9 Temmuz 2025 Çarşamba

TARİH SÜMER’DE BAŞLAR Yazılı Tarihteki Otuzdokuz İlk

Samuel Noah Kramer, Çeviren: Hamide Koyukan, İkinci Basım: Aralık 2002, Kabalcı Yayınevi, İstanbul


Adında kitabın içeriği de mevcut.

Günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncesinde yazıyı ilk kullananlar olan Sümerler kayıt bıraktıkları için doğal olarak birçok konuda ilk olarak biliniyorlar.

Daha öncekiler, mesela ondan çok öncesine ait olan Hint uygulamaları yazılmadığından günümüzde yeterince bilinmemektedir.  

Sümer tabletleri büyük ölçüde 1900’lü yıllarda okunup anlaşılabilmiştir. 

*

Kitaptan bazı notlar:


“Sümerlinin deneme metni… 3700 yıl kadar geriye tarihleniyor.” (Kramer, s. 32)

“...bütün tanrıların kralı Enlil”. “... kişisel tanrısı olan ay tanrısı Nanna ve eşi tanrıça Ningal”. (Kramer, s. 33)

“Yazı çiviyazısı ya da çivi-işaretleridir; dili Sümercedir.” (Kramer, s. 38)

“Sümerler kil üzerine kamıştan bir kalem yardımıyla yazılan bir yazı dizgesini aşama aşama geliştirdiler”. (Kramer, s. 53)

“Kiş”. “Gılgamış”. (Kramer, s. 54)

“Lagaş kenti”. (Kramer, s. 61)

“Umma işakku’su Uş, anlaşma koşullarını bozdu”. (Kramer, s. 63)

“Yasa ve adalet kadim Sümer’de hem teoride hem de uygulamada anahtar kavramlardı”. (Kramer, s. 81)

“Sümerler, sözcüğün bugün anladığımız anlamıyla sistematik bir felsefe geliştirmeyi başaramadılar… Bununla birlikte, evrenin doğası… üzerine düşünüp, tartışmışlardır. İÖ üçüncü binyılda… öyle zekice bir kozmoloji ve tanrıbilimi inancı geliştirmişlerdir ki, öğretileri kadim Yakın Doğu’nun çoğu bölgesinde temel inanç ve dogma haline gelmiştir./… Sümerli filozoflar… bilimsel tanımlama ve genelleme yöntemini, bu çok önemli entelektüel aracı bulmayı başaramamışlardır”, “evren sözcüğünün karşılığı, “yer-gök” anlamına gelen bileşik bir sözcük olan, an-ki sözcüğüydü. Yeri düz… göğü ise… kubbe biçiminde… düşünüyorlardı.” “Başlangıçta ilksel denizin olduğu sonucuna vardılar”. “Sümerli tanrıbilimcilerin, insan görünümlü, ancak insanüstü ve ölümsüz, ölümlülere görünmeyen bir grup canlı varlık tarafından oluşan bir panteonun varlığını açık bir gerçek olarak kabul ettikleri anlaşılıyor; bunlar iyi düzenlenmiş planlar ve uygun biçimde konmuş yasalarla kozmosu yönlendiriyor ve denetliyorlardı”, “bu açık kabullerinin ardında… kuşkusuz mantıksal bir çıkarsama vardır… elbette bilinenden bilinmeyene uslamlama yöntemini izlediler.” “Bu gözle görünmez… varlıkların her birine Sümercede dingir, bizim “tanrı” diye çevirdiğimiz sözcük, deniliyordu./… panteonun başında bütün diğerlerinin kralı ve yöneticisi olarak tanınan bir tanrının bulunduğunu kabul etmek doğaldı.” “Bu tanrılara yüklenen yaratma tekniğine gelince… bütün Yakın Doğu’da dogma haline gelen bir öğreti geliştirmişlerdi; tanrısal sözün yaratıcı gücü öğretisi. Bu öğretiye göre, yaratıcı tanrının bütün yapması gereken bir plan yapmak, sözcüğü söylemek ve adını koymaktı.” “Çağdaş araştımacılar bu kavramları… günümüze ulaşan sayısız mitten “bulup” çıkarmak zorundadırlar.” (Kramer, s. 104-109)

“An, Anunnakiler’i dölledi.” “Başlangıçta ilksel deniz vardı”. “Tanrılar insan biçiminde kişiselleştirildiğinde, An (gök) eril, Ki (yer) dişildi. Onların birleşmelerinden hava tanrısı Enlil doğdu.” (Kramer, s. 112, 113)

“Tanrıların ölümsüz olduklarına inanılmasına karşın, yine de beslenmeleri gerekiyordu… yaralanıp, öldürülebiliyorlardı.” “İÖ üçüncü binyılda Sümerler, en azından adlarıyla, yüzlerce tanrıya sahiptiler… çoğu ikinci derecededir”. (Kramer, s. 118, 119)

“Sümerli düşünürler… İnsanın çamurdan yoğrulduğuna ve tanrılar… hizmet etme amacıyla yaratıldıklarına kesin olarak emindiler”, “insan yanızca tanrısal buyrukları yerine getirirdi”, “Sümerler iyilik ve gerçeğe, yasa ve düzene, adalet ve özgürlüğe, doğruluk ve dürüstlüğe, bağışlama ve acımaya çok değer veriyorlardı.” (Kramer, s. 134, 135)

“Sümerlerin dünya görüşüne göre, uygarlığın kurulması sürecinde… insanların bütün ahlaksız davranışlarını planlayanlar da aynı tanrılardı”, “kişisel tanrı kavramını geliştirdiler.” (Kramer, s. 138, 139)

“Sümerde insanın yaratılışı düşüncesi… ikinci… Mitin başkahramanları sığır-tanrısı Lahar ile kızkardeşi, tahıl-tanrıçası Aşnan’dır. Mite göre, bu ikisi gök tanrısı An’ın çocukları olan Anunnakiler’in yiyecek yemek ve giyecek giysileri olması için tanrıların yaratma odasında yaratılmışlardı.” (Kramer, s. 142)

“Sümerli bilginler insanın başına gelen felaketlerin, kendi günahlarının ve kötülüklerinin bedeli olduğu öğretisine inanırlar… hiç kimse masum değildi.” (Kramer, s. 144)

“Sümer… tabletler… Eyüp Kitabı’nın derlenmesinden en az bin yıl önce yazılmışlardır.” (Kramer, s. 146)

“Uzun zaman, “Süleyman’nın Meselleri” kitabının yazılı insanlık tarihindeki en eski atasözleri ve özdeyişler derlemesi olduğuna inanıldı. Ancak yüzelli yıl kadar önce kadim Mısır uygarlığının keşfedilip, aydınlığa çıkarılmasıyla… çok önce yazılmış Mısır atasözleri… ortaya çıkarıldı… Sümer atasözleri yazıtları… bilinen Mısır derlemelerinden birkaç yüzyıl daha geriye gider.” (Kramer, s. 150)

“Kurda gelince… Sümerler en çok onun yırtıcılığından etkilenmiş gibidirler.” (Kramer, s. 160)

“Kitabı Mukaddes’in… kökleri uzak bir geçmişe inmekte ve ortaya çıktığı bölgeyi çevreleyen ülkelere yayılmaktadır…/ Sümerlerce yaratılan edebiyat İbraniler üzerinde derin etkiler bırakmıştır… doğrudan bir etkileri olmadığı… Sümerlerin… İbranilerin öncelleri Kenanları ve onların komşuları olan Asurluları, Babillileri, Hititleri, Hurileri ve Aramileri derinden etkilediklerine kuşku yoktur.” (Kramer, s. 178, 179)

“Kitabı Mukaddes’teki tufan öyküsünün bir İbrani yaratısı olmadığı bilinmektedir… Babil tufanı mitinin kendisi de Sümer kökenlidir.” (Kramer, s. 187)

“Ancak “Gılgamış Destanı”nın yalnızca ilk onbir tableti (Sümer kaynaklarından yapılan açık ödünçlemelere karşın) Sami edebiyatı yaratısı olarak nitelenebilir. XII. Tablet (destanın son tableti) Sümerce bir şiirin ikinci yarısının Sami Akadcasına -Babilce ya da Ausrca diye de bilinir- sözcüğü sözcüğüne çevirisinden başka bir şey değildir.” (Kramer, s. 241)

“Çivi yazısı dizgesi büyük olasılıkla Sümerlerin icadıydı… en eski yazıtlar… İÖ yaklaşık 3000’den kalma… Sümer dilinde yazılmıştır… İÖ ikinci binyılda bütün Yakın Doğu’ya yayılmıştı./ Çiviyazısı resim-yazı gibi başladı. Her işaret bir ya da daha fazla somut nesnenin resmiydi… etkin bir sınırlama getirdiler… en önemlisi ideografik değerlerin yerine fonetik değerlerin geçirilmesiydi.” (Kramer, s. 445, 446)

“Sümerce sag, “baş” sözcüğünü simgeler”, “a, “su” sözcüğünü simgeler.” (Kramer, s. 447)

“Sümerlerin söylenişi aynı, ama anlamı farklı iki tane ha sözcükleri vardı.” (Kramer, s. 448)

“Abu”. (Kramer, s. 463)

“sagursag”. (Kramer, s. 474)

“Şara…/ Şam” “şeş”, “Temmuz”. (Kramer, s. 475)

“Umma”, “Uruk”. (Kramer, s. 476)

*

9.7.2025

***


ORGANİZE "KÖTÜLÜK"TE BİR ZİRVE: İTC VE AYNI DÖNEMİN İNSANİ BİR SESİ: PRENS SABAHATTİN

İnsan varolduğundan beri "kötülük" her yerde ve her zaman var olmuştur, denilebilir, ama bizim coğrafyamızda bence İTC ile zirveye çıkmıştır.
Hesapsız ve acımasız bir şekilde ölçüsüz şiddet üreten dönem kötülüğünün iki yönü belirgindir:
1.Neden: Hırsları yeteneklerini çok çok aşan kifayetsiz muhteris önderler,
2.Yöntem: Entrika.
Tarifi kolay değil ama bir tek "Sarıkamış" olayının hikayesi bile dönemin niteliğinin anlaşılmasına yardımcı olabilir.
Talat-Enver-Cemal bizim coğrafyamızda o dönem insanının başına gelen en kötü şeydir.
Günümüzde bunların övgülere boğulması ise şaşırtıcı ve üzücüdür. 
İTC ile zirveye çıkan kötülük sonrasında bir ölçüde devam edip günümüze kadar süregelmiş ve günümüzde yeni bir zirveyi zorlanmaktadır.
*
4.7.2025
***
EK:


Efendiler Nereye? (Refik Halid Karay)

İttihadçı liderlerin en önemlileri, 1 Kasım 1918 gecesi ülkeyi terk etti. Dünya Savaşı kaybedilmişti. Ülkenin toptan yok olduğu ve her tarafının işgale uğrayacağı konuşuluyordu. Uğursuz zamanlardı.

Bu mağlubiyetten ötürü en fazla suçlanan tabiî ki İttihadçılardı. Basın, dört bir yandan “devr-i sabık” yaratıyordu. Matbuatta kalemini en fazla sivrilten, yeminli İttihad-Terakki düşmanı Refik Halid’di. Türkçeyi en güzel kullanan yazarlardan olan Refik Halid, kelimelerini acımasızca İttihadçılara doğrultuyordu. Bu yazılar, Türk basınının tarihine de en sert eleştiri yazıları olarak geçiyor, etkisi günümüze dek sürecek bir algı yaratıyordu.

Hatası ve sevabıyla çok gerilerde kalan günleri tartışmaya açmayı uygun bulmuyorum. O yüzden “Kim haklı?” meselesine girmiyorum. Refik Halid’in 150’likler listesinde bulunduğu notunu düşerek, 5 Kasım 1918 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanan “Efendiler Nereye?” yazısının tam metnini dikkatlerinize sunuyorum.

 

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?

Ücrâ dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, boyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

Dul annelerin haylâz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyânkar evlatlar nereye?

Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…

Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. “Gel!” diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nâzır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz âmir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye “Patrona”lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Muslî”leri kahraman bilip nâmlarına heykel dikecektik, “Sakallı”lara can verip mevkilere geçirecektik.

“As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…

Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!

Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirini!” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarıya fırlatır… İşte siz böyle yaptınız, boğazları kapatıp içeride keyfinize gideni işlediniz, kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.

“Açılır besmeleyle her sabah dükkânımız/ Cellâdbaşı Kara Ali pîrimiz üstâdımız” levhasını başınızın ucuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları, evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?

Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha nâmınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz… Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi… Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?

Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar; halk seril-sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşâneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler… Han, hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hânümanlar söndürüp memleketler yaktılar; yağ aldılar, bal sattılar, yün çaldılar, pamuk attılar… Ne çocuk dediler ne ihtiyar; ne padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf… Halk açlıktan sokaklarda pösteki kemirirken onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler… Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarından yapışır öcümüzü alırdık… Halbuki kollarını sallaya sallaya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler…

Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:
– “Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?”

***


İKİ DÜNYA SAVAŞININ BAŞ MÜSEBBİBİ: ALMANYA

Gücüne güvenen zorbalardan biri olan Almanya iki dünya savaşının baş sorumlusu olmuştur.

Günümüzde de Ukrayna dolayısıyla üçüncüsünü zorlamaktadır.

Anlaşılan odur ki, çok "medeni" "Batı" dünyasının bir parçası olan Almanlar emperyalist sömürüde geride kalmış olmalarını telafi edebilmek uğruna dünyayı kan deryasına çevirmekten kaçınmamıştır.

"Medeniler" hiçbir barbarın akıtamayacağı kadar kan akıtmış ve hala akıtmaktadır.

*

4.7.2025

***

EK:

“İngilizler bu sıralar politikada ahlaklı olmaktan söz ediyorlar. Kendileri ihtiyaçları olan her şeye sahip. Ahlaklı davranmanın politik arenada pek de önemsenmediği dönemlerde kendi imparatorluklarını kurabildiler zira. Şimdi de o büyük imparatorluklarını ahlak kisvesinin ardına saklayarak korumaya çalışıyorlar.” (Goebbels, s. 177)

***

26 Haziran 2025 Perşembe

GÖÇ VE GÖÇMENLİĞE DAİR (YA DA SÜRGÜN VE SÜRGÜNLÜĞE DAİR)

*

Şea mahkahx cxı diinç dünenahx hudoara             

Kendi ülkesinde olmayan yaşamı ne yapmalı 

Dilin lezzetini ve ne büyük bir zenginlik olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koyduğunu düşündüğüm bir Vaynahx şarkısının dizesi 

*

“Ölen için ağlamayın, yasa bürünmeyin; Ancak sürgüne giden için ağlayın acı acı. Çünkü bir daha dönmeyecek.” “YEREMYA XXII”. (Blanch, ŞŞE, s. 491)

*

1.a.Göç

Göç!

Ne kapsamlı bir insanlık faaliyeti! Hakkında ne çok şey söylenebilir!

Tarihte hep olmasının yanısıra günümüzde de çok güncel bir konu.

Bilindiği üzere genelde insanlık tarihi boyunca göçler hep olmuştur ve iskan da başarabilen her gücün önemli bir politika aracı olarak her zaman başvurduğu bir uygulama olagelmiştir. 

*

“Atadan göçebeyiz/ Göçebelik başta çok geniş bir coğrafyada hareket etmeyi içerirken, zamanla belirli bir halkanın içinde dönmeye evirildi. Sonra bu halka gittikçe daraldı ve nihayetinde biz göç etmeyi bırakıp da bir yere yerleşinceye kadar gittikçe küçülüp yok oldu.” (Martin)

“Günümüzde herkesin, doğumunda edinilen bir kimlik kartı var. Ama bu o kadar yeni bir şey ki! İlk fotoğraflı kimlik belgesinin çıkış tarihi 1876. Ancak bunlar 20 yüzyıl başlarına kadar yaygınlaşmıyor.” (Anadol)

“Urartu yıllıklarına göre, on binlerce ve oldukça karışık insan grupları göçe zorlanıp tekrar yerleşime tabii tutuldu.” (Zimansky)


Araplar Kafkasya’ya başka yerlerden insan getirip iskan etmiştir. "Derbentname'de, Ebu Müslim tarafından” Derbent şehrine Müslüman grupların yerleştirildiği yazılıdır. Halife Ebu Cafer el-Mansur (754-775) "Yezid'i yanına çağırttı. Görüşmelerden sonra, Derbent'in çevresine ve stratejik mevkilere Arapların yerleştirilmesine ve tahkim edilmesine karar verildi. Nitekim muhtelif yerlerden Müslümanlar getirilerek iskan olunduktan sonra Hazarlar Derbent'e saldırmaya cesaret edememişlerdir. Suriye'den, Mezopotamya'dan, Musul'dan gönderilen 7000 aile buraya yerleştirildi. Yezid bunları Derbent'in çevresine yerleştirerek kale inşa ettirdi." Vali "Naci'nin halka karşı çok zalim ve acımasız davrandığı" anlaşılınca Harun "Reşid adaletini göstermek için Rebi'a-al-Bahli adlı bir başka vali gönderdi." (Al Kadari, s. 24, 27)


“Osmanlı Devleti varlığını, her şeyden önce Orta Asyalı bir Türk kavmi olan ve X. yüzyılda başlayarak XIII. yüzyılda ve belki de daha sonraya kadar devam eden Oğuz göçüne borçludur.” (Polat)


İzlediği iskan politikası çerçevesinde Anadolu’dan Balkanlar’a “şenletmek” maksadıyla göçürülen Türkmenler, Rumeli’den Karadeniz havalisine nakledilen gayrimüslimler, İstanbul’un ihyası için Aksaray, Karaman bölgelerinden yapılan göçler Osmanlı iskan uygulamalarının örneklerindendir. (Akyüz)


“Sürgün, düşmanlarını etkisizleştirmenin klasik bir Orta Doğu ve Balkan yöntemiydi... Osmanlılar gibi onlardan önce Bizanslılar tarafından kullanılagelmişti. Yakın zamanda Osmanlı Hükümeti 1914-1915'te yüz binlerce Rum ve Ermeni Hıristiyan'ını... sürmüştü. Sürgün, özellikle gerilla hareketine karşı etkili bir askeri taktikti... yerel desteğini kurutuyordu... 1920'de Karadeniz Rumlarını göç ettirmek Türk Milliyetçileri açısından bir hata olmuştur./... Yunanlıların Karadeniz kıyılarına güçlü bir askeri çıkarma yapmalarına imkan yoktu. Yerli Rumların, bir Yunan istilasına katılması gerçek bir tehlike değildi.../ Sürgün, çaresizlik anında başvurulacak bir yöntemdir." "Samsun'dan yola çıkan sürgünler... Sıklıkla aç ve susuz kaldılar ve bazen de soygunculara karşı korunmadılar... adedi kesin olarak bilinmeyen fakat yüksek sayıda, kayıp verdiler. Rumların varacağı son yer... Harput şehriydi." "Rumların sürülmesi çok insanlık dışı olaylar ve ölüm getirmiştir." "1912-1922 yılları arasında tahminen 65.000 Pontus Rum'u ölmüştür." (McCarthy, s. 311-352)


Kafkasya’nın doğusunda Hazar Denizi kıyılarında Selçuklular döneminde Türkmenler iskan edilmiştir. Ruslar Kafkasya’nın kuzeyinde 1774’den sonra daha yoğun olmak üzere 1500’lü yıllardan itibaren önce Kazakları ve daha sonraları aralarında Alman, Ermeni, Rum, Ukraynalı ve İskoçlar da bulunan çeşitli hıristiyan halklardan grupları iskan etmiştir. Osmanlı da diğer iskan uygulamaları bir yana sadece Kafkasya bölgesinde Kırım’ın elden çıktığı 1774’den sonraki dönemde bölgeyi kaybetmemek için çare olarak bir yandan Tatarlar ile 22.000 Nogay’ın iskanını gerçekleştirirken, bir yandan da Anadolu’dan Ferah Ali Paşa'nın isteği ile Sivas, Amasya, Tokat, Gerze ve Sinop civarından götürdüğü 10.000 askeri yerleştirip, bunların yerli kızlarla evlenmesini sağlamıştır. (Bice, s. 30, 32, 34, 35)


"Osmanlı... her fetih sonrası, toprakların etnik-dinsel kompozisyonuna müdahale ediyordu.../ Balkanlar'daki her fetih ve kolonizasyon, sistemli bir sevk ve iskan politikası eşliğinde yürütülüyordu." "Osmanlı klasik sürgün ve iskan politikasının en önemli noktası, her türlü etnik, dinsel ve hatta politik nüfus yoğunlaşmasını engellemek ve mümkün mertebe karıştırmak olarak özetlenebilir." "Çöküş" "dönemi... toprak kayıplarının başlıca sebebi... Rus Çarlığı idi... Slav ve Rus Kazakları başta olmak üzere, Hıristiyan nüfusun fethedilen yerlere iskanı, bir Rus yayılma biçimi olarak, Osmanlı iskan siyasetinin karşısına inatçı bir benzerlik ile dikiliyordu. 1768-1774 Rus Savaşı'ndan itibaren, Osmanlı ciddi bir muhacerat sorunu ile karşı karşıya kalmıştı... iki imparatorluk arasındaki savaş, dinsel bir savaş görünümü kazanıyordu", "alınan her mağlubiyet, Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan Müslüman nüfusu artırmakta idi. Ama en trajik olanı Kafkaslardaki iki imparatorluğun karşılaşmasında yaşanacaktı. Rusya'nın Kafkasya'yı kesin fetih... politikası ve Şeyh Şamil'in ayaklanması bölge nüfusunun hedef haline gelmesine yol açmıştı. Bölge halklarının büyük bir kısmı kaçıp Osmanlı İmparatorluğu'na sığınmıştı. Aslında bu kaçış...Osmanlı yetkilileri tarafından teşvik ediliyordu... savaşçı Kafkas nüfusu... işe yarardı. Yani bilinenin aksine yalnız Rusya değil, Osmanlı da bu muhaceratta ısrarcı olmuştur. 1860 yılında iki imparatorluk arasında yapılan anlaşma Osmanlı tarafının baskısıyla "Rusya'nın Kafkasyalıların göçüne izin vermesi" maddesini içerecekti. Ancak Rusya bu maddeyi göçmenlerin sınırdan uzaklara iskan edilmeleri şartıyla kabul ediyordu./ Müslüman nüfusunun artırılmasını hedefleyen Abdülhamid için, Kafkasyalılar... önem kazanıyordu. Abdülhamid'in verdiği 30 Mart 1888 tarihli emir bunu açıkça göstermektedir: Anadolu'da bazı vilayet-i şahanede İslam nüfusunun çoğaltılması için... Kafkas muhacirlerinin... iskanları." Ayrıca Kafkasyalılar önemli bir askeri kaynaktı.../ Kafkasyalıların büyük bir kesimi... Hıristiyan bölgeler iskan edildi." "Kafkas göçmenlerin sayısının 1.800.000-2.750.000 arası olduğu öne sürülür." (Dündar, s. 41-45)


Kafkasya’da İmam Şamil de iskan yapmıştır. (El Karahi)

Kuran'a göre Adem ile Havva “cennetten yeryüzüne göçmüşlerdir... İslam takviminin, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti ile temelinin atıldığı düşünülürse göçlerin önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Müslüman ülkeler kültüründe göçün çok özel bir yeri vardır." "Bugün dünyadaki devletlerin büyük bir bölümü, göçlerin getirdiği insanlar veya onların ahfadı tarafından kurulmuştur." "Türk aşiretlerinin Anadolu'ya doğudan "göçleri" daha sekizinci miladi yüzyılın sonlarında başlamıştır." İlk “Türk grubunun 9.-12. ve 14.-16. yüzyıllarda Balkanlar'a göç ettiği" bilinmektedir. 14.-16. yüzyıllarda göçler Anadolu'dan Rumeli'ye doğru olurken Osmanlı topraklarına 1783’de başlayan kitle göçleri bilhassa 1856'dan sonra Kırım'dan gelen göçmenlerle yoğunlaşmıştır. "Osmanlı devletinin ilk 400 yılında ortaya çıkan göçlerin ana nedeni ekonomiktir. Bunun yanında idari sebepler ve emniyet nedeni ile yaptırılan göçlere de sık sık tesadüf edilir, ki bu metot Bizans İmparatorluğu'nda da sık sık uygulanmıştır.” “18. yüzyılda başlayan ve 19. yüzyılda gittikçe hız kazanan göçler... Kafkaslar ve Rumeli'den Anadolu'ya doğrudur. Siyasi-dini nedenlerden kaynaklanan büyük hacimli bu göçlerin hemen hemen tümü Müslümanları kapsamaktadır./... Bu göçlerle ilgili mevcut bazı bilgiler, metotsuzluk ve bilhassa Osmanlı-Rus arşiv kaynaklarının gereken ölçülerde kullanılmaması yüzünden yeterli derecede güvenilir ve tam değildir." "16. yüzyıldan sonraki göçlerde ekonomik ve siyasi nedenlerin ağırlık kazandığı görülür. İkinci Dünya Savaşı'na dek... Amerika'ya ve Avusturalya'ya yönelir.../ İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise göçlerin akımında köklü bir değişiklik olmuştur. Batı Avrupa'nın nüfusunda çoğalma oranı azalmış, buna karşılık Avrupa sanayi maddelerine talep üçüncü dünyada artınca Avrupa yeni işgücüne ihtiyaç duymaya başlamıştır." "Modern politik anlamda vatan belirli bir milletin yaşadığı toprak parçasıdır. Balkan ve Kafkas göçmenleri için vatan, işgal edilen köyler ve onun dahil olduğu bölgedir. Bu doğal vatandır. Göçe mecbur edilenlerin eskiden hiç düşünmedikleri, fark etmedikleri toprağa bağlılıkları zorunlu göçe maruz kaldıktan sonra meydana çıkmıştır." "Tamamıyla siyasi nedenlere dayanan göçleri, milli devletlerin ve bilhassa milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla 19. ve 20. yüzyıllarda görmek mümkündür." 18. yüzyıldan sonra göçler "milli" devlete hakim etnik grubun siyasi görüşünü gerçekleştirmenin ve siyasi, kültürel ve dini haritayı değiştirmenin bir aracı haline gelmiştir. Irkçı-dinci milliyetçilik anlayışı göçleri dini, siyasi ve kültürel amaçlara alet etmiştir. “Bu bakımdan 19. ve 20. yüzyıl, insanlığın yüz karasıdır ki burada Batı emperyalizminin getirdiği din, kültür ve ırk üstünlüğü düşüncesi birinci derecede rol oynamıştır. Bunu yayan, Avrupa'nın "medeni" devletleri sayılan ve kendilerini dünyaya medeniyet örneği olarak gösteren İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika ve İtalya'dır." (Karpat-GÖÇLER, s. 12, 13, 18, 19-23, 50, 51, 71, 73, 74, 78, 86, 87, 93, 94)

Ulus devlet çağında özellikle 18. yüzyılın sonlarından itibaren din ve milliyet unsurları kullanılarak daha homojen bir nüfus yapısı elde etme amacına yönelik uygulamalar genelde kitle göçlerinde etkili olmuştur. (Ergenoğlu)


“Göçün tarihi aynı zamanda insanlığın saklı tarihidir diyerek çıktığımız yolda, haftalardır geçmişte göç edenlerin peşinde dolanıp durduk. Evrimleşen insan türleri Afrika’dan çıkarken biz de peşlerinden çıktık. Eski Taş Çağ’ı boyunca avcı-toplayıcı-göçebe kabilelerle gezdik. Yerleşik hayata geçince, bir ara durulur gibi olduk ama bu sefer de nesnelerin ve bilginin göçü başladı, biz de ardı sıra yola koyulduk. Kalkolitik Çağ’da büyük kalabalıklarla birlikte, çıkar bölgelerine yöneldik. Duramadık, devleti icat ettik. Hızımızı almışken bizi kim durduracak? Tunç Çağ’ında göçle gelenlerle bir olup nice İmparatorluklar kurduk, sonra diğerleri ile saf tutup hepsini yıktık. Sonra gelsin yazının ve bürokrasinin göçü, sistem bir virüs gibi yayıldı dünyaya.” (Martin-Göç)

“Tarihte en kafa karıştırıcı olaylardan biri Türklerin gelmesinden sonra Anadolu'nun Türkleştirilmesidir”, Orta Asya'dan Anadolu'ya sadece az sayıda Türk gelmiş, ancak bir süre sonra “tüm nüfus Türk ve Müslüman olmuştur." (Forsyth, s. 345, 346)


Osmanlı’da aşırı vergiden bunalan köylüler dağlara çıkıp eşkiyalığa başlamış ve böylece “Anadolu’da birçok köy boşalmış, pek çok arazi de işlemez durumda kalmıştı.” (Berzeg, s. 54, 55)


19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı’nın Balkanlarda Müslüman nüfusu toplam nüfusun %35’ini oluştururken ikinci yarısında bu oran %43’e ulaşmıştır. 1878’den sonra da Balkanlardan Anadolu’ya göç olunca kapsamlı bir sosyal değişim gerçekleşmiştir. “Kafkasya, Kırım ve Balkanlardan Anadolu’ya ve oradan da Suriye ve Irak’a kadar yer değiştiren Müslüman göçmenlerin sayısı 1908’e gelindiğinde 5 milyon”u bulmuş, 1880’de Anadolu'daki Müslüman nüfusu %80’e ulaşan Osmanlı Müslüman bir devlete

dönüşmüştür. (Koç)

*

1.b.Göçmen 

*

TDK sözlüğündeki bazı tanımlar şöyle: 

Göçmen: 1. sıfat Kendi ülkesinden ayrılarak yerleşmek için başka ülkeye giden (kimse, aile veya topluluk), muhacir 

Göç: Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret 

Mülteci: Sığınmacı 

Sığınmacı: Başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi, sığınık, mülteci 

Sürgün: Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtulan kimse 

*

İnsan ve toplum yaşamında çok önemli bir olay olan göç konusu günümüzde/2020’lerde dünya genelinde çok güncel bir konu durumundadır.

1800’lü yıllarda Karadeniz’in Çerkezlere mezar olmasına benzer şekilde günümüzde Akdeniz Afrikalılara mezar olmaktadır.

Günümüzün televizyon görüntülerindeki Akdeniz’de batan teknelerden denize dökülen insanlar ve kıyıya vuran “Aylan bebek”in cansız vücudu 1800’lü yıllarda neredeyse kelimenin tam anlamıyla döküldükleri Karadeniz’de yitip giden Çerkezleri hatırlatmaktadır.

1800’lü yıllarda Kafkas dağlarını aşıp çoluk-çocuk demeden günlerce ve hatta aylarca yürüyerek gelen Çeçenler de günümüzde İran sınırında donarak ölen Afgan  göçmeninin sonuna benzer sonlarla karşılaşmış olmalıdırlar!

2021 yılında Afganistan’da Kabil havaalanında ABD kargo uçağına binmeye çalışan insanlar unutulmayacak bir görüntü oluşturmuşlardır!

Günümüzde ve özellikle de 2022 yılı ve sonrasında dünyada en çok konuşulan konulardan biri galiba göçmenler konusu.

Göçmenler genelde istenmemekte ve düşmanlıkla karşılanmaktadırlar.

Aslında göç her zaman önemli bir konu olmuştur.

"Gönüllü veya mecburi göç (hicret)... Müslüman halkların tarihinde daima kilit bir rol oynamıştır." Arapların 7-9. yüzyıllardaki genişlemeleri gibi Türklerin 10-16. yüzyıllar arasındaki batıya ilerlemeleri de göçtür. (Karpat, ÇERKESLERİN SÜRGÜNÜ içinde, s. 63, 64)

Önceleri kalabalık gruplar halinde göçenler gittikleri yerlere damgalarını vurmuşlar: Avrupa’ya, Anadolu'ya, Amerika’ya olduğu gibi.

Ama modern zamanlarda durum tam tersine dönmüş, ulus devlet çağında vatan olan toprağı “ulus hakkı” olarak mülk edinen “yerleşikler” göçmenleri istemez olmuşlar.

Göçmenler modern zamanların başlarında göçmenlerin kurduğu yepyeni bir ülke olan ABD’de bile korkuya yol açmış!

"On sekizinci yüzyıl Amerikası'na gelen ve tüccar ile soyluları tedirgin eden İskoç-İrlandalı göçünden beri Amerikalılar göçmenlerden hep korkmuşlardır." (Friedman, s. 261)

Elbette her zaman öyle olmamış, ihtiyaç halinde farklı uygulamalar yapılmış.

Mesela 1960’larda işçiye ihtiyacı olan Almanya çalışabilecek göçmenlere kapılarını açarken İsveçliler de ülkeye gelen turistleri bile ülkede kalmaları için ayartmaya çalışırlarmış.

Ama sonrasında durum genelde tersine dönmüş ve göçmenler tamamiyle istenmez olmuşlar.

Günümüzde ise artık büyük ölçüde “İnsanların giderek artan yoğunlukla, bir geçim aracı olarak, kitlesel uluslararası göçe yönelmesi” söz konusu olurken buna da bağlı olarak göç ve göçmen konusu çok daha önemli bir sorun haline dönüşmüş, sanki. (Önal)

“Şu sıralar, tüm dünyada göçmenlik, mültecilik ve sığınmacılık kavramlarıyla derecelendirilen bir yerinden yurdundan edilme, yersiz yurtsuzlaştırılma ve yerleşimsiz bırakılma sorunu yaşanıyor. Ve sadece Türkiye’de değil, birçok başka ülkede de farklı cenahlardan siyasetçi zevat, bu sorun, bu trajedi üzerinden prim yapma, popülizm gütme, oy devşirme faaliyeti yürütüyor.” (Tulgar)


Ve “göçmenlik denen evrensel yara” çok daha zor katlanılır bir hale gelmiş. (Gündoğan)


Ülkemizde 2020’lerde bir “ırkçı-faşist trol ordusunun mensubu” tarafından şöyle de söylenebilmiştir: “ALLAH bu yabancıların topunun belasını versin.” (Kıvanç)


1.c.Göçmenlik

Adı göçmen, muhacir, sığınmacı, mülteci, sürgün, hangisi olursa olsun, göçmenlik zor, çok zor, acı dolu bir “iş”!

Göçmenler genelde horlanır, dışlanır.

“Küçük bir bebek için süt istedik komşu köyden. Elli altı baş sağılır inekleri olduğu halde bebek için bir tas süt vermediler bize. İki gün sonra bebek öldü.” “Yerli halk muhacirleri uzaklardan gelip kendi topraklarını işgal eden yabancılar olarak görüyor.” (Özyürek, s. 150, 162)

“Yılların sorunu, acısı, dramı olan mülteciler/ göçmenler, ekonomik ve toplumsal bunalımla pençeleşen halkın gözünde, aşına ekmeğine göz diken nefret objesi haline getiriliyor.” (Baydar)

İnsan çok hayati bir neden olmadan göç eder mi? 

İnsanlar hep ya göçmeye mecbur kalmış ya da yaşadığı hayatı çekilmez bulduğu için daha iyi bir yaşam peşinde koşup göç etmiş.

Yani ya zordan ya çaresizlikten!

Mecbur kalmış, çünkü  ya çoğu kez can havliyle olmak üzere korkup kaçmış ya da zorla yerinden edilmiş.

Ya da “geçim” derdine düşmüş!

*

“İnsan var olduğundan beri hiçbir yere çakılıp kalmadı, hep bir yerden başka bir yere gitti. Merak, değişen iklim, çatışma, çoğalan nüfus, daha bereketli yerler bulma arzusu veya saf serserilik insanı gezgin ve göçebe yaptı. Dağlar, ovalar, denizler aştı. Başka yerlerde başka insanlara karıştı. Bazen yok etti, bazen yok oldu.” “İnsan bu şekli ile 200,000 seneden beri var. Hudut, vatandaşlık, pasaport konsepti ise birkaç yüzyıldan eski değildir.  Binlerce yıl dünya insan tenhasıydı. Denizlerde ve karada herhangi bir engelle karşılaşmadan bir yerden bir yere gidebiliyordu. Milletlerin tekelinde, hudutları askerler tarafından korunan, girişin sadece bu kapılardan pasaportla yapılabildiği toprak parçaları - devletler - birkaç asırlık tarihi olan bir fenomendir.” (Münir)

*

Günümüzde Afrika ve Asya’dan bir çok insan ölümü de göze alarak özellikle Avrupa’ya gitmek için didinip duruyor.

2021 yılında Afganistan’da Kabil havaalanında ABD kargo uçağına binmeye çalışan insanların görüntüsü unutulacak gibi değil.

Ülkemiz de özellikle Suriye “olayı”nın başlangıcından bu yana yani yaklaşık son on yıldır göç konusunda dünyada en merkezi konumdaki ülkelerden biri haline gelmiş bulunuyor.

Göçle ilgili olarak günümüz dünyasında bir yandan özellikle başta ülkemiz ile Avrupa arasındakiler olmak üzere çeşitli pazarlıklar söz konusu olurken diğer yandan da vicdanları sızlatan çok çeşitli insanlık faciaları yaşanıyor.

*

Her şeyden önce göç yolculuğu çeşitli riskler barındırıyor.

2022 yılı itibariyle Akdeniz sanki bir göçmen mezarlığı gibi!

Sıradan hale gelen denizde boğulmaların yanında donarak ölenler de oluyor.

*

Birçok riski olan göç yolculuğunu başarıyla tamamlayabilen göçmenler ise göreceli olarak birazcık rahata erseler de hiçbir zaman normal bir yaşama kavuşamıyorlar, onları bekleyen ömür boyu sürecek çileli bir yaşam oluyor.

Yokluklar, zorluklar, travmalar, özlemler ve daha niceleri günlük yaşamlarında onları hiç yalnız bırakmıyor.

Travmalar sonraki nesillere de “miras” kalıyor!

*

Menzile ulaşan göçmenleri ulaştıkları yerde bekleyen yaşam Murat Sevinç ile Tuba Çandar’ın iki farklı anlatımında şöyle resmediliyor:

“Bir insan kimliğiyle, göçmen. ... Kendinizden başka hiçbir şeyinizin olmadığı, kalmadığı an. O güne dek biriktirdiğiniz ne varsa, eşiniz dostunuz, bir ömür hatıranız… Tümünün arkada bırakıldığı, an. 

Yola çıkıyorlar… Bir iki zorunlu eşya… Belki fotoğraf… Ne alıyorlardır yanlarına? Varsa, bir süre idare edebilecek para. Çocukları. Proletarya, çocuğundan başka bir şeye sahip olmayan insan, malum. Gelip sığındıkları yerde hangi koşullarda çalıştırıldıkları düşünüldüğünde, çok da uygun bir sıfat olurdu aslına bakılırsa! 

Hangi araçlarla göçüyorlar, sığınıyorlar peki? Tekneyle, plastik botlarla… Başka? Siyasi sığınmacılar. Çalışmak için gelip bir süre sonra kaçak durumuna düşen göçmenler. Savaşlardan kaçanlar. Nasıl geliyorlar? Bazen yürüyorlar. Kilometrelerce, günlerce, çoluk çocuk, yaşlılar, battaniyeye sarılı bebekler. Bir iki kişinin yemek yiyebileceği asgari araç gereç, belki. ... 

Doğduğun evin kokusu. Yanında gözünü açtıklarının sesi. Üzerinde emeklediğin kilimin deseni. Ananın sinesi. Baba. Koşup oynadığın dar koridor. Kırk yılın başı ailece poz verdiğiniz anın fotoğrafı ve arada bir temizlediğin metal çerçevesi. Annenin pişirdiği yemeğin dumanı. Seni o yemeğe çağıran sesi. Kardeşlerin. Birlikte eğlendiğin büyüklerin, arkadaşların. Kapı. Pencere önü. Okula gittiğin yol. O yolda karşılaşmak için kırk takla attığın ilk aşkın. Kalp çarpıntıların. Sevdiğin… 

Neyin var neyin yok, seni sen yapan her şeyi, bir anıyı, bir sesi, bir eşyayı ve hatta örgüne sapladığın ninenden kalma şişi, her şeyi bırakıp yola koyulmak. Belki bir iki eşya. Bir iki insan. Çocuk, varsa. Başka bir şeyin olmadan, insanı insan yapan tüm anılar geride, yola çıkmak. Bilmediğin bir yere gitmek. İstenmediğin, hiç de hoş bulunmayacağın, yerlilerin sana safra muamelesi yapacağı bir yere doğru, yola koyulmak. Başına ne geleceğini bilmeden. En çıplak halinle. En insan halinle. Omuzlarında bir ömrün hatırası, yeniden başlamanın imkânsızlığıyla, baştan başlamak için… 

İş arıyorlar. Bir kısmı buluyor. Yerlinin dört aldığı işi, bire yapıyor. Gece gündüz çalıştırılıyor. İstemezse keyfi bilir, onun gibisi çok. Kimisi daha sonra denize açılacağı çürük plastik bot yapan atölyelerde çalışıyor. Kendi yaptıklarını, fahiş fiyata satın alıp açılıyorlar soğuk denize. Varanlar oluyor ve varamayanlar. Kimi o yolculuğu hiç çıkmıyor. Çocuğuyla köprü altında dileniyor. Birileri kadını satmak istiyor, haysiyetsizlere. Birileri çocuğu kaçırıyor, organlarından para kazanmak için. Ölen var, çalışırken. Adını dahi duymadıklarımız. Anasının sesini ilk kez duyduğu o odayı bir daha görmeyecekler. Ölüp de cenazesi yol kenarına bırakılan. Yaşamayı başaranlardan nefret ediliyor. İnsan muamelesi yapmıyor, yapmak istemiyor, yerli ahali. Her yerde. Dünyanın her yerinde. Dünyanın tüm sağcıları, milliyetçileri, ülkenin sorunlarının faturasını onlara kesiyor. İşsizliğin, ekonomik daralmanın, sosyal sorunların nedeni kendi kifayetsizlikleri değil, onlar. Bizim memlekette ha keza. Muktedire söz söylemekten ölesiye korkanlar, acısını onlardan, savunmasızlardan çıkarıyor. Çoğu, çocuklarından başka hiçbir şeyi olmayanlardan.” (Sevinç)  

“Ve biz yine koştururken, kendimizi yine yurt dışında bulduk. Yine bir nevi sürgünde  yani...  Sonuçta zorunlu ya da gönüllü olsun, çok da fark etmiyor, biliyor musun? Ülkenden uzun süre ayrı düşmeye gör,  girip içinde uç veriyor bu sürgün duygusu. Doğduğun şehrinden, didinip kurduğun yuvandan, seni sen yapan dilinden, galiba en çok da sevdiklerinden uzağa savrulunca, ayağının altındaki zemin de kayıp gidiyor sanki.” (Çandar) 

*

Elbette bu kadarla kalmıyor, göçmenleri her yerde yabancı düşmanlığı da bekliyor.

Tüm dünyada her zaman gayet sıradan bir durum olan yabancı düşmanlığı konusunda günümüzde yaşananlardan birkaç örnek anlatım şöyle:

 “Mültecilerin veya göçmenlerin, gittikleri ülkenin sosyal dokusuna uyum göstermesi her zaman ve her yerde sıkıntılı olmuştur. Avrupa'da üç nesildir yaşayan Türklerin yarısı, içinde yaşadığı hatta doğup büyüdüğü ülkeye hâlâ intibak edememiştir. Avrupalılar için onların çoğu, uyumsuz ve sevimsiz yabancılardır. Mümkün olsa ülkelerine geri gönderilmelidir. Ama hayatın ve ekonominin gerçekleri, gönülsüz de olsa, geri dönülemez hale gelen bu yeni “ortak yaşamı” vazgeçilmez kılmaktadır. Türkiye'deki Suriyelilerin hali de, gitgide Almanya'daki Türklere benzemektedir. Onlar da, dindaş olmalarına rağmen “istenmeyen yabancılardır”. Özellikle gençler arasında işsizliğin çok yükseldiği bu son dönemde, sadece Suriyeli olanlar değil tüm mülteciler, “fiyat kırarak” Türklerin işini elinden alan kötü kişilerdir. Üstelik genç Türkler, Suriye'de Suriyeliler için (?) çarpışırken, Türk Devleti tarafından beslenen genç Suriyeliler, yan gelip nargile tüttürmektedir. Acaba hangisi daha doğru? Ucuza mı çalışıyorlar yoksa nargile mi tüttürüyorlar.” (Cansen) 

“Batı’nın yeni Yahudileri, artık Türkler! 

Batıda popülizm yükseldikçe, ona paralel olarak bir “dış düşman bulma ihtiyacı” da yükseliyor, Batı medyası da bu ihtiyaca malzeme temin ediyor.” (Yılmaz) 

“Göçmen Dayanışma Ağı: Suriyeliler tepkilerden çekindikleri için yardım talebinde bile bulunmadı”. (HABER MERKEZİ) (T24)

“Ümit Özdağ, kimlik ve ruhsat sorduğu kuyumcuyu hedef gösterdi, tepki gösterenlere 'Stratejik salaklar' dedi.” (Gazete Duvar, 28 Aralık 2021 10:49) 

“İstanbul’da bir Suriyeli evi basılarak öldürüldü.” (11 Ocak Salı 2022   Saat: 15:35, Gazete Duvar) 

“Mültecilerin yaşadığı bina kavga sonrası ateşe verildi.” (14 Ocak Cuma 2022   Saat: 01:37, Gazete Duvar) 

*

Aslında düşmanlık olmasa da göçmenlik başlı başına zor bir “iş”.

*

Peki, ya “yersiz yurtsuz” hissetme,

Ya ülkesizlik,

Ya da dilini konuşamama!

Bu konulardaki bazı anlatımlar da şöyle:

Edward Said’in otobiyografik eserinin arka kapak yazısından: Said'in "ülkeden ülkeye, şehirden şehre, evden eve, dilden dile, ortamdan ortama sürüklenişler" sonucunda gelişen "yersiz yurtsuzluk" haliyle barışıp, mezhepleri ve ülkeleri aşan entelektüel aidiyetini bulmasının hikayesi olarak okunabilir bu anılar.” (Said) 

“İnsanın ülkesinin olması sahip olduğu haklardan çok daha fazlasıdır. İnsan kendi cehenneminde, başkasının cennetinden çok daha büyük bir iktidara ve ilhama sahip olur. İşte o nedenle cehennem bile olsa, ülkesi olanların dilleri, uygarlıkları, sanatları, edebiyatları, sinemaları, kültürel alanları vardır.” (Erkan)   

“Çiler İlhan: Hollanda’da Türk kadın yazar olarak egzotik hayvan ilgisi görüyorum” “En çok anadilimde konuşmayı özledim” (Acar)  

*

Ya göçmenlerin diğer eksiklik ve sorunları!

Ve travmaları gelecek nesillere de aktarılmıyor mu?

Bunu Metin Münir sorun ediyor ve şöyle soruyor:

“En çok intihar nerede? 

Travma, bir nesilden diğerine nasıl aktarılır? Tecrübelerimiz çocuklarımızın ve torunlarımızın ruh hâlini nasıl etkiler?” (Münir)

“Göç, ister savaş veya siyasal baskılardan kaçınmak gibi görünürde daha zorunlu gerekçelerle, isterse de sırf daha iyi bir hayat arayışıyla gerçekleşmiş olsun, insana sadece yeni fırsatlar sunmakla kalmaz, bir dizi sosyal ve psikolojik problemi de beraberinde getirir. Günümüzde artan göç hareketliliğine ve göçmenlerle yapılan çalışmalara paralel, bu sorunlara ilişkin veri ve literatür birikimi de genişlemektedir. Göçmen için göç sürecinin kendisi çoğu zaman başlı başına bir gerilim ve stres kaynağıdır. Yapılan çalışmalar göçün, insanın uyum kapasitesini aşabilen ve ruhsal veya fiziksel sorunları, semptomları veya hastalıkları tetikleyebilen bir süreç olduğunu iddia etmektedir. Başlı başına zihinsel bir bozukluk nedeni olmasa da göç birtakım ciddi ruhsal sağlık sorunlarından bizzat sorumludur. Bu ruhsal sağlık sorunları günümüzde mitolojik bir adlandırmayla 'Ulysses Sendromu' olarak bilinir ve adına Londra'da bir enstitü bile kurulmuştur.” (Yıldırım)

“Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsünün çalışmalarından ülkemizde… sanıldığının tersine etnik gruplar arasındaki evliliklerin düşük oranda olduğunu ve son yıllarda azaldığını, ana dil haritaları açısından bakıldığında Anadolu'daki dil zenginliğinin azaldığını, asimilasyon politikalarının yalnızca basit bir etnik değiştirme ile sınırlı olmadığını, bu zorlayıcı yaklaşımların buna maruz kalan kesimlerin uygarlık dışına atılmasına, geri kalmaya, örgün eğitimden uzaklaşmaya ve yoksulluğa neden olduğunu öğrendim.” (Hatun)


“Gitgide huzursuzlanan dünyada huzursuzluk silahlanacak, yerinden edilen insan sayısı (Kendine daha rahat maddi koşullar arayanların sayısıyla birlikte) alabildiğine artmaya başlayacaktı. Bu, Batı’yı sarstı çünkü kaba deyimiyle “ipini koparan” soluğu “Batı”da alıyordu. O zaman Batı’nın “yabancı düşmanlığı” yükselmeye ve bu dünyanın yeni “trend”i olmaya yüz tuttu. Sıradan Batılı, refahını paylaşma fikrinden hiç hoşlanmadı; ama “göçmen” ya da “sığınmacı” denilen bu adamların kültürlerinden de hiç hoşlanmadı. Dolayısıyla, şu günlerin “popülizm”i ile karşı karşıyayız. Bakalım bu nereye kadar gidecek! Pek öyle kısa ömürlü bir soruna benzemiyor.” (Belge)


“Sosyolog Neşe Özgen: Sığınmacılık, mültecilik, göçmenlik artık bir rehinelik statüsüdür” “Özgen, AİHS ve Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı bir biçimde göç etmenin artık bir insan hakkı olmaktan çıktığını ve yönetilmesi gereken bir 'güvenlik sorunu' olarak kabullenildiğini söyledi.” (Özgen-Alkan)


“Sansür kuruluna göre Laz, Arnavut, Çerkes ya da Kürt yok.” “Acı Kader-Çerkes Kızı (Yılmaz Tümtürk, Metin Erksan, 1972/162) adlı senaryodan “Çerkes kızı isminin” çıkarılması istenmiş.” (Oylum)


“Türkiye’de Türk ve Sünni olmayana karşı büyük bir tahammülsüzlük var.” (Münir)  


“Van Saray'da iki sözleşmeli er, deport etmek için sınıra götürdükleri grupta yer alan Afgan uyruklu mülteci kadına cinsel saldırı iddiasıyla tutuklandı.” (Van’da iki asker) 

*


Bütün bu saldırılar yetmiyor olmalı ki, göçmenlere bir saldırı da çok şaşırtıcı bir tarzda ve çok farklı bir şekilde geliyor.


“Solcu” Küçük Çerkesleri anlatırken “kurtul”duklarını vurguladığı göçmenlerin neredeyse ve deyim yerindeyse her türlü olumlu özellikten yoksun ve tüm kötülüklerin kaynağı olabileceğini yazabiliyor.

*

"Üçüncüsü, göçmen göçerken, sadece gayrimenkul mülkiyet nesnelerinden değil, ilkelerinden, geleneklerinden, aile ve utanma baskısından da kurtulmaktadır; göçtüğü topraklarda... her türlü içtenlikten yoksun"dur. Göçtüğü yerde köksüzlük duygusu mülkiyet açlığına ve "mülkiyete koşuşa yol açmaktadır." Çerkes göçünde gelenlerde bir kuşak geçmeden "büyük bir mülkiyet açlığı baş göstermesini... doğal karşılamak durumundayız... bu açlık, hızla artan Kürt halkının toprak ve mülk içgüdüsüyle birleşince... fütuhatçı çeteler yaratabiliyordu." (Yalçın Küçük, Sırlar, s. 95, 96)

*

Göçmenlik işte böyle her bir safhası ayrı bir insanlık faciası olan bu tür özelliklere sahip bir süreç!

*

26.6.2025

***