçmenlerin akibetini dert edinen pek fazla kimse olmamışsa da, eserinde iyi bildiği yöredeki zihniyeti yansıtan Yaşar Kemal’in İnce Memed II adlı romanındaki kurgusal anlatımda Cumhuriyet döneminde Çukurova’daki bir Çeçenin özelinde o yöredeki durum şöyle anlatılmıştır:

*

“İdris Bey otuzunda gösteriyordu. Bir Çeçen beyi olan babası Osmanlı devrinde ili aşiretiyle birlikte Kafkaslardan gelmişti, Anavarza kalesinin karşısına, Ceyhan ırmağının güney geçesine yerleşmişti. Kurdukları köyün adına Akmezar demişlerdi. Önceleri Çukurovada sinekten, sıtmadan, sıcaktan hastalanmışlar, kırılmışlardı. Üç dört yıl içinde Çukurovaya alışmışlardı ama, sayıları da yarıya inmişti. Kafkaslardan getirdikleri atları da, öteki hayvanları da kırılmıştı.” “Çukurovaya alışan Çerkesler Çukurova cinsi güzel atlar yetiştirdiler sonra. Ektiler biçtiler. Çukurova o zamanlar meyve bahçesi nedir bilmezdi, güzel, bakımlı meyve ağaçları diktiler Çukurun sıcağına. Evleri ottan Türkmen köylerinin yanına ahşaptan ve taştan, ikişer kath güzel evleri olan, caddesi, sokaklan olan bir köy kurdular.” “Bereketli topraklar üstünde mutlu bir yaşama düzeni kurdular. Bütün ovaya güzel atları, iri meyveleri, yiğit davranışlanyla ün saldılar. Öteki Torostaki Çerkesler gibi at hırsızlığı da yapmadılar. Beylerinin bir dediğini de iki etmediler. Geleneklerini, göreneklerini de Kafkastaki gibi korudular.” “Mutlulukları, düzenleri, yepyeni, siyah, Ford marka bir otomobilin gelip son beyleri İdris Beyin kapısında duruncaya kadar, yıllarca sürdü.” “İri adam tombul elini bir daha ağır ağır İdris Beye uzattı, İdris Bey ele sarıldı ama öpmedi. İri adamm yüzünde bu yüzden bir hoşnutsuzluk belirdi. İdris Bey bunu gördü, sezdi, üzüldü. "Bizim soyumuz hiç kimsenin elini öpmemiştir, padişahın, çarın bile," diye içinden geçirdi. "El öpmeyi hiç kimse bizden beklemesin."/ İdris Bey başına birikmiş köylülere: "Kozan Mebusu Arif Saim Bey," dedi.” “Ankaradan çıkarlarken Arif Saim Bey: "Kardeşim Ahmet Bey," demişti, "sizi bana büyük bir toprak mütehassısı diye tavsiye ettiler. Şimdi sizinle Çukurovaya gideceğiz, altımızda otomobil, Çukurovayı adım adım dolaşacağız. Siz toprağm kalitesine bakacak, bana Çukurovanm en verimli toprağını tespit edeceksiniz, ben de tespit ettiğiniz bu toprağı alacak, buraya Türkiyenin en büyük, en modem çiftliğini kuracağım." “Ahmet Beyin Çukurovada en çok beğendiği ikinci toprak Akmezar köyünün yakınındaki bir küçük çiftlik oldu. Ermeniler kaçarlarken, bu küçük çiftliğin sahibi Ermeni çiftliğini bir Türkmen dostuna satmış oldu. Türkmenle Ermeni can arkadaştılar.” “İşte böylecene Türkmen Mahmudun çiftliğin tapusunu Arif Saim Beye devretmesiyle Akmezar köylülerinin de maceraları başlamış oldu. Genç İdris Beyin başına olmadık işler işte bu günden sonra açıldı. Arif Saim Beyin beğenip satın aldığı çiftliğin tapusu ancak iki üç bin dönümü kapsıyordu. Arif Saim Bey gibi cephelerde kan dökmüş, Paşaya en yakın bir arkadaş olmuş, milli kahraman payesine ulaşmış bir insana bu kadar toprak yeter miydi? Gerçekten ayıptı. Bu pay dilenci payıydı. Bir milli kahramanı insan kendisi de olsa bu dereceye düşüremezdi. Akmezar köylülerinin de topraklan çoktu. Çeçenler ne anlarlardı topraktan, at yetiştirsinler onlar, varsınlar Yağmur Ağanın çetesine girsinler, at hırsızlasınlar.” “Arif Saim Bey gülüyordu: "Bıraksınlar toprağı topraktan anlayanlara, onu sevenlere, kendileri de sevdikleri işi icra etsinler. Baba mesleklerine dönsünler."/ İki ay içinde yüzden fazla at geldi Arif Saim Beyin çiftliğine. Arif Saim Bey önce Çerkeş Yakubu çağırdı. Yakup çok yaşlı, hala attan inmez, tiridi çıkmış, parlak çizmeli, kızıl sakallı bir Çerkesti. İdris Beyin babasının değil de kendi babasının Bey olduğunu, İdris Beyin babasının da kendilerinin kölesi olduğunu her gittiği yerde söylerdi.” “Birkaç ay içinde Arif Saim Beyin tavlasında çok az soylu at kalmış, Akmezar köyünde de çok kişi atlanmıştı. Bu minval üzere önceleri Akmezarlılardan toprak almak çok kolay oldu. Sonra işler gittikçe sarpa sardı. Arif Saim, Çeçenleri korkutma yolunu seçti. Bunda da biraz başarı kazanıp, biraz daha toprak elde etti. Başta İdris Beyle köylünün bir kısmı dayattılar, topraklarından Arif Saim Beye bir avuç toprak bile vermemeye yemin ettiler. Köylerini bırakıp nereye, ne yana gideceklerdi? Bunu İdris Beyin kafası bir türlü almıyordu: Arif Saim Bey: "Nereye isterseniz, sizi oraya iskan ettiririm," diyordu. Arif Saim Beyin siyah, Ford marka, büyük gözlü otomobili diz boyu tozlara bata çıka İdris Beyin evine çok gitti geldi. Çok cebelleştiler. Arif Saim Bey İdris Beye çok yerinde, güzel önerilerde bulundu. Hatta: "Paşaya söyler seni mebus bile seçtiririm," dedi. İdris Bey gene ona bir karış toprak vermedi. Arif Saim Bey tehditlerde bulundu, İdris Bey bu tehditlere karşı: "Boynumuz kıldan ince Beyim," diyordu da bir şey demiyordu. "Ne yapalım Beyim, boynumuz kıldan incedir."/ İdris Bey ertesi sabah daha gün ışımadan Arif Saim Beyin konağına vardı. Konağın silahlı bekçileri onu gördüler. Dur diyemediler. İdris Bey atını sürdü, avlunun ortasında konağın yirmi adım ötesinde durdu: "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey," diye bağırdı. "Ben İdris, ben İdris. İşte geldim."/ Arif Saim Bey yatağından fırladı, pencereye geldi, perdeyi araladı dışarıya baktı. İdris Bey arkasındaki üç adamıyla atının üstünde dimdik, sarı saçları, savatlı gümüş takımları, kara kalpağının altından taşmış altın sarısı saçları, bir yırtıcı kuşun gözlerine benzeyen mavi ışıklı gözleriyle bir onur, bir yiğitlik heykeli gibi duruyordu. "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey, ben İdris. Geldim işte."/ Arif Saim Bey pencereyi açtı: "Buyurun İdris Bey," dedi en yumuşak, en sıcak, dost sesiyle. "Buyurun yukarı, hemen giyiniyorum." "Yukarı gelemeyeceğim Arif Saim Bey, siz aşağı buyurun. Hem de tabancanızı alıp öyle buyurun. Siz bir askersiniz. Sizinle çarpışmaya, kozumuzu pay etmeye geldim. Tabancanızı alıp buyurun aşağı."/ Arif Saim Bey pencereyi kapadı, içeriye çekildi./ İdris Bey orada atının üstünde sabırsızlıkla duruyor, gözleri konağın kapısında, gelecek Arif Saim Beyi bekliyordu. Bekledi bekledi, sabırsızlandı. Güneşin ilk ışıkları ovayı yaladı geldi. Gün bir kavak boyu yükseldi, İdris Bey daha bekliyordu. Sonunda dayanamadı: "Arif Saim Bey, Arif Saim Bey. Sözünün arkasını getiremedi, arkadan gelen bir kurşun ensesinden girdi, boğazını parçalayıp çıktı. İdris Bey atının üstünden yere usulca cansız süzülüverdi. Kalpağı yana, başının az ötesine kaydı, sarı saçları toza serildi, karıştı. Kanı omuzlarının yanına göllendi, saçlarına kadar geldi, bulaştı. Arkadaşları atlarından indiler, kalpaklarını çıkardılar, kalpaklı sağ ellerini göğüslerine bastırıp Beylerinin huzurunda bir süre sessiz durdular. Sonra ödevlerini yerine getirdiler. Sonra da ölüyü incitmekten korkarak atının üstüne koydular, oradan sessizce uzaklaştılar. Arif Saim arkalarından baktı baktı: "Yazık," dedi. "Çok yazık. Onunla dost olunabilirdi."/ İdris Beyin vurulma haberini Memede Topal Ali getirdi. (Kemal, İnce Memed-2, s. 156, 157, 441, 442)

*

Aslında 1865 Çeçen göçmenlerinin iskan edildikleri bölgede barınamayacakları başlangıçta da açıklıkla tahmin edilebilecek bir husustur. Zira bölge Rus, İngiliz ve Fransızlar başta olmak üzere çeşitli dış güçlerin kendi yararları açısından  en azından bir kısmını destekleyip kullanmaya çalıştığı Arap, Bedevi, Urban, Dürzi, Ermeni, Kürt, Türkmen ve benzeri grup ve aşiretlerin yaşadığı, günümüzde dahi süregiden çatışmalardan da görüleceği üzere “ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” anlayışının geçerli olduğu ve o dönemde Osmanlı merkezi yönetiminin tam olarak kontrol sağlayamadığı son derece karmaşık bir bölgedir. Göçmenler tam bu yapının ortasına merkezi idarenin otoritesi için sonuçta kendi çapında epeyce başarılı olduğuna kuşku olmayan Osmanlı’nın bilinçli bir “mühendislik” çalışması sonucunda gönderilmişlerdir. Yapılan Osmanlı açısından çaresizce medet umulan bir çaba sayılabilir.

*

“Deyrizor'da bir Kürt-Arap savaşı mı yaşanıyor?” “Arap aşiretleri de Kürtler de petrol ve diğer gelirler konusunda geri adım atmak istemiyor.” (Öztaş)

*

Richmond’a göre, İmparatorluktaki en sorunlu ve Arap milliyetçilerinin bağımsızlık talep ettiği yer olan Suriye’de KK’lı sürgün toplulukları yerleştirip, bu asi bölgelerle Osmanlı'nın merkezi arasında bir bariyer olarak kullanma fikri Osmanlı Devleti'nde çok önce ortaya çıkmış, 1860'ların ortalarında binlerce Çeçen Bedevi ve Kürt saldırılarını püskürtmek üzere doğu Suriye'de iskan edilmişler ve Çeçenlerin kaderi de Çerkeslerinkinden iyi olmamıştır. Hastalık, savaş ve sürgün 1880'de beş bin kişi dışında hepsini öldürmüş ya da dağıtmıştır. Osmanlı Çerkeslerden bir hat oluşturulmasının göçebe saldırılarını püskürtecek temel bir askeri güç oluşturacağını ve imparatorluğun merkezini koruyacağını düşünmüş, sığınmacılar açlıkla yüzyüze kalıp, bazıları eşkiyalığa başlarken bir kısmı da kendi çocuklarını satmaya zorlanmış, Osmanlı yeterince tohumluk ve donanım sağlamayınca pek çoğu ilk birkaç yıl içinde açlıktan ölmüşlerdir. (Richmond, s. 149-163)

Saydam’a göre de, göçmenlerin iskan yerlerinden başka bir yere giderek yeniden yardım almaya teşebbüs etmeleri bir sorun oluşturmuş ve böylelerinin asıl yerlerine iade olunacakları bildirilmiştir. Ancak Zor’da yerleştirilen 14.000 kişiden sadece 4.000'inin yerinde kalmış olması bu konuda başarı sağlanamadığını göstermektedir. (Saydam, s. 191-199)

5.d.Göçmenlerden Kaynaklanan Sorunlar

Zaman zaman göçmenlerden kaynaklanan sorunlar da olmuştur. (Aydemir, s. 197; Karataş-Sorunlar; Chochiev) 

Göçmenler yerleştirildikleri bölgelerde zaman zaman suç işlemişlerdir. Bu duruma erken bir örnek 1861 yılına aittir. Merkezden Ankara, Sivas, Harput, Adana mutasarrıflarına ve Konya valisine gönderilen bir bildirimde Kayseri’de iskân edilen Çerkeslerden yetmiş yahut seksen kadar atlının Adana’ya giderek bölgedeki Kürt aşiretinin hanelerini yağma ettiği belirtilmektedir. Kürt aşiretinin de karşılık vermesi üzerine hem göçmenlerden hem aşiretten insan kayıpları ortaya çıkmıştır. Belgede saldırgan göçmenler için “nimetin kadrini bilmeyerek bunların şu uygunsuzluğa cür’etleri doğrusu teessüf olunur” denilmiştir. (Kuzu)

23 Kasım 1868 tarihli yazıda "Erzurum, Sivas, Trabzon, Diyarbekir vilayetlerinde Çerkez, Çeçen ve Nogay göçmenlerinden silahla dolaşarak insan öldürüp eşya gaspedenlerin cezalandırılması",  "yaramazlık teşkil edecek eylemlerle huzuru bozan olayların tamamen yasaklanması", suçluların cezalandırılması ve "kurallara uyan"ların "tamamen hoş tutularak idare edilmeleri” istenmiştir. 5 Temmuz 1888 tarihli yazıda "Tokat Mutasarrıflığınca Kafkasya'dan gelen göçmenlerin, simit satan tablacıları yağma ederek Zile Hükümet Dairesi'ne hücum ettiklerini bildirildiği" ve "yiyecek erzak talebinde bulundukları" belirtilmiştir. (Polatkan, s. 66, 67, 78)

İskânda ortaya çıkan bir olumsuzluk da muhacirlerden beklenen tarımsal faaliyetlerden istenilen sonucun kısa zamanda alınamaması olmuştur. Özellikle Çeçen muhacirlerinin üretim güçlerinin kazanç sağlayabilecek bir yapıda olmadığı, “yağmalama yöntemine fazlaca başvurduklarından artık bunu alışkanlık hâline” getirdikleri, “bedava yaşamanın getirdiği uyuşukluk ve tabi oldukları gevşek kontrol” mekanizmasının muhacirlerin tarıma olumsuz bakmasına neden olduğu ve her sene tarımsal işlerden biraz daha uzaklaştıkları, “Çeçenlerin büyük kısmının üretim topluluğu hâline” gelemeyeceğinin zamanla anlaşıldığı şeklinde değerlendirmeler yapılıp, Osmanlı’nın konuyu ciddi biçimde ele alıp çare düşündüğü ve bu amaçla idari bazı düzenlemeler de yaptığı belirtilmektedir. (Asan, s. 166)

Bütün bu sorunların sonucu hayal kırıklığı ve memnuniyetsizlik olmuş ve göçmenler sürekli olarak yer değiştirmek veya geri dönebilmek için uğraşıp durmuşlardır.

5.e.İskan Yeri Değişikliği Çabaları

İlk iskanlardan itibaren pek çok zaman ve yerde göçmenlerin iskan yerlerinde değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerin bir kısmında yönetimin iskan konusunda yaşadığı karmaşa etkili olurken, çoğunluğunda göçmenler çeşitli konulardaki memnuniyetsizlikleri nedeniyle ülkelerine geri dönmeye ya da iskan olundukları yerlerden başka yerlere gitmeye çalışmışlardır.  

*

“Türk propagandasının etkisinde kalarak göç eden Çerkesler, çok az istisnayla, çok çabuk düş kırıklığına uğradılar ve umduklarını bulamadılar.” (KUZEY KAFKASYALILARIN YERLEŞTİRİLMELERİ)

“Muhacirlerin iskân olunma süreçlerinin uzaması, misafir olarak yerleştirilme sürelerinin artması, kabile ve akrabalarının yanına iskân olunmada ısrar etmeleri, iskân mahallerini beğenmemeleri ve diğer belirsizlikler sebebiyle muhacirlerin başka hiçbir iş ile meşgul olmadıkları görülmüştür.” (Tekin)

*

İskan yeri değişikliği konusu göçlerin hemen başlangıcındaki ilk iskanları takiben 1860’lı yılların başında gündeme gelmiş ve gündemden hiç düşmemiştir. 

İlginç bir iskan yeri değişikliği göçün daha yeni başladığı 1860 yılında meydana gelmiştir. Pul’un çalışmasında, 2 ve 17 Aralık 1860 tarihli belgelerde, “Çeçen muhacirlerin gemi ve kayıklarla Trabzon’a gelmeleri ve Sivas’a iskânları uygun görülmüşken oralarda yer kalmadığından Samsun’a gitmelerinin istenmesi, ayrıca muhacirlere yiyecek, giyecek vb. gereken tüm yardımların sağlanması”, “ve doğrusu Anadolu halkı bunca tekâlif ile mükellef oldukları halde iskân-ı muhâcirîn emrinde pek çok fedakarlıklar etmekte iseler de bazı memûrîn taraflarından istenilen sûrette ikdâmât görülemediğinden 'avdet-i âcizânemde bu yolda teshîlât ve mu'âmelât-ı kâmilenin îfâsı zımnında...”  denildiği, “17 Aralık 1860 tarihinde Trabzon’a gelmiş olan Çeçen muhacirlerinin iskân edilmesi için Sivas uygun görülmesine rağmen oraca boş yer kalmadığından Canik’e yönlendirilmeleri”nin sağlandığı ve bir müddet sonra bunların bir kısmının Sivas’a bir kısmının da “Kengiri, Çorum, Tokat ve Amasya’ya iskân” edildikleri belirtilmekte ve 1860 yılı itibarıyla Sivas’ta boş yer kalmadığından bahsedilmesinin ilginçliğine vurgu yapılmaktadır. (Pul)

Gerçekten de ilginçtir, sonraki yıllarda Anadolu’daki en temel iskan yerlerinden biri olan Sivas’ta 1860 yılında iskan için yer olmadığı söylenebilmiş ve buna istinaden göçmenlerin kararlaştırılan iskan yerinde değişiklik yapılmıştır.

Bu durum yerel unsurların en baştan itibaren göçmenlere ne denli olumsuz bir şekilde baktığının çok açık bir göstergesidir ve aşağıdaki anlatımdan benzer durumların yıllar sonra daha da vahim bir şekil alarak sürdüğü de anlaşılmaktadır.

*

“Yerel halktan bazılarının göçmenlere karşı takınmış olduğu olumsuz tutum da iskân işini zorlaştırıcı  bir etki yapmıştır. Mesela, 1880’li yılların başında Erzurum üzerinden Osmanlı topraklarına giriş yapan göçmenlerden 4 bin hanenin Sivas’a gönderilmesine karar verilmişti. Göçmenler Sivas’a vardıklarında iskân edilmeleri yönünde herhangi bir girişimin olmadığını gördüler. Bunun üzerine bir an evvel iskân edilmeleri için yerel makamlara müracaat ettiler. Ancak müracaatlarından bir netice çıkmadı. Öyle olunca da kimsesiz ve yetim göçmenlerden çoğu aç ve korumasız bir halde kabristan ve sokak ortalarında kalakaldılar. Son bir hamleyle durumu bu kez kaleme aldıkları arzuhallerle İstanbul’a arz ettiler. Hem o arzuhallerden hem de yürütülen tahkikatlardan Sivas ve çevresinde yaklaşık 10 bin haneye yetecek miktarda mirî, mahlûl ve mevkuf arazinin var olduğu tespit edildi. Ancak o topraklar Sivas’taki ağa ve beylerin tasarrufundaydı. Bunlar o toprakların ellerinden alınmasını istemediklerinden tahrik ettikleri yerli halkla göçmenler üzerine saldırdılar. Göçmenlerin perişanlığına daha fazla göz yumamayan Babıâli meselenin en kısa sürede halledilmesi için Sivas, Malatya, Mamuretülaziz ve Ankara vilâyetlerine iskân memuru olarak Mustafa Paşa’yı tayin etti. Buna rağmen sorun çözülemedi ve Sivas’taki göçmenlerden bazıları 1882 senesinde Kars’a dönmek zorunda kaldı.” (Yüksel) 

*

1860’da Manisa’da iskân edildikleri yere adapte olamayan bir Çeçen grubu da memurlar eşliğinde yaptıkları incelemeler sonucunda Güzelhisar-ı Menemen’e tabi Tekke köyünde boş bir araziyi beğenip buraya yerleşmeye karar vermiş ve bu kararları uygun görülmüştür. Ancak aynı yılın sonbaharında 42 hanelik bu grubun içinden Hoca Said ve Arslan’ın başını çektiği 32 hanelik bir grup, buraların “ab u heva”(su ve hava)sıyla uyum sağlayamadıkları ve telef oldukları gerekçesi ile Uzun Yayla ve Erzurum taraflarına nakledilmek istemişlerdir. Nakil masrafları kendilerine ait olmak üzere ve topluluğun geri kalanı için böyle bir uygulama yapılmamak kaydıyla gitmelerine izin verilmiştir.” (Berber)

Sivas’taki bir grup Çeçen muhacirin Resülayn’da iskânları kararlaştırılmış, sevklerinin yapılabilmesi için gerekli olan hayvan ihtiyacı Sivas’tan tedarik edilmiş ve Diyarbakır Vilayeti’ne çekilen 12 Kasım 1868 tarihli telgrafta sevk edilecek muhacirlerin bir an önce iskânlarının tamamlanması için hızlı bir şekilde Resülayn’a gönderilmelerine dair hükümet emri bildirilmiştir. Sonraki bir tarihte Resülayn’daki muhacirler de su ve havasının uygunsuzluğu nedeniyle çok sayıda insanın telef olduğunu ifade edip başka bir yere gönderilmelerini istemişlerdir. 5 Kasım 1890’da tarihli yazıda bölgede iskân edilen çok sayıdaki Çeçen’in hem olumsuz koşullar hem de Kürt korkusu nedeniyle 200 haneye düştüğüne dikkat çekilerek bu muhacirlerin gitmek istedikleri “Elaza? isimli yere” nakillerinin yapılması talimatı verilmiştir. (Taşbaş)


Daha önce Suriye’de Resulayn bölgesine iskân edilen göçmenlerden bir kısmı bölgenin iklimine uyum sağlamakta zorlandıklarını, bu nedenle havası ve iklimi daha önceki vatanlarıyla aynı özellikleri taşıyan bir yere nakillerini istemişler ve bu göçmenler devletin izni dâhilinde Muş’a iskân edilmişlerdir. 1888 yılında da daha önce Resulayn’a iskân edilmiş olan göçmenlerden bir grup buranın iklimine uyum sağlayamadıklarından ilk etapta 15 hanesi ve daha sonra da bir o kadarı iskan için Muş’a nakledilmişlerdir. (Öztürk-Toprak)

Osmanlı’da muhacirlerin yerleştirilmesi sırasında bazı sorunlar ortaya çıkmış, salgın hastalıklar, muhacirlerin hava koşullarına uyum sağlayamamaları ya da yerleştirildikleri bölgede yerli halkla yaşanan çeşitli problemler dolayısıyla Osmanlı toprakları üzerinde iç göç aralıklarla devam etmiştir. Musul Kafkas Göçleri Komisyonu Reisi tarafından 21 Şubat 1888’de gönderilen yazıda Zor Sancağı’na bağlı Re’sülayn Kazâsı’nda bulunan Çeçen muhâcirlerden bazılarının boş olan emlâk-i hümâyûn arazilerinde iskân edilmeleri için izin istenmiştir. Re’sülayn Kazâsı’nda iskân edilmiş bulunan muhâcirlerin, bölgenin havasıyla uyum sağlayamayarak pek çoğunun dağıldığı ve kalanların da hastalıklarla mücadele hâlinde olmaları üzerine Musul Vilâyeti’nde emlâk-ı hümâyûn arazilerinde iskân edilmeleri hakkında yapılan mürâcaatın kabul olunduğu 22 Şubat 1888’de bildirilmiştir. Samsun İskelesine ulaşıp oradan Tokat ve Zile taraflarına yerleştirilen 260 hane Kabartay muhaciri, kendilerine yevmiye dahi verilmediğinden şikâyet ederek Kars sancağında yer alan Soğanlı Dağı civarında iskân edilmelerini istemişlerse de Kabartaylar’ın bu talebi Rus baskısından dolayı Soğanlı Dağının sınıra yakın olması gerekçesiyle Osmanlı Hükümeti tarafından reddedilerek Harput Vilayetine gitmeleri daha uygun görülmüş, ancak Harput Mutasarrıfı tarafından Diyarbekir, Musul ve Süleymaniye taraflarının daha uygun olduğu bildirilmiştir. Sivas Uzunyayla’daki Kabartaylar da aynı şekilde talepte bulunmuşlardır. (Koç)


1900 yılının Nisan ayında 7 Çeçen’in de aralarında olduğu bir grup muhacir ısrarla 

Suriye taraflarında iskânlarını istediği için bunların bir kısmı Suriye’ye, Çeçenler ise Bağdat demiryolu güzergâhına yerleştirilmek üzere Konya’ya sevk edilmişlerdir. Dağıstan’dan 59 göçmen Van’a gelmiş ve bunlar daha sonra Sivas’a gitmek istediklerini bildirmişlerdir. Sivas’a gelen 63 Çeçen muhaciri iskân için Suriye’de bulunan akrabalarının yanına gönderilmelerini talep etmişler, onların bu isteklerini kabul eden Osmanlı hükümeti bu muhacirleri Şam’a nakletmeye karar vermiştir. Bir grup Çeçen muhacir iskân için Konya’ya sevk edilmiş, bunlar ısrarla Şam’a nakledilmeleri için gösterilerde bulunmuşlar ve hükümet isteklerinin karşılanmasına karar vermiştir. Muş’a gelen 28 Çeçen Hafik Kazası’nda bir çiftlikte iskân edilmek üzere Sivas’a sevk edilmiştir. (Taşbaş)


25 Şubat 1907 tarihli yazıda Osmanlı’ya gelen muhâcirlerin kendilerine tanınan ev, gıda, ziraat aletleri ve sâir eşyalarını satıp paraya çevirerek başka yerlere gittikleri belirtilip bunun önlenmesi istenmiştir. (Osmanlı-II, s. 378)


Sık sık muhacirlerin izinsiz olarak iskan yerlerinden başka yere gittikleri ve geri dönmek istedikleri durumlar da olmuştur. Osmanlı bunları engellemeye çalışmış ve asayiş sorunları yüzünden bazen sürgün cezası uygulamıştır. Örneğin, Çeçen “İslam Bey, Milli Aşireti’yle yaşanan sorunlardaki etkisi ve eşkıyalık yapması nedeniyle Mardin’den alınarak Mamüretülaziz’de zorunlu ikamete tabî” tutulmuştur. “İslam Ağa” sürgün edildiği Mamüretülaziz’in Gesane Mahallesi’nde ekonomik sorunlar yaşayınca da kendisine maddi yardım yapılmıştır. 1876’dan sonra değişik tarihlerde sayıları 240, 150, 1155  ve “birkaç bin” Viladi Kafkas, Kuban ve Çerkez ahalisinden olarak belirtilen göçmenlerin Sivas ve Mamüretülaziz’de iskân edilmesine karar verilmiş ve  öteye beriye “savuştukları” belirtilen Kafkas muhacirlerinin belirlenen arazilerin dışındaki yerlere gitmesinin engellenmesi istenmiştir. (Asan, s. 126-134, 159-162, 173)


1915-1916 döneminde Rusların bölgeye gelmesi üzerine Muş’tan başka bölgelere göçler yaşandığı da bilinmektedir.


Başka çeşitli iskan yeri değişiklikleri de olmuştur. (Osmanlı-II, s. 66, 239, 244; Polat; Satış; Erdoğan)

5.f.Dönüş Çabaları

Osmanlı’da sorun olarak algılanan durumlardan biri göçmenlerin Rusya’ya geri dönmek istemeleridir. Göçün kontrolü ve ülkede düzenin korunması istenirken asker ve iş gücü olarak görülen göçmenlerin kaybı istenmemiştir. Örneğin 1861 yılında Kütahya’da iskan edilen 160 haneden 130’unun “vatan-ı kadîmlerine avdet ve ric‘at etmek efkârıyla” yola çıkması bir endişe yaratmış ve yola çıkanların ikna edilmesi için güzergahlarındaki yöneticilere emir gönderilmiştir. Yetkililer aynı zamanda geri dönmek isteyen göçmenleri rahatsız eden sorunlara çözüm bulmaya çalışarak geri dönmelerini engellemeye gayret göstermişlerdir. Geri dönmelerine izin verilmediği takdirde kargaşa çıkarabilecek grupların gitmelerine müsaade edilmiştir. (Kuzu)

5.f.1.Güncel Anlatım Örnekleri

Bu konu ile ilgili güncel anlatımlardan bazı örnekler şöyledir:

-"Bozkurt'da... sevgili anneannemin öykülerini dinledim. Kafkasya'ya dönme hayaliyle fanteziler kuran büyüklerimizin hiçbiri hayallerini gerçekleştirip ata yurduna dönemedi. Büyüklerimizin her biri "Kafkasya'ya dönme hayali" ile hakkın rahmetine kavuştukça; hiç kimsenin umursamadığı bir sürgün yaşantım, hiç kimseyle paylaşamadığım bir ıstırabım oldu. Geçirdiğim ömrü, bir kafesteki kuş gibi kendi içimde yapayalnız yaşadım. Bu yalnızlığın acısını şiirlere söyledim, öykülere anlattım ya da hikayelerle paylaştım”, “yaban gülleri gibi diasporada özgürce açtık". (Öztürk-Savaş Lordları, s. 12, 34; Öztürk, s. 157)

-BA’nın 29.9.2022’de söylediğine göre, büyük dedesi 7 oğlu ile gelip 5 oğlunu burada bırakıp 2’si ile geri dönmüştür.

-Kutlu’nun biyografisinde “1865 yılı yazında Kafkasya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden/ettirilen 23.057 Çeçen-İnguş göçmen/sürgün arasında 12 yaşındaki Sadık ve Sadık’ın halası Halime Hanım da vardır. Sultan’ın ”Cennet gibi” topraklarına ayak bastıklarında aslında “Cennet”ten geldiklerini anlayan ve Daimohk’a/Çeçenya’ya geri dönen/dönebilen 5857 kişi” denilerek dönenler için net bir sayı verilmektedir, ki bu sayı o dönemde gelenlerin %25’i civarındadır. (Berkhan) 

-“Aile büyüklerim anavatan özlemini tüm yaşamları boyunca içlerine atmış kimbilir ne kadar acılar yaşamış ama etraflarına belli etmemişlerdi.” (Albayrak, s. 222)

-Ömrünü bir Çerkes idealisti olarak geçirip de bir kez olsun Kafkasya’yı ziyaret etmeyen insanlar var. Peki bu bize neyi anlatıyor? Belli ki kimileri hayalindeki Kafkasya’yı bozmak istemiyor. Hafızada idealize edilmiş bir tarih ve yüceltilmiş bir kültür var. Aynısını bulamama kaygısı onları gitmekten alıkoyuyor. Ömürleri dedeleri ve babaları gibi özgür Kafkasya’yı beklemekle geçiyor.” (Taştekin-Nostalji) 

5.f.2.Genel Olarak Dönüş Çabaları

Göçmen “Çerkeslerden bazıları Osmanlı topraklarına ulaşır ulaşmaz hemen  geri dönmenin çarelerini aramışlardır. Trabzon'daki Rus konsolosu Moşnin,  İstanbul'daki büyükelçiliklerine yazdığı mektupta, göç edenlerin tek ortak  düşüncelerinin vatanlarına dönmek olduğunu bildirmiştir.” (Kanat)


12 Mayıs 1861 tarihli bir yazıda, Kırım ve Kafkasya'dan gelerek kara ve deniz yoluyla vilâyetlere gönderilen muhâcirlerin bir çoğunun henüz iskân olunamadığından perişan halde bulunduğu, İzmir ve civarına yerleşmek için giden bazı muhâcirlerin İstanbul'a dönerek ilgili makamlardan aslî vatanlarına gitmek istediklerini bildirdikleri, bu durumun yerel iskân memûrlarının ilgisiz davranışlarından meydana gelmesi nedeniyle dirayetli ve ehliyetli yeni memûr ve subaylarla, nefret ettirmeden iskândaki güçlüğün anlatılması gerektiği, sayıları yüz elli bine ulaşan muhâcirlerin barınma, ziraat aletleri ve yiyecek masraflarının otuz bin kese masraf ile karşılanabileceğinin hesaplandığı ve masrafların hayırseverlerin katkılarıyla azaltılabileceği belirtilmiştir. (Osmanlı-I, s. 58)

Osmanlı’ya ilk gelen Çeçen göçmenlerden bir kısmı kısa bir süre sonra geri dönmek istemişlerdir. Bu durumun iklime uyumsuzluk ile görevlilerin tutumundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Anadolu’nun batısında iskan edilen bu göçmenlerle ilgili olan 20 Nisan 1861 tarihli yazı ile İzmir Valisinin 22 Nisan 1861 tarihli telgrafına göre, Manisa’da iskân edilen Çeçenler göç ettikleri topraklara geri dönme arzusunda olduklarını beyan ederek Rusya ile irtibata geçmişler ve geri dönmeleri konusunda “olumlu yanıt” almışlardır. Rusya’dan bu yanıtı alan 5-600 kadın-erkek Çeçen göçmen İzmir’e gitmiş, “ancak Rusya Konsolosluğu daha sonra bu adımdan vazgeçildiğini ve muhacirlerin gelmesi durumunda kabul edilmeyeceklerini bildirmiştir.” Bunun üzerine bu “Çeçenlerden 7-8 kadar kişi buralarda idare edemediklerini söyleyerek Kars ve Muş sancaklarında iskân edilme talebinde bulunmuşlardır. Devletin muhacirlerin yol ve diğer masraflarını karşılayacak parası olmadığından, muhacirler bu masrafları kendilerinin ödeyeceklerini beyan edince İstanbul’a gelmelerinin uygun görüldüğü İzmir Valisi’ne bildirilmiştir.” “Çeçen muhacirlerinden bir kısmı Sivas canibinde iskân edilmişler; ancak Rusya’ya gitmek üzere Soğanlıdağı’na gelmişlerdir. Bu nedenle belgeler, Kars Mutasarrıfı Emin Paşa ile Rusya’nın Kars’ta bulunan Konsolosu’na hitaben yazılmıştır. Belgelerden 103 Çeçen hane ile toplam 150 hanelik bir muhacir grubunun Rusya’ya gitmek istedikleri anlaşılmaktadır. Muhacirlerin 3 sene evvel Osmanlı topraklarına geldikleri belgede kayıtlıdır./ Söz konusu muhacirlerden 80 hane gitmekten vazgeçtiklerini ifade edince de yine her türlü yardımın yapılması gündeme gelmiştir./ Osmanlı Devleti hududa çok yakın olan Kars’ın mevki-i nazike olduğu gerekçesiyle Sivas’a dönmelerinde karar kılmıştır.” (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)

Geri dönmekte ısrar eden bu göçmenlerin sorunlarına Osmanlı ülke içinde iskânlarını sağlamak suretiyle çözüm aramış ve “durum hakkında vilayetteki uygulamaların yolsuz bir şekilde cereyan ettiği duyumunu alan merkez, bu konuda valiyi ciddi bir şekilde uyararak durumun düzeltilmesini ve muhacirlerin “hüsn-i iskân”larını istemiştir.” Rusya’ya dönmek üzere Manisa’dan ayrılan 150 kişilik gruptan bir kısmının da “İstanbul’a vardıklarında gitmelerine izin verilmeyip, akrabalarının bulunduğu Bolu sancağı dâhilinde 25 hane 91 nüfus olarak yerleştirilmelerine karar verilmiştir.” (Berber)

Aynı konudaki 4 ve 5 Haziran 1861 tarihli bir yazılarda da, daha önce iskan için Kütahya’ya gönderilen “Çeçen muhacirlerinden ve Hoca Mustafa ve Tatar Han ve Hüseyin ve Memi Efendi takımlarından” olan yüz altmış haneden geri dönmek isteyen yüz otuzunun iskan yerlerinden ayrılıp Sivas ve Erzurum tarafına ve yedisinin başkente gittikleri ve vazgeçmezlerse gitmek isteyenlere yapılmış olan yardımların geri alınacağı belirtilerek  Konya, Ankara, Sivas ve Erzurum’daki ilgililerden bunların ikna edilip kararlarından vazgeçirilmesi istenmiş ve tehcir büyük bir hızla devam ederken geri dönmeye kalkan göçmenlerin “sayısı o kadar artmıştır ki” Osmanlı çeşitli tedbirler alma ihtiyacı hissetmiştir. (Pul; Osmanlı-II, s. 234)  

Osmanlı idari tedbirlerle dönüşleri engellemek istemiş ve dönüş yolundaki göçmenlerin karşısına silahlı güçlerle çıkılmıştır. 20 Aralık 1861 tarihli bir yazıda Erzurum ve Kars taraflarına yerleştirilecek olan Çerkes kabilelerinin, sakıncalı olan Rus sınırına yakın yerler dışında Tekman, Ahlat, Tercan veya kendi istedikleri Soğandağı civarındaki uygun bir yere yerleştirilmeleri, Rusya'ya firarlarının engellenmesi için gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir. (Osmanlı-II, s. 244)

19 Şubat ve 14 Nisan 1862 tarihli yazılarda da Erzurum’da olup Kars tarafına gitmeyi düşünen muhacirlerin "kötü fikirlerinden" ve "sert mizaçlarından" söz edilerek bunların sınırdan uzak yerlere hızlıca iskanlarının sağlanması istenmiştir. (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 225, 225-Dipnot: 9)

İskan işinde aksamalar olmuş, şikayetler yağmış ve göçmenlerde asıl vatanlarına dönme düşüncesi belirmiştir. 11 Mayıs 1861 tarihli bir Arz Tezkeresi’nde sorunların "mahalli memurlarının himmetsizliklerinden doğduğu" ve bilhassa Anadolu'daki iskan işlerinin iyi yürütülmediği ifade edilmiştir. Göçmenlerden hayal kırıklığına uğrayıp vatanlarına dönmek üzere Samsun ve Trabzon'da toplananlar ve hatta Rusya'ya gidenler olmuştur. İskan işlerinin verimli olmamasında iskan memurları ile mahalli yönetimlerin birtakım gevşeklikleri olmakla birlikte bizzat muhacirlerin tutumu da işleri zorlaştırmıştır. Sürekli yevmiye alacaklarını düşünerek teklifleri reddedenler olmuş, kabilecilik anlayışıyla toplu olarak yerleşmek isteyenler güçlükler yaratmıştır. Osmanlı’nın Rusya'ya geri dönüşlerin artması halinde içte ve dışta itibar kaybına uğrayacağını büyük ölçüde göz önünde tutması muhacirlerin bunu bir tehdit unsuru olarak kullanmalarına yol açmıştır. Tulça'da iskan olunan Nogaylar 1856-1857 döneminde buraya gelip yerleşmiş olan “Kırım Tatarlarının ulemasına maaş tahsis edildiğini, ileri gelenlerine nişan verildiğini belirterek, kendilerinden olan müderrislerin işsiz, ileri gelenlerinin nişansız kalmasından duydukları üzüntüyü ifade etmişler ve geri dönmeye karar vermişler”, bunu engellemek isteyen Osmanlı “9 Ocak 1863'te bazı müderrislere maaş bağlayıp ileri gelen altı kişiye de beşinci dereceden "Mecidiye Nişanı" vererek onları” sakinleştirmiştir. Görevlilerin bazı davranışları da sorun oluşturmuş, mesela “altmış bin kuruşu Kocaeli Mutasarrıfı Hasan Efendi'nin zimmetine geçirdiği” tespit olunmuştur. (Saydam, s. 109, 135, 136)

“Devletin geri dönüşlerle ilgili hassasiyetinin bazı gruplar tarafından kendi menfaatleri lehinde istismar edildiği görülmektedir. Bunlar geri dönmeyi bir tehdit unsuru olarak devlete karşı kullanmışlardır. Örneğin, Nogaylar, 1856-57’de gelen Kırım Tatarlarının ulemasına maaş bağlandığı, ileri gelenlerine nişan verildiği, ancak kendilerine böyle bir uygulama yapılmadığı için dönmeye karar verdiklerini bildirmiştir. Bu tehdit etkili olmalı ki, devlet tarafından Nogaylar için de maaş tahsisatı ve nişan tevzii gerçekleşmiştir.”” “Gerçekten de Kırım ve Kazan muhacirlerinin Osmanlı’nın gözünde farklı bir konumda olduğu görülmektedir. Bilhassa Kırım soyluları çoğunlukla İstanbul çevresi veya Trakya ile Batı Anadolu’nun şehirleşmiş alan larında yahut önemli çiftliklerde iskân edilmekte ve itibarlı bir biçimde konumlandırılmaktadırlar. Bazı yerlerde bu gibi muhacirlere kaza müdürlüğü veya benzeri idari görevler dahi verilmektedir. Devlet bu tutumuyla muhacir gruplarının kontrolünde daha etkili olmayı tasarlamıştır.(Berber)

Kafkasya'da görülen sürekli göç süreci bu bölgenin gelişmesine büyük bir darbe vurdu. Buna karşın Türk propagandasının etkisinde kalarak göç eden Çerkesler, çok az istisnayla, çok çabuk düş kırıklığına uğradılar ve umduklarını bulamadılar. (Yerleştirilmeleri)

Uzunyayla bölgesinde iskan edilen Çeçen göçmenlerden bir kısmı buradaki yerli halkla silahlı çatışmalar yaşanması nedeniyle geri dönmek istemiştir. 


Kars’tan yazılan bu konudaki 12 Aralık 1862 tarihli bir yazıda şöyle denilmektedir: “Rusya devletinin Kars Konsolos vekiline;/ Çeçen ve Çerkes ta’ifesi halkından yüz elli hane Rusya tarafına geri dönmek için dilekçe ile başvurduklarından, adı geçenlerin geri dönmelerine izin verilmesine muhalefet olunması hususu tarafımıza dostane bir şekilde bildirilmiştir. Adı geçen ahali bundan üç yıl evvel ülkemize gelmişlerdir. Bunlara Sivas da yerleşmeleri için uygun yerler gösterilip, kalacakları haneler inşa edilmiş, kendilerine çeşitli yardım ve ziraat yapmaları için zahire ve öküz verildiği gibi yerli halk tarafından çeşitli yardımlar yapılmıştır. Adı geçenler cibilliyetleri gereği dek durmayarak devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef eyleyerek bu tarafa gelmişlerdir. … Böyle katl suçlusu kimseleri hukuki gereği yapılmadıkça Rusya devletinin kabul etmeyeceği, kabul etse bile gereğini yapacakları umulur…./ Mutasarrıf-ı liva Kars 12.Aralık.1862” (Bolat, 38, 39)

Görüldüğü gibi bu yazıda “cibilliyetleri gereği dek” durmayan göçmenlerin “devlet-i aliyye nin eski ve sadık teb’ası olan Avşar ve Zeytun ahalisinden adam katl ve telef” eyledikleri belirtmektedir, ki özellikle “sadık teb’a” kısmı gerçek durumu yansıtmaktan çok uzak olan bu ifadelerin Osmanlı görevlilerinin Çeçen göçmenlere düşmanca bakışını gösteren bir örnek olduğu söylenebilir.

Yine Kars’tan yazılan 13 Temmuz 1863 tarihli başka bir yazıda da aynen şunlar söylenmektedir: “Sivas taraflarında ikamet etmekte olup bu kere yerleştirildikleri yerden ayrılarak Kars’la Erzurum arasında bulunan Soğanlı dağına gelmiş olan yüz üç hane Çeçen ahalisinin Sivas tarafında Afşar ve Zeytun ahalisiyle mücadele içinde olduğundan bu tarafta barınamayarak bu kere Hınıs tarafından geçerek adı geçen Soğanlı Dağı’na gelmiş … göçmenlerin ileri gelenlerinden Kavlad? ve Ahmed ve Mehmed beyler, yerlerini terk eden göçmenlerin iadeleri maksadıyla görevlendirilerek, geri döndürmeye çalışmış iseler de perişan hallerinden bahisle geri dönmeyeceklerini kesinlikle beyan ve ifade ve Soğanlı dağında iskan ettirilmelerini istirhamda olduklarından… İfadelerine göre; geri gönderilmelerine ısrar edildiği takdirde silahla karşı koyacaklarını ve bu tarafta iskan olmuş göçmenlerin dahi kendilerine yardım edeceklerini beyan etmişlerdir. Buna göre, hallerinden birkaç yüz silahlı kuvvetle karşı koyacakları anlaşılmaktadır… Grandük Kostantin cenaplarına vermiş oldukları dilekçeye göre göçmenlerin iadelerine müsaade olunarak kabul olunduklarından, geçmelerine mani olunmaması yazılarak bildirilmiştir. Bu yazıya cevaben göçmenlerin Afşar ve Zeytun ahalisiyle muharebe edip haylice adam öldürerek bu tarafa firar etmiş oldukları ve böyle katil ve uygunsuz adamları Rusya devket-i fehimesinin kabul buyurmayacağı ümid edilmektedir. Göçmenlerin ayaklanarak ve buradaki akrabalarından da birkaç hane katılarak Rusya tarafına gitmek üzere olduklarına dair … sözü edilen ahaliye anlayacakları lisan ile bir kıt’a nasihatname ile Kars’da ikamet üzere bulunan muhacirin-i meşayih (göçmenlerin şeyhi, pir, yaşlısı) azasından Şeyh Şamil Efendi’nin kayınpederi fekahetlü (anlayışlı-zeki) Cemaleddin Efendi hazretleri bizzat gelip vaaz ve nasihat ederek geri dönmekten vaz geçirmeye çalıştı. Ondan başka göçmenlerin ileri gelenlerinden Ömer bey getirilerek… ve… Mehmed ağa göçmenlerin içine gönderilmiş ve kendilerine yapılan nasihat ve açıklamalara itibar etmeyerek, kendilerine memleketler verilse geri dönmeyeceklerini, kesin olarak bildirmişlerdir. Hepsi bu yolda canlarını vereceklerini söylediklerinden, bunların geri döndürülmesi için güç kullanılırsa, burasının Rusya devletine yakınlığı ve konsolos vekilinin yazı ile bildirmiş olması dolayısıyla burada gürültü çıkarılmasından kaçınılmıştır. Göçmenler kesin kararlı olduklarından her türlü vaaz, nasihat ve iltifata rağmen geri dönmemişlerdir… Göçmenlerin bu kararı ve isyanları Sivas eyaletinden beridir. Yüz otuz saatlik uzak bir mesafeden Kars yakınlarına gelmişlerdir. Bu inatçı insanların iyilikle geri dönmeleri mümkün olmayacağından, rahatlığın kıymetini bilmeyen bu taifenin isyan ve hareketlerini önlemeye çalışan eyalet ve sancak hükümetleri tarafından, padişah iradesine uygun olarak geri döndürülmesiyle ve sınıra yakın bu hassas bölgede toplanmalarının önlenmesini isteyen sadaret emrince düzenlenen tutanağımızdır. Ol babda ve her halde emir ve ferman padişahındır./ Kars 13. Temmuz. 1863” (Bolat, s. 45,46)

İlginç bir şekilde bu yazıda da göçmenler “rahatlığın kıymetini bilmeyen… taife” olarak nitelenmekte, ancak kıymeti bilinmeyen “rahatlığın” ne olduğu belirsiz kalmaktadır.

Tarihsiz bir yazıda da ülkelerine dönmek amacıyla Kars’a kadar gelmiş olan Sivas’taki Çeçen muhacirlerinin iskan edildikleri yerlere müfreze kuvvetiyle döndürüldükleri ve bu yüzden Kars redif taburunun sevkine gerek kalmadığı belirtilmektedir. (Bolat, s. 40, 41)

Belirtilen iki yazıda sözü edilen göçmenlerin geri dönüşleri konusunun sonucu hakkında şimdilik başka bir bilgi edinilememiştir. 5 Austos 1863 tarihli başka bir yazıda ise, vatanlarına dönmek isteyen Çeçen muhacirlere daha evvelden verilen hane, hayvan, zahire vs. gibi yardımların ve masrafların geri alınması istenmiştir. (Pul)


1865’te gelip daha sonra Resulayn ve çevresinde iskan edilen Çeçenlerden büyük bir kısmı ve hatta neredeyse tamamı bölgedeki güvenlikten yoksun ortam ve hastalıklara yol açan iklimsel özellikler nedeniyle iskan öncesinde yolculuklarının sürdüğü bir dönemden başlayarak iskan yerlerini değiştirmek veya geri dönmek istemişlerdir. 


Temmuz 1867’de Erzurum’dan yazılan bir yazıda bu konuda şöyle denilmektedir: “Çeçen muhacirlerinin rahatsızlık vermelerinden dolayı bölgenin eski halkı kendilerinden gücenmiş olduğu ve bunların daima hükümete yük olduğu … Sivas ve Kürdistan tarafında iskan olunanlardan onar on beşer hane iadelerine ve gelenlerin sevki için araba ve malzeme temin etmekten dolayı ahali bütün bütün bıkkın ve tahammül edemez hale gelmişlerdir. Bu durum hazineye de yük olduğu gibi; bölgede topluca iskanları da uygun olmamaktadır. Rusya bu göçmenlerin kendi sınırlarından, karadan yüzeli iki yüz saat uzak mesafelere yerleştirilmelerini istemektedir. Geçenlerde telgrafla bildirildiği üzere; “bunlar bize gönül arzusu ile bakmıyorlar” şeklindeki şikayetleri ile asıl vatanlarına geri dönme arzusuyla Sivas dan kalkıp bu tarafa gelmekte bulunan göçmenlerin rahatsızlık vermesinden kurtulmak maksadıyla gelecek olan hanelerin bu havaliden geçmelerini önlemek için Rusya içinden doğruca Poti ve Batum iskeleleri yoluyla Rumeli taraflarına ve başka bölgelerde ayrı ayrı yerleştirilmeleri, Sivas ve Mamuratulaziz (Elazığ) ve Diyarbakır da bulunan göçmenlerin yerleşmelerinin kendi iyiliklerine ve geri dönmek isteyenler olursa bir şikayete yer bırakmadan dördüncü ordu komutanlığının emrine göre hareket edilmesi./ Bende/ Vali-yi vilayet-i Erzurum/ Sene 1867 Temmuz 6” (Bolat, s. 78, 79)

Bir başka yazıda da şunlar söylenmektedir: “9.Kasım.1867/…/ Erzurum vilayetine,/ O havaliden geçen Çeçenlerle Erzurum Sivas ve Diyarbakır taraflarında daha evvel iskan edilmiş olup oradan kaçarak Erzurum taraflarına geçen Çeçen muhacirlerinin bazıları hakkında soruşturma bulunduğu, bu muhacirlerin geçtikleri yerler halkına rahatsızlık verdiklerinden dolayı, daha sonradan gelecek hanelerin de bu durumları yaratmaması için Rusya içinden gelecek olan muhacirlerin Batum ve Poti iskelelerinden doğruca Rumeli taraflarına gönderilmeleri, ayrıca daha evvel gelmiş olanlarında kaçmalarına izin verilmemesi ve bunlardan asli vatanlarına dönmek isteyenlerin de önlenmesi… hakkında talimattır.” Bu yazıya eklenen Bolat’ın notu da şöyledir: “Bu belgeye göre; 1868 yılında Kafkasya’dan gelmeye devam eden Çeçen ve diğer muhacirlerin olduğu ve bunların/bir kısmının doğrudan Rumeli taraflarına gönderildiği ve ayrıca daha evvelden gelip iskan olunmuş olan Çeçenlerin bazılarının asli vatanlarına geri dönmek teşebbüsünde bulundukları, bu konuda Osmanlı-Rus anlaşması uyarınca geri dönmelerine izin verilmediği anlaşılmaktadır. (Bu konu A. Aydemirov’un Uzun Geceler adlı eserinde ayrıntılı anlatılmaktadır.)” (Bolat, s. 80, 81)

Aynı konuda Kutlu da şöyle söylemektedir: 1865’te gelen Çeçenler Osmanlı’ya geldiklerinden itibaren “geri dönmek istemişlerdir. Osmanlı askerleri ile de bu yüzden vuruşmuşlardı. Ülkenin dört bir yanından asker sevkiyatı yapılmış, bir ordu düzeyindeki kuvvetle engel olunmuştu.” Muş’ta iskan edilmek yerine Diyarbakır yöresine gönderilmek istenen Çeçenler hayal kırıklığı içinde dönmek için Erzurum’a yığılmışlar, ancak kendilerine silahlı kuvvetler eliyle engel olunmuştur. 3.000 askerle giden Erzurum Valisi Emin Paşa 1865 yılı Eylül ayında Muş’ta geçici olarak iskan edilen Çeçenlerin zorla Diyarbakır’a nakline çalışmış, silah kullanma izni de verilmiş, Çeçenler direnmişler, çok sıkıntı çekmişler. “Osmanlı bir daha Kafkasya göçmenini kabul etmemeye karar vermiş”, perişan olan göçmenler “kendi vatanlarında ölmenin yollarını aramaya başlamıştı.” İlk gelenlerin umutları hüsrana dönüşmüş, ikinci kuşağın “hayali ise tekrar anavatanlarına dönme umuduyla gelişti. Bu yüzden muhacir Çeçenler, onlarca yıl, kök sürme uğraşı vermekten çok, günlük hayat gailelerine dönük olarak yaşadılar.” “ Çeçenlerden 1866-1868 döneminde geri dönenlerin sayısı 2100’dür, bu sayı 1865-1870 döneminde 5.857’ye ulaşır. Geri dönen muhacirler 4 Mayıs 1867 tarihli dilekçelerinde Osmanlı’da sıkıntı çektiklerini ve dönmek zorunda olduklarını belirtmişlerdir. “Aslında bu geri dönüşe Osmanlı Devleti dünden razıydı”, çünkü para yoktu. “Fakat geri dönüşe rıza göstermek, yabancı devletler nezdinde devlet itibarının sarsılması demekti. Osmanlı bu tür itibarsızlığı asla kabul edemezdi. Dönüş de asker vasıtasıyla engellendi.” Her şeye rağmen dönenler oldu. Osmanlı “da 1866 yılında Çeçen muhacirlerini bir daha topraklarına sokmama kararı aldı.” (Kutlu-Direniş, s. 319-332)

Konu ile ilgili anlatımlardan diğer bazıları da şöyledir:


-“1868 yılında geri dönmek isteyen Çeçenler, Osmanlı ordusu tarafından zorla engellendi. Zaman içinde 5.857 Çeçen çeşitli yollardan anavatanlarına geri dönmeyi başardı, 1877-78 savaşından sonra da dönenler oldu.” (Jineps)

-Alınan önlemlerden biri Kafkasya’ya dönmek isteyenler için öncelikle Rus izni zorunluluğu getirilmesi olmuştur. (Polat)


-Göçmenlerin “Türk makamlarının vaatlerini yerine getirmediğini gördükleri için, göçten hemen sonra geri dönme isteğinde” bulundukları ve 1902 yılında, bir Çerkes topluluğunun “Kafkasya'ya gönderilmeleri talebiyle Samsun'daki Rus Konsolosluğunu işgal” ettikleri belirtilmektedir. 1865’te, Ardahan bölgesine yerleştirilmiş olan bin 200 Çerkes “geri dönme girişiminde bulunduğunda, Türk makamları bunların üzerine düzenli birlikler” yollamıştır. (Avagyan, s. 44, 46)


-Çerkesler “kandırıldıklarını anlayarak hemen geri dönmenin yollarını aramaya” başlamış ve Ardahan dolaylarında yerleştirien Çerkeslerden Batum’a gitmek üzere yola çıkan 1200 kişi sınırda zorla durdurulmuştur. Çeçenistan’da da Kundukh Musa’nın göç propagandasına karşı Kadiriye tarikatının Çeçenler arasındaki lideri Kunta Hacı ve arkadaşları mücadele” etmişlerdir. “Ermenya askeri sorumlusu General Astafev’in 26 Ekim 1865 tarihli raporunda”, “Geri dönmek isteyen Çeçenlerin temsilcilerinin dileklerini dinlemek için, sınırı geçmelerine izin verdim. Osmanlı’nın kendilerini yaşanılması olanaksız yerlere göndermek istediklerini, oralara yerleşmektense Sibirya’nın en uzak yerine gitmeyi tercih ettiklerini; vatanlarına dönmelerine izin verilirse, Hıristiyan olmaya bile razı olduklarını bildirdiler” denildiğini ve Osmanlı ve Rusya yönetimlerinin Çerkeslerin tüm geri dönüş yollarını kesmiş olduklarını belirtilmektedir. (Berzeg, s. 173, 174)

-“1867 yılında ise göçler tamamen yasaklanmıştır. Türkiye’den geri dönenler sınırdan alınmamış,

 silah kullanılarak geri püskürtülmüştür. Ruslar, dağlıların sınırlara yakın yerlere iskân edilmemeleri için Osmanlı yönetimine baskı yapmışlardır.” (Güneş)


-Çeçen muhacirlerden bazıları vatanlarına gitmek için Erzurum’a doğru harekete geçmişlerse de Karahisar-ı Şarki’de kalmaları sağlanmıştır. “Bu muhacirlerin Erzurum taraflarına gitme olasılığı sebebiyle Sivas’tan Diyarbekir vilayetinin Resulayn kazasına gönderilmelerine karar” verilmiştir. Dönmek isteyenlerden bazılarına sonraki tarihlerde şartlı olarak izin verildiği de anlaşılmaktadır. İskân edildikleri Harput’tan Rusya’ya gitmek için Çıldır’a giden 40 hane kadar Çerkez muhacir burada durdurulup tekrar Harput’a iskân edilmek istenmiştir. Osmanlı geri dönüş girişimlerini engellemeye yönelik çözüm çabalarının başarısız olduğunu gördüğünde muhacirlere şartlı müsaade vermiştir. Örneğin, Resulayn'a iskân edilmiş Çeçen muhacirlerinden Battal ve Şeyh Abdağlof ile aileleri Rusya'ya geri gitmek isteyince nasihate rağmen geri dönmekten vazgeçmezler ise nakil, iaşe ve iskân masraflarının kendilerinden alınacağının bildirilmesine karar verilmiştir. Muhacirlere yapılan yatırımların karşılığının alınamaması anlamına da gelen geri dönüşlerin bir olumsuz tarafının da gelecekteki gelirinden kesilmek şartıyla sağlanan yardımların geri dönüşünün olmaması olarak görülmüştür. (Asan, s. 94-99, 163, 164)


-Resulayn’da iskan edilmiş olan Çeçen muhacirlerden bazıları da bölgeden ayrılmak istemişler, bunlardan “Battal ve Şeyh Abdağlof isimli Çeçen muhacirler aileleriyle birlikte Rusya’ya geri dönmek isteklerini beyan” etmişler, Hükümetten Diyarbakır Vilayeti’ne gönderilen yazıda da “kendi istekleriyle Osmanlı ülkesine geldikleri halde şimdiye kadar gördükleri iyilik ve yardımın kadrini bilmeyip gitmek istiyorlarsa zorla tutulamayacakları” bildirilerek, bu muhacirlerin göçleri için gereken nakil, iskân ve iaşe masraflarını kendileri temin ettikten sonra gidebilecekleri şekilde muamele görmeleri ve bunun yanı sıra 1 Ekim 1868 tarihli yazıda da devlet ve ahaliden bunlara yapılan masrafların kendilerinden geri alındıktan sonra salıverilmeleri istenmiştir.(Taşbaş)


-Belgeler "Çerkes göçmenler arasında geriye dönme girişiminde bulunanlar da olduğunu ve yönetimin bunu önlemek üzere çeşitli önlemler aldığını göstermektedir." 1871’de de bir grup Çeçen ülkelerine dönmek üzere Kars tarafına gitmiştir. Geri döndürülüp yardım yapılan “bunların bir kısmı Besni, Elbistan ve Darende civarında kalarak üç ay Elazığ ve Divriği arasında Arapkir ve Eğin dağlarına savuşmuş oldukları öğrenildiğinde Karahisar-Şarki'ye ve yolları üzerindeki Erzincan sancağıyla Erzurum kazalarında tutuklanmaları hususunun Erzurum valiliğine telgrafla ihbar edilmiş ise de her nasılsa oraları geçerek Kars'a ulaşan kabilesi irsen göçebe mizaçlı olduklarından kendilerine ihsan olunan öküzleri kesmiş ve yemişler, zirai aletlerini de satmışlardır.” Bunların tekrar firar etmeden çiftçilik yapmaları için nasihat edilmiştir. (Zabun-Eser, Çerkesler-içinde, s. 229, 233, 234)

-93 Harbi sonrasında Balkanlar’dan ikinci kez göçmek zorunda kalanıp dönmek isteyenlerden de özellikle sadece Kafkas kökenlilere engel olunmuştur. İçeriğinde Çerkes ifadesi bulunan, ancak özet kısmında Selanik ve Kosova vilâyetlerinden Anadolu ve Suriye'ye göç eden Çeçen muhâcirlerinden bahsedilen 13 Mayıs 1879 tarihli yazıda söz konusu göçmenlerin Hıristiyan halk ve ecnebiler tarafından hoş karşılanmayacağı ve barınmalarına imkân bulunmadığı için dönüşlerinin engellenmesi istenmiştir. 24 Ekim 1900 tarihli yazıda Ankara Vilâyeti'nde iskân olundukları yerleri terkederek Samsun'a gelmiş olan Kafkasya muhâcirlerinin ikna edilerek Rusya'ya geri gönderilmemeleri, geri dönüş için ısrar eden yüz kadar muhâcire ise, uygunsuz davranışlara kalkışabileceklerinden dolayı, izin verilmesinin uygun görüldüğü belirtilmiştir. 30 Ekim 1906 tarihli yazıda Konya’da gösterilen iskân yerini kabul etmeyen Karaçay muhâcirlerinin kendilerine tayin edilen esas iskân mahallerine gönderilemezler ise gerekirse Rusya'ya dönmelerine izin verilmesi istenmiştir. (Osmanlı-II, s. 289, 290, 362; 375; Polatkan, s. 81-84)

Bütün bu anlatılanlardan genelde göçmenlerden bazılarının ısrarla memleketlerine geri dönmeye çalıştıkları ve buna karşılık Osmanlı’nın göçmenlerin geri dönüşlerini çok daha ısrarlı bir şekilde ve yoğun bir çabayla önlemeye çalıştığı ve hatta Rusya’nın dönüşlere onay verdiği durumlarda dahi ısrarla karşı çıkıp dönüşleri engellediği anlaşılmaktadır.

Ayrıca özellikle Çeçen muhacirlerinin iskan yerlerine sevkinde ve bir çoğunun geri dönmek istemesi üzerine çok büyük hadiselerin yaşandığı da anlaşılmaktadır.


Göçmenlerin geri dönmeyi istemeleri anlaşılabilir bir durum sayılabilir, umduklarını bulamadıkları için hayal kırıklığına uğradıkları ve bu yüzden dönmek istedikleri düşünülebilir ve söylenebilir.

İtibar dense de Osmanlı’nın geri dönüşleri engellemekte bu kadar katı ve ısrarlı davranmasının nedenlerini anlamak ise pek kolay gözükmemektedir. 

Aydemirov’un Uzun Geceler isimli romanının bu konuyla igili bir bölümünde Osmanlı’nın dönüşleri çok sayıda ölüme yol açan silahlı müdahale ile engellediği anlatılmaktadır. Bu şekildeki anlatımı ilk duyduğumda hiç inandırıcı bulmamış, o ölçüde büyük bir olayın anlatımının sözlü olarak da olsa günümüze nakledilmiş olması gerektiğini, böyle bir durumun da olmadığını, kurgu olarak bile çok uç bir anlayış olduğunu düşünmüş, Son Ubıh romanında Çerkeslerle ilgili aynı şekildeki başka bir anlatımı görünce, acaba sovyetik bir anlatı geleneği mi, demiştim, ama anlaşılan o ki, Osmanlı ısrarlı, istikrarlı ve kararlı bir şekilde göçmenlerin dönüşünü Rusya ile işbirliği içinde engellemiştir. 

Ayrıca bir Oset eserinde de aynı şekilde bir anlatım olduğu anlaşılmakta ve Uzun Geceler'dekinin tıpatıp benzeri olan o anlatımın Osetçe, Bogajtı Umar, 1969'dan tercüme edildiği belirtilmektedir. (Aydemir, s. 192-194)

Koskoca ulu hünkar halifenin memleketinin tercih edilmemesi hoş sayılmazsa da bu ölçüde bir tepki ve tavır benim için gerçekten anlaşılmazdır ve bunu sadece itibarla açıklamak pek tatmin edici gözükmemektedir. Sanırım muhtemelen konunun benim algılayamadığım bir yönü bulunmaktadır.

6.SONUÇ 


Önceki bölümlerde yer verilen bilgilere göre, Osmanlı’ya, 1860-1863 döneminde 2.500, 1865 döneminde 21.000 ve 1899-1907 döneminde 6.500 olmak üzere 1860-1907 döneminde toplamda yaklaşık olarak 30.000 civarında Çeçen göçmen geldiğini kabul etmek makul görünmektedir. 

Bunlardan yolculuklarının bir bölümünü deniz yoluyla yapan 2.500 civarındaki kısmı 1860 yılı dolaylarında İstanbul, Trabzon ve Samsun limanlarına ulaşmış ve mevcut bilgilere göre Aydın, İzmir, Manisa, Lice, Hani, Silvan, Çapakçur, Huveydat, Halep (Kilis), Maraş-Göksun, Sivas-Uzunyayla, Adana-Toprakkale ve Tokat’ta yerleştirilmişlerdir. “Kengiri ve Tokad ve Çorum ve Amasya taraflarına ve Canik sancağı kazalarına” ve ayrıca Çanakkale, Kütahya, Erzurum, Kars, Muş, Şanlıurfa ve Bolu gibi yerlere de çeşitli tarihlerde Çeçen göçmenlerin iskan edildiği veya iskan edilmek istendiği de anlaşılmaktadır. (Tepekaya; Pul)

1865 yılında Kars üzerinden karayoluyla gelen sayıları toplam olarak 5.000 hane 21.000 nüfus civarında olan Çeçenlerden (500+300+674=) 1.474 hanesi Sivas, Harput ve Diyarbakır yörelerinde, 293 hanesi dağınık olarak Sivas, Amasya, Halep, Adana, Erzurum, Muş, Hınıs ve Kars yörelerinde ve geriye kalan 13-14.000 nüfus 3.233 hanelik büyük çoğunluğu genelde Diyarbakır-Halep hattında ve daha çok idari yapıda Deyr-Zor denilen bölgedeki Resulayn ve Viranşehir civarlarında iskan edilmişlerdir. 

1899-1907 döneminde bir kısmı deniz yoluyla, çoğunluğu karayoluyla gelen sayıları yaklaşık 6.500 civarında olan Çeçen göçmen ise, daha çok Muş, Konya  ve Ürdün yörelerinde yerleştirilmiştir.

Engelleme çabalarına rağmen Çeçen göçmenlerin bir kısmının iskan yerini değiştirdiği veya ülkelerine geri döndüğü de anlaşılmaktadır.

Ülkelerine geri dönenlerin sayısının 5.857’ye ulaştığı belirtilmektedir.

Osmanlı’ya gelen Çeçen göçmenler, genelde tüm dünyada sağlıklı nüfus istatistiklerinin bulunmadığı o dönemde 100-150.000 civarında tahmin edilen toplam Çeçen nüfusunun yaklaşık %25’i kadarlık bir bölümüdür. (Yaşurka, s. 21-32; Taşbaş; Habiçoğlu, s. 38; Kutlu-Direniş, s. 270, 335) 

Bu Çeçen göçmenler Osmanlı dağıldığında onun toprakları üzerinde yeni kurulan devletler olan Irak, Suriye, Ürdün ve Türkiye sınırları içinde kalmışlardır.


Bunlardan Irak ve Suriye’de kalanların çok büyük bir kısmı Baas uygulamalarının da katkısıyla fiziken yok olarak ya da asimile olarak iz bırakmadan kaybolmuş ve o bölgelerde Çeçenlerden günümüze çok az iz kalmıştır.    


Türkiye’de kalanların günümüzdeki nesilleri İstanbul, Ankara, Adana, Bursa ve Mersin gibi büyük illerde ve Sivas, Kahramanmaraş, Muş, Kayseri, Yozgat, Çanakkale, Elazığ ve Diyarbakır gibi illerde yaşamaktadır. Yakın zamanlara kadar Mardin/Kızıltepe’de yaşayanlar da olmuş, ancak günümüzde bunların çoğunluğu o yöreden ayrılmıştır. Ağrı, Kars, Erzurum, Van, Yalova ve Eskişehir’de de Çeçenlerin bulunduğu belirtilmektedir. Türkiye’de şehir merkezleri dışındaki Çeçenler yaklaşık 20 civarındaki köyde başka halklarla karışık olarak yaşamaktadır.


Ürdün’de kalanların ardılları günümüzde Zarka ve Suveylıh gibi yerleşimlerde yaşamlarını sürdürmektedir.


Normal bir nüfus artışıyla sayıları tahminen 10 kat kadar artmış olması gereken Çeçen göçmenlerin ardıllarından kökeninin bilinçli olarak farkında olanların sayısı günümüzde yarısı Türkiye’de ve yarısı da Ürdün’de olmak üzere muhtemelen ancak göçte Osmanlı’ya gelenlerin sayısı kadardır, geriye kalan çok büyük bir kısmı kayıp ya da yok olup gitmiştir.


Günümüzde kökeninin farkında olarak yaşayan Çeçenlerden Ürdün’dekiler, bölgenin özel koşullarından kaynaklı bir ölçüde pozitif ayrımcılık sayılabilecek uygulamalar nedeniyle varlıklarını daha iyi koruyabilme potansiyeline sahiptirler. Bunların Çeçenistan’la olan ilişkilerinin Türkiye’deki Çeçenlerle kıyaslandığında nispeten daha olumlu olduğu da söylenebilir. 


Türkiye’deki Çeçenler ise günümüzde büyük ölçüde şehirleşmenin de etkisiyle dillerini kaybedip asimile olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bu gidişle çok geçmeden Türkiye’deki Çeçen dilinin yaşamının sona ermesi muhtemeldir. Çok önemli bir insanlık değeri olan dil varlığının zenginlik olduğu kabul edildiğinde bunun Türkiye için de bir kayıp olacağı açıktır.

Bu çalışmada verilen nüfus sayıların bir miktar farklı da olması da muhtemeldir, ancak tam olarak kaç kişinin geldiği ve nerelerde iskan edildiği konusunda başka sağlıklı bir bilgiye ulaşmamız şimdilik mümkün olamamıştır. 

Genelde de Çeçen göçmenlerle ilgili birçok konuda yeterli somut bilgi edilemediğinden birçok husus tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır.


Bununla birlikte, özellikle;


-Öncelikle 1865 yazında Kars’ta Rus görevlilerinin Çeçenleri Osmanlı’ya “teslim” ederken düzenleneceği belirtilen defter kaydı ile sonrasında bu göçmenleri teslim alıp iskan yerlerine sevk etmekle görevlendirilen ve konu hakkında bir talimat da yayınladığı anlaşılan Nusret Paşa’nın çalışmalarının,

-Habiçoğlu’nun 1865 Çeçen iskanı konusundaki yetkili Nusret Paşa’nın Çeçen göçmenleri nakl etmekle görevlendirdiği Mülazım Osman Ağa’ya verdiğini belirttiği  talimat ve  “1865’deki Çeçenlerin göçü ile ilgili olan diğer belgeler (yukarıdakilerin dışında), İra. Dah. 38199 ve İra. M. V. 23885”dedir diyerek işaret ettiği belgeler ile bu belgelerle bağlantılı işlemlerin,


-Resulayn civarlarına gönderilenler başta olmak üzere 1865’te gelen Çeçen göçmenlerin yerleştirilmeleri konusunda yapılan işlemler ile göçmenlerden geri dönmek isteyenlere karşı Muş, Erzurum ve Kars’ta ne gibi uygulamalar yapıldığı hususlarının, 


-Pul’un çalışmasında sözü edilen “İskân-ı Muhâcirîn Komisyonu memurunun, Kabardey (Kabartay), Hatukay ve Çeçenler'den oluşan yaklaşık bin hane Çerkes muhacirinin Uzunyayla'da yerleştirilmesi hususunda yürütmüş olduğu hazırlık çalışmalarını içeren ve Sadaret'e” 23 Şubat 1862’de sunulmuş olan ve “Uzunyayla ve havâlîsinin kapı ve kilidi makâmında bulunan ve Elbistan kazasında Tâcirlü yaylağı denilen mahalle yerleştirilmek için üçyüzseksen kadar muhâcir hâneleri zikr olunan Elbistan’a gönderilmiş ve Sivas ve Amasya ve Bozok taraflarına vürûd eden muhâcirlerden daha beş altıyüz hanenin mahall-i mezbûra gönderilmesi takviyyeti mûcib olacağından” da denilen 1861 tarihli raporunda yer alan hususların,


-Saydam’ın çalışmasında “Mesela Kürdistan Eyaleti'nde iskan olunacaklara yerlerinin önceden gösterildiğine ve muvafakatlerinin alındığına dair bkz. İrade, Dahiliye, 38199, lef I", şeklinde işaret edilen hususun,  

-Ve belirtilen hususlarla bağlantılı diğer konuların,


Osmanlı arşiv belgelerine dayalı olarak incelenmesi halinde, Kutlu ve Bolat’ın da vurguladığı üzere, Çeçen iskanı konusunda önemli bilgiler edinilebilmesi mümkün görünmekte ve bunun konuya ilgi duyan araştırmacıların çabası ile başarılabilecek nitelikte bir husus olduğu düşünülmektedir. (Kutlu-Direniş, s. 330; Bolat, s. 60; Habiçoğlu, s. 138, 139; Saydam, s. 124


*

KAYNAKLAR


1.Kitaplar


Butbay, (Yazan: Mustafa Butbay, KAFKASYA HATIRALARI, Çevirip, sadeleştirerek ve yayına hazırlayan: Ahmet Cevdet Canbulat, 1990, Türk Tarih Kurumu)


Öztürk, (Dr. Harunhan Remzi Öztürk, Diasporada Kafkas Hikayeleri, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara)

 FEDAKAR, (Cengiz FEDAKAR, KIRIM'A GİDEN YOLDA ANAPA KALESİ (1781-1801), I. Basım: Mart 2014, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul)

MARİGNY, ( ŞÖVALYE TAİTBOUT DE MARİGNY’NİN ÇERKESYA SEYAHATNAMESİ

(1818-1823-1824), İngilizceden Çeviren: Aydın Osman Erkan, Birinci Baskı: Şubat 1996, nart yayıncılık, İstanbul)


Karpat-GÖÇLER, (Prof. Dr. Kemal H. Karpat, OSMANLI'DAN GÜNÜMÜZE  ETNİK YAPILANMA VE GÖÇLER, Çeviren: Bahar Tırnakçı, 2. Baskı, Mart 2013, Timaş Yayınları, İstanbul)

KARPAT, (Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, Timaş Yayınları, İstanbul 2010.)

Karpat-Osmanlı Nüfusu, (KEMAL H. KARPAT,OSMANLI NÜFUSU (1830-1914)  DEMOGRAFİK VE SOSYAL ÖZELLİKLERİ, Çeviri: Bahar Tırnakçı, Nisan 2003, Tarih Vakfı, İstanbul)

KARPAT, (Kemal Karpat, “Avrupa Egemenliğinde Müslümanların Konumu Çerkeslerin Sürgünü ve Suriye’deki İskânı”, Çerkeslerin Sürgünü, Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yayınları, Ankara 1992, ss.78-111.


Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergah Yayınları, İstanbul 1984.

İpek-Rumeli’den Göçler, (Nedim İpek, RUMELİ'DEN ANADOLU'YA TÜRK GÖÇLERİ (1877-1890), 1994, Türk Tarih Kurumu, Ankara)

Saydam, (Abdullah Saydam, KIRIM VE KAFKAS GÖÇLERİ  (1856-1876), 2. Baskı (Tıpkıbasım), 2010, Türk Tarih Kurumu, Ankara)

Berzeg, (Nihat BERZEG, Çerkes Sürgünü, (Gerçek, Tarihi ve Politik Nedenleriyle), 1996, Takav Matbaacılık, Ankara)


Avagyan, (Arsen Avagyan, ÇERKES GÖÇÜ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ, 

Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler Belge Yayınları İstanbul 2004)

Atay, (Falih Rıfkı Atay, ZEYTİNDAĞI, 2004, Pozitif Yayınları, İstanbul)


Bice, (Dr. Hayati Bice, KAFKASYA'DAN ANADOLU'YA GÖÇLER, Haziran 1991, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara)


Sultan Abdülhamit, (Sultan Abdülhamit, SİYASİ HATIRATIM, Beşinci Baskı, Şubat 1987, Dergah Yayınları, İstanbul)

Ümit, (Ahmet Ümit, İstanbul Hatırası, 1. Basım: Haziran 2010, Everest Yayınları, İstanbul)

Bullough, (OLIVER BULLOUGH, BIRAKIN ŞANIMIZ YÜRÜSÜN, Kafkasların Yiğit Halkları Arasında Seyahatler, Çeviri: Dilek Hancıoğlu, ABİS Yayınları, 2014, Ankara)


Zakayev, (Ahmed Zakayev, ZAPT ET YA DA YOK ET, Son Başkanın Çeçenistan Hatıraları, Rusçadan Çeviren: Batuhan Sagun, 1. Baskı/ Aralık 2020, Koyusiyah Yayıncılık, Ankara) 

Kemal, (Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Bir Ada Hikayesi 1, Birinci Basım: Ocak 1998, Adam Yayınları, İstanbul)

Kemal-İNCE MEMED-3, (YAŞAR KEMAL, 10. baskı, Aralık 2008, Yapı Kredi Yayınlan , Istanbul)


Kemal-İnce Memed 2, (Yaşar Kemal, İnce Memed 2, Kitap editörü: Tamer Erdoğan, YKY'de 12. baskı: Ekim 2008, Yapı Kredi Yayınlan-İstanbul)


Orhan Kemal, (Orhan Kemal, AVARE YILLAR, 8. Basım, Kasım 1983, Tekin Yayınevi, İstanbul)


Goebbels, (Joseph Goebbels, Büyük Yalanlar, Yalanın ve Çürümenin Kitabı, Türkçesi: Duygu Bolut, 1. Basım, 2019, Zeplin Kitap, İstanbul)


Forsyth, (James Forsyth, KAFKASYA, Bir Tarih, İngilizceden Çeviren: Timuçin Binder, Birinci Basım: Eylül 2019, Ayrıntı Yayınları, İstanbul)


Baysagurov, (BAYSAGUROV SUPYAN YUNADİYEVİÇ, TAYMİN (Tayma’nın) BİYBOLAT, TAYMANIN OĞLU BİYBOLAT, Biyografik Roman, Çeçen Dilinden Çeviren: ALİ BOLAT, 1. Baskı, Ocak 2021, Omca Yayınları, Ankara)


Frank, (Joseph Frank, DOSTOYEVSKİ, çağının bir yazarı, Türkçesi: Ülker İnce, 1. Basım: Kasım 2016, Everest Yayınları, İstanbul)

Hikmet, (Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları Şiirler 5, 1987, Adam Yayınları)

Ergün, (Metin Ergün, MHP Muğla Milletvekili, Komisyon Başkanvekili, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Çeçenistan İle İlgili Rapor, Şubat 2000, s. 89, 90)


Karatay, (Osman Karatay, HAZARLAR YAHUDİ TÜRKLER TÜRK YAHUDİLER VE ÖTEKİLER, 1. Baskı: Ekim 2014, Kripto Yayınları, Ankara)

Uluğbay, (Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan cumhuriyete petropolitik, 2003, Ayraç Yayınevi, Ankara)

Aydemirov, (Abuzar Aydemirov, Uzun Geceler, Çeçence’den Çeviren: Ali Bolat, Yalın Yayıncılık, 2007, İstanbul)

Ayla Kutlu-Kızlar, (Ayla Kutlu, Emir Bey'in Kızları  Bir Göçmen Kuştu O (2), Üçüncü Basım Eylül 1999, Bilgi Yayınevi, Ankara

Ayla Kutlu-Göçmen Kuş, (Ayla Kutlu, bir göçmen kuştu o, Dördüncü Basım, Nisan 1999, Bilgi Yayınevi, Ankara

Kadari, (Hasan Al Kadari, Mirza Hasan Efendi, (Alkadarlı Hacı Abdullah Efendi Oğlu), ASAR-İ DAĞISTAN, Türkçeye Çeviren: Musa Ramazan, 2003, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul)


Yaşurka, (Sultan Yaşurka, İMAM ŞAMİL Dağıstan ve Çeçenistan Dağlıların Bağımsızlık Mücadelesi, Kitap editörü: Hadi Mansur, 2007, İstanbul)


Esadze, (Semen Esadze, ÇERKESYA'NIN RUSLAR TARAFINDAN İŞGALİ KAFKAS-RUS SAVAŞLARININ SON DÖNEMİ, Kuban (Ötesi) Bölgesinde ve Kafkasya Sahilinde Yapılan Kafkas-Rus Savaşı Üzerine Tarihi Deneme, Çeviren: Murat Papşu, 1. Baskı, Haziran 1999, Kafkas Derneği Yayını, Ankara)


ERSOY-KAMACI, (HAYRİ ERSOY-AYSUN KAMACI, ÇERKES TARİHİ, Birinci Baskı-Eylül 1992, tümzamanlaryayıncılık, İstanbul)


Öztürk-Savaş Lordları, (Harunhan Remzi Öztürk, SAVAŞ LORDLARI, 2016, Ankara)

Öztürk-SERHANLARIN KADERİ, (Dr. Harunhan Remzi Öztürk, SERHANLARIN KADERİ

(ÇEÇEN DRAMI), 2000, Bartın)

Bell, (James S. Bell, Çerkesya'dan Savaş Mektupları, 1837-1839, Türkçesi: Sedat Özden, 1998, Kafkas Vakfı, İstanbul) 


Terim, (Şerafettin Terim, KAFKAS TARİHİNDE ABHAZLAR VE ÇERKESLİK MEFHUMU,  1976, İstanbul)


Erkilet, (Alev Erkilet, Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya, Şeyh Şamil'den Şamil Basayev'e Çeçenistan-Dağıstan Direniş Hareketleri, (1. Baskı, 2002), 2. Baskı, Mayıs 2015, Büyüyenay Yayınları, İstanbul)


Kundukh, (Aytek Kundukh, KAFKASYA MÜRİDİZMİ (Gazavat Tarihi), Sadeleştiren ve Hazırlayan: Tarık Cemal Kutlu, 1987, Gözde Yayınevi, İstanbul)

El-Karahani, (KAFKASYA MÜCAHİDİ ŞEYH ŞAMİL'İN HATIRALARI (M. TAHİR EL-KARAHANİ'NİN SAVAŞ GÜNLÜĞÜ), HAZIRLAYAN: H. AHMET ÖZDEMİR, T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI, 2000, ANKARA)

Kutlu-İmam Mansur, (Tarık Kutlu, İMAM MANSUR, Osmanlı Arşiv Belgeleri ile Türk Tarihlerinde, KUZEY KAFKASYA'NIN İLK MİLLİ MÜCAHİDİ VE ÖNDERİ, Haziran 1987, Bayrak Yayıncılık, İstanbul)

Kutlu-Direniş, (Tarık Cemal Kutlu, Çeçen Direniş Tarihi, 1. Basım: Mart 2005, Anka Yayınları, İstanbul)

Kutlu-Tarih ve Toplum Dergi, (Tarık Cemal Kutlu, Çerkes Musa Kundukhov Paşa (1818-1889), Tarih ve Toplum, aylık ansiklopedik dergi, iletişim yayınları, Aralık 1986, sayı: 36, s. 47-50 (367-370))


Kaflı, (Kadircan Kaflı, Kuzey Kafkasya, Hazırlayan: Erol Cihangir, 2004, Turan Kültür Vakfı, İstanbul)

Gammer, (Moşe Gammer, Sovyet Tarihçiliğinde  ŞAMİL, Çeviren: M. Gökhan Menteş, Mart/1996, Şamil Vakfı, İstanbul)


Özbek, (Dr. Baturay Özbek (Yediç), ÇERKES TARİHİ KRONOLOJİSİ, 1991, Ankara)


Çerkesler, (Çerkesler, geçmişten geleceğe kimlik, kültür ve siyaset Uluslararası Sempozyum Bildiriler Kitabı, Editörler: Sevda Alankuş, Esra Oktay Arı, 2014, Kafdav Yayınları, Ankara

22-25 Eylül 2011 tarihlerinde Ankara'da Kafkas Araştırma Kültür ve Dayanışma Vakfı) 


Hızal, (Ahmet Hazer Hızal, KUZEY KAFKASYA, HÜRRİYET VE İSTİKLAL DAVASI, 1961, Orkun Basımevi, Ankara)

Luxembourg, (N. Luxembourg, Rusların Kafkasyayı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil, Türkçesi: Sedat Özden, Birinci Baskı, Kasım 1998, Kayıhan Yayınevi, İstanbul)

Polatkan, (Vahdet Polatkan, Osmanlı Belgelerinde Kafkas Göçleri (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü) Adlı Eserin Çeçen Göçü İle İlgili Belgelerinin Günümüz Türkçesine Çevirisi, 1. Basım: Şubat 2023, Karina Yayınevi, Ankara)


Albayrak, (Hikmet Albayrak, UZUNYAYLA’DAN KAFKASYA'YA, Haziran 2022, Kafdav Yayınları, Ankara)


Blanch, (Lesley Blanch, CENNETİN KILIÇLARI, Çeviren: Prof. Dr. İzzet Kantemir, Haziran 1978, Özal Matbaası, İstanbul)

Tuna, (Rahmi Tuna, kafkasya üzerine beş konferans, içinde, Kafkas Kültür Derneği Yayınları, 1977, İstanbul)

Cabağı, (Wassan-Giray Cabağı, KAFKAS-RUS ÇATIŞMASI, Flash Ajans, İstanbul)

Terim, (Şerafettin Terim, KAFKAS TARİHİNDE ABHAZLAR VE ÇERKESLİK MEFHUMU 1976, İstanbul)

Bağ, (Yaşar Bağ, kafkasya üzerine beş konferans, içinde, ÖNSÖZ, Kafkas Kültür Derneği Yayınları, 1977, İstanbul)

Bedirhan, (Dr. Yaşar Bedirhan, Selçuklular ve Kafkasya, Birinci Baskı Ekim 2000, Çizgi Yayınları, Konya)


Gökçe, (Dr. Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyaseti, Şamil Vakfı Yayını, İstanbul)

Alpaslan, (Orhan Alpaslan, kafkasya üzerine beş konferans, içinde, BUGÜNKÜ KAFKASYA, Kafkas Kültür Derneği Yayınları, 1977, İstanbul)

Aydemir-Eski Tarih, (İzzet Aydemir, kafkasya üzerine beş konferans, içinde, DÜNKÜ KAFKASYA (KAFKASYA’NIN ESKİ TARİHİ), Kafkas Kültür Derneği Yayınları, 1977, İstanbul)

Aydemir, (İzzet Aydemir, GÖÇ/ Kuzey Kafkasya'lıların Göç Tarihi/ Muhaceretin 125. Yılı Anısına, Gelişim Matbaası, 1988, Ankara) 

Baddeley, (John F. Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, İngilizce’den Tercüme Eden: Sedat Özden, Üçüncü Baskı, Nisan 1995, Kayıhan Yayınevi, İstanbul)


Richmond, (Walter Richmond, ÇERKES SOYKIRIMI, İngilizceden Çeviren: Erdoğan Boz, 1. Baskı/Ocak 2018, Koyusiyah Yayın, Ankara)

Osmanlı-I, KAFKS 1CILT.qxp (devletarsivleri.gov.tr) (Osmanlı Belgelerinde Kafkasya Göçleri, Yayına Hazırlayanlar: Kemal Gurulkan, Dr. Ali Osman Çınar, Yusuf İhsan Genç, Uğurhan Demirbaş, İstanbul, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın Nu:121, 2012, I. Cilt 584, II Cilt 446. Yrd. Doç. Dr. Telli KORKMAZ, https://sistem.nevsehir.edu.tr/bizdosyalar/0d4c19729f64fc4c85bf109ed8ec0f08/Osmanl%C4%B1%20Belgelerinde%20Kafkasya%20G%C3%B6%C3%A7leri-De%C4%9Ferlendirme.pdf)

Osmanlı-II, KAFKS 2 CILT.qxp (devletarsivleri.gov.tr)

Özyürek-(Ali Ezger Özyürek, MUHACİRLER BİTMEYEN GÖÇ, 2. Baskı, Nisan 2007, Laika Yayıncılık, İstanbul)

ARŞİV BELGELERİ, (OSMANLI DEVLETİ İLE KAFKASYA, TÜRKİSTAN VE KIRIM HANLIKLARI ARASINDAKI MÜNASEBETLERE DAİR ARŞİV BELGELERİ, (1687-1908 Yılları Arası), T.C. BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın No:3, ANKARA, 1992)

Kundukhov, (Musa Kundukhov, General Musa Kundukhov’un Anıları, Kafkas Dernekleri Yayını, 1978)


Bolat, (Ali Bolat, OSMANLI ARŞİV BELGELERİNDE ÇEÇEN GÖÇÜ, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2015, İstanbul)

Habiçoğlu, (Bedri Habiçoğlu, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler ve İskânları, Nart Yayınları, İstanbul 1993.)


2. Diğer


Aydın/Kaya-Tarih, (Nurhan AYDIN/Handan KAYA, Tarih ve Günce, 2021, KAFKASYA’DAN OSMANLI DEVLETİ’NE YAPILAN ÇERKEZ GÖÇLERİ, 1798843 (dergipark.org.tr))


Akyüz, (Dr. Jülide AKYÜZ, Göç Yollarında; Kafkaslardan Anadolu’ya Göç Hareketleri)


Akyüz-Orat/Oran-Arslan, (Jülide AKYÜZ-ORAT/Nebahat ORAN-ARSLAN KAFKASLARDAN ARAP TOPRAKLARINA KAFKAS MUHACİRLERİ, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Akyüz-Orat/Tanrıverdi, (Jülide AKYÜZ-ORAT/Mustafa TANRIVERDİ, KAFKASLARDAN KARS’A HÜZÜNLÜ YOLCULUK, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014) 


Akcakaya, (UMUT AKCAKAYA, MEHMED ARİF BEY’İN HATIRATINDA 1877-1878 OSMANLI-RUS HARBİ KAFKAS CEPHESİ, Basimiza_Gelenleri_Dogru_Okumak_Mehmet.pdf)

Balta-Rasyonellik, (İrfan Aktan’la söyleşi, 5.7.2024, ArtıGerçek, Evren Balta: Engelleyici faktör kalmadı, dünya felakete gidiyor (artigercek.com))

Balta, (Evren BALTA, KUZEY KAFKASLARDA ÇATIŞMA VE YEREL ELİTLER: ÇEÇENİSTAN ÖRNEĞİ, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014) 


Bagıray-Altun, (Melike BAGIRAY-ŞEYMA NUR ALTUN, Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler ve Biga Yöresine Yerleşimler, file:///C:/Users/HP/Downloads/Kafkasyadan_Anadoluya_Gocler_ve_Biga_Yor%20(1).pdf)

Muşmal-Çetinaslan, (Hüseyin MUŞMAL-Mustafa ÇETİNASLAN, BEYŞEHİR İLÇE MERKEZİNDEKİ ÇEÇEN-İNGUŞ MUHACİRLERİNE AİT MEZAR TAŞLARI, https://www.academia.edu/9688138/20_H%C3%BCseyin_Mu%C5%9Fmal_%C3%87etinaslan_Mustafa_Bey%C5%9Fehir_%C4%B0l%C3%A7e_Merkezindeki_%C3%87e%C3%A7en_%C4%B0ngu%C5%9F_Muhacirlerine_Ait_Mezar_Ta%C5%9Flar%C4%B1_Tarih_Okulu_Dergisi_TOD_Journal_of_History_School_JOHS_Aral%C4%B1k_2013_December_2013_Y%C4%B1l_6_Say%C4%B1_XVI_ss_423_469)

Kazan, (Turgut Kazan, 20 Eylül 2023, Cumhuriyetimizin 100. yılında yargımız, yargı olmaktan çıkmıştır (gazeteduvar.com.tr))


Yüksel, (Doç. Dr. Ahmet YÜKSEL, Göçmenlikten Vatandaşlığa, Muayetten Mükelleyete: Kafkas Göçmenlerin Sivas Vilayetinde İskânları)


Yüksel, (Doç . Dr . Hasan YÜKSEL , KAFKAS GÖÇMEN VAKIFLARI, file:///C:/Users/HP/Downloads/Kafkas Göçmen Vakıfları.pdf)


Oran, (Baskın Oran, https://artigercek.com/makale/1915e-ne-isim-vermeliyiz-301179)


Köse, (Prof. Dr. Osman KÖSE, file:///C:/Users/HP/Downloads/KAFKASYA_DA_RUS_ZULMU_MUHACIRLERIN_BAFRA.pdf

KAFKASYA’DA RUS ZULMÜ: MUHACİRLERİN BAFRA’YA İSKÂNI VE SORUNLAR (1860 – 1876)


Kuzu, (Nur Banu Kuzu, 19. YÜZYIL’DA OSMANLI DEVLETİ’NE GELEN ÇERKES 

GÖÇMENLERİN SORUNLARI VE ÇERKES TARIM KÖLELİĞİNİN ÇÖZÜLÜŞÜ, file:///C:/Users/HP/Downloads/Lisans_Tezi_19_YUZYILDA_OSMANLI_DEVLETIN%20(1).pdf)

Kızılkaya/Akay-Suriye’de Zorluklar, (Oktay KIZILKAYA/Tolga AKAY, KAFKASYA MUHACİRLERİNİN SURİYE VİLAYETİNE İSKÂNI VE KARŞILAŞILAN ZORLUKLAR, KAFKASYA MUHACIRLERININ SURIYE VILAYETIN.pdf)

Tekin, (Nursinem Tekin, “Çeçenlerin Kırım Savaşı Sonrası Sivas Vilayetine Göç ve İskânları”, Journal of Migration and Settlement Studies, C. 1, S. 1, Haziran 2023, s. 1-27. jomiss-3813-manuscript-090943.pdf)

Tavkul, (Ufuk Tavkul, SURİYE'DE KAFKASYALILAR)

Taştekin-Nostalji, (Çerkesler: Nostalji ve sert gerçeklik arasında (gazeteduvar.com.tr), 24 Mayıs Çarşamba 2023   Saat: 00:02)

Kayseri’de Çerkesce, (http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=18&Hbr=1263583&/Kayseri%E2%80%99deki-bir-otob%C3%BCs-yolculu%C4%9Fu-s%C4%B1ras%C4%B1nda-%C3%87erkes%C3%A7e-konu%C5%9Fan-yolculara-ba%C5%9Fka-bir-yolcu-%C4%B1rk%C3%A7%C4%B1-s%C3%B6zler-sarf-etti.-)

Saydam-Tehcir, (Abdullah SAYDAM, SOYKIRIMDAN KAÇIŞ: CEBEL-İ ELSİNEDEN MEMÂLİK-İ MAHRÛSAYA, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Temizkan, (Abdullah TEMİZKAN, 18. VE 19. YÜZYILDA RUSYA’NIN KUZEY KAFKASYA’YI KOLONİLEŞTİRMESİNDE KOZAKLARIN İŞLEVİ, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Güneş-Yağcı, (Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI, SEFER ZANİKO: OSMANLI’NIN KUZEY KAFKASYA POLİTİKASINA ETKİSİ, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Güneş, (Sadriye GÜNEŞ, RUS KAYNAKLARINA GÖRE 19. YÜZYILDA YAŞANAN KAFKAS GÖÇLERİNİN NEDENLERİ VE SONUÇLARI, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)

 Kanat, (Sedat KANAT, OSMANLI DEVLETİ'NE YAPILAN 1864 KAFKAS GÖÇÜ)

 

Ergenoğlu, (Mehtap ERGENOĞLU, KAFKASLAR’DAN ANADOLU’YA UZANAN BİR 

GÖÇ ÖYKÜSÜ: MERSİN ATLILAR KÖYÜ, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Çakmak, (Gökhan ÇAKMAK, 1864 BÜYÜK ÇERKEZ GÖÇÜ, Yüksek Lisans Tezi, yokAcikBilim_10143327.pdf)


Sait Yılmaz, (Prof.Dr. Sait Yılmaz, Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları, https://www.academia.edu/34819403/Kuzey_Kafkasyan%C4%B1n_%C3%A7al%C4%B1nm%C4%B1%C5%9F_sava%C5%9Flar%C4%B1_?email_work_card=view-paper)


Çaycıoğlu, (Serdar Oğuzhan Çaycıoğlu, Çarlık Rusya’nın Kafkas Hattı’nı İnşası ve Kuzey Kafkasya’da Hâkimiyet Kurma Mücadelesi, Çarlık Rusya’nın Kafkas Hattı’nı İnşası ve Kuzey Kafkasya’da Hâkimiyet Kurma Mücadelesi | Ağustos 2022, Cilt 86 - Sayı 306 | Belleten)

Gündoğan, (Ceren Gündoğan, Dans, Sınırlar, Cinayetler - Ceren Gündoğan (artigercek.com))

Çetinkaya, (MEHMET ÇETİNKAYA, KAFKASYA’DAN LAZİSTAN SANCAĞI’NA GÖÇLER (1864 1867))

Mardin, (MARDİN SANCAĞI’NA YERLEŞTİRİLEN ÇEÇEN MUHACİRLERE (9lib.net))

Orsam, (Rapor No: 134, Kasım 2012, IRAK ÇERKESLERİ (ÇEÇENLER, DAĞISTANLILAR, ADİGELER), Analiz_134_tr.pdf (orsam.org.tr))


Koç, (Prof. Dr. Nurgün KOÇ, KUZEY KAFKASYA’DAN ORTADOĞU ÇÖLLERİNE IRAK ÇERKESLERİ: RUSLAR’IN KUZEY KAFKASYALILAR’A UYGULADIĞI SÜRGÜN/ SOYKIRIM’DAN BİR KESİT) (Irak Çerkesleri (Çeçenler, Dağıstanlılar, Adigeler), Orsam Rapor No: 134, Kasım 2012, s.10, 15)


Yılmaz-Barozzi, (Özgür Yılmaz, (20) 1864 Kafkas Göçü Hakkında Bir Rapor | Ozgur YILMAZ - Academia.edu)

Yılmaz, (Özgür YILMAZ, 1864 KAFKAS GÖÇÜ’NDE TRABZON, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)

Jineps, (Vaynakhların Osmanlı’ya sürgünü - Jineps Gazetesi)

 Kunduh Paşa-Vikipedi, (Musa Kunduh Paşa - Vikipedi (wikipedia.org))

Chochiev, (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/226238)

Taş, (Doç. Dr. Kenan Ziya Taş, I. KAHRAMANMARAŞ SEMPOZYUMU / 6-8 MAYIS 2004 KAHRAMANMARAŞ KAFKASYA'DAN MARAŞ VE CİVARINA GÖÇLER , 2005_TASKZ.pdf (isamveri.org))


Göksun-Beldiye, (https://www.goksun.bel.tr/yazdir_.asp?id=291

Bayazıt, (Cuma Bayazıt, UZUN GECELER ÜZERİNE – Ankara Çeçen Kafkas Kültür Ve Dayanışma Derneği (ankaracecen.org))

Öztürk/Toprak, (Ahmet ÖZTÜRK Serap TOPRAK, KAFKASYA’DAN MUŞ YÖRESİNE GÖÇLER VE GÖÇMENLERİN İSKÂNI (1856-1905) THE MIGRATIONS FROM CAUCASIA TO MUŞ REGION AND IMMIGRANTS SETTLEMENT (1865-1905), 622491 (dergipark.org.tr))

Berkhan, (İhsan Berkhan, Tarık Cemal Kutlu ( Biyografi) – Kafkas Çeçen Kültür Derneği İstanbul (kafkascecen.org.tr))

Kahraman, (Dr. Kemal Kahraman, KIRIM GÖÇLERİNİN SONUÇLARI: MECİDİYE KASABASI ÖRNEĞİ, Kirim_Goclerinin_Sonuclari_Mecidiye_Kasa.pdf)

Berber-Manisa, (Yrd. Doç. Dr. Ferhat BERBER , KIRIMLI VE KAFKASYALI MUHACİRLERİN MANİSA KAZASINDA İSKÂNI, (1860-1876), (20) KIRIMLI VE KAFKASYALI MUHACİRLERİN MANİSA KAZASINDA İSKÂNI (1860-1876 | ferhat berber - Academia.edu)


Akyüz-Orat/Tanrıverdi, (Jülide AKYÜZ-ORAT/Mustafa TANRIVERDİ, KAFKASLARDAN KARS’A HÜZÜNLÜ YOLCULUK, (20) Kafkaslardan Kars’a Hüzünlü Yolculuk | Mustafa TANRIVERDİ - Academia.edu)


Asan-Sorunlar, (Hakan ASAN, Kırım-Kafkasya Muhacirlerinin Karşılaştığı Sorunlar: Diyarbakır ve Çevresi Örneği, 1516252 (dergipark.org.tr)


Asan, (Hakan ASAN, KIRIM VE KAFKASYA’DAN DİYARBAKIR VE ÇEVRESİNE GÖÇLER (1876-1914): ELAZIĞ, MALATYA, MARDİN VE DİYARBAKIR ÖRNEĞİ-436865.pdf)

Pul,(Ayşe Pul, (PDF) TOMARZA’YA GELEN ÇEÇEN MUHACİRLERİNİN İSKÂNI HAKKINDA BAZI GÖZLEMLER (acarindex.com))

Çiçek, (Dr. Nazan Çiçek, “TALİHSİZ ÇERKESLERE İNGİLİZ PEKSİMETİ”: İNGİLİZ ARŞİV BELGELERİNDE BÜYÜK ÇERKES GÖÇÜ (ŞUBAT 1864-MAYIS 1865), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi)


Topçu (Papşu), (Murat Topçu (Papşu), Suriye Çerkesleri - ORSAM Raporu, 2012, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Rapor No: 130)

Topçu-Nüfus, (Murat TOPÇU, ANADOLU’DA KAFKAS GÖÇMENLERİNİN ETNİK YAPISI, YERLEŞİMİ VE NÜFUSU, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)

Tunçbilek-Dündar, (Yusuf Tunçbilek, Fuat Dündar ile Kafkasya’dan Osmanlı’ya göçler üzerine söyleşi, 11 Ocak 2022, 22:07, https://www.ajanskafkas.com/soylesi/fuat-dundar-ile-kafkasyadan-osmanliya-gocler-uzerine-soylesi)

Papşu-Yücel, (Yazı: Murat Papşu/Fotoğraflar: Kerem Yücel, KAFKAS GÖÇÜ, SÜRGÜN VE İSKÂN, 23 Eylül 2013)



Satış, (İhsan Satış, KIRIM SAVAŞI’NDAN SONRA KAFKASYA’DAN ANADOLU’YA GÖÇLER VE ŞANLIURFA YÖRESİNE İSKÂNLAR SKÂNLAR Migrations from Caucasia to Anatolia, and Settlements to the ts to the Vicinity of Vicinity of Vicinity of Şanlıurfa After the Crimean War Crimean War Crimean War İhsan SATIŞ∗, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/406709)

Pustu, (Yunus Pustu, Y. (2020). Osmanlı Döneminde Ankara’ya Muhacir İskânı (1856-1918). ANKARAD, 1(2). 1741052 (dergipark.org.tr))

Kurt, (Hüseyin Kurt, DR. REŞİD BEY’İN DİYARBEKİR VİLAYETİNDE ERMENİ TEHCİRİNDEKİ ROLÜ, 06_Kurt_Hüzeyin_Dr_Reşit_Bey.docx (dergipark.org.tr))

Kurt-Kazazyanlar, (Dr. Hüseyin KURT, “İhanet ve Sadakat İle Sınanmış Bir Aile: Kazazyanlar”, Hafıza, 2 (1), 2020, 92-113)

Chochiev, (Georgy Chochiev*, General Musa Kunduhov’un Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hayatı ve Faaliyetlerine İlişkin Bazı Olgular ve Düşünceler) (*Georgy Chochiev, Kuzey Osetya Beşeri ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Vladikafkas, Rusya Federasyonu.) (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/226238, Kafkasya Calışmaları - Sosyal Bilimler Dergisi / Journal of Caucasian Studies (JOCAS) Eylül / September 2016, Yıl / Vol. 2, № 3, ISSN 2149–9527 (basılı / print) ISSN 2149–9101 (cevrimici / online)1)


Beşikçi, (Mehmet Beşikçi, Başıbozuk Savaşçıdan "Makbul" Tebaaya: 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Osmanlı Ordusunda Çerkez Muhacirler MEHMET BESIKCI - Academia.edu)


Saydam, (Abdullah SAYDAM, SOYKIRIMDAN KAÇIŞ: CEBEL-İ ELSİNEDEN MEMÂLİK-İ MAHRÛSAYA, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


İpek, (Nedim İPEK, 1864 KAFKAS GÖÇÜ ARAŞTIRMALARINDA KAYNAKLAR VE YÖNTEM SORUNU, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Hacısalihoğlu, (Mehmet HACISALİHOĞLU, 1864 TEHCİRİNİN ARAŞTIRMALARDA VE TÜRKİYE KAMUOYUNDAKİ KONUMU, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Tepekaya, (Muzaffer TEPEKAYA, 19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA KIRIM VE KAFKASYA’DAN GÖÇ HAREKETLERİ VE SARUHAN (MANİSA) SANCAĞI’NA GÖÇLER)


Karataş-Sorunlar, (Ömer Karataş, “19. Yüzyılda Anadolu’da Çerkes Göçmenlerinin İskânları Sırasında Karşılaştıkları Sorunlar: Uzunyayla Örneği”)

Karataş-Çatışma, (Ömer KARATAŞ, SİVAS-UZUNYAYLA’DA AFŞAR-ÇERKES ÇATIŞMASI (1860-1870), 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)


Taşbaş,(Erdal Taşbaş, Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, DİYARBAKIR’DA ÇEÇEN MUHACİRLER VE SEBEP OLDUKLARI ASAYİŞ OLAYLARI, Diyarbakir_da_Cecen_Muhacirler_ve_Sebep.pdf)


Taşbaş-Antalya, (Erdal TAŞBAŞ, 19. YÜZYIL SONLARINDA ANTALYA’DA GÖÇMEN İSKÂNI (1864-1900), 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör,Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014) 


Paneş, (Askerbiy Paneş, Çev. Murat Topçu Papşu, İMAM ŞAMİL'İN ÇERKESYA NAİBİ MUHAMMED EMİN’İN KUZEYBATI KAFKASYA’DAKİ FAALİYETLERİ (1848-1859))


Rus Arşiv Belgeleri, No 29 (dergipark.org.tr) (Çerkes Önderlerinin Avrupa’daki Diplomatik Girişimleri ve Türkiye’nin Dağlıları Rusya’ya Karşı Kutsal Savaşa Kışkırtması, 17 Ocak 1863, Türkiye’deki Rus Elçiliği’nin Askeri Danışmanı Albay Frankini’nin Savaş Bakanına Raporu)

Kumuk, (Tugan KUMUK, Çerkeslerin Türkiye'ye Sürgünü)

Öztaş, (Özkan Öztaş, 7.9.2023, Deyrizor'da bir Kürt-Arap savaşı mı yaşanıyor? (sol.org.tr))

Urhan (Vahit Cemil Urhan, http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=26&Syz=770259&/Kosova%E2%80%99ya-Yap%C4%B1lan-%C3%87erkes-G%C3%B6%C3%A7%C3%BC-ve-%C4%B0sk%C3%A2n%C4%B1-(1864-1865))


Metin Öztürk, (Aktaran: Özgür Duygu Durgun, https://www.gazeteduvar.com.tr/resmodan-ayvalika-mubadelenin-izleri-insanlari-mekanlari-haber-1600697)

Saydam-İşgal, (Abdullah SAYDAM, RUSYA’ NİN KAFKASYA' YI İŞGALİ, 188221 (dergipark.org.tr))


(Van'da iki asker, mülteci kadına cinsel saldırı iddiasıyla tutuklandı (gazeteduvar.com.tr))

Bgajnokov, (Barasbiy BGAJNOKOV, Çev. Murat Topçu (Papşu), Çar II. Aleksandr'ın Abzehlerle Görüşmesi)


Tutar Serter, (Dr. Öğr. Gör. Yelda TUTAR SERTER, https://docs.google.com/document/d/1n14l_FXJ1R_A2O_S8XSSOxDdjevAMKW-uqp4wA5Ir2M/edit#)


Onat, (Şefik Onat, https://t24.com.tr/yazarlar/sefik-onat/cumhuriyet-in-yeni-baskenti-ankara-ve-yabanci-buyukelcilikler-vi-bu-ne-karisiklik,37016)


Yılmaz,  (Prof.Dr. Sait Yılmaz, Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları, https://www.academia.edu/34819403/Kuzey_Kafkasyan%C4%B1n_%C3%A7al%C4%B1nm%C4%B1%C5%9F_sava%C5%9Flar%C4%B1_?email_work_card=view-paper)


Çeçen Cumhuriyeti İçkerya Türkiye Fahri Konsolosluğu – Resmi İnternet Sitesi (ickerya.com)


Baydar, (Oya Baydar, haber@t24.com.tr, 16 Mayıs 2022)

Tunçbilek-Bolat, (Yusuf Tunçbilek, Mehmet Ali Bolat ile Türkiye’nin Kafkasya politikası üzerine söyleşi, https://www.ajanskafkas.com/soylesi/mehmet-ali-bolat-ile-turkiyenin-kafkasya-politikasi-uzerine-soylesi/)

Taştekin-Ukrayna, (Fehim Taştekin, https://www.gazeteduvar.com.tr/ukrayna-icin-kafkasyayi-atese-atmak-makale-1594411)


ORAL, (Mustafa ORAL, SULTAN II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE BİR “ÇERKES TARİHİ” YAZILMASI GİRİŞİMİ, mustafa oral 2.pdf (deu.edu.tr))

Onat, (Şefik Onat, https://t24.com.tr/yazarlar/sefik-onat/cumhuriyet-in-yeni-baskenti-ankara-ve-yabanci-buyukelcilikler-ix-lehler-mi-polanlar-mi,37430 )

Tavkul, (Ufuk Tavkul, SURİYE'DE KAFKASYALILAR) 

Durmaz, (Taner Durmaz, Kafkasya Dışındaki Kafkas Kavimleri 19 Yüzyıldan Günümüze)

Topçu (Papşu), (Murat Topçu (Papşu)Suriye Çerkesleri - ORSAM Raporu, 2012, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Rapor No: 130)

Koç-Kuzey Kafkasya-(Prof. Dr. Nurgün KOÇ, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONUNDA KUZEY KAFKASYA’DA ORTAYA ÇIKAN SİYASİ GELİŞMELER VE TÜRKİYE)


Köse-Lokmacı-(Muhammed KÖSE-Süleyman LOKMACI, İngiliz Konsolosluk Raporlarında Rusya’nın 1864 Kafkas Soykırımı ve Çerkeslerin Anadolu’ya Göçleri)


Foxall-(Andrew Foxall, SOVYET SONRASI RUSYA'DA ETNİK İLİŞKİLER, Kuzey Kafkasya'da Ruslar ve Rus Olmayanlar, İngilizce'den Çeviren: Serkan Özdemir, 1. Baskı/Mart 2018, Koyusiyah Yayıncılık, Ankara)


Taştekin, (Fehim Taştekinftastekin@gazeteduvar.com.tr- 20 Mayıs Cuma 2022   Saat: 00:02)

POLAT-İhtilaf, (Habibe POLAT, OSMANLI DÖNEMİ SURİYE VİLAYETİ’NDE GÖÇMEN VE YERLİ AHALİ MÜNASEBETLERİ BAĞLAMINDA ÇERKES-DÜRZÎ İHTİLAFI (1880-1900), Microsoft Word - 5_Habibe_Polat (acarindex.com))

POLAT, (Habibe POLAT, OSMANLI DEVLETİ'NİN HALEP VE CİVARINA ÇERKESLERİ İSKANI (1856 - 1914), T.C. İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, DOKTORA TEZİ)

KUZEY KAFKASYALILARIN YERLEŞTİRİLMELERİ-(Geçmişten Günümüze ADIGE'ler: KUZEY KAFKASYALILARIN OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA YERLEŞTİRİLMELERİ (peserey.blogspot.com))

İpek-Kafkas Göçü, (Nedim İPEK, 1864 KAFKAS GÖÇÜ ARAŞTIRMALARINDA KAYNAKLAR VE YÖNTEM SORUNU, 1864 KAFKAS TEHCİRİ Kafkasya’da Rus Kolonizasyonu, Savaş ve Sürgün, Editör, Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız T. Ü., 2014)

Tulgar-(Ahmet Tulgarahtulgar@gmail.com 25 Eylül Pazar 2022  Aynalı Pasaj... Kitaplarla yaşamak serüvendir (gazeteduvar.com.tr))

TDK-(https://sozluk.gov.tr/ )

Sevinç-(Murat Sevinç, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/03/19/insanin-ciplak-hali-gocmenlik/)

(Nurhan AYDIN, Handan KAYA, KAFKASYA’DAN OSMANLI DEVLETİ’NE YAPILAN ÇERKEZ GÖÇLERİ)

(Ufuk ERDEM, OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MUHACİR KOMİSYONLARI VE FAALİYETLERİ (1860-1923) TTK Yayını)

Ak, (İlyas AK, Çorum ve Çevresinde İskân Edilen Muhacir, Mübadil, Gayrimüslim ve Aşiretler*)

Erdoğan, (HAŞİM ERDOĞAN, Arşiv Belgelerine Gore Kafkasya’dan Aziziye’ye (Pınarbaşı) Göç Eden Muhacirler ve Yerli Halk ile İlişkileri)

Berber, (Ferhat Berber, 19. YÜZYILDA KAFKASYA’DAN ANADOLU’YA YAPILAN GÖÇLER)

Tepekaya, (Muzaffer TEPEKAYA, 19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA KIRIM VE KAFKASYA’DAN GÖÇ HAREKETLERİ VE SARUHAN (MANİSA) SANCAĞI’NA GÖÇLER)

Taştekin, (Fehim Taştekin Taştekin@gazeteduvar.com.tr)

Kaplan, (Kenan Kaplan, ÇERKESLERİN VAROLUŞ MÜCADELESİ (ozgurcerkes.com))

*

26.12.2024