29 Kasım 2024 Cuma

ALMANYA ÜZERİNE

MADAME DE STAEL, Fransızca Aslından Çeviren: Hasan Aydın Kahraman, I. Basım, Eylül 2017, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul


Arka kapaktaki yazıya göre yazar, 16. Lui’nin maliye bakanı olarak görev yapan İsviçreli Neker’in kızıdır. 1766-1817 döneminde yaşamıştır. 1786 yılında İsveç’in Paris elçisi ile evlenmiştir. İlk eserini 11 yaşında iken yazmıştır. Birkaç kez sürgün edilmiş, bazı kitapları sansürlenmiştir.

Önsöz’de de şöyle deniyor: Bu kitabın müsveddelerini “yayıncıya 1810’da verdim.” Birkaç gün sonra yayınlanan bir “kararnamede, “Sansürcülerin incelemediği hiçbir eser baskıya verilemez,” deniyordu.” Sansürden sonra “kitabımın basılmasına izin verdiler”. Ancak “ilk baskının on bin nüshası matbaadan alındı sırada… Emniyet Bakanı, bütün nüshaları parça parça etmek… için basımevine jandarma gönderdi”. “Paris’te kitabım yok edilirken, ben de yazlıkta, kitabın basımında kullanılan müsveddeleri ilgililere teslim etme ve yirmi dört saat içinde Fransa’yı terk etme emrini aldım.” (Stael, s. 1, 2)

*

Adından da anlaşılacağı üzere kitap Almanya ile ilgili çeşitli konulardaki görüşleri içeriyor. Ayrıca genelde Avrupa hakkında da bilgilendiriyor. Birçok ayrıntı var. Ama, doğrusu, sonuçta 638 sayfalık kitapta anlatılanlardan benim aklımda Almanların dindar, disiplinli ve çalışkan olduklarından başka pek birşey kalmadı. Bir de bol bol Hristiyanlık övgüsü…

*

Yazarın adı yazılırken Stael kelimesinin üzerindeki iki nokta kapakta e harfinin üzerine konulurken kitabın içinde a harfinin üzerine konulmuştur.

*

Kitaptan bazı notlar şöyle:

“Bugün Almanya’da… bir başkent bulunmadığından… düşünürlerin çoğu yalnızlık içinde ya da egemenlikleri altındaki dar bir çemberde çalışırlar… Alman yazarları kendi yurttaşlarından çok yabancıları memnuniyetle taklit ederler./ Almanların… yabancılara gereğinden fazla saygısı vardır da yeteri kadar ulusal önyargıları yoktur… İngilizlerin gururu onların güçlü siyasal varlığına son derece katkıda bulunur… Germen karakteri… parçalara bölünmüştür.” “Almanlar genellikle samimi ve sadık insanlardır… aldatmak yoktur.” “Latin kökenli halklarda, eşsiz maharetteki siyasetleri sayesinde her çeşit görevden kaytarmak sıkça görülür; buna karşılık Alman ulusu… böyle kaypak bir esnekliğe yönelme yeteneği onlarda yoktur. Bu ulusun meziyetleri gibi kusurları da onu adaletin asil zorunluluğuna bağlı kılar.” (Stael, s. 20, 21) 

“Avusturya’da davar sürülerini çobanlar… hoş havalar çalarak güder.” (Stael, s. 24)

“İnsanları savaşa sürükleyen üç temel saik vardır: Yurt ve özgürlük aşkı, zafer tutkusu ve dinsel bağnazlık. Hemen her zaman yabancıların tahrikiyle Alman’ın Alman’a karşı dövüştüğü, yüzyıllardır ayrılık yaşayan bir imparatorlukta büyük bir yurt sevgisi pek olamaz. Merkezi bir yönetimin… olmadığı yerde canlı tutulabilecek bir zafer tutkusundan da söz edilemez. Almanları karakterize eden doğruluk lüksü diyebileceğim bir çeşit tarafsızlık anlayışı, onları kendi kişisel çıkarlarından ziyade soyut düşünceler konusunda ateşlenmeye yöneltir.” “Din Almanya’da yüreklerin ta derinlerine kadar işlemiştir… Germen İmparatorluğu’nun gücünü zaafa uğratan fikir, fert ve eyalet bölünmesinin aynısı dinde de görülmektedir. Pek çok sayıda tarikat Almanya’yı aralarında paylaşmıştır. Doğası gereği bir bütünlüğü ve katı disiplini olan Katolikliği bile herkes kendine göre yorumlamaktadır.” “Özgürlük aşkı Almanlarda hiç gelişmemiştir.” (Stael, s. 27)

“Eskiler için kahramanlık çağı ne idiyse, modern insan için de şövalyelik odur. Avrupa uluslarının bütün soylu hatıraları ona bağlanır… eskiçağlarda “kahraman” adı verilenlerin amacı yeryüzünü uygarlaştırmaktı… Bundan sonra yurt sevgisi oluştu. Yunanlılarla Romalılarda büyük ve güzel olan ne varsa hepsine bu ilham verdi. Ortada bir yurt kalmadığı zaman bu coşku zayıfladı, birkaç yüzyıl sonra da şövalyelik doğdu. Şövalyelik zayıfı korumaktan, savaşta sadakatten, hileden tiksinmekten, dövüşe bile insanca davranışı katmaya çalışan Hrıstiyan şefkatinden, son olarak silahların vahşi zihniyeti yerine şeref ve haysiyet kültünü koyan yüce duygulardan oluşuyordu. Şivalyelik kuzeyde doğdu, fakat aşkın ve şiirin büyüsüyle Fransa’nın güneyinde serpilip güzelleşti… Hrıstiyanlar hiçbir memlekette Fransa’da oldukları kadar soylu şövalyeler ve şövalyeler de hiçbir memlekette Fransa’da oldukları kadar iyi Hrıstiyan olamamışlardır./ Haçlı Seferleri bütün ülkelerin soylularını bir araya toplamış, böylece şövalyelik ruhunu bütün yürekleri aynı duygularla dolduran bir çeşit Avrupa yurtseverliği haline getirmiştir.” “Demek ki, insan türünün felsefi gidişatının dört çağa ayrılması gerekiyor: Uygarlığı kurmuş olan kahramanlar çağı; Eskiçağ’a şanını veren yurtseverlik dönemi; Avrupa’nın savaş dini olan şövalyelik ve nihayet özgürlük aşkı ki, onun kökleri Reform dönemine dayanır.” “Almanya… Fransızların doğal karakterini bozmuş olan kendini beğenmişliğe, ahlaksızlık ve imansızlığa hiç düşmemiştir.” (Stael, 33-35)

“Fransa kadınların gönül açısından yeryüzünde belki de en az mutlu oldukları memleketti. Kadınlar büyük bir özgürlüğe sahip oldukları için Fransa’ya kadınların cenneti denirdi, fakat bu özgürlük kadınlardan vazgeçmedeki kolaylıktan ileri geliyordu. Karısını hapseden Türk, hiç olmazsa bu yolla o kadının kendi mutluluğu için gerekli olduğunu kanıtlar.” (Stael, s. 36)

“Belagat insanı daha cesur, cesaret de daha belagatli kılar. Cesur bir düşünce için yürekleri çarptıran her şey, insanın gerçek gücünü, iradesini bir misli arttırır.” (Stael, s. 44)

Sıla hasreti denen, memleketten ayrı kalmanın o tarifsiz üzüntüsü… Fransızların kendi memleketlerinden başka hiçbir yerde aynı derecede tadamadıkları sohbet zevki için özellikle geçerlidir… Fransa’da her sınıftan insan sohbet etme ihtiyacı duyar. Söz burada… aktarmalarını sağlayan bir araç değil, aynı zamanda zihni canlandıran, hoşa giden bir oyundur.” “Sohbet insanların birbirini etkileme… bir tür elektrik üretme yoludur.” “Fikirlerin akışına yüz yıldan beri tamamen sohbet sanatı yön vermiştir.” (Stael, s. 61, 62)

Gönül bağlarımız hiçbir zaman memleketimizden kopmaz. Memleketten ayrılmaya zorlanınca varlığımız adeta köksüz kalır, kendi kendimize yabancılaşırız.” (Stael, s. 75) 

“Karakter… sağlamlığı ancak eylemle kazanır. Karakter bir içgüdüdür ve akıldan çok insanın doğasıyla ilgilidir… yalnızca koşullar insanlara karakterlerini geliştirme imkanı verir.” “Almanya’da felsefi deha başka yerlerden çok daha ileridir… siyasal kariyer yokluğu düşünürlere daha büyük bir özgürlük sağlar.” (Stael, 94)

“Almanya’da eğitimin temelini teşkil eden dil eğitimi, çocuklukta yeteneklerin geliştirilmesine matematik ve doğa bilimlerinden daha uygundur.” (Stael, s. 96)

“Hiçbir şey matematiksel mantık kadar hayata geçirilemez değildir. Sayılarla yapılan bir önerme her halukarda ya yanlış ya da doğrudur. Diğer bütün bakımlardan doğru ile yanlış birbirine öyle karışmıştır ki… Matematik çalışmaları bizi kesin sonuçlara alıştırarak, kendi görüşümüze zıt bütün görüşlere öfke duymamıza neden olur.” “Sonuçta, matematik her şeyi hesaba vurduğundan kudrete karşı fazla bir saygı telkin eder. Engelleri hiçe sayan… o yüce enerji ise, cebir… mantık tipiyle zor bağdaşır./ O halde… matematik öğrenimini zamanı gelince… başlatmak, eğitimin temeli… haline getirmemek çok daha yerinde olacaktır.” (Stael, s. 97)

“Eğlenerek öğrenmek zihni dağıtır. Oysa… çocuğun zihninin de çalışma zahmetine alışması gerekir.” “Avrupa’nın en yetenekli insanlarını yetiştiren bütün eğitim kurumlarında eski ve yeni dillerin eğitimin temelini oluşturması boşuna değildir… Çocuk iki farklı dilin aynı anda önüne çıkardığı güçlüklerle yapayalnız boğuşur… Bu çalışma, düşünce yetisini gerçek anlamda geliştiren yegane eylem olan kendiliğinden zihinsel eylemi bütün canlılığıyla harekete geçirir… diğer bütün çalışmalarında da avantaj sağlar.” (Stael, s. 98, 99)

“Bildiğini tam anlamıyla bilmek, insana vicdani rahatlığa benzer bir huzur verir… Yalnız erdemin verdiği haz, zenginliklere ve güce sırt çevirtebilir.” (Stael, s. 104)

“Şiir bütün dinlerin doğal dilidir. Kutsal Kitap şiirle, Homeros dinle doludur”, “canlı ve derinden sevme yeteneği olan bütün varlıklarda şiirsellik bulunur… Şair, tabir caizse ruhun derinliklerine hapsedilmiş duyguları dışarı çıkarmasını bilen insandır.” (Stael, s. 155)

“İlyada ve Odysseia çevirileri… Güneyin en güzel dili olan Yunancanın bütün büyüsünü Almancaya aktarmak mümkün olmamakla beraber, eserin yarattığı genel izlenim pek büyüktür. Her yeni tarzı açgözlülükle benimseyen Alman edebiyatçılar, Homerosvari şiirler yazmayı denediler.” (Stael, s. 175)

“Lessing’in en güzel eseri, Nathan der Weise… Bir Türk, bir tapınak şövalyesi ile bir Yahudi bu dramın başlıca kişileridir.” “Oyunun sonunda Tapınak Şövalyesi ile Yahudi’nin evlat edindiği kızın kardeş, Sultan’ın da onların amcası olduğu anlaşılır.” (Stael, s. 212, 214) 

“Goethe adeta çağdaşlarının algısını kendi imparatorluğuymuşçasına yönetir. Eserleri adeta sanata dahil olan aşırılıklara izin veren ya da bunları yasaklayan kararnameler gibidir.” “Ortaçağ’da her şato bir kale, her derebeyi bir hükümdardı. Düzenli ordunun kurulması ile topun icadı toplumsal düzeni tamamen değiştirmiştir. Ortaya devlet veya millet adı verilen bir çeşit soyut kuvvet çıkmıştır. Buna karşılık bireyler yavaş yavaş bütün önemini yitirmiştir.” (Stael, s. 273, 274)

“Kotzebue’nin” “Die Kreuzfahrer oyunu”. “Genç şövalyenin yol gösterdiği Türkler manastıra gelip rahibeyi kurtarır.” (Stael, s. 333-335)

“Kuzey memleketlerinin… iklimlerindeki doğa, adeta insanı kendi içine kapanmaya itmek için yaratılmış gibidir./ Kuzey şiirinin kurgularındaki kahramanlarda devasa bir şeyler vardır… İklimin sertliğinden alınan imgeler İskandinav şiirinin belirleyici özelliğidir. İskandinavlar akbabalara “havadaki kurtlar” der.” (Stael, s. 341, 342)

“Bütün kurmaca türler içinde en kolayı roman… tabir caizse gerçek hayal ile hayali hayat arasında geçişi sağlar. Herkesin hikayesi, birtakım değişiklikler yapılmak kaydıyla, basılıp yayınlananlara az çok benzerlikler gösteren birer romandır. Kişisel anılar bu bakımdan çoğunlukla yaratıcılığın yerini tutmaktadır.” (Stael, s. 368, 369)

“Doğulular her zaman idealist olmuştur… Asya’da aşırı sıcaklık, tıpkı kuzeydeki aşırı soğuk gibi insanları tefekküre yönlendirir… Denizlere egemen olan uluslar gibi, kendi gözleriyle görüp öğrenme fırsatı bulamayan Almanlar, yalnız çalışmaları sayesinde Asya halklarının dinine, edebiyatına ve dillerine dair çok ilginç keşiflerde bulunmuşlardır. Birçok şey Almanların, bir zamanlar doğaüstü ışıkların bu memleketlerde yaşayan halkları aydınlattığına… inandıklarını gösterir. Hintlilerin felsefesini en iyi Alman idealistler anlayabilir”. “Schlegal’in Hint dili ve felsefesi üzerine kısa süre önce yayımladığı eser… ilkel bir halkın dünyanın bir kısmını, özellikle Asya’yı ele geçirmiş olduğuna inanır. Friedrich Schlegel, ulusların düşünsel kültüründe ve dillerin oluşumunda bu halkın izlerine rastlar. Schlegel, tarihsel bilgilerimize göre aralarında hiçbir ilişki olmadığı halde dünyadaki pek çok halkı başlıca fikirlerinin, hatta bu fikirleri dile getiren sözcüklerinin olağanüstü bir benzerlik arz ettiğini fark etmiştir… insanların başta yabani gibi yaşadığı, daha sonra karşılıklı gereksinimler dolayısıyla dillerin kademe kadem oluştuğu şeklindeki genel kabul görmüş varsayımı kendi yazılarında kabul etmez.” “Yabani çığlıklardan Yunan dilinin mükemmelliğine hangi kademelerden geçilerek erişildiği tasavvur edilemez.” “Hint felsefesi idealist, dinleri mistiktir. Bu felsefenin ve bu dinin doğuşuna neden olan şey şüphesiz toplum düzenini korumak ihtiyacı değildir./ Nazım hemen her yerde nesirden önce gelmiştir. Vezin, ritim ve ahenk de katı kesinlikten, dolayısıyla dillerin gerekli kullanımından eskidir. Astronomi salt tarıma faydalı olsun diye çalışılmamıştır… Yılın bölümlenmesi… hakkında yürütülen bu derin ve doğru gözlemler, adeta gökyüzü sevgisiyle zaman ibadetine işaret etmektedir./ Çin kralları ülkenin bir numaralı gökbilimcileriydi… Uygarlığın başlangıcını dinsel bir vahye dayandıran harikulade sistem, materyalist fikirlerin taraftarlarının nadiren sahip olduğu bir bilgi dağarcığıyla desteklenir. İnsanın kendini tamamen araştırmaya adaması bile neredeyse idealist olduğu anlamına gelir./ Derin düşünmeye alışmış ve münzevi gibi olan Almanlar gerçeğe öyle derinlemesine nüfuz ederler ki… Güzel olan her şeyin, ruh dışında neye faydası vardır? Felsefede de durum budur. Felsefe düşüncenin güzelliğidir.” (Stael, s. 482-484)

“Bacon bugün yaşasaydı, belki o da salt deneysel felsefenin sakıncalarını hissederdi. Bu felsefe düşünceyi duyuma, ahlakı kişisel çıkara, doğayı mekanizmaya çevirmiştir, zira bu felsefe her şeyin değerini düşürme eğilimindedir. Almanlar daha yüce alanlarda olduğu kadar, doğa bilimlerinde de söz konusu felsefenin nüfuzuna karşı mücadele etmiştir.” (Stael, s. 494)

“Her bitki, her çiçek bütün evren sistemini içerir. Bir anlık yaşamın bağrında sonsuzluk gizlidir. En zayıf atom bir dünyadır ve dünya belki de atomdan ibarettir. Evrenin her bir parçası, bütün yaratılışı yansıtan bir ayna gibidir.” (Stael, s. 497)

“Eskilerin siyaset bilimi, din ve ahlakla sıkı sıkıya ilişkiliydi. Sosyal yapı hayat dolu bir kurumdu; her birey kendisini onun bir üyesi sayardı. Devletlerin küçüklüğü, yurttaş sayısını aşan köle nüfusu, her şey, her evladına ihtiyaç duyan bir yurttaş için çalışmayı bir görev haline getirirdi. Yargıçlar, muharipler, sanatçılar, filozoflar, hatta neredeyse tanrılar kamu meydanında birbirine karışır, aynı insanlar sırasıyla bir muharebe kazanır, bir şaheser ortaya çıkarır, ülkeleri için yasalar koyar ya da evrenin yasalarını keşfetmeye çalışırlardı./ Sayısı çok az olan özgür yönetimler müstesna tutulursa, modern devletlerin büyüklüğü ve hükümdarların bütün gücü ellerinde toplaması, siyaseti tabir caizse büsbütün olumsuz hale getirmiştir.” (Stael, s. 520, 521)

“İnsanın kendi çocuklarına karşı iyi olması o kadar kolaydır ki… Eşimizle olan ilişkilerde durum böyle değildir. En ufak eylemimiz, bakışımız, düşüncemiz eşimizi mutlu veya mutsuz edebilir”, “evlilik bağı insanın varoluşuyla tamamen uyum içindedir./ Nasıl oluyor da bu kadar kutsal bir birliktelik bu kadar hakarete uğruyor? Bunu söylemeye cesaret edeceğim: Bunun sebebini, toplumsal kanaatin iki eşin görevleri arasında gözettiği tuhaf eşitsizlikte aramak gerekir. Hrıstiyanlık, kadını köleliğe benzer bir durumdan kurtarmıştır. Tanrı karşısında eşitlik bu harika dinin temeli olduğundan, yeryüzünde de hak eşitliğini korumaya çalışır. Tek mükemmel adalet olan tanrısal adalet hiçbir ayrıcalığı, hele kuvvetlinin ayrıcalığını asla kabul etmez. Bununla birlikte, kadınların köle olduğu dönemden kalma birtakım önyargılar hala mevcuttur ve bunlar, toplumun onlara tanıdığı büyük özgürlükle birleştiğinde pek çok kötülüğü de beraberinde getirmiştir./ Kadınları siyasal alandan ve kamu işlerinden uzaklaştırmak doğrudur. Kadınları erkeklerle rakip durumuna getirecek şeyler, onların doğal hedeflerine tamamen aykırıdır.” “Din, eşlerin görevleri arasında fark gözetmez. Fakat toplum, eşlerin görevleri arasında büyük bir farklılık tesis etmiştir. İşte bu farklılık kadınlarda kurnazlık, erkeklerde küskünlük yaratmıştır”, “yalnızca din, özverilerin birer zevk olduğu o gizem dolu ülkenin sırrına sahiptir.” “Erkeklerin mantık dedikleri şey, hayattan bıkkınlıktır.” “Bahtsız bir evlilikte, bu dünyanın diğer bütün acılarını geride bırakan şiddette bir acı vardır. Bir kadının bütün ruhu, eşinin sadakatine bağlıdır. Kadere karşı tek başına mücadele etmek… Arabistan çöllerinin bile bir fikir veremeyeceği türden bir yalnızlıktır. Gençlik yıllarınızın bütün hazinesi boş yere tüketildiğinde… yüreğiniz isyan eder.” (Stael, s. 541-544)

“Germen ırkından uluslar doğal olarak dindardırlar.” (Stael, s. 561)

“Samimi dindarlık insanlara kendi yeteneklerini kullanmayı ve bu yeteneklerin vereceği hazları tatmayı yasak etseydi, doğa ile Tanrı zorunlu olarak birbiriyle çelişirdi. Dehanın bütün eserlerinde din, bütün dini düşüncelerde de deha vardır. Aklın kökeni bu kadar yüce değildir. Akıl itiraz etmeye yarar; deha yaratıcıdır.” “Din her şey değilse bir hiçtir.” (Stael, s. 565, 566)

“Mistisizm doktrini katı olarak algılanır, zira nefse egemen olmayı emreder ve bu da haklı olarak çok zor bir şey gibi görünür. Oysa bu doktrin aslında doktrinlerin en yumuşağıdır. Bu doktrin şu özdeyişten ibarettir: Zarureti fazilet haline getirmek. Dini anlamda zarureti fazilet haline getirmek, bu dünyanın yönetimini Tanrı’ya atfetmek ve bu düşüncede samimi bir teselli bulmaktır.” (Stael, s. 591)

*

15.10.2024

***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder