28 Şubat 2020 Cuma

SON ÖZGÜRLÜK SAVAŞI ÇEÇENYA

Hulusi Üstün, 1. Baskı, 2019, Kafkas Vakfı Yayınları, İstanbul 



Rusya 1994 yılında Çeçenistan'a silahlı bir saldırı başlattı ve bu saldırı uzun süreli iki savaşa yol açtı.  
Diğer insanlık dışı eylemler bir yana, o süreçte, büyük çoğunluğu sivil olan 300.000 civarında insan öldü. 
Ve, ne için? 
Tamamiyle haksız bir "amaç" için!  
Bu süreçte yaşananlar tam anlamıyla bir insanlık trajedisiydi. 
Ama, genelde, dünya "insanlık ailesi"-milletler ailesi bu trajediyi neredeyse hiç görmedi, yok saydı. 
Böyle bir sessizlik sanırım dünyada başka hiçbir olayda söz konusu olmadı; bir tek Çeçenler saldırıya uğradığında yaşandı. 
Çeçenler bu konuda dünya lideri sayılmalıdır! 
Genel durum böyle olmakla birlikte bazı kişi ve oluşumlar söz konusu insanlık faciası karşısında sessiz kalmadılar; tepki gösterdiler. 
* 
Çeçenistan'da yaşanan söz konusu vahşete tepki gösterenlerden birisi, burada saygıyla andığım, o dönemdeki Liberal Demokrat Parti başkanı sayın Besim Tibuk'tu. 
Konu hakkında saf insanlık sesi olup konuşuyormuşçasına ses veren Tibuk'un yaklaşımı bir yayında şöyle anlatılıyor: 

-"Besim Tibuk, Rusların Çeçenistan'da sebep olduğu insanlık dramına da kayıtsız kalmayacak, hem diplomatik hem de ekonomik anlamda aktif bir rol üstlenecekti... Birand'ın... "Türkiye'nin Schindler'I" diyeceği Besim Tibuk'un çabaları, Yusuf Ünal'ın kaleme aldığı "Tibuk'un Çeçenleri" kitabına da konu oldu./.../... Tibuk, Çeçenistan'da olup bitenleri dikkatle izliyordu. En çok ağırına gidense Turgut Özal'ın ölümünden sonra Türkiye'nin Çeçenistan meselesiyle ilgili pasif hatta Rusya yanlısı bir strateji izlemesiydi:/ "Bir de çok büyük hata olarak gördüğüm Çeçenistan meselesi vardır. Belki Türkiye, Çeçenistan'a gizli üç, beş yardım yaptı; ama uluslararası platformda çok pasif kaldı. Ve Çeçenistan da çok yalnız bırakıldı./ Çeçenistan olayı, yakın tarihin en gaddar, en alçak olaylarından biridir. Sadece bir milyon nüfuslu bir ülke. Bir milyon ki bunun eli silah tutanı, 50-100 bin kişidir. Ve Rusya burada en modern güçlerini kullandı. Bütün bombalarını, uçaklarını kullanarak, 10 bin metreden orayı çökertmeye çalıştı./ Ve Türkiye, Amerika'nın dümen suyunda, 'Burası Rusya'nın iç sorunudur' dedi.../ Böyle saçma şey olur mu? Neden Rusya'nın iç işi oluyormuş? Çeçenistan ile Ukrayna arasında ne fark var? İkisi de federasyona bağlı ülkeydi. Ukrayna üstelik 350 sene önce Rusya ile berabermiş./ Çeçenistan daha 150 sene olmuş Rusya'ya katılalı, silah zoruyla. Dini ve ırkı değişik. Öbürünün dini ve ırkı aynı. Ukrayna bağımsız oluyor da, Çeçenistan neden bağımsız olmuyor? Sonra Çeçenistan, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra hukuken Rusya'yla birlikte anlaşmalara imza atmamış ki!/ Bütün bunlara rağmen, Türkiye çok utanç verici, bizim düşündükçe utanacağımız bir davranış içinde, Çeçenistan'ı yalnız bırakmıştır./ Ben, "Türkiye gitsin, Çeçenistan'da savaşsın' demiyorum... Ama Türkiye, Rusya'ya da, ABD'ye de baskı yapabilirdi ve bütün dünya camiasının dikkatini bu vahşete çekebilirdi. Ama biz sadece seyrettik. Hatta Ankara'daki bazı insanlar, 'Şu Çeçenistan bir an önce teslim olsa da bitse bu iş' diye bekler oldu."/.../... 1999'un Aralık ayına gelindiğinde... ölümden kaçan yüzlerce Çeçen... Türkgözü Sınır Kapısı'na dayandı./... Demirel ve... Ecevit, pasaportları olmayan Çeçen mültecilere sınır kapısını açmazken... Tibuk... köpürüyordu:/ Çeçenler yalnız bırakılmıştı. Bütün dünya onları unutmuştu. Üzüldüğüm nokta, Çeçen olayını Türk basını da Rus ağzıyla veriyordu. Moskova televizyonları, Türk televizyonlarından daha dürüsttü. "Çeçenistan meselesi, Rusya'nın iç işidir. Bunlar teröristtir," diye halkımızı da Çeçenlerden soğuttular./ Fransa... televizyonları devamlı Çeçenistan'daki Rus zulmünden bahsediyor, Rusya'yı çok sert tenkit ediyordu. Fransa Hükümeti, Rusya'daki temsilciliğini küçülttü bu yüzden. Ecevit Hükümeti ise utanç verici şekilde izliyordu bu manzarayı. Bu, kanıma çok dokunmuştur./ Kızılay dünyanın her tarafına yardım eder; ama Çeçenlere sırt çevirdi. Kızılay Başkanı'nı üç, dört kere aradım. Hep laf kalabalığı yaptı. "Malzemeleri yolluyoruz, Gürcüler el koyuyor," diyordu. Kızılhaç ise doğrudan yardım dağıtıyordu, Gürcistan Kızılhaç'ı aracılığıyla. Alman doktorlar bizzat yardım ediyordu. İnsani yardıma kim mani olabilir? Türkiye'nin yaptığı mide bulandırıcıydı. Siz silah satmıyorsunuz ki! Kafkas ırkı yok ediliyor./ Keiko adında bir balina için milyonlarca dolar harcanırken, orada güzelim insanlar öldürülüyordu; ama insanlar kafasını dönüp bakmıyor, kulaklarını tıkıyorlardı. Bunu düşündükçe hala midem bulanıyor./ Bugün de Çeçenistan'a yardım yapmak yasak. Hatta yardım yaptık diye yıllar sonra Ankara Valiliği hakkımızda soruşturma açtı... Ben anlatırken utanıyorum./ Televizyonda gördüm. Ardahan sınır kapısına kadın, çoluk çocuk, aç biilaç insanlar geliyor ve sınırdan içeri almıyorlar: "Vizeniz ve pasaportunuz yok," diyorlar... Bari bir çorba verin. Valiyi ve emniyet müdürünü aradım, bağırdım, çağırdım./ Bizim devlet, Çeçenlere yardım etmemeyi bir politika olarak kararlaştırmış, "Rusya'yla aramızı bozmayalım," diye. Çeçenler o sırada dinci değildi. Dudayev de, Mashadov da dinci değildi. Batı'ya dönüktüler ve bağımsızlık istiyorlardı./ Huduttaki olay beni çok rahatsız etti. İşin ciddi kısmı öyle başladı... Arkadaşlarıma yardım için talimat verdim./.../ İsmail Kırtay, pasaport çıkarabilmek için KGB'ye ulaştı. Ancak rüşvet istiyorlardı. NET Holding'in yaşadığı büyük ekonomik sıkıntı nedeniyle parti binalarının kirasını, hatta çocuklarının okul parasını bile ödeyemez halde olan Besim Tibuk rüşvet vermeyi kabul etti... 300 kişiye pasaport çıkarıldı./.../ Tibuk'un Çeçenleri, Türkiye'ye geldikleri anda, Rusya'nın da isteğiyle MİT tarafından izlenmeye başladı. Rusya, "İstanbul'da bu insanlara terör eğitimi veriliyor," propagandası yapıyordu. Bu takibatların neticeleri, Türk istihbaratı tarafından Rus istihbaratına aktarılmaya başlandı.../... Tibuk, uçaktaki boş koltuklar için de THY'ye ödeme yapmak zorunda kalıyor, Çeçenlerin tedavi ve ilaç masrafları devlet tarafından tamamen onun omzuna yükleniyordu./ Türkiye'nin bu tutumunun insan haklarına aykırı olduğu, Uluslararası Af Örgütü'nün raporlarına dahi yansıdı. Türkiye bu insanları mülteci statüsünde kabul ederse, Rusya suçlu ve sorumlu duruma düşecekti. Ecevit Hükümeti bunu göze alamadı... Değil mülteci statüsü vermek, çocukların okula alınmaları bile Ankara'da gelen emirle yasaklandı./... Çeçen mülteciler için yedi, sekiz yıl boyunca toplamda 1 milyon dolardan fazla harcama yapacak Besim Tibuk ise "Önemli olan, onların hayata tutunmaları," diyecekti./... Çeçenler ise yeni doğan bebeklerine Besim, İsmail isimlerini koyarak vefalarını gösterdiler" (Fatih Vural, BESİM TİBUK/ ASABI BOZUK LİBERAL/ Liberal Demokrat Parti ve Kıbrıs/ İkinci Kitap, Kasım 2019, Net Kitap, İstanbul, s. 308-319) 
* 
Tibuk'un yaklaşımı son derece doğru bir yaklaşımdı. 
O yayında da, olanlar olduğu gibi ve dosdoğru anlatılmaktadır. 
Türkiye'nin yaklaşımı da, tam öyle olmuştur. 
Birand, Tibuk için, "Türkiye'nin Schindler'I" demekle ne kadar doğru bir tanımlama yapmış! 
Bence, Tibuk'un yaklaşımı, insanlık için de, Türkiye için de yüz akı sayılması gereken bir yaklaşımdır. 
* 
Daha önce yazdığı Burası Çeçen Komitesi isimli bir kitabı da bulunan Üstün, bu kitabında, bize, işte bu insanlık trajedisine ilişkin içeriden bazı sahneler sunuyor. 
Istanbul'da Kafkas Çeçen Dayanışma Komitesi'nde görev yaptığı dönemdeki bazı tanıklıklarını sanatçı duyarlılığıyla resmediyor. 
Insanlık trajedisinden bazı anları unutulmaz kılıyor.  
Güzel de yapıyor! 
Kalemine sağlık diyorum! 
* 
Çalışmasını övgüyle karşıladığım Üstün'ün şu iki anlatımındaki yaklaşımına ise biraz farklı bakıyor ve keşke başka türlü resmetseydi diyorum:  
* 
-"… her şeyden daha önemli çünkü ölüm kadar gerçek olan tek şey dostluktur derler" 117 
Kırk dostu var ve en önemli şey dostluk, deniyor!
Kırkı bir yana, öyle dostluktan, öyle dosttan bir tanesi bile kolay bulunur mu? 
* 
-"Nuh'un gemisi sizin dağlarınızda karaya oturdu ve insanlık oradan tekrar dağıldı yeryüzüne. Bu nedenle memleketinize Nuh'un toprağı, kendinize de Nuh'un çocukları der oldunuz. Karaya çıkan insan soyu yeryüzünün her parçasına dağıldı ama o topraklara cinlerin ektiği fitne tohumları kurumadı. O zamandan beri yurdunuzda hep karışıklık, hep kan, hep gözyaşı var oldu. İskit akınları, Pers saldırıları, Moğol sürüleri, Cengiz ve Timur orduları birbiri peşine yıkım oldu sizin için ve üç asırdır Ruslar ölüm getirdi o topraklara. Temeli tufanda atılmış bir fitne bu.../ Kullar takdiri değiştiremez evlatlarım... Siz Nuh'tan beri yaşadıklarınızı kıyamete kadar yaşamaya devam edeceksiniz" 158, 159 
Böyle deniyor! 
Yani, o topraklar fitne yurdu ve bu hep öyle mi kalacak? 
*
Üstün kitabında, başka çok güzel bir şey daha yapıyor:
Halkının zor gününde, en zor zamanda ve koşullarda, ortaya çıkıp en öne geçerek önderlik eden, elinden geleni iyi niyetle yapmaya çalışan, ancak, zalim ve haksız Rus saldırganlığı ile az sayıdaki Arap'ın öncülüğündeki Vahabistlerden gelebilecek "üç beş kuruş" mertebesindeki paraya muhtemelen içerideki iktidar "mücadelesi" dolayısıyla tamah eden Çeçen gruplar arasında kalarak deyim uygunsa, zor zamanda din adına denilerek yapılan o bölücülük karşısında, "çaresizliği" yaşayan, ancak yine de çabasını sürdüren, ve en sonunda, kelimenin gerçek anlamıyla şehit düşen, gerçekten tam bir beyefendi ve gerçeklen asalet timsali olan dürüst ve fedakar insan Çeçen Cumhurbaşkanı Aslan Mashadov'u anıyor.
Çok da iyi ediyor.    
* 
Kitaptan bazı notlar: 
-"Çeçen Bağımsızlığı Rusya için yeni bir dağılma sürecinin başlamasına sebep olabilecek ölçüde tehlikeliydi... Başını Çeçenlerin çekeceği bir özgürlük hareketi büyük çapta bir dağılmaya sebep olabilirdi... Rusya'nın bütün Kuzey Kafkasya'dan çekilip Karadeniz kıyılarını kaybetmesi, Tataristan, Başkurdistan gibi bölgeleri yitirmesi, Petro'dan beri elde ettiği tüm kazanımlarından vazgeçmesi anlamına geliyordu./ Dolayısıyla bu seçim ve bağımsızlık ilanı Rusların bütün askeri gücüyle Çeçenya'yı işgaline neden oldu" 12 
-Burada dile getirilen Rusya dağılırdı görüşü bence hiç doğru değil; zira, 1994 sonlarında Rusya Federasyonu'nu oluşturan unsurların hepsi gönüllü olarak Rusya içinde yer almayı kabul etmiş durumdalardı. Bu çok açık. Ama buna rağmen dağılma ihtimali görüşü sürekli tekrarlanıyor. 
-"1999 yılının sonbaharında Çeçen topraklarında bombalar yeniden patlamaya başladı" 13 
-"Savaştan kaçışın ikinci durağı da sayıca az olmakla birlikte samimi bir Çeçen diasporasının bulunduğu Türkiye idi. Bu küçük topluluk... bir dayanışma komitesinde sığınmacıların geçici iskanı, ihtiyaçlarının karşılanması ve enformasyon çalışması yapıyordu./.../... Asırlardır toprak kaybeden ve her alanda geri çekilen İslam Dünyası bu küçük ülkede cereyan eden çatışmalarla moral tazeliyor... gönüllüler çok farklı gerekçelerle savaşa katılıyor ve dünya kamuoyunda savaşa ilişkin çok farklı bir algının oluşmasına neden oluyorlardı. Köklü bir özgürlük mücadelesi terörle ilişkilendiriliyor, uluslararası terörle birlikte anılıyordu./ Savaşın başladığı dönem itibariyle Çeçenlerin... Özgür olmaktan başka talepleri yoktu ve her biri başlı başına birer senaryo olan şövalye karakterli savaşçılardı. Dolayısıyla bu savaş... birçok trajediler ve utançlar içeren Dünya Savaş Tarihinde ayrı bir öneme sahiptir./... dünya tarihinin gördüğü son özgürlük savaşıydı belki.../.../... artık. Başkalarına ait acılar ilgi ile izleniyor, merhamet ile değil.../... iki yüz elli bin insanın cesedi... insanlık tarihinin gördüğü son özgürlük savaşının kurbanıdır./ Bu kitap işte o onurlu insanların aziz hatırasına adanmıştır" 14, 15 
-"Bilirsin hiçbir yere ait hissetmem kendimi... yurt tutmak da nedir ki kaç soluğumuzun kaldığını bilemediğimiz bu dünyada" 18 
-"Uzak bir diyarda, dağların ardındaki küçük bir ülkede feryat eden kadınların, bebeklerin, yaralı sivillerin çığlıklarının yankılandığı bir yer burası. Sürgünün ilk durağı, soykırımın arka bahçesi, hüznün orta yeri. Her yeni gün çaresizlikten kolu kanadı kırılan bizleriz. Burası "Kafkas Çeçen Dayanışma Komitesi"…" 22 
-"Grozni/.../ Aynı zamanda Çar'ın muhaliflerinin sürgün yeri olan bu korku şehri kimleri ağırlamadı ki bu zaman zarfında. Çar'ın korkulu rüyası Rus Aristokratı Bestujev, Rusya'nın vicdanı Griboedov, ve Rus dilinin soğuk sözcükleriyle gönülleri yakıcı şiirler söyleyen Lermontov... Lermontov, bebek yüzlü yüce yürek... Ne çok sevmişti Kafkasya'yı o üniformalı şair. Demişti ki;/.../ Ve severim Kafkasya'yı ben/ Doğrusu Kafkasya da kendisinden olmayan hiç kimseyi o genç şairi sevdiği kadar sevmemişti./ Herkesin sahip çıktığı fakat aslında memleketinden başka hiçbir yere ve hiç kimseye ait olmayan Şeyh Şamil esir olunca... Grozni 1870 yılındaa askeri üs olmaktan çıkarılıp şehir statüsüne kavuşmuştu. On yıl kadar sonra bölgede petrolün bulunması... bölgedeki Rus varlığının merkezi haline gelmişti. XX. Yüzyılın başlarında 25 bine ulaşan şehir nüfusunun ancak bin kadarı Çeçen'di./.../ Onların yokluğunda başta Grozni olmak üzere Çeçenya'daki tüm şehir ve köylere binlerce Rus, binlerce Volga Almanı ve Ermeni yerleştirildi.../.../ 1957 yılından sonraki süreç, Grozni'nin Çeçenleşmesi süreciydi aynı zamanda" 25-29 
-"Ramzan/.../ Bu savaşın ne için başladı ve neden hala sürdüğü sorusuna hiç kimse cevap veremiyor aslında... Adına Rus denen insanların bu ulu dağlara neden geldiğini bilen de yok aslında.../.../ Saldırganların güçlü ve kalabalık olduğu için haklı olduğunu kabul edip kendilerinden önce birçoklarının yaptığı gibi kalkıp uzaklara mı gitmeli? Ya dünyanın hiçbir yeri burası kadar güzel değilse, ya başkalarının topraklarına yakışmazsak kendi yurdumuza yakıştığımız gibi. Bakımlı bahçelere dikilen dağ gülleri gibi.../.../... Düşmana inat, kalıp vuruşmak en güzeli... Sonu şeref olduktan sonra ölümden güzel ne var" 33, 34, 42 
-"Ufuk/.../ Ufuk Kaynar'ın annesiyim... "Oğlun şehit oldu" dediler./... Birkaç gün önce internetten aldığımız şehit listesinde bu isme rastladığımı hatırladım. Bu listeyi kim hazırlıyor, bu gençleri buradan oraya kim götürüyor, kim eğitim veriyor, ölümlerinden nasıl haberdar olunuyor, hiç birimiz bilmiyoruz./... Oğlunun durumundan haberimin olmadığını, komitenin bu tarz bir çalışması bulunmadığını, sadece insani yardım ve enformasyon çalışmaları yaptığımızı geveledim.../.../... İnternetten alınan çıktılara göz attım tekrar. Ufuk'un şehit olduğu kısa bir haberle veriliyordu./ Şamil (Ufuk)/.../ 1999 Kasım'ında Grozni'de şehit oldu. Çeçen kökenliydi.../.../... Akşamüzeri toplanan komite üyelerine anlattım durumu. Aileyi ziyarete gidip baş sağlığı dileme kararı alındı.../.../ 23.06.1998.../... hiçbir şeye güvenmiyorum./.../... "Biziz" dediler, "Ufuk'un anne ve babası bizleriz."/ Kısacık süren deli gençlik çağıma böyle bir şehit anasının acısı yüzünden son verdim ben.../.../... gösterdikleri metanet.../... yaşlı ana baba konuştukça ortaya çıkıyor yürek yangınının şiddeti... anlattıkça sesleri kırılıp dökülüyor, elleri titriyor, yüzleri acıyla geriliyor. Annenin gözlerinden... yaşlar dökülüyor, tebessümlü yüzünü ıslatıyor. Kınalı elleriyle siliyor yanaklarını.../.../ "Mezarını bilsek yeter" diyor anne.../ Ufuk'un grubunda savaşıp yaralanmış bir mücahidin şu an İstanbul'da olduğunu haber alıyoruz.../.../ Abdurrahman, Ufuk'un cepheden arkadaşı... utangaç bir Çeçen genci... Yüzüne isabet eden bir şarapnel parçası sol gözünü çıkarmış, sol kulağını götürmüş... Hareketlerinde bir Çeçen'de garip duran türden bir ağırbaşlılık ve alçakgönüllülük seziliyor. Mücahitlerde sıklıkla gözlemlediğim bir hal bu. "Savaşın verdiği terbiye" diyorlar buna./... şehit olan arkadaşının ailesiyle tanıştırdık. Şaşırtıcı bir karşılaşma olmuştu bu... Komitenin fotokopi odasında Ufuk'un anne ve babası, Abdurrahman, Hızır ve ben.../-Kaybettiğiniz için övmüyorum onu. O övgüye layık bir insandı... Ben onun şehitliği ne kadar içten arzu ettiğine şahidim. Birçok kez ölümün üzerine gitti, korkuyu unutmuştu. Botlıkh'te oldu vuruşma.../.../ Anne iç geçirerek sessizce ağlıyor.../ "Mezarı orada mı?.."…/ Mücahit tereddütlü konuşuyor. Çatışmanın ardından arkadaşları Ufuk'un cenazesini alıp biraz geride defnetmişler. Şehit olduğu yeri gösterebileceğini ama mezar yerini tam olarak bilmediğini söylüyor" 47, 51-57 
-"Zelimhan/.../ İlle Çeçenya, ille Kafkasya. Her karış toprağı mayın bile olsa benim mayam o topraktan. Her şey çok aceleye geldi. Sihirli bir el alt üst etti dünyayı. Birden bire kolhozlar işlevsiz kaldı, orak çekiç söküldü, Lenin anıtları yıkıldı. Yoksula ev yapan, hastaya bakan, vatandaşının attığı her adımdan haberdar olan devlet gitti, kadınlar pazarda elma satar oldu.../... Birdenbire bulduk kendimizi savaşın ortasında. Halbuki vuruşmaya niyetimiz yoktu.../... Bir gün üç kardeşimi ve birçok akrabamı şehit olmuş buldum... Başka seçenek yoktu, kurşun sıkmak, ateş etmek, can almak zorunda bıraktılar bizi. Şimdi yangın yerine döndü memleketim, her şey tarumar, herkes perişan ve dünyanın her köşesi bize aynı derecede yabancı./.../ Kader bu göçmen kızı bir otel odasında gelin etmiş./ Zelimhan'ın evlendiği haberi komiteye geldiğinde bu insanların hayat karşısındaki tavırlarına bir kez daha hayran olduk... Cebinde otel borcunu ödeyecek parası olmadığı halde evlenebilen bu gence ve onun peşine takılan kıza "helal olsun" dedik sadece./.../ Ardı arkası kesilmiyor gelen mültecilerin... sorunlar altından kalkılmaz hal alıyor artık.../ Bu mülteci akını karşısında komitenin tavrının ne olması gerektiği konusunda ateşli tartışmalar yaşanıyor her gece... Gürcü-Türk sınırında bekleyen yüz kadar kadın ve çocuğun içeri alınmasını sağlayarak göçün önü açılabilirdi./-Olabildiğince çok sayıda insanı buraya getirip yaşamalarını sağlamak lazım, diyordu Mahirbek.../ Savaşı sürdürmek durumunda zafer bekleyenler itiraz ediyordu onun bu teklifine./-… Direnişin sürdürülmesi gerekir. Çeçenya işgalcilere bırakılmamalıdır. Böylesi bir göçün önünü açmak durumunda Çeçenya'da hiç kimse kalmaz./-Peygamberimiz de yurdunu terk etti. Önemli olan... insanların yaşamını sürdürmesidir. İcap ederse o topraklar bütünüyle terk edilebilir./... mültecilerin Türkiye'ye yönlendirilmesinin doğuracağı kötü sonuçlar... haklıydılar... Çeçenya'nın varlığı, orada Çeçenlerin yaşıyor olmasına bağlıydı.../-Gelen insanların hepsi savaşın sonunda yurduna geri dönecektir, dedi Mahirbek./ Kurşun gibi ağır bir gerçekle karşılık verdiler ona. "Biz neden dönmedik geldiğimiz yere..."/ General İsmail Berkok geldi aklıma. "Halkımın yurduna geri döndüğünü görürsem huzurla ölürüm." demişti.../.../... on iki günlük karısını bırakıp cepheye mi gidecekti?/-Evlenmeden önce eşime burada kalmayacağımı, savaşa gitmem gerektiğini söyledim ve o buna rağmen evlenmeyi kabul etti.../.../... Kardeşlerim ve tanıdığım bir sürü insan bu savaşta canını verdi. Benim ölmem ne kadar gerekliyse Mared'in dul kalması da o kadar doğal./... Bir milyonluk nüfusunun en seçkinlerini cephede yitiren bu küçük halkın geleceği ne olacaktı?../-Kal burada, dedim ona. Savaş bitinceye dek burada kal... Ruslar geri çekilince gider, memleketinin imarına yardımcı olursun... Ama şimdi benim düşünceme göre ölecek insandan çok yaşayacak insanlara ihtiyacı var Çeçenya'nın. Vatana karşı sorumluluk ölmekle olmaz, yaşayarak daha büyük işler becermeyi amaç edinmelisin./ Gülümsedi Zelimhan. Pencereden dışarıyı izleyerek düşündü bir süre.../-Hala yurdunu terk eden dedelerin gibi düşünüyorsun... onların çocukları nereye ait oldukları sorusunun cevabını bugün bile veremiyor. Savaş bize yarına dair plan yapmamayı öğretti. Yurdunda savaş varsa ve sen yaşıyorsan yapman gereken şey ölünceye dek vuruşmak. Orada can veren herkes benden daha kıymetli... Ve eğer ben şimdi dönmezsem memleketime savaş sonrası asla dönemem. Hiç kimseye ne pahasına olursa olsun benim için savaştan kaçtı dedirtmem. Yapmamız gereken şeyi yapıp savaşmaya gideceğim. Kurşun sıkmak, karşı koymak, koşmak, öldürmek... Senin söylediğin geleceği yıllar önce yitirdik biz. Esir milletin geleceği olmaz. Bizim için gelecek kelimesinin çağrıştırdığı tek anlam ahiret.../... Hala savaşın mantığını çözememiş konformist bir adamdım ben belki. Ölüme giden bu çocuğu uğurlamak için ayağa kalktım" 59, 65-69 
-"Zura/.../ Halkım sürgünden döndüğünde yedi yaşındaydım... Bizim yokluğumuzda Rusların doluştuğu şehirlere yerleşmemiz yasaktı önceleri. Çeçen ancak belirlenen rezervasyon alanlarında yaşayabilir. Ne dağlara çıkma hakkı vardır ne de şehirlere inme... Çok şey bilmemelidir, kontrol altında tutulmalı, okumamalı, çoğalmamalı./ Her şeye rağmen halkımıza özgü inat ve azimle ayakta durduk.../.../... Kimi Artvin'den karayoluyla ulaşıyor İstanbul'a, kimisi başka ülkelere geçmek için havayoluyla geliyor. İlk uğrak yeri komite. Hiçbirinin cebinde beş kuruş para yok. Türkçe bilmedikleri için dertlerini anlatamıyorlar. Çoğu böbrek veya ciğerlerinden rahatsız, kimi verem, kimi bronşit... Kafkasya'nın acımasız soğuğu dışarıda kalan herkesin üzerinde bir iz bırakmış. Dahası birçoğunun ruh hali sağlıklı değil. Elleriyle on ölüyü gömmüş olanlar var aralarında. Hepsi ailelerinden birilerini kaybetmenin acısını yaşamış. Özellikle kadınların çoğunda psikolojik travmaya bağlı duygusal boşalmalar gözlemleniyor. Gökyüzünden bir uçağın geçmesi, yanlarında Rusça konuşulması, yan odada yüksek sesle konuşulması ellerinde titremeye, gözlerini doldurmaya yetiyor./ Zura'da ilk göze çarpan, yüzünün tüm hatlarına ve her hareketine sinmiş derin bir keder havası. Yüzü erken çizgilenmiş, yanakları çökmüş, korkulu, çekingen bir ses tonuyla anlatıyor, anlatıyor" 71, 74, 75 
-"Makedonya'dan Çeçenistan'a/.../ Doktor doktor gezdirip de bir türlü teşhis koyduramadığımız Halit'in hastalığını öğrendik bugün. "Tanımlanamayan bir biyolojik silah etkisi bu" demiş doktor. "Yavaş yavaş bütün sinir sistemini etkisi altına alır ve beyin organlara emredemez olur. Bir müddet sonra arabayla taşınır bir felçli haline gelmesinden korkuyorum." Bu yüzdenmiş Halit'in kıvranıp duruşu, uyuyamamaktan şikayet edişi, oturup kalkamayışı... "Eriyorum ben, yavaş yavaş tükendiğimi, damarlarımın çekildiğini hissediyorum. Memlekete döneceğim. Kolumda güç kalıncaya dek savaşırım. Bırakın beni artık..." diye söylenip durdu bütün gün.../... Kafkas Çeçen Dayanışma Komitesi burası. Bu çatı altında kullanılan sekiz ayrı dilden hiçbirisi yeterli gelmez ruh halimizi anlatmaya. İlyas'ın çıkan gözüne protez lazım, Ziyauddin'in ayağı kesilecek, Umar'ın kolunda dört kurşun var, Aksaray'da otel odasında can veren yaralının cenazesi bugün memleketine gönderilecek, Fenerbahçe'deki mültecilerin erzakı bitmiş. Abu Bekr'in ev kirası ödenecek. Kimisi için en büyük külfet yaşamak zorunda olmak.../.../... Sabahın erkeninden gece yarılarına kadar savaşın envai çeşit ıstırabılar bizleriz. Buradaki herkesin yüreğinde bir yaşlı kadıncağız ve bir küçük çocuk ağlar durur. Saramadığımız yaraların acısıdır bizi böylesine kırık ve suskun yapan./.../-Makedonyalıyız oğlum, dedi daha genç olanı./.../... Müslüman Türk'üz biz. Ana kız setrediyoruz televizyondan Çeçen kardeşleri... Bizim kadar hiç kimse anlayamaz onların halini. Biz az mı çektik Sırp elinden.../.../... Nüfusunun yarısı böbrek hastası ya da verem olan bu halka ilaç lazım, İnguşetya'daki binlerce evsize battaniye, aylardır sıcak yemek yüzü görmemiş çocuklara bir tas sıcak çorba lazım. Daha İstanbul'daki bin kadar insanı rahata erdirebilmiş değiliz tam manasıyla. Her biri sağa sola savrulmuş, hastası, yaralısı, açı, çıplağı.../.../-Onlar burada aç kalmaz, dedi Makedonyalı ana. Önemli olan cephedekiler... İsterim ki gönderdiğimiz yardımlar önce cepheye gitsin./.../... Komiteye geldiğimden beri içimde ağlayıp duran küçük çocuğun feryadını yükselttiğini hissediyorum./... Ali Bolat bu iki kadıncağıza nasıl teşekkür etmek gerektiğini kestiremiyor olmalı ki o da tutuklaşıyor. "Kalsaydınız, iki çift laf söyleyip teşekkür etmek isterdik." diyor./.../... Ali Bolat ile birlikte gözlerimizi siliyoruz" 83-87 
-"Arbi/.../... Argun Nehrinin... Argnoy sülalesinin kurduğu bir şehirdir burası. Bakırı kor ateşten eritip işleyen Argnoylar, koca çekiçlerle örs üzerinde demir döven Argnoylar... Onların güneydeki sıcak memleketlerden geldiğini söyler eski söylenceler. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış Arap tacirlerin soyundandır onlar./.../... sevecen, şakacı, hayat dolu bir gençti Arbi... Günü ona yaşadığım şehri ve arkadaşlarımı tanıtarak geçirmiştim. Akşamüzeri çıktığımız kısa bir sahil turunun sonunda eve çıkan yokuşu tırmanırken beni durdurup içini dökmüştü ayaküstü./-Dünyada böyle bir yerin olduğuna Çeçenya'daki hiç kimseyi inandıramazsın./.../-Neden kimse inanmazmış? diye sordum ona./ Gülümsedi./-Uçaklar geçiyor ama bomba bırakmıyor, insanlar ummadıkları bir vakit alınlarının ortasından kurşunlanmaktan korkmuyorlar, gençler neşeli ve canlı. Kolu bacağı kesik hiç kimseye rastlamadım, binalar sağlam ve savaşı hatırlatacak bir iz yok. Her yerde müzik sesi yükseliyor, dükkanlar ticari malla dolu.../ Sonra ellerini iki yana açıp yüzüme baktı./-Biz dünyanın her yerinin bizim memleketimiz gibi olduğunu sanıyoruz. Ölüm, zulüm, yıkım.../.../... kavunun ne olduğunu çözemedi önce.../-Birkaç mısır koçanından başka hiçbir şey yoktu bu kış evde ve ailem yaşamalıydı. Karınca sürüsü gibi girmişlerdi köye ve yenilir cinsten ne varsa alıp götürmüşlerdi... Ailem için sadece birkaç mısır koçanı kalmıştı./.../... Onlarca arkadaşımın cesedini gördüm yanı başımda. Hepsi gülümsüyordu can verirken. Ölüm onları koynuna aldığında annelerinin yanındaymışçasına rahat bir yüz ifadesiyle uzanıyorlardı oracığa. Çünkü hepsi ölmek üzere oradaydı. Herkes bu dakika ya da biraz sonra gelecek eceli bekliyorlardı./ Diğerlerinin ölümü ise korkunç... Bambaşka bir ölüm o. Annelerini çağırırlar, saatlerce çırpınıp bağırıp yardım isterler. Kendilerini cepheye gönderenlere küfreder, hatta cinnet geçirirler ve son nefeslerini verirken kaskatı kesilir vücutları. İlk defa cephede bir Rus askerinin ölümünü gördüğümde günlerce etkisinden kurtulamamıştım. Cehennemi görüyorlardı sanki ölürken. Yarım bir hırıltıyla da olsa yaşama devam etmek için çırpınıyorlardı. Ve büyüyordu gözleri her birinin yuvalarından çıkarcasına./ Tam otuz gün çıkmadık Argun'dan ve bir tek evi bile teslim etmedik onlara.../.../... Erzakın ve cephanenin bitmek üzere olduğunu görünce Argun'dan geriye kalan taş yığınlarını onlara bırakma kararı aldık... Bir tek çıkış kalmıştı geriye... Üzerinde buz parçalarının yüzdüğü nehir yolu... İki yüz kişi gece karanlığında sırtına torbalarını alıp girdi kışın coşturduğu Argun'un ağır ağır akan, soğuğu bıçak kadar keskin suyuna... İnce ince yağıyordu kar ve yüzlerimiz kaskatı kesilmişti ayazdan./... Bir kilometre kadar uzaklaşmamıştık ki kendimizi aydınlatma fişeklerinin, projektörlerin ortasında buluverdik... Projektörler çekilince tehlikenin geçtiğini anladık ve doğrulduk suyun içinden. Ama hepimiz nehrin buzlu suyunda uyuşup kalanlar olduğunu biliyorduk./ O gece atmış arkadaşımızı Argun'un buzları arasında bırakıp yardık ablukayı" 89-95 
-"Sergey/.../... Timur, Kafkasya'ya geldiğinde karargahını buraya kurmuştu. O günden sonra bu düzlüğe Hankala adını verdiler. Timur Han'ın kalesi.../... Argun, bu dağların içinden doğup düzlüğe doğru akıyordu. Nehir boyunca yürüyecek ordu derin bir vadinin içinden geçip İçkeriya'ya girecekti. Timur'un ordularını orada adını kimsenin duymadığı kabileler bekliyordu. İçkeriya ne Timur'dan önce, ne de Timur'dan sonra hiç kimse tarafından tam olarak ele geçirilememişti./.../ Hayal miydi çocukluğu... Üniversite hayatı düş müydü? Rüya mıydı medeniyete dair öğrendikleri.../.../... Valid, ilk defa bu kadar yoğun bir hisle bu insanlara bağlı olduğunu fark etti. Hayat beyaz tuvallerden, yağlı boya tüplerinden ibaret değildi demek. Daha birkaç ay öncesine dek kendisini herhangi bir ulusa, herhangi bir dine, herhangi bir toprağa ait hissetmediğini fark etti. Bir gün kendisini orta yerinde bulduğu bu savaşın acıları onu bu topraklara ve bu halka bağlıyordu işte. Savaştı bu... Şakası yoktu.../.../... babası anlatmıştı İrishanyurtlu Kunta Hacı ve onun naipleri Audu Vird ile Hamdgeriy'den işittiklerini. İmam Şamil ile Baysongur dağlarda vuruşurken üstatlar dediler ki; bu savaş sizin çocuklarınızın göreceği savaşların yanında hiçbir şeydir. Siz şimdi savaşmayın onlarla... Ancak kadınlarınıza el uzatırlarsa savaşmak için yeterli sebep oluşmuştur. Şimdi sizi kıran Çar ve onun bütün soyundan ilahi adalet intikam alacaktır. Onlar sizi kaç parçaya böldü ise o kadar parçaya ayrılacaktır... Onların yerine geçenler sizi ve sizin gibi birçok halkı kırmızı bayrağın altında toplayacaktır. Yetmiş yıl boyunca siz o bayrağın altında yaşayacaksınız... Sonra o bayrak on altı parçaya bölünecek... Sonra siz üç savaş yaşayacaksınız. İkincisi ilkinden yüz kat daha şiddetli olacaktır. Çok kan akacak ve insanlarınız uzak diyarlara gidecekler. O zaman sizden Rusya'nın içlerine gidenler eriyip yok olacak. İstanbul'a, Şam'a ve İngiltere'ye gidenler kurtulacaktır. Ardından Rusya yedi parçaya bölünecek ve siz üçüncü savaşı yaşayacaksınız. Hasavyurt'ta soyunuzun yetiştirdiği en kıymetli insanlar şehit olacak. Bu savaştan sonra Ruslar bir daha geri dönmemek üzere İdil Nehri'nin karşısına çekilecek... Ve daha büyük savaşlar görecek dünya. Doğunun sultanlarıyla batının kralları savaşacak.../ Bunlar dağlıların yüz yıl önce söylediği öngörülerdir. Valid... Bizim zamanımızdan payımıza düşeni yaşıyoruz" 97, 101-104 
-"Baksan vadisinin kırk yiğidi/.../... Hiçbir zaman öz kardeşlerinin yokluğunu hissettirmemişlerdi kendisine. Her zaman yanı başında bulmuştu onları.../.../... Dostların davetine gelince; bu her şeyden daha önemli çünkü ölüm kadar gerçek olan tek şey dostluktur derler... Annen sana dostlarına git diyor, aşkı da intikamı da ertele" 111, 116, 117 
-"İremhan/.../ İkinci Dünya Savaşının acılarının dünyanın her köşesinde hissedildiği yıllar... Çeçenya'ya da düşüyordu bu ateşten sıçrayan kıvılcımlar. Savaşa giden Çeçen gençlerin ölüm haberleri geliyordu birer ikişer. Rusya'nın her yanı alev alevdi. Tanrı kötüleri cezalandırırken iyiler de nasibini alıyordu yaşanan felaketlerden. İnsanlar ya sosyalistti ya faşist. Zarar vermek amaçlandıktan sonra birisi için "faşistlere yardım ediyor, Almanlarla işbirliği yapıyor" demek kafiydi. Savaştı kısacası... Bütün çağrışımlarıyla uğursuz, lanetli bir savaş./ Kahrolası bir ağız Stalin'in kulağına Çeçen halkının Almanlarla işbirliği yaptığını söylemiş olmalı. Bu dağlılar yıllardır Ruslardan gelen her şeye karşı koyuyorlardı. Yıllardır kendilerine dayatılan her şeye direniyor, bir türlü susturulamıyorlardı. Stalin'in Rusya'sına uyum sağlamak için çaba göstermiyorlardı, gelenekleriyle dinleriyle yaşıyorlardı. Onlardan kurtulmak için bundan uygun bir fırsat ele geçmezdi. Dünyanın birbirini kırıp geçirdiği bir devirdi nasıl olsa, öldürülen hiç kimsenin hesabı sorulamıyordu. Yok edilen bir halkın hesabını da hiç kimse sormayacaktı nasıl olsa. Onların çığlıkları Sovyetleri çevreleyen demir perdenin dışına çıksa bile.../.../ 1944 kışı.../.../ 2000 kışı... Grozni, dövüle dövüle öldürülmüş bir insanın cesedi kadar yıpranmış artık.../... Bütün Grozni yollara düşmüştü. Kalabalık insan gruplarının üzerine bile ateş yağıyordu gökten" 127-130, 141   
-"Mashadov/.../... Kuzey Amerika'da Cheyenler... Hepsi başkalarına benzeyip onların istediği gibi yaşamaktansa savaşı tercih etti. Ve her seferinde daha korkunç bir ölümle susturuldular. Binlerce, milyonlarca kayıp verdiler. Birçok kabile, sahip oldukları her şeyle birlikte hiç var olmamışçasına bitirildi. Onların acısı ve onurlu savaşı üzerine inşa edildi insan olmanın sağladığı evrensel haklar. Özgür olmak, mülk edinmek, atalarının dilini konuşmak, gönlünce inanmak, tanrının türlü güzelliklerle süslediği yeryüzünü gezip dolaşmak... Onlar ölümü şairlerin yazarların vicdanını sızlatmasaydı dünya bugünkünden daha büyük acılara mekan olurdu./... Mashadov'u vurdular dün akşam... Tıpkı Tupac Amaru gibi, Koca Ayak, Oturan Boğa ve Kaara Kazan gibi "özgürlük istiyorsan al sana ölüm" dediler.../ Garip tesadüflerle birbirine çakışıyor Kızılderililerle Kafkasyalıların kaderi. 8 Kasım 1864 yılında Cheyenne ve Arrapaho kabilelerinin yerleştiği kampı Albay Chivington askerleriyle yakıp yıkarken ve kılıçlarıyla kadınların kollarını keserken benim halkım da takalarla, teknelerle sürgün yoluna çıkmıştı. Bildikleri, tanıdıkları her şeyi arkalarında bırakıp çöllere bozkırlara dağılmışlardı. Çocuklarını satmışlardı... Aç kalmasın, ölmesin diye satmışlardı tanımadıkları, beyaz değilse de kendilerinden daha esmer ve kısa boylu adamlara.../... Doksan yıl önce Abrek Zelimhan dağa çıkıp savaşmayı yeğlemişti Ruslaşmaya... Zelimhan'ı da düşmana satmışlardı. 26 Eylül 1913 sabahı karısını ve kızını çağırıp onun katılaşmış bedenini gösterdiler.../.../... romantik subay Lermontov'un mavi Germen gözleri kaç kez yaşarmıştı Kafkas dağlarına bakıp. Giriştikleri haksız ve hayasız istilaya karşı koyan dağlıların erdemini yazıp yaşatan bir o vardı işgal ordusunun içinde. "Kalkın Çerkes gençleri!" diyordu. "Bu ülkede ölüm de dostluk kadar gerçektir!" O bunları söylerken Kafkasyalı analar... çocuklarına vatan ve özgürlük denilen şeyi kaybetmemek için kendilerini nasıl feda edeceklerini anlatıyordu./ Oysa 1965'de Vedeno'da dünyaya gelen... Şamil adlı bir efsane hala yaşıyor oralarda.../... Çovkhar Dudayev'in vücudu uydu kumandalı füzelerle paramparça olurken.../... Uşurma Mansur, Karadeniz kıyısında bir zindanda gözlerini hayata yumarken yüzü en çok son İnka İmparatoru Atahualpa'ya benziyordu.../... Seyrettiğim filmlerde Gunipli Şamil hiç olmadı./.../... Kabul etmelisin ki şairin vicdanıdır ayakta tutan insanlığı.../.../... Amerika'da senin Kızılderililerinden kalmadı artık... Ya benim yurdum... Ya benim kabilem, soyum sopum... Onlar yeryüzünün orta yerinde hala Kızılderililer gibi yaşıyor. "Tha" diyorlar tanrıya. "Dela" diyorlar. "Woy Dela... Woy veyzen Dela..." Hala bir araya geldiklerinde hep bir ağızdan şarkılar söylüyorlar tahtalara vurarak, gökyüzüne başlarını kaldırarak... Hala dedeleri gibi özgürlüğe tutkun onlar. Hala savaşıyorlar, hala direniyorlar... Sen... bir Kızılderili'nin mokasen izini arıyorsun. Bu arayış esnasında Beykoz'da bir yıkıntı bina içine sığınmış yüz elli kişilik mülteci grubunu, Fenerbahçe'de deniz kirlendikten sonra kullanılmayan plaj tesisleri içine sığınmış yüz kadar kayıp insanı görmen için ne yapmalı?.. İstanbul'da Kızılderili ararken adı AlhazorMagiBitsiTsatsitaToita olan birilerine rastlarsın belki. Bilesin ki Cheyenne değil onlar... Onlar... yürekleri yangın yerine dönmüş Çeçenler.../ Dün Mashadov'u sığınağında kurşun yağmuruna tutarlarken sen ve memleketin bütün şairleri susuyordunuz... Saddam gibi yanında Amerikan yapımı çikolata kutularıyla ele geçmedi Mashadov... Mashadov bu çağın şairinin muhtaç olduğu ilhamın kendisiydi. Senin karanlık sularda batık aramaya alışkın keskin gözlerin göremedi. Bir devlet başkanı, bir direniş sembolü, bir destan kahramanı nasıl gülümserse ecele, Tupac Amaru, Che GueveraAbrek ZelimhanÇovkhar Dudayev nasıl öldüyse öyle... Bir onur savaşının kahramanı olarak, bu uğurda can veren dedeleri ve kendisinden öncekiler gibi... Hiç tereddüt etmeden... Haklı ve onurlu olduğunun bilinciyle... Tıpkı bundan yüz yıl önce İçkeriya dağlarında kuşatılan altı savaşçının, Rus askerlerinin teslim ol çağrısına verdikleri cevap gibi. "Teslim olmayacağız. Siz bizim savaşarak öldüğümüzü çocuklarımıza anlatın yeter" diyerek.../ Dün Kızılderililere vahşi diyenler, bugün Çeçenlere terörist diyor. Dünya el ele vermiş onlara karşı uşuyor, eleştiriyor, yuh çekiyor. Oysa düşün ey yazar, onlar da... vatanını savunuyor.../... Tıpkı Kızılderililere geçmişte dedikleri gibi ona da teslim teklif ediyorlar.../... Şehirleri yıkıldı, kitapları yakıldı, kadınların onuru kırıldı, çocukları öldürüldü, delikanlıları sakat bırakıldı. Ve uygar dünya kulaklarını tıkadı onların seslerine. Şairler kalemlerini kırdı. Bu halk her dört insanından birini kaybetti bu savaşta. Oysa sen, oysa özgürlüğe kalemini adayan şairler ve zihni hayale hapsolmuş romancılar siz hiçbir zaman görmediniz onların özgürlük için yitirdiklerini. Sizin katınızda onlar beş asır önce söylenmiş bir Kızılderili şarkısı kadar önemli değil idi./ Mashadov öldü... Mashadov öldü bu ülkenin şairleri duymasın. Senaristler hiçbir ananın doğurmadığı şahıslar uydursun, öyküler çiçeklere dair olsun. Bu memleketin en vicdanlısı bile kapasın gözlerini" 145-152 
-"Nuh'un toprağı/.../... Bize düşen sabretmek ve Rabb'in istediği şekilde yaşamaya çalışmak... yaratıcı taa ezelden böyle takdir etmiş sizin yazgınızı. Zira bütün yeryüzünün suya gark olduğu Nuh tufanı zamanında suyun üzerinde kalan tek kara parçası sizin memleketinizin dağları oldu. Dünya hep su, hep deniz, sadece Kafkasya su üstünde bir ada olarak kaldı. İşte bu dönemde yeryüzünün her tarafındaki cin soyu ateşten bedenlerinin sığınabileceği tek yer olarak Kafkasya'yı buldu. Hepsi gelip o dağlara yerleşti. Tepeler, vadiler, yaylalar cinlerle doldu. Kafkasya'da geçirdikleri uzun zaman içerisinde her cin tayfası bir vadinin halkına kendi dilini öğretti. Bu yüzden sizin yurdunuzda binbir çeşit dil konuşulur ve hiçbirisi ne birbirine ne de dünyanın başka yerindeki bir başka dile benzer. Ve her vadinin halkına değişik meziyetler verdiler, bu yüzden onlar nereye giderlerse gitsinler bulundukları yerde büyük işler başarıp kendilerini kabul ettirirler. Ve her vadinin halkına en üstün olanın kendileri olduğunu söyleyip kibri öğrettiler, ki bu kibirdi şeytanı cennetten kovduran, dünyayı cehenneme çeviren. Bu yüzden sizin memleketinizde her kavim diğerinin otoritesini reddeder oldu. Cinlerle şeytanlarla dolu o dağlar her milletin masallarında yer aldı ve bilinmezliği, farklılığı yüzyıllarca insanları korkuttu./... Nuh'un gemisi sizin dağlarınızda karaya oturdu ve insanlık oradan tekrar dağıldı yeryüzüne. Bu nedenle memleketinize Nuh'un toprağı, kendinize de Nuh'un çocukları der oldunuz. Karaya çıkan insan soyu yeryüzünün her parçasına dağıldı ama o topraklara cinlerin ektiği fitne tohumları kurumadı. O zamandan beri yurdunuzda hep karışıklık, hep kan, hep gözyaşı var oldu. İskit akınları, Pers saldırıları, Moğol sürüleri, Cengiz ve Timur orduları birbiri peşine yıkım oldu sizin için ve üç asırdır Ruslar ölüm getirdi o topraklara. Temeli tufanda atılmış bir fitne bu.../ Kullar takdiri değiştiremez evlatlarım... Siz Nuh'tan beri yaşadıklarınızı kıyamete kadar yaşamaya devam edeceksiniz" 153, 158, 159 
* 
3.2.2020