14 Mayıs 2022 Cumartesi

TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDE GİZLİ GÜÇ KAFKASYA

 Savaş Yanar, Ağustos, 2002, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul



Adındaki gizli güç ifadesi nedeniyle almış olmalıyım kitabı, eski bir tarihte, ama yeni okudum.

Biraz hayal kırıklığı oldu.

Genelde, genel geçer bir takım görüşler sıralanmış.

Yer yer, ve özellikle s. 98’den itibaren artan, tekrarlar da var.

Çok belirgin yanlışlar da.

Ama yer yer ilginç bilgiler de var!

*

Mesela şu bilgiler benim için ilginç oldu:

-”Kuzey Kafkasyalılar ise İstanbul’a yardım istemek için bir heyet gönderdiler ve 11 Mayıs 1918’de… bağımsızlığını ilan ettiler… 8 Haziran 1918’de Kafkas devletleri ve Osmanlılar arasında iyi dostluk ve iyi komşuluk anlaşması yapıldı. Fakat bu sırada Osmanlı ordusu… Kafkasya’ya girdi. İsmail Berkok, Mithat Paşa ve Muzaffer Beyler Kuzey Kafkasya yerli kuvvetlerini organizeye başladılar… Osmanlılar… 15 Eylül’de Bakü’yü işgal ettiler. Sovyetler… Osmanlıların Kafkasya’dan çıkmaları gerektiğini bildirdiler. Fakat 6 Ekim’de Derbent alındı ve 13 Ekim’de şehre Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti bayrağı çekildi./ Kafkaslar’da kurulan bu yeni düzenin sürdürülmesi Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kazanmasına bağlıydı… Mondros Mütarekesi… Türkiye Azerbaycan’daki kuvvetlerini geri çekmeyi kabullenmişti. Nitekim… İngilizler, Kafkaslar’a çıkarma yapmışlar ve 17 Kasım’da Bakü’yü işgal etmişlerdir. İngilizlerin desteğindeki Denikin’in işgal ettiği yerlerde 1919’da İnguşlar, 1920’de Dağıstanlılar isyan ettiler. Fakat bu isyanlar bastırıldı” 50, 51

-”Zira o tarihlerde Türk ordusu Bakü’yü ele geçirmiş ve Dağıstan’da Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlamıştır… Ancak 30 Ekim 1918 Mondros… ile Osmanlı… İran ve Kafkasya’daki bütün kuvvetlerini bölgeden çekmek zorunda kalmıştır” 176

*


Bir süredir, zaman zaman birlik çabaları görülmüş olmakla birlikte, Kuzey Kafkasyalılar arasında hiç bir zaman anlamlı bir birlik olmadığını, hatta çoğu zaman tam tersinin söz konusu olduğunu, Kuzey Kafkasya kökenli insanların en önemli birliğinin, göç-sürgün olayının getirdiği kader ortaklığının da etkisiyle daha çok diasporada gerçekleştiğini, aslında bu birlik anlayışının çok yaygın olmasının tüm Kuzey Kafkasyalılar için çok yararlı olacağını, 1918’deki Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti denen oluşumun da, daha çok, cin fikirli İttihatçılarca organize edilen Teşkilat-ı Mahsusa ürünü bir iş olduğunu, düşünür durumdayım, yukarıdaki ifadeler de, sanki, tam da bu düşüncemin kanıtı gibi, ve, o yüzden bana ilginç geldi! 

*

Kitapta başka ilginç bilgiler de var, elbette.

*

Açıkça yanlışlar içeren aşağıdaki cümleleri ise bölgeyle ilgilenen birinin yazmaması gerektiğini düşündüm ve bunların Kafkasya adını taşıyan bir kitapta nasıl olup da yazılabildiğine şaşırdım:

-”Nohçiler (Çeçenler, İnguşlar)” 29

-”Şeyh Şamil… Muridizm hareketini İslamiyet çevresinde kurmuştur./…/… Çeçenistan’da yaygın olan Vahabi hareketi İslam inançlı halklar arasına ihtilaf sokmuştur …/… süreklli ve metotlu çalıştıkları için Araplar, hiç tanınmayan Vahabiliği Kuzey Kafkasya’da yaymaya çalışmaktadır… Kafkasyalı Müslümanları Ruslar, Vahabi hareketi ile Türk ve Türkiye karşıtı yapabileceği umudu ile Arapların bu çalışmalarına engel olmamaktadır” 35, 36

(Bence, burada ek bir ilginç durum var, Vahabiliği orada daha etkili bir şekilde yaymaya çalışanlar Araplardan daha çok Türkler olmuştur, ki, bu durumda, ne söylenebilir, bilemedim!)

-”Çeçenistan 1993 ve 1998 yılında iki defa Rusya’ya karşı ayaklanmış” 55

-”RF topraklarında Çeçen, İnguş ve Osetler ayrılıkçı eylemleriyle mevcut tehdidi tırmandırmaktadır” 73

-”Çeçenistan denize kıyısı olmayan kapalı bir ülke olması nedeniyle, Hazar Denizi’ne bir kıyı çıkışı istemektedir. Bu istek, Dağıstan’ın Hazar’a çıkışı olan kuzey bölgesinden toprak talebi şeklinde kendini göstermektedir. Dağıstan ise Çeçenistan’ın ülkesinden toprak talebine tepki göstermekte ve bu husus zaman zaman iki ülke arasında gerginliğe yol açmaktadır” 188

-”1994-1996 yılları arasındaki savaştan yenilgiyle çıkan Rusya… hava bombardımanları… uygulamış, yaptığı 1700 sorti ile ülkeyi yaşanamaz hale getirmiştir. Milyonlarca Çeçen halkı Dağıstan’a göç etmiş ve sefillik içinde yaşamaya zorlanmıştır” 190

*

Bence hiç mi hiç doğru olmayan ama bir çok yerde sürekli tekrarlanan şu emsal olma görüşü bu kitapta da kendine yer bulmuş, hem de bir kaç yerde:

-”Moskova’nın… hassasiyeti, Çeçenistan’ın… Rusya’dan kopma endişesi… kadar, böyle bir gelişmenin… emsal teşkil etmesi ve… ikinci bir dağılma süreciyle karşı karşıya kalma endişesi taşımasındandır” 98 ve 103, 187, 189

-”Çeçenler karşısında yenilgiye uğrayan ve bu nedenle bu devletin bağımsızlığını onaylayan Rusya, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 cumhuriyetin de harekete geçmesi halinde topraklarının %28’sini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır” 189

Kitaptan diğer bazı notlar da şöyle:

-”Osmanlı… 1774’den sonra Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmek istediği anlaşılınca Kafkasya ile daha yakından ilgilenme ihtiyacı hissetmiştir” 16

-”Osmanlı… bir seferle buraları fethetmeyi… tasarlamıştır” 39

-”Nadir Şah… Dağıstan bölgesine 1742, 1744 ve 1745 yıllarında yaptığı seferlerden sonuç alamamıştır. Dağıstan’daki hanlıklar Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı… bu hanlara hediyeler göndererek gönüllerini hoş tutmuş ve İran ile Rusya’ya karşı dikkatli olmalarını istemiştir./ Osmanlı… 1744’de Kırım’ın kaybından sonra Kafkasya’ya daha fazla önem vermeye başlamıştır” 41

-”Ferah Ali Paşa… Nogaylar’ı Kuzey Kafkasya’ya yerleştirerek hem kontrol altına almış, hem de Ruslar’a karşı koz olarak elinde tutmuştur… Bicaoğlu Ali Paşa ise esir ticareti yapmış, Battal Paşa ise canla başla Ruslar’a karşı savaşan yöre halkına kötü muamelede bulunmuştur./… 1782 ve sonraki yıllarda Dağıstanlılar Gürcistan’a girdiler, Rus ve Gürcü ordularını her yerde yendiler ve Tiflis önlerine geldiler. Ama dağlıların kendi başlarına hareket etmesini istemeyen ve ağır davranan Osmanlılar dağlı reislerin arasını bozdu. Bunun üzerine dağlılar geri dönmek zorunda kaldılar” 42, 43

-”Osmanlı… Rusya’ya karşı elinde her zaman koz olan Dağıstan ahalisine, 1787’de Kutayışlı Mehmet Beyi elçi olarak göndermiş ve Rusya’ya karşı yapılacak savaşa katılmalarını istemiştir./…/… Osmanlı Devleti’nin giderek azalan maddi desteği ve buna rağmen Kafkasyalılar’ın kendilerini Osmanlı tabiiyeti altında görmeye devam etmeleri bu yılların genel manzarasını teşkil eder” 45

-”Ruslar 1828’de… Kafkasya’yı… Osmanlılardan aldı…/… İngiltere 1834’den itibaren Kafkasya’daki menfaatlerini takip etmeye başlamıştır” 48

-”11 Mayıs 1918 yılında Kafkasya’nın kuzeyinde yaşayan ve Dağıstan’daki Türk ve Müslüman unsurlar tarafından kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti de bir müddet sonra dağılmıştır” 52

-”Çeçenistan 1993 ve 1998 yılında iki defa Rusya’ya karşı ayaklanmış” 55

-”1993 başından itibaren…/…/… Çeçenistan üzerinde kontrol kurma çabasına ağırlık veren RF… Gerçekte kendisinin desteklediği Kafkasya’daki dondurulmuş istikrarsızlıktan yararlanan RF… bölgedeki müdahaleleri, Rusya ile bazı alanlarda çıkar ilişkileri bulunan Batılı ülkeler tarafından da anlayış ve destekle karşılanmıştır” 67

-”Rusya’yı, Çeçenistan sorununun çözümünü hızlandırmaya zorlayan temel neden, Azerbaycan petrolünün taşınması konusundaki hızlı gelişmeler olmuştur… “Bakü-Novorossisk Boru Hattı”... önündeki Çeçenistan engelinin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılmıştır. Aksi takdirde… “Bakü-Ceyhan Boru Hattı” güzergahının kabul edileceğinden korkan Rusya, askeri müdahaleye girişmiştir…/… Türkiye’yi kendisi için en önemli engellerden biri olarak gören RF… Bakü-Ceyhan güzergahının gerçekleşmemesi için… sorunları (Çeçenleri) ortadan kaldırmaya çalışan Rusya…” 69

-”RF topraklarında Çeçen, İnguş ve Osetler ayrılıkçı eylemleriyle mevcut tehdidi tırmandırmaktadır; Kafkaslar bölgesindeki çatışmalar… RF topraklarına sıçrayabilir…/…/ … Rusya… etnik yapı ve şive farklılıklarına dayanan… ihtilafları çıkartarak, husumet ortamı yaratması… Oysa Kuzey Kafkasya… bir bütündür” 73, 74

-”Son senelerde Türk-Rus ilişkilerini ciddi şekilde etkileyen diğer bir konu da Çeçenistan sorunudur. Türk hükümeti… Çeçenistan’ı Rusya’nın bir parçası sayıp…/ Moskova’nın… hassasiyeti, Çeçenistan’ın… Rusya’dan kopma endişesi… kadar, böyle bir gelişmenin… emsal teşkil etmesi ve… ikinci bir dağılma süreciyle karşı karşıya kalma endişesi taşımasındandır” 98 ve 103, 187, 189

(Bence kesinlikle doğru olmayan bu emsal görüşü nedense her yerde sürekli tekrarlanmaktadır.)

-”1991… komünizm ölmüş, Türkiye’nin Rusya’dan çekinmesi için neden kalmamıştır” 100

-”Türkiye’nin, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın çeşitli hesaplarla istikrarsızlaştırılması çabalarına rıza göstermesi de mümkün değildir” 105

-”Türkiye’nin… Çeçenistan gibi sorunlarda Rusya’nın iç işlerine müdahale ediyor izlenimini verdiği kabul edilmelidir” 122

-”Kafkasya’da problemler, Kafkasya'nın Rus nüfuz bölgesi olmaktan çıkarılmasıyla çözüm yoluna girecektir” 173

-”Bölgede Müslüman gruplar arasında vuku bulmuş herhangi bir savaş yoktur” 174

-”Zira o tarihlerde Türk ordusu Bakü’yü ele geçirmiş ve Dağıstan’da Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlamıştır… Ancak 30 Ekim 1918 Mondros… ile Osmanlı… İran ve Kafkasya’daki bütün kuvvetlerini bölgeden çekmek zorunda kalmıştır” 176

-”Şeyh Şamil’in önderliğindeki Çeçenler ve Kafkasyalılar… savaşı yitirmişlerdir. Tarihin eski dönemlerinden gelen Türk ve Müslüman varlığı hiçbir zaman Kafkasya’nın Rusya’ya ait olmasını kabul etmemiş ve sürekli olarak Rus emperyalizmine karşı direnmişlerdir./… ikinci perde… Çeçenlerin önderliğinde tüm Kuzey Kafkas ulusları bir araya gelerek Kuzey Kafkasya Federasyonu’nu 1918 yılında kurmuşlardır. Ne var ki… Kızılordu, 1920 yılında yeniden Kafkasya’yı işgal ederek… savaşın öncüsü Çeçenleri Sibirya’ya sürmüştür./ Kafkas oyununda üçüncü perde ise, Hitler döneminde… Alman faşizmi… 1940’larda Rusya’ya saldırınca Kuzey Kafkasya’da Çeçenler hemen ayaklanmışlar ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Daha sonra Ruslar Almanlar!ı geri püskürtünce, ayaklanan Çeçenlerden intikam almışlar ve Çeçenistan’daki sivil halkın çoğunluğunu katlederek emperyalizmin çirkin yüzünü sergilemişler ve bir çok Çeçen ailesini Stalin’in emri ile yeniden Orta Asya’ya sürmüşlerdir…/ Kafkasya’da dördüncü perde… Sovyetler… sona erdiği gün Çeçenistan bağımsızlığını ilan etmiş… Ruslar ise, Çeçenleri yok etmek için her türlü girişimi tarihin her döneminde denemişlerdir. Kitle katliamlarından sonra kitlesel sürgünlere başlanmış, Çeçenler’in bir kolu olan İnguşlar bölünerek, onlara ayrı bir özerk bölge olma yetkisi verilmiştir… Putin’in Rus Başkanı olmasıyla beraber Rus-Çeçen mücadelesi bir kez daha hızlanmıştır./ Ve asıl önemli olan, Rusya eskiden beri kendisine bağlı olan Türk ve Müslüman halkların bağımsızlığını önleme çabası içindedir. Bu nedenle … Çeçenistan tamamen işgal edilmiştir./ Rusya Çeçenistan’a… ekonomik abluka koymuştur… Çeçen halkına yokluk olarak yansıyan bu baskı Çeçenistan’da Çeçen yönetimine karşı sessiz bir muhalefet oluşturmaya başlamıştır. Çeçenlerin bir boyu olan İnguşlar tarih boyunca aynı topraklarda birlikte yaşamışlardır. Çeçen-Rus savaşı sırasında İnguşlar, Rusların tarafında yer alınca, ihtilaf İnguş Cumhuriyeti’nin Çeçenistan’dan ayrılmasına yol açmıştır. Ancak Çeçen-İnguş sürtüşmesi tamamen kapanmamış zaman zaman münferit olaylar yaşanabilmektedir” 185-187

-”Çeçenistan denize kıyısı olmayan kapalı bir ülke olması nedeniyle, Hazar Denizi’ne bir kıyı çıkışı istemektedir. Bu istek, Dağıstan’ın Hazar’a çıkışı olan kuzey bölgesinden toprak talebi şeklinde kendini göstermektedir. Dağıstan ise Çeçenistan’ın ülkesinden toprak talebine tepki göstermekte ve bu husus zaman zaman iki ülke arasında gerginliğe yol açmaktadır. Ruslar ise bu gelişme karşısında Çeçenlerden öç almak için bu ihtilafı körüklemektedir” 188

-”Çeçenler karşısında yenilgiye uğrayan ve bu nedenle bu devletin bağımsızlığını onaylayan Rusya, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 cumhuriyetin de harekete geçmesi halinde topraklarının %28’sini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu durum Rusya’nın yeniden dağılması ve toprak açısından da kuzeye çekilmesi anlamına gelmektedir./ Daha kuzeye çekilmeye zorlanan Rusya, Hazar havzasından tümüyle uzaklaşmış olacaktır…/ Bu nedenle… Çeçenistan'da tam galibiyet alması gereken Rusya, insan haklarını açıkça ihlal ederek, Çeçenlere karşı kendi tezgahladığı savaşı başlattı./ 1994-1996 yılları arasındaki savaştan yenilgiyle çıkan Rusya… hava bombardımanları… uygulamış, yaptığı 1700 sorti ile ülkeyi yaşanamaz hale getirmiştir. Milyonlarca Çeçen halkı Dağıstan’a göç etmiş ve sefillik içinde yaşamaya zorlanmıştır./ Bu zulüm karşısında ise Türkiye… sivil halkın zarar görmemesi gerektiğini siyasi alanda dile getirmiştir. Türkiye, Gürcistan üzerinden Çeçen mültecilere insani yardım yapmış; fakat bu yardımlar bölge halkının acılarını dindirmeye yetmemiştir. Başbakan Bülent Ecevit… Çeçenistan sorununun toprak bütünlüğü çerçevesinde çözülmesi gerektiğini ve aynı zamanda olayın insani yönününde göz önünde bulundurlmasını ifade ederek; Çeçenistan’dan Türkiye’ye yönelik geniş çaplı bir göç olasılığından duydukları kaygıyı dile getirmiştir” 189, 190

-”Türk ve Rus taraflar bir birileri aleyhinde faaliyet gösteren teröristler hakkında siyasi sığınma hakkı vermeme, para toplama, kamp üs gibi bir takım olanaklarının engellenmesi gibi konularda kanaatimizce gizli bir anlaşmaya varmışlardır. Nitekim Türkiye birinci Çeçen-Rus savaşında aktif bir politika güderken ve Çeçenistan’a eski Genelkurmay Başkanı’nın ifade ettiği gibi silah ve insani yardımı yaparken; bu savaşta Rusya’nın toprak bütünlüğünden bahsetmiş, savaşı insan hakları boyutu ile ele almıştır. Buna karşılık ise Rusya’nın da PKK terör örgütüne olan desteğini çektiği değerlendirilmektedir./ Çeçenistan’daki savaş Güney Kafkasya’yı bir bakıma tehlikeye atmıştır…/ Çeçenistan Rusya’nın yumuşak boğazıdır… bölgesel bir hadise gibi algılamamak gerekir” 191

-”Çeçenistan’ın zengin petrol yatakları Rus emperyalizmini tahrik etmektedir” 192

*

10.5.2022


Çerkes Sürgünü (Gerçek, Tarihi ve Politik Nedenleriyle)

N. BERZEG, 1996, Takav Matbaacılık, Ankara


Adına Çerkes Sürgünü denmiş, ama, sanki, kitap daha çok bu sürgünde Osmanlı’nın pay sahibi olduğu konusuna odaklanmış, gibi!

Bu yönüyle Osmanlı’nın iskan uygulamalarına dikkat çekilmiş, ve bu da, bence, en azından benim için, bir yönüyle ufuk açıcı, uyarıcı, öğretici oldu. 

Konu açısından da hiç görmezden gelinecek bir unsur değil, sanki!

*

Bu konuda, mesela, şöyle denmiş:

-”Anadolu’nun Türklerce fethi sistemli bir iskan ve kolonizasyon politikasıyla gerçekleşmiştir. Türkler işgal ettikleri… Her halktan büyük sayıda insanı göç etmeye zorlayarak, nüfusun etnik oranı ve yapısını da değiştirmişlerdir. İşgal edilen toprakları Türkleştirmek istekleri o kadar güçlüdür ki yaptıkları anlaşmalarda göçmen yerleştirip, yerleştirmemek önemli pazarlık konusu olmuştur./ Osmanlılar… Çoğu zaman büyük toplu göçlerin, planlayarak başlatıcısı ve yönlendiricisi olmuşlardır… sürgün uygulamaları bir yönetim geleneği olarak devletin yapısına yerleşmiştir. Çeşitli problemleri çözmek için sık sık ve planlı olarak toplu yer değiştirme hareketlerine başvurmuşlardır./ Köylüyü daha verimli alanlarda çalıştırıp üretimi arttırmak, ya da orduların ulaşımı ve erzak gereksinimleri … için devletin sık sık sürgün yöntemine başvurduğu görülmektedir. Bölgesel güçlenmeleri önlemek ve başkaldırı eğilimlerini ezmek için her Türkmen boyunu parça parça edip farklı aşiretlere mensup küçük gruplar ülkenin uzak bölgelerinde birarada yerleştiriliyordu. Osmanlılar, Arap aşiretleri… zorla iskan yolunu seçmişti./… bir yönetim geleneğine dönüşen sürgün ve kolonizasyon… tüm toplumsal tabakaları etkilemiştir… Fethedilen Bizans şehirleri hemen göçmenlerle iskan edilmektedir./… Avrupa yakasında… kolonizasyon yöntemi daha da önem kazanmıştır… Müslüman nüfusun oranını arttırmak zorundaydılar…/… Balkanlar’ın yerli… halkları da topluca Anadolu’ya sürgün edilip yerleştiriliyorlardı… Türk olmayan halkların… isimleri değiştiriliyordu. Bu politikanın aynısı Kuzey Kafkasya için de uygulanmıştır… Ferah Ali Paşa… bir din misyoneri konumundaydı. 1780 yılında soğucak’a geldiğinde ilk işi… Nogayları… Tatarları toplamak olmuştu… göçebe Nogayları… gerektiğinde Çerkesler karşı kullanmak üzere kontrol altına almıştır./…/ Özetle: Osmanlı sürgün ve kolonizasyon yöntemiyle uyguladığı iskan siyasetiyle, farklı halkları birbiriyle karıştırarak ve birbirlerine karşı kullanarak yayılmacı egemenliğini sürdürüyordu…/ Devletin tüm kurumlarını etkileyen Türkleştirme ve Müslümanlaştırma Politikası, ordunun da temel dayanağıydı… Devşirme denilen bu yöntemle… Türkleştirilir ve Müslümanlaştırılırdı…/… 1600 yıllarına kadar bu asker yetiştirme sistemi iyi işledi…/ 1600 yılından başlayarak… eski askerleştirme-devşirme sistemi işlemez oldu… Anadolu halklarından asker toplanmaya başlandı. Ne var ki… gerileme durdurulamadı./… sonunda köylerde genç nüfus kalmadı. Kürtler, Araplar, Arnavutları askere almak imkansızlaştı… Askerlik yükü yalnızca Türk halklarının sırtına bindi. Birçok Türkmen kabileleri de… isyan ettiler./…/ İşte o zaman Canikli Ali Paşa gibi ileriyi görebilen devlet adamları gözlerini Kafkasya’ya çevirdiler. Ama geç kalınmıştı./…/ Canikli Ali Paşa… raporlarında…/ “Kafkasyalılar… 80.000 kişilik ordu çıkarabilirler ki, bugün bu orduyla başa çıkabilecek bir kuvvet düşünülemez…”/ Ferah Ali Paşa’nın Soğucak’a vali gönderilmesi bu rapordan iki sene sonradır. Ancak 200 askeriyle ve Çerkeslerin izni ve hoşgörüsü ile orada barınmıştır” 49-53

*

Kitapta bana ilginç ve öğretici gelen bir konu da kölelikle ilgili söylenenler oldu.

Bu konuda da, mesela şunlar söyleniyor:

-”Osmanlı Devleti’nde, kuruluşundan başlayarak kölelik ve köle alım-satımı meşru idi. Hür müslümanların köleleştirilmesi yasaktı… Osmanlı… Avrupa’da genişlediği dönemlerde köle… “devşirme” yöntemiyle sağlanıyordu. Duraklama ve gerileme dönemlerinde Afrika, Güney Rusya ve Kafkasya’dan köle ticareti önem kazandı./ Kölelik bir iç olgu olarak Kuzey Kafkasya’da gelişmemesine karşın, 12. yy. başından itibaren köle ticareti önem kazanmaya başladı. Karadeniz kıyılarında koloniler kuran Venedik ve Ceneviz tüccarları, Mısır’a yönelik köle ticaretini geliştirdiler. Türkmen (1250-1390) ve Çerkes Kölemenlerinin (1390-1517) yönetimi ellerine geçirmesiyle daha hızlanan Kafkas-Kırım-Mısır köle ticareti 19. yy. sonlarına kadar sürdü./… Kırım’ın Osmanlı denetimine girmesi… sonucu Osmanlılar Kırım-Kafkasya köle ticaretini ele geçirmeye başladılar… gelir sağlamak için… vergi alınmaya başladı…/… devşirme yoluyla… ihtiyacı karşılanamadığı zamanlar, Kırım Hanlığı çevresinden ve Kafkasya’dan baskınlarla esir-köle sağlanmıştır. Hatta bazı Çerkes kabileleri kırım hanlarına belli sayıda köle vermekle yükümlü kılınmıştır. Bu durum sonradan Kabartay Beylerinin Kırım Tatarlarına karşı Rusya’dan yardım istemesine yolaçmıştır./ Tatar Kırım Hanları, İstanbul’daki esir pazarlarına Kafkasyalı köle satarlardı… Bu işi meslek edinmiş yeniçeriler de vardı… yeniçeriler, insan avcılığı biçiminde Kazak, Kalmuk, Nogay, Çerkes Beyleri ve Kırım Hanlarıyla işbirliği içinde esir toplayıp, satarlardı …/…/ Bağımsız islam devleti görünüşünün ardındaki gerçek yapı, esir ve köle ticaretini destekleyen, kanun ve fermanlarla düzenleyen bir ticari mekanizma idi. Bu mekanizmanın nasıl işleyeceğini bile dış sömürgeci güçler belirliyordu. Osmanlı… karasularında… Osmanlı, İngiliz, Fransız gemileri tıka-basa dolu olarak esir-köle taşırlardı. Osmanlı ve İngiltere askeri gemileri bile bu ticarette kullanılırdı./… 19. yy.’da Osmanlı köle ticaretinin kaynakları: Afrika… Hicaz ve Kafkasya idi…/… Alım-satım devletin yönettiği Esirhane’de, Esirci Emini ve 400 adamının denetiminde yapılıyordu. Büyük Çerkes Sürgünün başladığı 1860’lı yıllarda Trabzon ve Samsun’da Osmanlı Hükümetince geçici köle pazarları kuruldu./ 1846 yılında Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarının Rusya’nın eline geçmesiyle Osmanlı köle tüccarlarının buralardan ticareti kesildi…/ 1864 Çerkes Sürgünü sonucu köle ticareti “Dış ticaret” olmaktan çıktı. Kuzey Kafkas halkları arasında gerçek anlamda kölelik yaygın olmadığı halde 30 Mart 1867’de Başvezirin Padişaha gönderdiği yazıda Çerkes göçmenleri… nin 150.000’den fazlasının köle durumunda olduğu bildirilmiştir… bu rakamın gerçekle ilgisi yoktur. Göçmen Çerkesler, Osmanlı… islami yasalarında kölelik olarak varsayılan, kendilerine özgü tarımsal serflik biçimini beraberinde getirdiler./ Osmanlı iskan ve kolonizasyon politikaları sonucu savaş ve karmaşanın hüküm sürdüğü bölgelere dağınık olarak yerleştirilen sürgünler, iki nedenle köle tüccarları karşısında zayıf düştüler. Bu kesim Osmanlı yasalarının baskısıyla kendilerini korumaktan yoksun kaldı. İkincisi, savaş, sürgün ve dağınık yerleşim bölgelerindeki yokluk, zor yaşam koşulları nedeniyle hür insanların bile köleleştirilebildiği görüldü. Bazı soylu ve güçlü göçmenler de çeşitli aldatmacalarla özgür insanları yasal olarak köleleştirme sürecine katıldılar./…/… Osmanlı … sömürgeci devletlerin ve… kölecilerin elinde bir oyuncak olmasaydı… onca yazışma, karar, yasa ve fermanlara gerek kalmazdı. Çünkü Osmanlı yasalarına göre hür müslümanlar köleleştirilemezdi. Ve Çerkesler 19. yy.’ın ilk çeyreğinden beri Osmanlılarca “hukukan” müslüman sayılıyorlardı… Bu nedenle Çerkes sürgünleri üzerinde bir köle ticaretinin oluşmasının koşulları yasal olarak var olmamalıydı…/ Osmanlı… 1475 yılında, kendisine bağladığı Kırım aracılığıyla dolaylı olarak Kuzey Kafkasya’ya komşu oldu. Bu tarihten başlayarak Rusya’nın eline geçtiği 1783 yılına kadar Kırım’ın Kuzey Kafkasya’ya saldırıları kesilmedi. Kırım yoluyla Kuzey Kafkasya’ya gönderilen ordular ve mollaların baskı-propagandaları ve kimi Çerkes beyleriyle kurulan ilişkilerle müslümanlığı yayma çalışmalarına başladılar. Ne var ki, gerçekte Osmanlı yayılma siyasetinin bir uygulaması olan bu saldırılara karşı Çerkesler direndiler. Bunun sonucu, Osmanlı askeri nüfuzu doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir zaman Kuzey Kafkasya’ya egemen olamadı” 57-61

*

Benim için bir diğer ilginç husus ise Osmanlı’nın özellikle Kuzey Kafkasya’ya bakışı konusundaki şu ifadelerde dile getirilen yaklaşım oldu:

-”Osmanlı… Kuzey Kafkas Halklarının 1785 yılında İmam Mansur yönetiminde Rusya’ya karşı başlattıkları ulusal mücadeleyi özel bir Kuzey Kafkas Birliği kurulacağı korkusuyla olumlu karşılamadı. Hatta Battal Paşa, bütün Kuzey Kafkas Halkları ve devlet kuvvetleri Rusya’ya karşı savaşa hazırlandıklarında; ihanet ederek Ruslara sığındı./…/ Osmanlı… bir yandan Dağıstan Halkına gönderdiği fermanlarla, onları Rusya, İran ve Gürcüstan’a karşı kışkırtırken, öte yandan Rusya ve İran’ın Dağıstan’a karşı savaşlarında, bölge halkları kendisine başvurmalarına rağmen hiçbir gerçek yardım yapamamış…/ Osmanlı… 14 Eylül 1829… Edirne Antlaşması’yla da… hiçbir zaman sahip olmadığı Kuzey Kafkasya’yı Rusya’ya terkettiğini açıkladı./… Osmanlı… Kafkasya Siyaseti, 1856 Paris Antlaşması’nda Osmanlı başdelegesinin “Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’yla ilgili hiçbir siyasi problemleri olmadığını” açıklamasıyla hukuken iflas etmiştir” 63

-”Osmanlı İslam Devleti (!), doğal olarak Kuzey Kafkasya’nın bağımsızlık hareketini de, Şeyh Şamil’in dini lider olarak güçlenmesini de istemeyecekti. Başka bir deyişle: Osmanlı… sınır komşusu olan bağımsız güçlü bir -islami- devletin doğmasına kesinlikle izin vermezdi. Çünkü İslam devleti görüntüsü altında… köle ticareti ağı kurulmuştu… Osmanlı… Kafkasya’da bağımsız ve demokratik bir -islami- devletin doğmaması için elinden geleni yaptı. Bu Osmanlı Devleti’nin genelde tüm müslüman ülkelere karşı yürüttüğü bir siyasetti” 187


*

Kitapta ısrarla vurgulanan bir diğer husus ise, sınıfsal bir bakışla, Çerkes sürgününün tüm emperyalist ülkeleri tarafından birlikte kotarılan bir sonuç olduğu. 

Şöyle ifadeler var:

-”Kuzey Kafkas Halklarının özgürlük ve bağımsızlık direnişi ne pahasına olursa olsun kırılmalıydı. Rusya, Osmanlı devleti ve batılı emperyalist devletler hiç bir ödün vermeksizin bu konuda hemfikirdiler. Yalnızca Kafkasya’da değil dünyanın herhangi bir yerinde, bağımsız, özgürlükçü ve demokratik… bir halk devletinin varlığına izin veremezlerdi./…/ … Osmanlı İslam Devleti (!), doğal olarak Kuzey Kafkasya’nın bağımsızlık hareketini de, Şeyh Şamil’in dini lider olarak güçlenmesini de istemeyecekti. Başka bir deyişle: Osmanlı… sınır komşusu olan bağımsız güçlü bir -islami- devletin doğmasına kesinlikle izin vermezdi. Çünkü İslam devleti görüntüsü altında… köle ticareti ağı kurulmuştu. Batılı emperyalistlere… ayrıcalıklarla… verilmişti… tüm deniz taşımacılığı yabancı şirketlerin elindeydi./… Osmanlı… Kafkasya’da bağımsız ve demokratik bir -islami- devletin doğmaması için elinden geleni yaptı. Bu Osmanlı Devleti’nin genelde tüm müslüman ülkelere karşı yürüttüğü bir siyasetti./… Özgür ve demokratik Kafkasya… kötü örnek (!) oluyordu… Özgür Kuzey Kafkasya, Rusya’yı yöneten sınıfın gözünde katlanılmaz bir manzaraydı./ Kuzey Kafkasya’ya insancıl sloganlar ve Rusya düşmanlığı yoluyla girmeye çalışan batılı emperyalistlerde aynı nedenlerle bağımsız ve özgür Kuzey Kafkasya’ya katlanmaktansa, onu Rusya’nın boyunduruğuna terketmeyi yeğliyorlardı. Çünkü aynı yıllarda kendi sömürgelerinde daha korkunç kıyımlar yapıyorlardı. Örneğin… Afrika’nın özgür insanlarını Amerika’ya taşıyıp zincirli köle yapanlar onlardı. Amerika… kıta yerlilerini… yok ederken; İngiltere… Fransızlar… cinayetler işliyorlardı… Sürgün sırasında gazetelerin haberlerine sansür uyguladılar./ Sonuçta, emperyalistlerin ortak çıkarları doğrultusunda Kuzey Kafkasya işgal edilip, halkları sürgün edildikten sonra, savaşın ve sürgünün gerçek nedenlerini saptırarak siyasetlerine uygun propagandalar yaptılar” 187

-”Battal Paşa’nın Kuzey Kafkasyalılara ihaneti ve Çıldır valisi Süleyman Paşanın lezgiler Gürcüstan içinde ilerlediğindeki benzer davranışı Osmanlı Devletinin bu siyasetinin somut görüntülerindendir” 189

Doğrusu yazarın bu konudaki yaklaşımını pek anlayamadım, ve kitapta yer alan bu konudaki görüşlere de katılamadım, fazla sert buldum, normalden fazla bir tarafa bükülme var gibi geldi, bana.

Fazla iddialı buldum!

Özellikle de, o dönemde Kafkasya’da kurulması tasarlanan bir devlet için “demokratik” nitelemesinin kullanılmasını da, doğrusu garipsedim.

Ve, yazar bugün de bu konudaki görüşlerini aynen muhafaza ediyor mu, acaba, diye, merak ettim!

*

Yazar bazı konularda tartışılabilecek subjektif görüşler içeren kaynaklarına fazla mı güven duymuş, acaba, da, dedim!

*

Kitabın belirtilen hususlar dışındaki kısmı genelde bilindik şeylerin duyarlı bir anlayış ve hassasiyetle farklı bir şekilde tekrar edilmesi olarak görülebilir.

Ancak, sayıları, 

-”%100 güvenilir bir istatistik yoktur… öne sürülen rakamlar 500.000 ile 2.750.000 arasında değişmektedir” 157, 

şeklinde ifade edilen ve yola çıkanlardan %30’unun yolda ölmüş olduğu anlaşılan o dönem göçmenlerinin daha çok Osmanlı’ya ulaşmalarından sonra yaşadıklarından sahnelerin aktarıldığı şu satırlar yürek burkuyor, ve bence, insanlık adına ibret alınması gereken bir facia olan o yaşananların unutulmamasında fayda bulunuyor:


-”1864 Mayısında… topluca büyük göçettirmeler başladı…/… tüm kıyı şeridi sürgünlerle doluydu… 6 aydan fazla kıyıda beklemek zorunda kalan gruplar oldu… hergün onlarcası ölüyordu…/… Binlercesi birden öldüler Karadeniz kıyılarında. Birçoğu da açlık ve soğuktan öldüler. Kıyılar, ölülerle… doluydu…/… sürgünden ilk yararlanan, taşıma işini yüklenen gemi ve mavnaların sahipleri oldu… gemiciler, 30 yolcu başına bir çocuk almak gibi uygulamalarla köle ticareti yaptılar…/… Fransız gazeteci Fonvil A. yazıyor: “Osmanlı gemicilerinin gözleri doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere 300 kişiden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu… Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp karaya vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.”/…/… Osmanlı topraklarına ulaşabilenlerin durumlarında hiçbir düzelme olmuyordu…/… felaketlerin… daha da korkunç olanları bu indirildikleri kıyılarda yinelendi. Osmanlı’nın sürgün sayısına oranla hiçbir hazırlığı yoktu. Ne barınabilecekleri bir yer, ne yiyecek ve su, ne de… tedavi imkanı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu A.N. Moşnin… anlatıyor. “Kafkas Dağlıları denizi aştıktan sonra açlık ve salgın hastalıklarla başbaşa kaldılar. Onları umursayan… hiçkimse yok. Barınmaları için hiçbir kapalı yer gösterilmiyor kendilerine. Binlerle ölüyorlar… Trabzon’a indirilenlerin sayısı 247 bine ulaştı. Bunlardan 19 bini öldü, şimdiye kadar. Hergün yaklaşık 180-250 kişi ölüyor. Samsun’a indirilen 110 bin kişiden de ortalama 200 tanesi ölüyor her gün”/… Samsun’a giden Rus Müfettişi Barotsin’in yazdıklarından: “Talihsiz göçmenlerin durumu anlatabileceğim gibi değil. Her adım attığında hastalık ve açlıktan can çekişenlerle karşılaşıyorsun. Şehrin girişinde, yollarda, ağaç altlarında ölüden geçilmiyor…”/ A Fonvil’in Akçakoca’da gördükleri: “... 15.000 kişi indirildi. Öldürücü soğuğa ve yağmura karşın, ağaç altlarından başka barınma olanakları yok… birileri çıkıp; kuru ekmek vermiyorsa yiyecek hiçbirşeyleri yok. Sıtma ve veba hastalıkları onlarca kişiyi öldürüyor hergün…”/ Yıkıntıya uğramış çaresiz sürgünlerin felaketinden çıkar sağlamak, onları köleleştirmek isteyen tüccarlara Osmanlı yöneticileri bile katıldılar… türlü yöntemlerle sürgünlerin %10’u köleleştirildi… Hatta Trabzon Valisi 8 Çerkes kızını 60-70 liradan satınalarak İstanbul’daki büyüklerine hediye olarak gönderdi. İngiliz konsolosunun kızının yazdıklarından: “2000 kişi gemiden indikten sonra bir boş araziye dökülürcesine oturuştular… bir deri bir kemik kalmışlardı. Başlarını kaldıracak güçleri olmaksızın soğuk, çıplak toprağın üzerinde oturuyorlardı. Hastalarla ölüler içiçe, birarada yatıyordu. Yanlarına yaklaştığımızda birkaç kadın çocuklarını ellerinden tutarak karşıladılar bizi; alın, götürün dercesine.”/… Kendilerinin hiçbir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, “Hiç olmazsa karnını doyururlar.” umuduyla çocuğunun yaşamasını sağlamaya çalışan annelerin durumu… en azından bir dam altı bulup, bir rahat soluk alabileceklerini ummuşlardı bu ülkede. Daha doğrusu umutlandırılmışlardı en az bu kadarını bulabileceklerine./…/ Bir gözlemci Varna’ya 80.000 sıtma hastalıklı Çerkesin indiğini belirtiyor. “Hastalığa karşı hiçbir önlem yok… Türkler önceleri bu ölüleri gereğince gömüyorlardı. Sonraları yetişemez oldular… ölüler denize atılmaya başlandı. Güneş batınca jandarmalar Çerkesleri şehirden çıkarıyorlardı. Gün doğar doğmaz yeniden, eski-dökük toplamak üzere şehre giriyorlardı…”” 148-152


-”Çerkesler yerleştirildikleri tüm bölgelerde yerli halkın benzeri saldırganlıklarına uğramışlardır” 178


-”Halep ili Rakka ilçesi merkezinde 40 hane Kafkas göçmeni vardır… 1320 mali yılı içinde göçeden göçmenlerdendir…/… göçmenlere o yerde bulunan köylülerin silahlı olarak saldırmaları… Rakka… zorba takımından Haddad kardeşi… işbirlikçilerinin… kışkırttıkları ortaya çıktı./ Göçmenler işte o tarihten şimdiye kadar -ki tam beş yıldır- hiç ardı arkası kesilmeyen bu müdahale ve saldırıların önlenmesi için çaba harcamaktan, sorunlarını anlatmaktan geri durmadı… Fakat zorba takımı ile onlarla dostluk kuran Vilayetteki nüfuzlu kimseler göçmenlerin bütün girişimlerini sonuçsuz bıraktı… göçmenlerin başkanı Talustan Bey’in… parasıyla satın aldığı tarım ürünlerini de o zorba takımı yaktırdılar./… göçmenler… ülkelerinden getirdikleri nakitleri çoluk çocuklarını beslemek için harcayarak bitirdiler. Bugün bir lokma ekmeğe muhtaç, sefil ve perişan kaldılar… hepsi ölümle karşı karşıya bulunuyorlar” 198, 199


 

*

Kitaptan diğer bazı notlar da şöyle:


-”Kuzey Kafkasya’nın yerli halkları aynı kökenden gelmektedir…/…/… Ortak tarih ve kültürleri…” 17

-”M.Ö. 4000 yıllarında Kafkas kökenli Hitit(Eti)ler” 22

-”Adigelerin atası olan Kimmerler M.Ö. 1500 yıllarında Kırım’ın tümü… yayılmışlardı” 23

-”1475 yılında… Osmanlı Devleti de Kırım yoluyla Kuzey Kafkasya’ya komşu oldu. “Bu tarihten sonra arkası kesilmeyen Kırım saldırıları dolaylı olarak, Osmanlıların Kuzey Kafkasya’ya saldırısı niteliğindedir.”/ Böylece, güneye sıcak denizlere ulaşma hedefindeki Rusya ve Orta Asya Türkleriyle birleşme amacındaki Osmanlı Devleti’nin yolları ve siyasetleri Kuzey Kafkasya üzerinde çakıştı” 27

-”1645’te kimi Kabardey Pşıları, Nogay ve Avar Beyleriyle birlikte Rusya’ya bağlılık yemini verdiler…/…/… 1739’da… Rusya Kuzey Kafkasya içlerine girmeye başladı… Rusya ve Kabardey feodalleri arasındaki iyi ilişkiler sona erdi…/…/… 1783’de…/ Kırım’ın Rusya’ya katılması Kuzey Kafkasya’nın 1864’deki sonunun başlangıcı oldu” 28, 29

-”Kırım-Kafkasya feodalleri ilişkileriyle birlikte Osmanlı Devleti’nin “Kafkasya’yı Müslümanlaştırarak ele geçirmek” politikası da işlemeye başladı” 31

-”Kırım’ın elden çıkmasıyla Osmanlı Devleti doğrudan Kafkasya’ya yöneldi… “Soğucak”ı valilik haline getirdi./ Rusya, işgali altındaki Kırım Tatarları aracılığı ile Kuzey Kafkasya’ya yöneldi…/…/ 1790 yılında Soğucak Muhafızlığına gönderilen Battal Paşa komutasındaki Türklerle, Çerkes kuvvetleri birlikte hareket ederek işgal ordularını Kuban nehrinin öte yakasına kadar kovaladılar. Ancak düşmana kesin darbe vurulacağı zaman Battal Paşa hareketi durdurdu… Ekim 1790’da 800 kese altını da beraberinde götürerek Ruslara sığındı.*/ Kuzey Kafkasya için büyük bir fırsat elden gidiverdi. Buna karşın İmam Mansur… Osmanlı siyasetinin kalleşliğini göremediler… Bunu İmam Mansur mührüyle Osmanlı Sultanı’na gönderilen şu mektuptan anlayabiliyoruz (2 Aralık 1790):/…/(*) Osmanlı Devleti’nin Kafkasya Siyaseti’nin ikiyüzlülüğü... Osmanlı Devleti’nin siyaseti Kafkasya’nın bağımsızlığını değil, Osmanlı kontrolüne geçmesini istiyordu. Bu nedenle Battal Paşa Rusya kuvvetlerine kesin darbenin vurulacağı zaman ihanet etti./ Bu ihanetin Osmanlı siyasetinin gereği olduğunun apaçık kanıtı, 1798 yılında Rusya’nın isteği üzerine Battal Paşa’nın Osmanlı Devleti tarafından affedilmesi ve kendisine Trabzon Valiliğinin verilmesidir./…/… Osmanlı yönetimi İmam Mansur’un kitleler üzerinde sahip olduğu otoriteden ve Bağımsız Kafkasya düşüncesinden ürküyordu. Daha Soğucak Valisi Bicanoğlu Ali Paşa iken 1785’te İstanbul’a gönderdiği raporda: “İmam Mansur’un Osmanlı Devleti ve Rusya arasındaki iyi ilişkileri bozacak davranışlarından endişe duyulduğu” bildiriliyordu./ Buna karşın savaşı sürdüren Kafkas kuvvetleri Anapa’yı bir yıl daha savundular. Temmuz 1791’de Rus ordusu Anapa’yı işgal etti ve İmam Mansur’u esir aldı” 32-34

-”1829’da… Edirne Anlaşması’nın koşulları arasında, Kuzey Kafkasya’nın Rusya’ya devredilmesi de vardı./ Kuzey Kafkasya bağımsız bir ülke olmasına karşın, kendisine hiçbir zaman fiilen sahip olmayan Osmanlı Devleti tarafından Rusya’ya verilmiş sayıldı./…/ … Sultan… halkımız tarafından da dini lider olarak tanınmaktaydı” 36, 37

-”1845 yılında Şamil, Süleyman Bey’i Abzah ve… temsilci olarak gönderdi. 1846’da Şamil … Kabartay bölgesine yöneldi… 1848’de Muhammed Emin’i Kuban Bölgesi’ne Naib olarak tayin etti… Aynı dönemde Osmanlı… yanlısı… Zanıko Sefer de Batı Kafkasya’da örgütlenme çalışmaları içindeydi. Muhammed Emin ve Zanıko Sefer’in… uygun olmayan örgütlenme ve yöntemlerinin Çerkesler’in birliğine zarar verici etkileri oldu” 41

-”1856…/ Kafkasya, Paris görüşmelerinde sözkonusu edilmedi. İngiliz delegelerinin, Rusya’nın Kafkasya’daki kuvvetlerini çekmesi önerisi Fransa delegesi tarafından veto edildi. Osmanlı delegeleri Kafkasya’ya ilişkin hiçbir problemleri olmadığını belirttiler” 42

-”Gravelevski… “... Kırım Savaşı’na katılan, Osmanlı-İngiliz-Fransız devletlerine Kafkasyalılar kadar kimse yardımcı olmamıştır. Buna rağmen Kafkasya’nın geleceğinden sözedildiğinde Avrupa devletleri susuyordu. Avrupalılar bu tavırlarıyla açıkça Kuzey Kafkasya’nın istilasında Rusya’ya yardım ettiler.”/ Rusya, Kırım savaşı sonrası yapılan Paris Antlaşması ile, İngiltere, Fransa ve Osmanlı ile olan anlaşmazlıklarını erteledi. Kırım çevresinde toplanmış olan 280.000 kişilik ordusunu, Kafkasya sorununu kesinlikle bitirmek için harekete geçirdi…/…/ İmam Şamil… teslim oldu./…/ Durumu çaresiz gören Muhammed Emin savaşa son verilerek Rusya’nın koşullarının kabul edilmesini istedi. Ancak halk meclisi… kabul etmedi./ Bunun üzerine Muhammed Emin Rusya’ya teslim oldu” 43

-”1861 yılında Wubıhların önderliğinde… bir kongre toplandı… mektuplar yazıldı…/…/ Mektup daha sonra Çarlık Rusyasına karşı savaşta İngiltere’yi yardıma çağırmaktadır…/… / Hiçbir devletten yardım gelmedi” 44


-”Osmanlı… gözlerini Kuzey Kafkasya’ya çevirdiğinde, bakış açısı şöyleydi:/ “... Kırım… Osmanlı… damı niteliğindedir. Ne yazık ki, Küçük Kaynarca fırtınası bu damı uçurmuştur… Kırım bağımsız kalmaya devam ederse, Rusya yarın… hıristiyan halkları bağımsızlık vaadiyle ayaklandıracak… koparacaktır. Sen Soğucak Muhafızlığını kurarsan, Çerkes halklarını biraraya getirip ÇÖKEN DAMA SAĞLAM BİR PAYANDA kurabilirsen… senin gibi dürüst… birini bulmak olanaksızdır. Bu nedenle seni seçmekte acele ettim.”/… Vergi memurları ve mültezimlerin aşırı vergi toplamaları nedeniyle, ağır baskılar altında bunalan köylüler dağlara çıkıp eşkiyalığa başlıyordu. Böylece Anadolu’da birçok köy boşalmış, pek çok arazi de işlemez durumda kalmıştı./… Balkan uluslarının özgürlük istemiyle başkaldırıları da başlamıştı… Osmanlı… ilk önlem olarak… Kırım Tatarlarını Balkanlara yerleştirdi (1783-1790).../…/ Rumeli’de rüşvet almayan, adam kayırmayan bir tek hükümet büyüğü yoktu. Valilikler parayla satılıyor” 54, 55


-”İngiltere 17. yy.’a kadar Kafkasya’da ticaret yapmıştır…/…/ “Rusya’nın Kafkasya’daki başarısının onların Hindistan’daki çıkarlarını sarsabileceğinden korkuyorlardı…/… Böylece Kafkasya’nın önemsiz kabile sorunları, İngiltere için ilgi çekici olmuştu.”/ “... Deneyimli sömürücü Büyük Britanya, Rusya’nın Kafkasya ve daha doğudaki planlarına karşı büyük bir korku duyuyordu… Çerkes işi… Hindistan’daki çıkarlarını korumak için desteklenmeliydi…”/…/ İngiltere bu çok yönlü ve iki yüzlü politikasını uzun zaman sürdürmüştür. Fransa-Rusya çekişmesi söz konusu olduğunda, zaman göre ya uzakta kalmış, ya da kuvvetli tarafın yanında yeralmıştır. Hem Rusya ile düşman olarak yüzyüze gelmekten kaçınmış, hem de Kafkasya’ya… yardım vaadleriyle Rusya’ya karşı savaşa karşı kışkırtmıştır…/…/… David Urguart’ın Kuzey Kafkasya’yla yazışmaları İngiltere ve tüm Avrupa emperyalistlerinin Kuzey Kafkasya’ya ve Yakın Doğu’ya yönelik politikasını açıkça ortaya koyuyor./ “... komplolara karşı sizi uyarmam… Avrupa’yı… gerçek yüzüyle tanımanız gerekiyor…/…/… Aynı oyun size de hazırlanıyor… Afganistan’a 1838’de o oyunu düzenleyen adam bugün İngiltere'nin bakanıdır…”” 66-69

-”1853-1856… Kırım savaşını Rusya kaybetti. Biraz daha üzerine gidilse ve Polonya ve Kafkasya’daki yerli kuvvetlere gerçek bir yardım yapılsaydı, yönetim karşıtı iç ayaklanmalarla da bunalmış olan Rusya’da çok şey değişecekti. Polonya ve Kuzey Kafkasya’da Rusya’ya karşı savaşlarıyla anti-sömürgeci bilinç kazanmış bağımsız halk devletleri doğacaktı./ Oysa emperyalistler kendi kuyularını kazacak kadar akılsız değildiler. Yeryüzünde birbirleriyle savaşmadan, paylaşarak sömürecekleri daha, çok ülke vardı. İngiltere ve Fransa, Polonya ve Kafkasya’nın özgürlükçü savaşımının kendi sömürgelerindeki halklara örnek olmasından çekiniyorlardı. Savaşı durdurarak Rusya ile anlaşmaya oturdular (Paris 1856)./ Birçok devletin çıkarlarının sözkonusu olduğu böylesi emperyalist savaşların birçok amacı ve nedeni vardır…/… Vatson… belirtiyor.../ Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne egemen olmaması için, İngiltere’nin -Kuzey Kafkasya dahil- feda etmeyeceği şey yoktu…/… Osmanlı’nın yaşamını sürdürmek için feda etmeyeceği yoktu…/ Fransa, İngiltere ve… Osmanlı… Kafkasya siyasetleri, ani bir sapmayla Çerkeslerin aleyhine döndü… 3. Napolyon 5 Kasım 1863’te Polonya ve Kuzey Kafkasya aleyhinde bir konuşma yaparak, Rusya işgaline arka çıktı. İngiltere tarafsızlığını açıkladı. Aslında bu tutum Rusya’nın işgalini onaylamaktan başka birşey değildi./…/… Bu siyasetin önemli amaçlarından birisi: Rusya hükümetine gelişmeye başlayan özgürlük ve demokrasi hareketlerini bastırması için güç vermek idi ” 97, 98

-”Şeyh Şamil’in oğlu Muhammed Şafi bile tesliminden 7 yıl sonra 1866’da Rus ordusu için süvari alayı toplayıp eğitmekle görevlendirilerek Kafkasya’ya gönderilmişti” 100

-”Müslümanlık M.S. 8. yüzyılda Arapların Derbend’i işgal etmesiyle Kuzey-Doğu Kafkasya’ya girdi. Ancak, Dağıstan’ın güneyi ve Çeçenistan’ın çok az bir kısmında gelişebildi. Abkhazya, Adıgey ve Kabardey bölgelerine müslümanlığın girişi 18. yüzyılda başladı. 1717 yılında Osmanlı Sultanı müslümanlaştırılmış Kırım Hanlarına İslamiyetin Çerkesler arasında kılıç ve ateş zoruyla yayılmasını emretti. Bu dönemde Kuzey-Batı Kafkasya’daki hıristiyan din adamlarından birçoğu öldürüldü. Din kitapları yakıldı… Ferah Ali Paşa’nın Anapa valiliğine gönderilmesinden sonra, Osmanlı… İslamiyet propagandası yoğunlaştı. İşsiz ve maaşsız kalan Kırım’lı din adamları Kafkasya’ya doluştular… özel ticaret sektörü çalışkanlığı ve yöntemleriyle İslamiyeti yaymaya başladılar. 1784 yılından başlayarak camiler yapılmaya, kuran kursları açılmaya başlandı” 102, 103

-”Bugün bile Çeçenler yemin ederken “Dela sinie koroner-Tanrının iki kitabı üzerine” diye yemin ederler” 104

-”Osmanlı ve Rusya… “dinin nimetlerinden Kafkasya’yı yararlandırmak” propagandasıyla köklü Kafkas Geleneklerini ve Vatani yapıyı yıkmak için Din’i (İslam ve Hıristiyan dinleri) planlı biçimde kullanmışlardır…/…/… Müridizm hep “dini tutuculuk” olarak nitelenmiştir… bilerek Müridizmin siyasal bağımsızlıkçı niteliğini gözardı ettiler…/…/… Muhammed Emin… kabileler arası savaşlara neden olmuş… Osmanlı etkisinin çoğalmasına, dolayısıyla da Batı Kafkas Halkları birleşik direnişinin zayıflamasına yol açmıştır./ Müridizm güçlenerek Şeyh Şamil döneminde devletleşti…/… Şamil… şeriat kuralları ön plana çıkmaya başladı… İslami düşünce fanatikleşti… müridizm otoritesini korumak için yöntemlerini daha da sertleştirdi. Kafkas geleneksel yaşantısına uymayan, dinsel bir otorite durumuna geldi” 105-107

-”Rusya ve Osmanlı… tüm çabalarına karşın, Kuzey Kafkasya’da kendi siyasetleri için kullanacakları yerli bir kadro oluşturamadılar… kök salmış Kafkasyalılık yapısını aşamadılar. Kurulması sözkonusu bir devletin yapısı azınlığın çoğunluğu ezdiği, sömürdüğü bir krallık… biçimi olsaydı, Osmanlı ve Avrupa sözde kalan yardımlarının çok daha fazlasını yapacaklardı… Kuzey Kafkasya kültürünün kişisel özgürlüklere saygılı, demokrat düşünce yapısı böylesi gerici bir devletin kurulmasına imkan tanımazdı./ Demokratik, bağımsız bir Kuzey Kafkas devletinin doğmasına ise zamanın emperyalist devletleri -Kutsal Birlikçiler- engel olabilecek kadar güçlü ve örgütlüydüler” 117, 118 

-”Osmanlı… Çerkesler kendi bilgileri dışında göçe zorlanmış ve kendileri dara düşmüş bu müslüman kardeşlerine kapılarını açmış gibi bir tavır takınmışlardır. Oysa, Osmanlı… süregelen sürgün ve kolonizasyon politikası gereği Çerkeslerin sürgününü isteyen ve neden olan taraflardan birisidir. İç problemlerini sürgün ve kolonizasyonla çözmeye alışmış olan devlet, yine aynı yola başvurdu… Rumeli ve Anadolu’da müslüman nüfusu arttıracağını ve ordu için nitelikli bir savaşçı güç sağlayacağını düşündü. Daha 1856 yılında bazı Çerkes kabilelerinin Osmanlı’ya göçürülmesi için Rusya’yla anlaşma yapılmıştı. 9 Mart 1857’de “Göçmen Kanunu” çıkarıldı. 1860’da da General Loris Melikov İstanbul’da göçürmeyle ilgili yeni bir anlaşma için Osmanlı yetkilileriyle görüşmeler yaptı./ …/… Osmanlı… sürgünlerden çok önceden haberdar ve hazırlıklıydı” 121

-”Rusya Elçisi İgnatiev’in 19 Aralık 1865 tarih ve 840 numarayla General Kartsov’a gönderdiği mektubunda özetle “5.000 Çeçen ailesinin Rusya sınırından uzağa -özellikle Erzurum ve Diyarbakır’dan öteye- yerleştirilmesi konusunda Osmanlı Hükümetiyle anlaşılmış olmasına rağmen; Bu 5.000 sürgün Çeçen ailesinin Kars dolaylarına yerleştirilmek istendiği; ancak, kendi girişimleri ve vezir Ali Paşa’yla görüşmeleri sonunda bu sürgünlerin Haleb dolaylarına yerleştirilmek üzere yeniden hareket ettirildiği”... yazılmaktadır…/… İngiliz Elçisi… “Çerkezistan elden gitti. Kurttarılacak Çerkesler kaldı…” demektedir… “Aslında göçmenlerden Rusya’ya karşı Osmanlı… savunma gücünü arttırma yönünde yararlanma düşüncesini, İngiltere’nin de Sultan’a telkin ettiği anlaşılıyor”. Ayrıca İngiltere’nin Petersburg Elçisi Napier’in… yazdığı raporda da “Çerkeslerin göçürülerek sınıra yakın yerleştirilmesiyle, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı asker bulmasını kolaylaştırılacağı…” belirtilmektedir./ Çerkeslerin sürgün edilmesi konusunda Osmanlı-İngiltere-Rusya işbirliği o kadar açık ki; Rus donanmasının gemilerindeki silahları sökerek… taşıma işleminde kullandılar. Hatta İngiltere çeşitli yollarla taşıma işlemini üstleniyordu…/… O Musa Kundukh ki; 1 Mayıs 1864’de Çeçen ve Osetinlerin Osmanlıya göçettirilmesi için resmen Rusya Hükümetine başvurdu. General Loris Melikov 7 Mayıs 1864 tarih ve 34 sayılı telgrafla konuyu Vladikafkas’dan Tiflis’e iletti. 17 Mayıs 1864 tarih ve 198 sayılı cevap telgrafı şöyleydi:/ “General Musa Kundukhov’a Çeçenlerin göçürülmesi konusunda tam yetki verilmesi ve olabildiğince -hudutlarımızdan- uzak yerlere gönderilmeleri.”/ İmza: General Kartsov/…/ Osmanlı ve Rusya’nın Büyük Kafkas Sürgünü’nü hazırlayan ve uygulayan taraflar olduğu… açıkça anlaşılıyor” 126-129

-””Osmanlılar uzun zamandan beri problemli bölgelere kendilerine açık grupları yerleştirerek o bölgeleri kontrol etmek politikası izliyorlardı.”.../…/ Orduya alınacak Çerkeslerle askeri gücün arttırılması./…/… Çerkeslerin Rumeli’ne göçürülmesi… polisiye ve askeri gücü arttırmaktı. Göçmenler askerlikten 20 yıl… muaf tutulmuşlardı. Buna karşın… ayak bastıkları andan başlayarak, sürekli askerliğe teşvik edildiler. Onlardan gönüllü adıyla askeri birlikler oluşturuldu. Gerçekte… bu “Gönüllülük” açık bir “Zorunluluk”tan başka bir şey değildi. Daha Trabzon’a ilk ulaşanlardan 18.000 genç Çerkes askere alındı. Ordu Çerkesler için ilgi çekiciydi. Çünkü giyecek ve yiyecek veriliyordu” 132, 133

-””... Osmanlı… bu güçlü ve cesur ırkları, Araplar, Kürtler-Ermeniler arasına gereken oranda dağınık olarak yerleştirildiğinde hizmetine güvenilebilecek, bulundukları bölgelerin Hıristiyanlarının hareketlerini ve güçlenmelerini önleyecek sağlam bir Müslüman unsur olarak değerlendirdi./… bir amaç da Balkanlardaki Müslüman nüfusu çoğaltmaktı…/…/… Hıristiyan halklar Çerkeslerin yerleştirilmesine karşı tepki gösterdiklerinde; Avrupa devletleri de arka çıktılar./ Adapazarı’na gönderilen Çerkesler 40.000’e ulaştığında şehirdeki Hıristiyanlar… İngiliz elçiliğine… yakındılar. Elçi Layard… önlenmesini istedi./ Çerkeslerin Muş’a yerleştirileceği… Ermeni Patriği İngiliz Elçiliğine başvurdu…/ Yunanistan… Çerkeslerin yerleştirilmesine karşı… başvurdu…/ Rodos, Girit ve Kıbrıs adalarının yerli Hıristiyan halkları da göçürülenlerin bu adalara yerleştirilmesine tepki gösterdiler… Beyrut’ta Hıristiyanlar gösteriler yaptılar… İngiliz Elçiliği Bandırma Bürosu… yazılar yazdı./ Trablus-Şam… İtalyan ve Fransa Elçileri… yazılar yazmalarına neden olabiliyordu./…/… Osmanlı… göçmenleri Hıristiyanlara karşı kullanmak için yerleştirme politikası sonucu Avrupa’da Çerkeslere arka çıkacak kimse kalmadı./ Çerkeslerin… Osmanlı topraklarına gelişigüzel yerleştirilmediklerini hemen görebiliriz… Sinop ve Samsun’dan başlayarak güneyde Antakya’ya uzanan bir şerit -hat- çizelim… çevresine Çerkesler yerleştirildiler… bu şeridin doğusunda, kuzeyde Rumlar-onun güneyinde sırasıyla Ermeniler ve Kürtler yerleşiktiler… problem olan bu ulusların batı sınırları boyunca Çerkeslerden bir tampon-şerit oluşturuldu. Bu şerit… Suriye ve Ürdün’e… kadar aynı amaçla uzatılmıştır… yerleşik arapları ve bu bölgeyi yağmalayan çöl Bedevileri arasında oluşturulmuştur Çerkes tampon şeridi…/ İngiltere’nin Şam’daki Viskonsolosu… 1878… Kuneytra bölgesindeki Dürzu, Bedevi ve Türkmenlerin arasına Çerkes… yerleştirilmesinden sağlanacak yararları anlattıktan sonra: Doğu Ürdün… aşiretlerinin kontrol altına alınmasında Çerkeslerden yararlanılabileceğini yazmaktadır…/…/ Mardin’den Hille, Kerbela şehirlerine kadar uzanan bölgeye Kürt aşiretlerinin başkaldırılarına karşı yerleştirilmişlerdir./ Kayseri-Sivas arasında Uzunyayla’ya göçebe Avşar ve Türkmen aşiretlerinin yalnızca yaylak olarak yararlandığı yerlere Çerkesler yerleştirildiler. Göçebe yaşamları nedeniyle denetlenemeyen, vergi vermeyen bu aşiretlerin yerleşik düzene geçmeye zorlanmaları ve yalnızca yaylak olarak kullandıkları toprakların tarım alanlarına dönüştürülmesi amaçlandı./… Rumeli… 1862-1868 yılları sürekli olarak Bulgar çete savaşlarıyla geçti./ Böylesi olağandışı bir zamanda, 1863-1866 yılları arasında Bulgar ve Sırp halkları arasına 250.000-400.000 Çerkes getirilip yerleştirildi. Çerkeslerin Aşağı Tuna (Bulgarya) ve Sırp sınırı boyunca bir kordon gibi yerleştirildikleri çok açık bir şekilde gözlemlenebiliyordu… Çerkesler ana yollar boyunca önemli geçitler çizgiler şeklinde uzunlamasına ve aralarında yaklaşık birer günlük uzaklık olacak biçimde yerleştirildiler./… Çerkesler, 1835 yıllarından beri eğitilerek silahlandırılmış Bulgar çetelerinin önüne atıldılar…/… Bulgar halk savaşçılarına… kayıplar verdirmeleri Avrupa emperyalistlerince hoş karşılanmadı…/… Çerkes düşmanlığı yaratıldı./… İstanbul’u 3 taraftan korumaya almak için… Çerkesler yerleştirildiler…/… Osmanlı… bir Müslüman Etnik grubun bir bölgede yoğunlaşmamasına olabildiğince dikkat gösteriyorduç Bunun nedeni… politik örgütlenmelerine engel olunmak istenmesiydi… geleneksel önderlerinden ayırarak büyük Çerkes kabilelerini dağıtmayı uygun gördü” 137-143


-”Daha 1847’de Dağıstan’dan göçedenler olmuştu… küçük gruplar halinde göçmüşlerdi. 907’ye kadar bu şekilde göçler süregeldi… Bunlar ve Çeçen ve Osetinler, kara yoluyla gelerek Kars ve Doğu Bayazıt’tan Osmanlıya giriyorlardı. 1877-78 savaşından sonra Dağıstan ve Çeçen’den Rusya’nın içlerine göçürmeler yapıldı… Kuban ovasına göçürülenlerin sayısı 150.000’i aşıyor” 155


-”1857-1876 yılları arasında… en az 1.400.000 kişi,/ 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının bitiminden başlayarak 1910 yılına kadar en az 300.000 kişi olmak üzere; 1857-1910 yılları arasında en az 1.700.000… Kuzey Kafkasyalı Osmanlı Devletine göçmek zorunda bırakılmışlardır” 160

-”Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) antlaşmalarına Rusya tarafının ısrarıyla “Çerkeslerin Rumeli’den çıkarılarak Osmanlı-Rusya sınırından uzak yerlere gönderilmeleri” maddesi kondu. Böylece Rumeli’ne 1859-1876 yılları arasında yerleştirilen Çerkesler, bir kez daha… sürgün edildiler… hıristiyanların tepki ve gösterileriyle karşılaştılar…/… resmi görevlilerin hiçbir hazırlığı yoktu… felaketler yinelenmeye başladı. İstanbul ve Şam’da camilerin avlularına yerleştirildiler. İstanbul’da 1878 Mart ayında her gün 900 Rumeli göçmeni ölüyordu” 163

-”Suriye’de:/…/ E-Cezire (Kamışlı) bölgesi;/ (Hepsi Çeçen köyüdür.)/ Rasılayn/ Safah/ Al Mucebre/ Tel Diyab” 166

-”Ürdün’e ulaşanlar… dokuz yerleşim yeri kurmuşlardır. Bunlardan Azrak, Sukhne, Zarka ve Suveylıh’da Çeçenler yerleşiktir” 167

-”Kuzey Kafkas Halklarının 1857-1883 yılları arsında… “Ayrılış”; zamanın sömürgeci devletlerinin hepsinin çıkarına uygun olduğu için; dini ve siyasi propagandalarla da körüklenmiş; Çarlık Rusya’nın zulüm ve katliamlarıyla önüne geçilmesi olanaksızlaşmış bir “Sürgün”dür./…/ 1887 yılında… müslümanları göçe teşvik etmeye karar verildi…/ 1890 yıllarında Kabardey ve Çeçen bölgelerinde molla ve efendilerin başlattığı propagandayla tamamen dini bir yaklaşımla göç konusu yeniden gündeme geldi. Padişah’da müslümanların göçünü destekleme politikası uyguladığı için… göçmenlerin sayısında bir artış oldu…/…/… 1905-1906’da göçler artış gösterdi…/ 700 Çeçen ailesi, tarikat şeyhi Muhammed Amir’in dini otoritesi altında Osmanlıya göçettiler. Bunlardan 70-72 aile Ürdün’e gelerek Azrak, Zarka, Suveylıh, Sukhne köylerine yerleştiler. Diğerleri Anadolu’da kaldı” 169, 170

-”Çeçenya’da Kundukh Musa’nın göç propagandasına karşı Kadiriye tarikatının Çeçenler arasındaki lideri Kunta Hacı ve arkadaşları mücadele ettiler…/… Çerkesler… kandırıldıklarını anlayarak hemen geri dönmenin yollarını aramaya başladılar…/…/ Ardahan dolaylarında yerleştirilmiş Çerkeslerden 1200 kişi Batum’a gitmek üzere yola çıktılar. Ancak sınırda zorla durduruldular” 173

-”Ermenya askeri sorumlusu General Astafev’in 26 Ekim 1865 tarihli raporunda…/ “Geri dönmek isteyen Çeçenlerin temsilcilerinin dileklerini dinlemek için, sınırı geçmelerine izin verdim. Osmanlı’nın kendilerini yaşanılması olanaksız yerlere göndermek istediklerini, oralara yerleşmektense Sibirya’nın en uzak yerine gitmeyi tercih ettiklerini; vatanlarına dönmelerine izin verilirse, Hıristiyan olmaya bile razı olduklarını bildirdiler…”/ Ne var ki Osmanlı ve Rusya yönetimleri Çerkeslerin tüm geri dönüş yollarını kesmişlerdi” 174

-”Sürgün Çerkesler herhangi bir örgütlenme olanağı bulamadılar. Hatta Çerkes tarihinin araştırılarak yazılması gibi masum bir çalışma bile Sultan Abdülhamid’e ispiyonlanarak önlenmiştir bu dönemde” 176

-”Kuzey Kafkasya’ya gelen tüm İngilizler çıkar peşindedirler” 200

*

9.5.2022


DÜNYAYI DEĞİŞTİREN ON YIL FRANSIZ DEVRİMİ ÜSTÜNE (1789-1799)

Server Tanilli, Üçüncü bası: Mart 1990, Say Yayınları, İstanbul



Öğretici.

Neredeyse tüm Avrupa’nın kan deryasına döndüğü bir dönem!

Niçin?

Değer miydi?

Başka yolu yok muydu?

*

Sanki her erken kalkan darbe yapıp bir önceki darbe sırasında müttefiki olan birilerini ölüme yolluyor!

Entrikacılıkta yeni zirvelere ulaşılıyor!

*

Kitabın ilk baskısı 1989 tarihli.

O tarihte Tanilli’nin Jakoben diktatörlük anlayışını gayet olumlu bulduğu görülüyor, şu aşağıdaki ifadelerde de anlaşılacağı üzere:

-”Babeufcülerin en büyük tarihsel onurları şudur: Toplumu komünist yönde değiştirmeyi gerçekleştirmek için devrimci diktatörlüğün gerekliliğini görmüşlerdir./ Babeufcülerle Jakobenler anlaştılar sonunda” 170, 171

Merak ediyorum, acaba, bugün olsa, aynı şekilde düşünür müydü?

Ve, daha önce belli bir dönemde sınıf kavramını çok önemli saymış biri olarak, bugün olsa, sınıf kavramına da aynı şekilde bakar mıydı, acaba, diye de, merak ediyorum.

*

Ben şahsen bir süredir dönemin aydınlanmacıları tarafından uzun yıllar boyunca emek sarfedilerek olgunlaştırılmış bir toplumsal anlayışın topluma daha az acılı bir şekilde yerleştirilmesi söz konusu olabileceği halde, “1789”un, kontrolsüz aşırılıklar yüzünden gereksiz yere çok fazla kan dökülmesine yol açan, insan hakkı derken insanı unutan, vahşi bir eylem olduğu kanaatindeyim. 

Kitaptaki, yazarın hiç katılmadığı şu görüşler, benim anlayışıma tam değilse de çokça uyuyor, daha doğrusu benim anlayışımı karikatürize ederek, kolay anlaşılır bir hale getiriyor:

-”Taine, burjuvaziye karşı soyluları, halka karşı da burjuvaziyi tutar. Devrime gerekçe olarak buldukları da, burjuvazide açgözlülük, halkta kan dökme güdüsü. Öyle olunca da, yığınla karikatür: Marat bir delidir ona göre, Danton bir barbar, Robespierre sonradan görme bir ukala, Napolyon da bir paralı asker; Devrim, bir alkolik kudurganlık bunalımı; Napolyon’un yeniden örgütleyişinin sonunda ortaya çıkan toplum da bir kışla!” 213

*

Ayrıca, 

-hem 1917 Rusyasında,

-hem de 1908-1923 Türkiyesi’nde,

yaşananların da, büyük ölçüde, o gereksiz yere çok kan akıtılan on yıldaki duruma benzer şekilde olduğunu düşünüyorum.

1960-70’ler Türkiyesi’nde de benzer bir durumun olduğunu!


*

Osmanlı’daki anlayışa da değinen şu ifadelerse bence hoş, aydınlatıcı ve altı çizilesi ifadeler:

BERNARD LEWİS

-”1800 yılından önce, İslam dillerinde özgürlük kelimesi, her şeyden önce bir hukuk terimiydi ve köleliğin zıddını dile getiriyordu. XIX. yüzyıl boyunca, Avrupa’dan gelen yeni bir siyasal içerik kazandı kelime ve içerideki despotizmle yabancı emperyalizme karşı bir savaş haykırışı olup çıktı” 232

-”Türk-Arap vatan ve millet kelimelerinin gelişmesini gözden geçirmek öğreticidir. 1800’den önce, vatan kelimesi, bir kişinin doğduğu ya da oturduğu yer demekti sadece; bu bir ülke, bir eyalet, bir kent ya da köy olabiliyordu konusuna göre… Çok geçmeden, Fransızca “patrie” (yurt) teriminin yan anlamları, vatan kelimesinin islami anlamını bastırmaya başladı … Millet kelimesi, bir mezhebi ya da dinsel bir topluluğu, daha da özel olarak İslam topluluğunu dile getiriyordu başlarda… Arap ya da Türk millet değil, bir tek müslüman millet vardı ve, dinsel sınırları aşmış milli bütünlükler düşüncesine ancak geç bir tarihte rastlanır. O zaman bile, bir yere yapılan belli-belirsiz göndermelerle, düşüncenin yabancılığı üstündedir hala” 233, 234

-””İnsan Hakları” adını verdikleri ayaklanma bildirisi…” 259

-”Çünkü, her devletin iki tür politikası olmalıdır. Bunlardan biri, sürekli politikasıdır ki, bütün eylemlerinin ve etkinliklerinin temeli olarak anlaşılır; öteki, geçici politikadır ki, anın ve koşulların gereklerine göre, bir süre için izlenir. İmparatorluğun sürekli politikası, durumları gereği doğal düşmanları olan Rusya’nın ve Avusturya’nın gücünün artmasını önlemektir; ve, onların gücünü kırabilecek ve böylece İmparatorluğun doğal dostları olan devletlerle bağlaşık olmaktır” 261


*

Kitaptan diğer bazı notlar:


-”XIV. Louis, 1715’te öldüğünde… 54 yıllık bir saltanattan sonra… çöküş halinde bir ülke bırakıyordu… Philippe d’Orleans naip olarak seçildi./… kimiyle uzlaşarak, kimini aldatarak ve kimini de yoldan çıkararak, ilgili bütün çevrelerin desteğini sağladı” 19, 20

-”Papanın 1713’te yayınladığı… “Unigenitus” adlı kararı, ruhbanla mümin çevrelere, anlaşmazlıklar, hatta hemen hemen bir ayrışıklık getirip sokmuştur” 21

-”Philippe d’Orleans 1723’te öldüğünde, genç kral XV. Louis Fransa’yı yönetmeye başlar” 23

-”Bütün engellere karşın, XVIII. yüzyıl, bir üretimde gelişme çağıdır Fransa’da” 25

-”... bağımsız zanaat ustası unvanını alabilmenin önüne yığınla engel getirilip konmuştu” 29

-”1724’te Protestanlara karşı… yeni bir zulüm ve göç dalgasına yol açtı” 30

-”... hapishaneler… tuz kaçakçılarıyla doluydu” 32

-”... iktidar… uygulamada gözdelerinindi… Madame de Pompadour’un… görüşü, her türlü resmi görüşün üstündeydi!/… rüşvetin ayyuka çıktığı ortamda… herşey mübahtı…/…/… dış politikasının temeli… İngiltere ile rekabet” 36, 37

-”XV. Louis… 1774’te öldüğünde, Fransa’da, “oh” çekti herkes” 41

-”XVIII. yüzyıl Fransa’da, “Aydınlıklar Yüzyılı” diye anılır” 43 

-”Genç ve aylak kraliçe Marie-Antoinette… olanca hafif meşreplikle kapıp koyvermişti kendisini” 65

-”Amerika Bağımsızlık Savaşı, büyük bir coşkuya yol açtı Fransa’da… Fransa’nın… yapacağı yardımlar… 8 milyon dolara erişecektir. 1777’de, bir gönüllüler taburu hareket etti Amerika’ya… genç marki La Fayette… Saint-Simon… İngiltere’ye karşı… çarpışma özlemi içindeydiler” 70

-”... mutlak monarşi Fransa’sı, derin iç çelişmelerin pençesinde kıvranıyordu… derin bir uyuşmazlığa varıyordu hepsi: Bu uyuşmazlık da, Tiers Etat ile mutlak feodal rejim arasındaki uyuşmazlıktı… monarşi de ayrıcalıklı zümrelerin çıkarlarının kalesiydi./…/ Tiers Etat, Fransız halkının onda dokuzunu oluşturuyordu. Türdeş değildi gerçi” 72

-”1788 yazında kötü bir hasat elde edildi” 77

-”Fransız Devrimi… bir “aristokratik devrim”, bir “burjuva devrimi” ve bir “köylü devrimi” diye… üç aşama vardır diyebilir miyiz?... monarşinin 1792 Ağustosunda devrilişi, bir “ikinci devrim”dir denilebilir mi? Sonra, Jakobenleri iktidara getiren 31 Mayıs-2 Haziran 1793 başkaldırısına, başlıbaşına bir devrim olarak bakabilir miyiz?” 80

-”17 Haziran günü, Tiers “Milli Meclis” olarak ilan etti kendini… bütün millet adına konuşma hakkını elde etmişti…/… kralın 23 Haziranda verdiği dağılma emrine… uymayı reddedişleri… mantıksal sonucuna varmak kalıyordu… o da, 9 Temmuz günü gerçekleşti: Milli Meclis, “Kurucu Meclis” olarak ilan etti kendisini” 82

-”13 ve 14 Temmuz günleri, Bastille’in alınışıyla sonuçlanan, halkın silahlı başkaldırısı, devrimin de başlangıcı oldu” 83

-”... ağustosta ve eylülde… bir köylü hareketleri fırtınası koptu. Köylüler, senyörlerin şatolarını yağmalıyor, sıradan soyluların evlerini yakıyor” 84

-”Kurucu Meclis’in 26 Ağustos 1789 günü kabul ettiği İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi…” 85

-”Ünlü slogan, Bildiri’nin düşüncelerini alıp özetleyen “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”.../… fazla uzun sürmedi… zaferin yemişleri herkesin olmadı, yalnız burjuvazi topladı onları…/ …/… ülkenin bütün belediyeleri, burjuvazinin sadık hizmetkarlarının ellerindeydi” 86, 87

-”2 Kasım 1789 günü, Autun eski piskoposu Talleyrand’ın önerisi üzerine, Kurucu Meclis, bütün Kilise mallarına el koyup milletin kullanımına açmaya karar verdi” 88, 89

-”14 Haziran 1791’de… iişçilere, her türlü dernekleşmeyi yasaklıyordu” 90

-”... saray… kaybettiği kanısında değildi… karşı devrimci parti, bir karşı saldırı hazırlamaya koyuldu…XVI. Louis… Bildiri… onamayı reddetti…/… Marat’nın gazetesinden… işareti geldi… 5 ve 6 Ekimdeki halk gösterileri, sarayın karşı devrim planlarını bozmuştu… XVI. Louis, halk arasında hala büyük bir saygınlığa sahipti” 91

-”Mirabeau… 1789’un sonlarından başlıyarak… devrimi kesinlikle durdurmak gerektiği düşüncesindeydi… 1791’de öldü.. sonra ihanetinin kanıtları ortaya döküldü” 92

-”Marat’nın amacı, halkın çıkarlarını savunmaktı” 95

-”Kulüpler, siyasi yaşamın önemli bir merkezi haline geliyordu… Onlardan biri, daha çok Jakoben Kulübü diye tanınmış olan “Anayasa Dostları Derneği”, büyük bir rol oynamaya başlıyordu” 96

-”İlk çarpıcı siyasal bunalım… 1791 yazında doğar: 21 Haziranda… Fransızlar, kralın ve kraliçenin, saraylarını gizlice terkettiklerini öğrenirler… kralın ihaneti belli olur. Kaçaklar, Belçika sınırında… tutuklanırlar…/… hazırlanan bir karşı-devrimci darbe planının ilk bölümünden başka bir şey değildir” 97

-”1791…/… 17 Temmuz… kralın düşürülmesini isteyen… Barışçı bir gösteri… Milli Muhafız bölüğü silahsız göstericilere ateş açtı; onlarca insan öldü…/… 14 Temmuzda… Anayasa yürürlüğe giriyordu./ Fransa, bir anayasalı monarşi rejimine geçmiş oluyordu bununla…/… Yasama Meclisi, 1 Ekim 1791’de çalışmalarına başladı… Muhalefet ise, Jakobenler Kulübüne bağlı milletvekillerinden oluşuyordu… Jakoben… çoğunluğu, geleceğin Jirondenleri olan… grubunun içindeydiler… liderleri Brissot… bir ikbal avcısıydı … Jirondenler, ticaret ve sanayi… toprak burjuvazisine bağlıydılar… bir burjuva cumhuriyetine eğilimliydiler. Aşırı solda, Robespierre’in yandaşlarından oluşan küçük bir grup yer alıyordu… zaman Jirondenleri, aşırı soldan ayıran uyuşmazlıkları çok geçmeden açığa çıkaracaktır; aşırı sol, kısa bir süre sonra, Montanyarlar, yani “Dağlılar” diye anılacaktır…/… ülkenin iktisadi durumu, 1792 yılından başlıyarak birden kötüleşti… Açlık ve sefalet, 1792 Ocağında Paris’te… karışıklıklara yol açtı” 100, 101

-”Fransa’da 1789’da başlamış olan devrim, Avrupa’yı, giderek bütün dünyayı sarsıyordu” 102

-”Devrime karşı o zehir-zemberek yergi, Edmond Burke’ün Fransız Devrimi Üstüne Düşünceler’i (1790) İngiltere’de yazıldı…/… 1790’ın başlarında, Fransa’ya karşı silahlı bir müdahale düşüncesi, Londra’da, Petersburg’ta, Viyana ile Berlin’de ciddi ciddi yer etmeğe başladı… Fransız göçmenleri de ateşi körüklüyorlardı./ Monarşileri korkutan “devrimci salgın”a karşı mücadele borcu, aralarındaki uyuşmazlıkları unutturdu” 104

-”1792’nin başlarında, Fransız halkına karşı Avrupa monarşilerinin bir silahlı müdahale tehdidi kuşkuya yer bırakmıyordu…/…/… Jirondenler… savaş adına çalışmaya başladılar … gizli gerekçeleri ne olursa olsun, savaş yararına… propaganda, saray partisine hizmet ediyordu./ Bu maceracı politikanın tehlikesini ilk farkeden… Robespierre oldu… Jirondenlerin… düşüncesini ısrarla reddediyordu” 105, 106

-”20 Nisanda Fransa, Bohemya ve Macaristan… Avusturya… a savaş ilan ediyordu…/… savaş, cephede talihsiz gelişmelere yol açtı çabucak…/… Marat’nın… “devlet adamları partisi” dediği Jirondenler, halk güçlerini… örgütleyemediler de. Bunu Robespierre, Marat ve Jakoben demokrat devrimcileri üstlendiler… gönüllü birlikler kuruluyordu…/…/ Monarşiye son verme düşüncesi, Haziran sonları… başlıyarak… yandaş toplar oldu…/ Paris, 3 Ağustos günü, müdahaleci orduların… bildirisini öğrendi… “Fransa’da… krala meşru yetkilerini vermek niyetinde olduklarını” belirtiyordu…/ 10 Ağustos günü Paris halkı başkaldırdı… Tuileries sarayı… saldırıyla alındı… kralla, kraliçe… tutuklandılar. Monarşi… yıkılmıştı” 107-109

-”KONVANSİYON YILLARI/ 10 Ağutsos… Siyasal yönetim Jirondenlere geçti…/… Resmi iktidar organlarının… yanı sıra, bir ikincisi ortaya çıkmıştı ve Paris’te gerçek iktidarı elinde tutuyordu: Başkaldırmış Komün’dü bu, ve devrimci halka dayanıyordu. Yönetimi de Montanyarların, Jakobenlerin ellerindeydi…/… uyuşmazlık… hemen… ortaya çıktı… uyuşmazlık… derinlerde… Jirondenlerle Montanyarlar arasındaydı./ Jirondenler… burjuvazi… temsil ediyorlardı…/ Montanyarlar ya da Jakobenler ise, orta ve küçük burjuvaziyi, köylüleri ve kentlerin yoksul halkını temsil ediyorlardı” 111, 112

-”19 Ağustosta, Prusya ordusu Fransa topraklarına girdi” 113

-”Konvansiyon, 21 Eylül 1792’de Paris’te çalışmalarına başladı… Jirondenler… fazlaydılar …/… 21 Eylülün yeni bir çağın başlangıcı, özgürlüğün IV. yılı, Cumhuriyetin de ilk yılı olduğu ilan edildi. Böylece, Konvansiyon Fransa’ya cumhuriyet rejimi getirmiş oluyordu./ … Devrimci Fransa’nın orduları, saldırıya geçtiler… parlak zaferleri halkı coşkuya boğuyordu. /… 10 Ekim 1792’de… Jirondenler, Jakobenlerin Kulübünden atıldılar./ Jirondenlerle Jakobenler… her konuda uyuşmazlık içindeydiler… kralın… Jakobenler idamını istiyorlardı… Jirondenler… savunmasını üstleniyorlardı… Konvansiyon önünde yargılanan… kral… oy çokluğuyla ölüme mahkum edildi: 21 Ocak 1793’te de giyotine yollandı./… 1793 yılının başlarında… birçok… devlet… Fransızlara karşı… koalisyonda birleştiler. 1793 Martında… bir karşı-devrimci ayaklanma oldu…/…/… Düşman… Fransa’yı istila etti ve bütün cephelerde saldırıya geçti” 114, 115

-”... yoksul halk… açlığa mahkum durumdaydılar…/… Halktan gelen, “Öfkeliler” diye adlandırılan… örgütlü olmayan bir grup, Sankülotları… etkilemeye başladılar… Roux… Varlıklılara karşı teröre başvurulmasını ilk isteyenlerden biri oldu” 116

-”Jirondenler… 1793 Nisanında… Marat’yı devrim mahkemesinin önüne çıkardılar… mahkeme, Marat’yı haklı buldu…/ 4 Mayısta, Jirondenler, Konvansiyon’da da başarısızlığa uğradılar” 117

-”1793 yılında 31 Mayısla 2 Haziran arasında, Paris Komününün yönlendirdiği bir halk ayaklanışı, Jirondenlerin iktidarına son verdi. Konvansiyon… 2 Haziranda… 29 Jironden milletvekilinin tutuklanmasını oyladı. Halkın başkaldırısı zafer kazanmıştı, İktidar jakobenlerin eline geçiyordu./… Haziran ortalarında, 83 ilden 60’ı başkaldırmış durumdaydı… Cumhuriyet son günlerini yaşar gibiydi./…/… Jakobenler, halkı yanlarına alarak, tek bir irade yaratmaya koyuldular…/…/ Önce, köylülerin istemlerini kabul ettiler…/ … Feodal kalıpları kırıp parçaladılar ve köylülerin temel istemlerine yanıt verdiler…/… yeni bir anayasa hazırlayıp oyladı… 1791 Anayasasından alabildiğine farklıydı” 118-120

-”13 Temmuzda Marat’yı, Jirondenlerin ateşli bir yandaşı… hançerledi; üç gün sonra, kentin Jakoben lider… Lyon’da idam edildi; birkaç ay önce de, Jakoben şefler içinde en soylulardan biri… karşı-devrimci terörün darbeleri altında yere yığılmıştı./…/ 1793 Nisanında kurulan ve Danton’un yönettiği Ulusal Selamet Komitesi, bu kritik günlerde gerekli kesinliği ve girişimi gösteremedi. 10 Temmuzda Konvansiyon Komitede değişikliğe gitti: Danton ve yakın arkadaşları tasfiye edildiler ve, Robespierre’in dostları… Komiteye katıldı…/ Sınıf mücadelesinin sertliği, barışçı yoldan demokratik değişmelere yer bırakmıyordu; karşı-devrimci terör, devrimci bir terörle bastırılabilirdi ancak. 1 Ağustos’ta… bastırıcı kanunlar kabul etti… Marie-Antoinette… ölüme mahkum edildi…/… 23 Ağustosta … bütün ülkede genel seferberliğe karar verdi… İlk çağrı… 500.000 askeri bir araya getirdi” 121-123

-”İçerideki karşı-devrim… Jakobenleri devrimci diktatörlüğe götürdü” 124

-”Jakobenler, “halkla beraber Jakoben” oldular” 127

-”Savaş kazanılmıştı… Ne var ki… askeri durum güçlendikçe… Jakoben diktatörlüğün iç çelişmeleri daha da derinleşiyordu” 128

-”Jakobenlerle, bağlaşıkları olan Öfkeliler arasında uyuşmazlıklar su yüzüne çıktı… Eylülün başlarında… Roux tutuklandı; o da, hapishanede canına kıydı. Öfkeliler hareketi dağıldı ve sahneden çekildi./ Sankülotların, 4 ve 5 Eylül 1793 günleri Paris’teki gösterileri, Öfkeliler… düşüncelerinin hala etkili olduğunu gösteriyordu… 4 ve 5 Eylül… gösterileri… etkiledi… Terör güçlendi; Paris’te, çoğunluğu Sankülotlardan oluşan bir devrim ordusu kuruldu” 129

-”Jakobenlerin trajedisi şu idi… özlemlerine ve dileklerine karşın, insanların genel iyiliği ve mutluluğu için değil, zenginlerin çıkarı için savaşmış oldular. Uzun süre, yürüttükleri savaşın gerçek anlamını anlayamadılar… işin püf noktası hakkında kuşkuya düştüğü anda ise, iş işten geçmişti./… Bu diktatörlük, beklenen adil ve eşitçi rejimi getirmedi; ancak, feodal engelleri devirerek, sadece zenginlerin gücünü arttırmaya… yaradı” 131, 132

-”... en kalabalık durumda olan orta köylülük, o da sağa doğru çark etmeye başladı. Köylü, senyörün dönüp geri gelmesinden… korktuğu sürece… kahramanca savaştı, tek kelimeyle Jakoben iktidarı tuttu… Ancak köylü… elindeki toprağın artık güvencede olduğunu farketttiğinde, o da… Jakoben… sert rejimi karşısında yüzünü buruşturmaya başladı” 133

-”1793 sonbaharından başlıyarak, Jakoben partinin saflarında… muhalif iki eğilim ortaya çıkmıştı. “Hoşgörürler” adını alan bir grup, Danton… çevresinde toplandı… sertliği yumuşatmak isteyen bir eğilimdi bu…/…/ Devrimci yönetim, tam zıt bir eğilimin, sol Jakobenlerin de muhalefetini göğülemek zorundaydı…/… örgütlü bir grup değildi… 1794 kışından başlıyarak, Hebert… sol Jakobenlerden ayrıldı… devrimci hükümete karşı, ihtiyatlı… eleştiriden açık saldırıya geçtiler./… 4 Mart… arkasından… bir ayaklanma düzenlemeğe giriştiler… 14 Martta… tutuklanıp… biri dışından ölüme mahkum edildiler…/ … Danton ve dostları, saatlerinin geldiği sonucuna vardılar… devrimci hükümete… saldırıya geçtiler… 30 Martta… Danton… tutuklanmalarına karar verdiler…/… 4 Nisanda… ölüm kararı verdi ve ertesi gün de yerine getirildi…/… binlerce yeni düşman çıktı ortaya./… Heberçilerin girişimini açıkça eleştirmiş olmalarına karşın… birkaç sol Jakoben… 13 Nisanda da giyotine gönderildiler” 134-138

-”Robespierre Konvansiyon’a, 1794 Mayısında yeni bir devlet dini kurmayı hedefleyen bir plan sundu: Bir Yüce Varlığa tapma… doğaya tapmayadayanıyordu bu yeni din… oybirliğiyle kabul etti…/… Kimi zaman spekülatörler… Jakoben kılığında ortada gezinmiyorlar mıydı?... Dinde reform, sosyal sorunların çözümünde bir şeye yaramazdı… tam bir başarısızlığa uğradı…/… Mayısta… hatta devrimci hükümette, Robespierre’e hasım bu grubun oluştuğu görüldü… Hem ona, hem berikine bağlı usta bir entrikacı olan Fouche, komplonun iki kolunu birbirine bağlayan halka idi; onun görünmez rolü, gerici darbenin hazırlanışında büyük oldu./… 10 Haziranda (22 Prairial) Couthon… terörün güçlendirilmesini öngören bir kanun tasarısı sundu… Terörün korkutması gereken kişiler, terörü kendi amaçlarına kullanmayı başardılar… Robespierre’in üstüne yıkılıp yoğunlaşacağı umuduyla, son çizgisine vardırdılar terörü./ Robespierre, bu hesapları keşfetti; terörün dizginlerinden boşalışını mahkum etti. Ne var ki, dümen artık onun elinde değil, görünmeyen başka bir eldeydi…/ Thermidorun başlarında, açıktan açığa Robespierre’e yakın adamlar… tutuklanmaya başlanır… Robespierre… “bütün hiziplerin birliği”nin kendisine karşı hançerlerini nasıl bilediğini görür; herşeyi görür, işitir, ama harekete geçmez…/…/… Komplocular, ya da… Thermidorcular, 9 Thermidor günü Konvansiyon’da saldırıya geçerler… Robespierre… tutuklanmasına karar verirler…/ …/… Paris halkı, başkentteki Sankülotlar, onları savunmak için ayağa kalkarlar; mahpusları kurtarır ve Paris Komününün toplantı yeri olan belediye binasına götürürler…/…/ Karşı-devrimci bir birlik, Belediye binasına girmeyi başarır, Robespierre yaralanır… her şey bitmiştir. 10 Thermidor sabahı… 22 kişi, yargılamasız giyotine çıkarılır” 139-144

-”Birinci Cumhuriyet… 1804… sürdü… uygulamada, 1794 Temmuzunda yemişti öldürücü darbeyi… 9 Thermidor… dönüm noktası oldu…/…/… 11 Thermidorda, Jakoben diktatörlüğünün öteki 71 üyesi de giyotinin yolunu tutuyorlardı. Bütün ülkede ve orduda, Robespierre’in yandaşlarına karşı bir av başlatıldı…/ Thermidorcu kitle, hepsi bir soydan kişilerden oluşmuyordu… Babeuf bile, birkaç hafta bunlar arasında oldu” 145, 146

-”Carrier, 26 Frimaire (16 Aralık) giyotine gönderildi… “Altın Gençlik”, Paris’e terör saçıyor, Sankülotları öldürüyordu…/… “terörcüler”i tutukluyor… İlk kırım 2 Şubat 1795’te Lyon hapishanelerinde oldu; ve arkasından, bir kralcı terör dizginlerinden boşandı” 147

-”Babeuf… düşlerinin dağılması için iki aydan az bir zaman yetmişti. Robespierre’e… karşı… haksız suçlamalar, Thermidorcu Konvansiyona karşı sert eleştirilere bıraktı yerini… tutuklanmasına karar verilince, Babeuf saklanmak zorunda kaldı…/…/ 1794-1795 kışının bu zorlu aylarında, Babeuf, halkı başkaldırıya çağıran ilk kişi oldu…/… 1795 Şubatında tutuklandı…/…/… 1795 İlkbaharında… Paris… Sankülotların gösterilerinin arifesindeydi./ … Konvansiyon’da Sırt Grubu ortaya çıktı…/…/ Bütün bu önlemlere karşın… (1 Nisan 1795)... Sankülotlar… yürüyüşe geçtiler… Silahsız onbin dolayında Sankülot…/… dört saate yakın Konvansiyon binasında kaldılar… Akşama doğru, Muhafız Alayının taburları… işgalcileri dışarıya çıkardılar… bütün ülkede tutuklamalar… başladı. Kitle halinde bir gerici terör dizginlerinden boşandı; çoğu kez, tutuklular hapishanelerde, oldukları yerde idam ediliyorlardı./… Sankülotlar yılmadı…/…/… Paris’i açlık sarıyordu…/ Yeni gösteri, 1 Prairialde (20 Mayıs 1795) başladı…/… Sankülotlar, Konvansiyon binasını… ele geçirdiklerinde, pek büyük kararsızlıklar gösterdiler…/…/ Konvansiyon, Thermidorculara sadık silahlı güçlerce çevrilmişti… Sankülotları kovdular… 14 Montanyar milletvekilinin tutuklanmasına karar verildi./… durmadı./ 2 Prairialde… Sankülotları, yeniden başkaldırmışlardı… Thermidorcular, ayıklayıp seçtikleri Milli Muhafız birliklerine dayanıyorlardı… Devrimden beri ilk kez, Paris varoşlarının gösterisi, tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı; ve Sankülotlar da silahsızdılar… çözülmeyi hızlandırdı ve çok geçmeden Birinci Cumhuriyet düştü./ Bir gerici terör dalgası, Germinalde olduğundan çok daha güçlü olarak kapladı ülkeyi… altı Jakoben milletvekili ölüme mahkum edildiler… Böylece, son Montanyarlar da sahneden çekilmiş oldular… Başka bir düzine Jakoben milletvekili de tutuklandılar…/… bütün ülkenin üstine bir kitle halinde tutuklama dalgası çöktü… 25 ila 30.000 dolayında tutuklu sayılmıştı… “her yanda öldürülüyordu”./… Aşırı monarşistler… saatlerinin gelip çattığını düşünüyorlardı… (27 Haziran 1795), İngiliz donanması… binden fazla göçmeni karaya çıkardı… hükümet… haber aldı… sarıldılar… Gelenlerin sadece bir bölümü, İngiliz gemilerine gerisin geri kapağı atabildiler… İngiliz üniforması giymiş 719 tutsak yurda ihanetten kurşuna dizildi./… Monarşist tehlikenin azması… burjuva Cumhuriyetini tutan Thermidorcu Konvansiyonun çoğunluğunu, belli bir ölçüde sola itti… iki ateş arasında bulunuyorlardı; bu da, zikzaklı bir politikaya götürdü onları… (22 Ağustos 1795)... Anayasası, olduğu gibi yansıtır bu politikayı./…/… geneloyu da atıyordu… belli bir malvarlığı koşuluna bağlıyordu…/…/ Baikaldırı… (5 Ekim 1795) patladı…/…/… Napolyon, ayaklananları çevirdi ve onları, topa tutma tehdidiyle teslime zorladı. Ayaklanmanın böylesi ezilişi, Napolyon’u yeniden sahnenin önüne çıkarıyordu…/… (26 Ekim 1795), Thermidorcu Konvansiyon dağılıyor… genel af ilan ediyordu… Babeuf de serbest bırakıldı./…/ Fransa’nın uluslararası durumu da daha az karmaşık değildi… Thermidorcular, Jakoben diktatörlüğünün… göz doldurucu etkinliğinin yemişlerini toplamışlardı. Fleurus zaferinden (26 Haziran 1794) sonra, Fransa toprakları, kesinlikle kurtarılmış ve askeri harekat sınırların dışına taşırılmıştı” 149-163

-”Thermidorcular, iktidarı elde tutmayı başarmışlardı./…/ İlk Direktuvar (1795-1797)... Thermidorcu Konvansiyon’un eski üyelerinden oluşuyordu; hepsi de… “kral katili” idiler. Aralarında… Ve sonra, Direktuvar’ın düşüşüne (1799) değin yerinden oynatılamaz üyesi Paul Barras geliyordu: “Denilebilir ki, eski ve yeni toplumun bütün kötü yanlarını nefsinde toplamayı görev edinmişti. Her türlü ahlaki duygudan yoksun, hayasızın biriydi… Yalnız para için arıyordu iktidarı ve paranın da sağladığı zevkler adınaydı…”” 165, 166

-”Korkunç bir kıtlık…/… “bu bolluk içinde açlık” ortamında… başını… Babeuf’un çektiği ünlü “Eşitler Tertibi” oluştu./ Babeuf’un Devrimden önce oluşmaya başlamış olan komünist görüşleri, o sırada iyiden iyiye berraklaşmıştı…/… İlkel bir eşitçiliği de dile getirmiş olsa… komünist ülküyle, geniş halk kitlelerinin devrimci mücadelesini ilk kez birbirine bağlama girişimiydi…/…/ Yasal olanaklardan yoksun bırakılan Babeufcüler, gizliliğe sığındılar ister istemez. IV. yılın 10 Germinalinde (30 Mart 1796) bir Başkaldırı Komitesi kuruldu…/… Babeufcülerin en büyük tarihsel onurları şudur: Toplumu komünist yönde değiştirmeyi gerçekleştirmek için devrimci diktatörlüğün gerekliliğini görmüşlerdir./ Babeufcülerle Jakobenler anlaştılar sonunda./…/ Babeufcü örgütleniş içinde, üyeler arasında subay Grisel diye bir hain vardı; bu, başkaldırı hazırlıklarıyla ilgili bütün bilgileri Carnot’ya aktardı … (10 Mayıs 1796), Babeuf ve… tutuklandılar…/… 1796 Eylülünde… 30 kişi idam edildi…/… Babeuf… Hüküm 27 Mayıs 1797’de verildi… ölüm cezası biçildi” 168-172

-”Prusya ve İspanya ile barışa gittikten sonra, ilk koalisyondan yalnız iki güç kalmıştı karşıda: İngiltere ve Avusturya… Avusturya’nın hakkından gelmesi gerekiyordu. İşte bu amaçladır ki, 1796 ilkbaharında… Napolyon’un İtalya ordusunun başına getirilmesi işleri karıştırdı./… İtalya seferi, Napolyon’un en ilginç seferlerinden biri oldu. Askeri dehası bütün parlaklığıyla çıktı ortaya… zafer Bonapart'ın başını da döndürdü…/… 15 Mayısta… Milano’ya girdi…/ Bu başarı, Napolyon ile Direktuvar arasında da ilk ciddi sürtüşmelere yol açtı. Direktuvar, İtalya’ya, ikinci derecede bir harekatın sahnesi olarak bakmayı sürdürüyordu; ona göre, asıl amaç Ren’in sol yakasını ele geçirmekti… Direktuvar… Bonapart’a, İtalya’nın ortasına… yürümek emrini verdi. Ne var ki, Bonapart, zafer çelengini, Ren ordusundaki rakiplerine… bırakmak niyetinde hiç değildi… Avusturya’yla acele barışa gitmeyi koydu kafasına…/… Venedik’i işgal etti ve zenginliklerine el koydu. 17 Ekim 1797’de de, Direktuvar’ın onayını beklemeden… Avusturya’yla barış andlaşması imzaladı…/…/ İtalya seferi… sınırsız bir ün sağladı Napolyon’a. Ordu ve genel olarak generaller, Cumhuriyette yeni bir rol oynamaya başladılar… Yurttaşlık duygusu, fetih düşüncesinin önünde silinmeye başladı…/… Gericilik, V. yılın Germinal’indeki (1797 ilkbaharı) seçimlerde büyük bir başarı sağlamıştı…/ Seçim sonuçları gericiliği harekete geçirdi, saldırıları da arttı” 173-176

-”Direktuvarla Konseydeki çoğunluk arasında bir uyuşmazlığın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bunu geciktiren de, monarşistler arasındaki görüş farklılıklarıydı…Plan şuydu: Direktuvar’a karşı güvensizlik oyu vermek…/ Bir üçlü… karşılık vermenin arayışı içindeydi; demokratik öğelere dayanmaktan korktukları için, yalnızca bir tek çözüm kalıyordu ellerinde: Ordu… Direktuvar… Bonapart’ın da desteğini sağladı. Bonapart… Direktuvar’a bir de önemli belge sundu… Beşyüzler Konseyi başkanı… dışarıdaki karşı-devrimcilerin adamı olduğunu açıktan açığa tanıtlıyordu./ Eyleme geçmeye hazırlanan muhalefetten önce, üçlü davrandı… (4 Eylül 1797), geceleyin hükümet darbesi yapıldı… tutuklandı… kimisi sürgüne yollandı… Dışişlerine… Talleyrand’ın geldiği görüldü… kendi çıkarlarının arkasından koşan hayasız bir entrikacı örneğini de verecektir./ Hükümet darbesi, monarşist tehdidi bir süre için uzaklaştırmış oldu…/…/ Bir yazarın dediği gibi… “… Hırsızlar, Bonapart’ı koruyucuları olarak göklere çıkarttılar… Orduların yiyecek-içeceğini sağlamak, o ne kazançlı işti o!...”/…/ Sola dönüş politikası uzun sürmedi. 1798 ilkbaharında seçimler yapıldı…/ Jakobenizmin yeniden doğuşundan korkan Direktuvar, birdenbire sağa çark etti…/…/… 1798 Şubatında, Fransız orduları Bern’e girdiler… Cenevre Fransa’ya bağlandı…/… Roma Cumhuriyeti kuruldu…/ Ne var ki, Direktuvar’ın dış politikada asıl büyük girişimi, Mısır seferi oldu. Bu kararın kaynağında kim var, bunu saptamak güç… Napolyon… İngiltere’ye bir darbe vurmak için Mısır seferinin ateşli bir yandaşı oldu./ Bonapart, 1797 Aralığında İtalya’dan döner… tepeden bakar…/ Sefere, 1798 Martında karar verildi. Mayısta, güçlü Fransız donanması… Toulon’dan ayrıldı…/… Memlükleri yenerler… Kahire’ye girerler… İngiliz donanması… 1 Ağustos 1798’de… yalnızca iki gemi dışında Fransız donanması darma duman edilir… Fransız ordusu tuzağa düşmüş oluyordu böylece…/… Mısır… Memlüklerin egemenliğinde de olsa, Osmanlı… onu kendi mülkü olarak görmeyi sürdürüyordu. Öyle olduğu için de, Osmanlılar, 9 Eylül 1798’de, Fransa’ya karşı savaş ilan ettiler; ve, bir bağlaşıklık aranışı içinde, Rusya’ya çevirdiler yüzlerini… I. Pavel, 1798 Aralığında, Osmanlılarla bir anlaşma imzaladı./ Bunun sonucu, İtalya’da da durum karıştı… I. Pavel, tahtından düşmüş Napoli kralına askeri yardıma hazır olduğunu ilan etti: Rus donanması Akdeniz’e girdi. Devrim’den beri ilk kez, Rus ordusu, Fransa’ya karşı etkin bir askeri harekat içine giriyordu. Avusturya, toprakları üzerinden Rus ordusunun geçmesini kabul etti…/… 1799 başlarında, Fransa İkinci Koalisyonla savaşa girmek zorunda kaldı; bu kez koalisyon, İngiltere, Rusya, Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu, Napoli ve İsveç’i alıyordu içine. Askeri harekat, Direktuvar için, göze batıcı başarısızlıkla başladı. 1799 Nisan… Suvorov… Rus orduları, Milano’ya giriyorlardı. Fransız ordusu… çekildi…/ Ve… devrimci atılım görüldü…/ … 1799 ilkbaharındaki seçömlerde, birkaç sol milletvekili seçildi; ve Direktuvar, hükümet darbesine başvurmağa cesaret edemedi bu kez. Yenilenmiş… Konseyi üstlendiler bu işi./ Hükümet darbesinin kurbanı Direktuvar’ın kendisi oldu. İlk düşen Rewbell oldu: Üyeler içinde en atılganı olan Rewbell, gelecekte “Cumhuriyetin mezar kazıcısı” olacak olan Sieyes’e bıraktı yerini… (18 Haziran 1799), Direktuvar üyeleri görevlerinden ayrılmak zorunda bırakıldılar… Polis de, ünlü Fouche’ye bırakıldı… Babeuf’un dostu olan Fouche… bir kalleş ve ilkelerden yoksun bir entrikacı olup çıktı…/ Askeri yenilgiler, bir düzine önlem almaya zorladı…/…/ Askeri harekattaki olumlu gelişmeler de işleri kolaylaştırdı… kaygıya düşen Avusturya… İsviçre’den birliklerini aceleyle çekti… Avusturyalıların davranışından gururu incinen Iç Pavel, birliklerini Rusya’ya geri çağırdı…/… Fransa’nın üzerindeki her türlü doğrudan tehlike savuşturulmuştu” 177-186

-”Bu burjuva tabakalar… Direktuvar’ı ortadan kaldırmayı istiyorlardı…/… tanınıp tutulan bir generalin kişiliğinde bir “kılıç” olmalıydı ortada. Sieyes öyle diyordu: Bir baş ve başa boyun eğen bir kılıç olmalı!.../ Tam bu sırada, Bonapart… geldi… General Moreau’nun, Sieyes’e, “işte adamınız!” dediği söylenir./… Mısır seferi ordusu, pek güç durumda bulunuyordu… Bonapart… girişimleri, bir şeye yaramadı. Suriye’de başlatılmış sefer başarısızlıkla sonuçlandı: Ordu, İngilizlerce savunulan Akka kalesini ele geçiremedi. Bonaparte, kuşatmayı kaldırdı ve gerisin geri döndü. Gerçi Osmanlıların bir çıkarma girişimi püskürtüldü, ama durum yine de çıkışsızdı./ İkinci Koalisyonun saldırıya geçtiği, işte o sırada Mısır’da duyuldu. Bonapart, tehlikeli bir girişime karar verdi. Sadık ordusunu kendi yazgısına bırakıp Mısır’ı terketti… 16 Ekim 1799’da Paris’e vardı. Ortam, tam bir bunalım ortamıydı./…/… hükümet darbesi hazırlıkları başladı. Düzenin önde gelenleri, ellerinde uysal bir araç olacağı düşüncesiyle, Bonapart için yapmışlardı seçimlerini. Aslında “kılıç”, “baş”a uymak niyetinde değildi…/ İş kolay görünüyordu. Direktuvar, bütün saygınlığını yitirmişti o sıralar… iki üyesi… tertibin içinde bulunuyorlardı…/…/ Söylenen günde, 18 Brumaire’de (9 Kasım 1799).../…/… Barras, görevinden ayrılmaya zorlanır…/ Ne var ki ertesi gün… tertipçiler umulmadık zorluklarla karşılaşırlar./ Tertipçilere bağlı birliklerin kuşattığı Beşyüzler Konseyinde… Napolyon… beraberinde dört generale görünmesi -bu bile başlı başına bir anayasa ihlali idi- bir protestoya fırtınasına yol açar… Napolyon’un söylevi, “kanun dışı” çığlıklarıyla kesilir… soğukkanlılığını yitirip neredeyse düşüp bayılacak olan Napolyon, humbaracı askerlerce hasımlarının arasından çekip alınır… “Yaşamımda en zayıf olduğum nadir anlardan biriydi bu” diyecektir ilerde…/ Durumu kurtaran Lucien Bonapart olur: Toplantı salonunu terkeder ve… askerlere hitapla, milletvekillerinin şiş ve kamalarla tehdit ettiklerini söyleyip generallerini kurtarmalarını ister onlardan. Konsey başkanı olarak, katillerin toplaştığı salonu işgal etmeleri emrini verir askerlere. Bu yeni yalan sonuç verir ve humbaracılar… salona dolarlar ve, süngü takmış bir halde, Konsey’den kovarlar milletvekillerini. Böylece, darbe düzenleyenler, barışçı görünüşlerini sürdüremezler, silahlı güce başvurmak zorunda kalırlar./ Akşamleyin, her iki Konseyin en uysal üyeleri arasından birkaç düzine milletvekili bir araya getirilir ve kendilerine dikte edilmiş kararlar alırlar… İktidar üç geçici konsule bırakılır: Bonapart, Sieyes ve Roger Ducos. Direktuvar’ın yaşamı sona ermiştir…/… Hazırlanan anayasa… seçmenleri siyasal yaşam üzerinde her türlü etkiden yoksun kılıyordu…/ 18 Brumaire hükümet darbesi, Bonapart’a, iktidarı bir bütün olarak sağlamalıydı. VII. yıl Anayasası bunu düzenledi: İktidar, Birinci Konsüle aitti; öteki ikisi ise… görüşlerini yazma hakkına sahiptiler…/ Yasama komisyonları… konsüllüklere adayları belirlemeye geçecekleri sırada, Napolyon, son anda, pek büyük bir hünerle Sieyes’i kullandı ve şöyle dedi: “... Yurttaş Sieyes’e minnettarlığımızın yeni bir kanıtını göstererek, Cumhuriyetin üç büyük yöneticisini belirleme hakkını ona bırakalım…” Böylece Sieyes, Napolyon’un önceden belirlediği adaylıkları seçmekle görevlendirilmiş oldu; “kılıç”, “baş”a boyun eğdirmişti. Konsül olarak Bonapart, Cambaceres ve Labrun atandılar… Böylece, bütün gerçek iktidar “Yurttai Birinci Konsül”ün eline geçti…/… Birinci Cumhuriyet, biçim olarak daha dört yıl yaşayacaktır; ama uygulamada 18 Brumaire’de ölmüştü” 187-192


-”FRANSIZ DEVRİMİNİN MİRASI” 

-”Soylularla ruhbanın ayrıcalıkları ellerinden alınarak egemenliklerine son verilmiş, feodalite ortadan kaldırılmıştı… Kilise, bütün hukuksal varlığını yitirerek manevi bir varlık haline geldi…/… Sankülotlar, soylunun, yurttaşlık haklarından yoksun bırakılmasını istemeye kadar gittiler./…/… Fransız Devrimi, feodalizmden kapitalizme geçişte belirleyici bir aşama oldu” 195-195

Spekülasyon, orduların donanımı… fethedilen ülkelerin sömürülmesi… yeni olanaklar sağlıyordu…/…/… XVII. yüzyıldan beri, bir merkezi yönetim kendini kabul ettirme yolundaydı. Ne var ki, bu gelişmenin çarptığı duvarlar vardı: Eyaletlerin ve kentlerin özerkliğinin yanı sıra, korporatif hiyerarşinin ayrıcalıkları idi bunlar” 198

-”Fransız Devrimi’nin devlete getirdiği en önemli değişikliklerden biri de, onun laikleştirilmesidir” 200

-”Papa VI. Pie, 1790 yılından başlıyarak İnsan Hakları Bildirisi’ni mahkum ederken, Fransız ruhbanı… sonunda… Devrimin düşmanı olup çıkar…/… Devlet, eğitimi Kilisenin elinden aldı…/…/ Devrimin yapıcı eserleri arasında, bir milli ordu kurmak, en çok başardığı iş oldu” 201, 202

-”Fransız Devrimi, milli birliği de çoğu noktada yetkinliğe ulaştırdı./…/… senyörler feodal haklarını, piskoposlar da yargılama haklarını yitirmişlerdi…/… 19 Mart 1791’de… “metre”... “metrik sistem” böyle çıktı ortaya. Ağırlık birimi, “gram”... Doğaya başvuran, ama bir yerde akılcı buluşlardı bunlar” 203, 204 

-”İlk ciddi eserler… (1814-1830)... Tarih, her zamankinden çok daha fazla bir siyasal silahtı o dönemde” 209

-”Taine, burjuvaziye karşı soyluları, halka karşı da burjuvaziyi tutar. Devrime gerekçe olarak buldukları da, burjuvazide açgözlülük, halkta kan dökme güdüsü. Öyle olunca da, yığınla karikatür: Marat bir delidir ona göre, Danton bir barbar, Robespierre sonradan görme bir ukala, Napolyon da bir paralı asker; Devrim, bir alkolik kudurganlık bunalımı; Napolyon’un yeniden örgütleyişinin sonunda ortaya çıkan toplum da bir kışla!” 213


BERNARD LEWİS

-”1800 yılından önce, İslam dillerinde özgürlük kelimesi, her şeyden önce bir hukuk terimiydi ve köleliğin zıddını dile getiriyordu. XIX. yüzyıl boyunca, Avrupa’dan gelen yeni bir siyasal içerik kazandı kelime ve içerideki despotizmle yabancı emperyalizme karşı bir savaş haykırışı olup çıktı” 232

-”Türk-Arap vatan ve millet kelimelerinin gelişmesini gözden geçirmek öğreticidir. 1800’den önce, vatan kelimesi, bir kişinin doğduğu ya da oturduğu yer demekti sadece; bu bir ülke, bir eyalet, bir kent ya da köy olabiliyordu konusuna göre… Çok geçmeden, Fransızca “patrie” (yurt) teriminin yan anlamları, vatan kelimesinin islami anlamını bastırmaya başladı … Millet kelimesi, bir mezhebi ya da dinsel bir topluluğu, daha da özel olarak İslam topluluğunu dile getiriyordu başlarda… Arap ya da Türk millet değil, bir tek müslüman millet vardı ve, dinsel sınırları aşmış milli bütünlükler düşüncesine ancak geç bir tarihte rastlanır. O zaman bile, bir yere yapılan belli-belirsiz göndermelerle, düşüncenin yabancılığı üstündedir hala” 233, 234

-””İnsan Hakları” adını verdikleri ayaklanma bildirisi…” 259

-”Çünkü, her devletin iki tür politikası olmalıdır. Bunlardan biri, sürekli politikasıdır ki, bütün eylemlerinin ve etkinliklerinin temeli olarak anlaşılır; öteki, geçici politikadır ki, anın ve koşulların gereklerine göre, bir süre için izlenir. İmparatorluğun sürekli politikası, durumları gereği doğal düşmanları olan Rusya’nın ve Avusturya’nın gücünün artmasını önlemektir; ve, onların gücünü kırabilecek ve böylece İmparatorluğun doğal dostları olan devletlerle bağlaşık olmaktır” 261

*

12.5.2022 

*

EK: 

Aşağıda, hiç katılamadığım, hatta şimdilerde tam tersi görüşlerde olduğum bir yazı var, ama bir klasik sayılabilir, ve, Tanilli’nin yolu da.

Bir yerde şöyle denmiş, “Mustafa Kemal İttihatçılarla dövüşe dövüşe aralarından sıyrıldı”, şaşırdım, nerede dövüşmüş, bence, hiç doğru değil, sadece liderlerine imrenip durmuş, ve sonra da, zamanı gelince fırsatı hiç kaçırmamış!

*

https://haber.sol.org.tr/yazar/halkimizin-sucu-ne-335377

Halkımızın suçu ne?

14.05.2022

ORHAN GÖKDEMİR

İnsanlık tarihinin bir diyalektiği var. Tek tanrılı dinler Paganizmin içinden çıktı, onların hikayelerini ödünç aldı ve ödünç aldığı ne varsa kendi diline çevirdi. “Baba-Oğul-Kutsal Ruh”ta “İsis-Osiris-Horus” inancının izi silikleşir, kaybolur. Allah’ta El-İlah’ı bulamazsınız. Akhenaton’un tanrısı Aton, Yahudilerin tanrısı Adonay’a dönüşene kadar yüzyıllarca sözlü kültürün hamur teknesinde yoğrulur, yeniden biçimlenir. Daha önce gelen, daha ilkel olan gelişmiş olana dönüşür, değişir ama aynı zamanda gelişmiş olanın içinde kendine yer açar, yaşama şansı bulur. “Amon”dan “amin”e giden bir yol vardır, diyalektik sentezdir ya da dinler tarihinde “senkretizm” dediğimiz şeydir bu.

Sadece dinlerin değil, halkların ve ulusların tarihinde benzer bir gelişim seyri görebiliriz. Ümmet, kabile toplumunun bir ileri adımıdır. Akrabalığın birleştirdiği topluluk, böylece, inancın birleştirdiği başka türlü bir topluluğa dönüşür. Millet de ümmetin içinden çıkar. Öyle olduğu için “milli” hem “millete ait” olan hem de dini olan anlamına gelir. “Milli”nin dinden uzaklaşıp laik “millet”e meyletmesi zaman içindedir. Her biri en sonuncusunda izler bırakır, sentezdir.

Gelişmiş hali “halk”tır. Halk, ümmet olma halinden sıyrılmış, eski feodal bağlarından bütünüyle kopmuş bir topluluğu varsayar. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra bunu gerçekleştirmek üzere etkili birtakım araçlar geliştirdik. “Milli eğitim” bunlardan biridir, halkı silahlandırma-halk ordusu- bir diğeridir. İnsan Hakları Beyannamesi, bu modern oluşumun ana çerçevesini çizer. Artık topraktan ve kiliseden bağımsızlaşan insanın, inanç, çalışma veya mülkiyet özgürlüğü gibi “yeni” bağımsızlık noktaları oluşmuştur. 

Bu bağımsızlık noktaları nasıl ortaya çıkar peki? Burjuva toplumunda siyasi özgürleşme, devletin dayandığı eski toplumun çözülmesi ile mümkün olur. Buna dini Ortaçağ yapılarının çözülmesi de dâhildir. Yani kapitalizm, din dâhil, eski toplumu mümkün kılan bütün yapıları parçalar, o yapılara dayalı bağımlılık ilişkilerine son verir ve insanı bütün bağlılıklarından azat eder. Böylece parçaladığı ve atomlar haline getirdiği insanları özgür bireyler olarak üretim sürecinde yeniden birleştirir. Piyasa toplumunun özgür insanıdır bu. Bu piyasa insanı somut bir burjuvanın soyutlamasından elde edilmiştir. Burjuva, piyasa toplumunun özgür insanının ideal tipidir. 

Marx’ın itirazı tam da bunadır. Çünkü bu yeni “bencil” insanın özgürlüğünün tanınması, onu var eden yeni maddi-manevi şartların da tanınması anlamına gelmektedir. Dediği şudur; din özgürlüğü insanı dinden kurtarmaz, ona dindar olma özgürlüğü sağlar. Mülkiyet özgürlüğü insanı mülkiyetten kurtarmaz, ona sadece mülkiyet sahibi olma özgürlüğü kazandırır. Çalışma hakkı, insanı hayatını kazanma zorunluluğundan kurtarmaz, onu çalışmaya teşvik eder. Ve o, bütün bunlara ancak “soyut” insan olarak sahip olabilir.

Biz ise insanın özgürleşmesini soyut yurttaş olmaktan çıkması ile, evde-sokakta-işte somut, canlı bir insan haline geldiği zaman, üretiminde özgür olduğu zaman mümkün olabilecek bir şey olarak görüyoruz. Komünizm dediğimiz budur işte…

***

Ama tabii bunlar öyle, insanlar oturup beklerken, kendiliğinden olmaz. Kabileyi ümmete dönüştürmek için savaşmak gerekir. Ümmetten millete varmak için kilisenin-halifenin kapısı kırılmalıdır. Aydınlanma dine savaş açmadan önce, binlerce yıldır dinler birbirleriyle savaşıyordu. Ve hepsinin temelinde yatan sınıf savaşı, Fransız halkı kralın kellesini giyotin çuvalına düşürmeden önce de vardı. Egemen olan sınıfın eli hep kirlidir ama ona karşı savaşan alt sınıfların da her zaman temiz kaldığını söyleyemeyiz. Vuruşmadan, dövüşmeden, tabii yanlış yapmayı göze almadan kazanamazsınız.

Tarihte işlenmiş suçlara ortak aramaya çıkarsak suçsuz insan bulamayız haliyle. Herkes şu veya bu şekilde, şu veya bu ölçüde bu kavgada yerini alır. İşinde gücünde bir memur gibi yaşayan Filozof Kant’ın tanrının kellesini uçuracağını kim tahmin edebilirdi? O olmasa, yazdıklarını yazmasa, Robespierre kralın kafasını almaya cesaret edebilir miydi? Peki bu durumda “suçun” asli faili kimdir? Daha iyisi, tarihe bakarken hep fail mi aramalıyız? 

Tarihe bakıp sadece suçları ve suçluları görmek belirgin bir ideolojik tercihtir. Haliyle “bizim” halkımızın tarihi başka halkların tarihinden daha karanlık veya daha “kriminal” değildir. Hepsinin, bu arada bizimkinin, bir mücadele çizgisi var; bu çizgi, şanlı direnişler kadar büyük hatalar ve affedilmez suçlarla da doludur.

Demek ki, İttihat ve Terakki’ye bakıp sadece Ermeni tehcirini, Mustafa Kemal’e bakıp sadece Dersim tertelesini hatırlamak, bunların arkasındaki sınıf mücadelesini ıskalamak bizim işimiz değildir. Bunlardan önce hürriyet ve cumhuriyet var. Hürriyeti ve cumhuriyeti kuranlara bakıyoruz, tereddütsüz sahipleniyoruz. İşledikleri suçlar var, anlamaya çalışıyoruz. 

***

Tanzimat’tan, daha belirgin olarak Meşrutiyet’ten başlayan bir tarihi var mücadelenin. İnsanımız için özgürlük istiyor, bağımsızlık noktaları inşa etmeye çalışıyorlardı. Tabii dövüşüyorlar, düşüyorlardı. Vuruşmadan, bunları inşa etmek mümkün değildir.

“Ölürsem görmeden millete ümid ettiğim feyzi;

Yazılsın seng-i kabrimde;

Vatan mahzun, ben mahzun…”

Sürgünde ölüme gönderilen Namık Kemal’in son dizelerinden biridir bu. Mithat Paşa’yı da bundan dolayı boğdurdular kapatıldığı zindanda. Arkasından bizim “Narodniklerimiz” geldi. Hatırlayalım, Büyük Ekim Devrimi'nin kökeninde de “Narodnik” hareket var. Halkçıydılar ve köylüleri ayağa kaldırarak devrim yapmayı, köylüden bir halk icat etmeyi hayal etmekteydiler. Sadece Rusya’yı değil, Çin’i ve Osmanlı İmparatorluğu'nu sarstılar. “Halka doğru” gitmek zamanın ana eğilimiydi. Çin’de seçkinlerin inancı olan Konfüçyüsçülüğe karşı, kırsal köylü kültürünü yücelttiler, Folkloru icat ettiler, köy kültürünü her şeyin kaynağı saydılar. Kemalist Köycülük’ün Çin versiyonudur, içinden Maoist hareket çıktı. 

Bizdeki karşılığı Jön Türk hareketidir. Çabaları 1908 Devrimi ile taçlanmıştır ve esası “halka doğru” gitmektir. 1908’de padişahı alaşağı edip bir halk yaratmaya giriştiler. 

Fakat 1909’da halk olmaya direnen ümmet ayaklandı. 31 Mart’ta biri köhne, diğeri yeni-ilerici iki kuvvet Gezi Parkı’nda karşılaştı, gericiler yenildi. Düşen gericilerin hesabını tutmadık, kayıplarımız Hürriyet-i Ebediye veya Abide-i Hürriyet’tedir. 

Demek ki “Narod”, “Halk”, meselenin esasıdır. Rusya’da icat edildi, Ekim Devrimi'ne evirildi. Çin’e sıçradı, Maoculuk onun paltosundan çıktı. Osmanlı’ya nüfuz etti, Kemalist Cumhuriyet’in sebebidir. Her durumda Narodnizmi bir başlangıç sayıyoruz. Zaten Kemalizm’in “Halkçılığı”, henüz ortada bir halk yokken icat edilmişti. Halkçılık halktan öncedir ve demek ki bir halk yaratmanın yollarından biri halkçılıktan geçmektedir.

Zaman zaman halk olmayı başardığımızı biliyoruz. 1960’lı yıllarda, hatta 1970’li yıllarda çok yaklaştık. Haziran Direnişi'nde mümkün olduğunu yeniden gördük. Uzun bir yoldur ve ilerliyoruz. Kendisini bomba yapıp Çarın üzerine atan Narodniklerden beri işimiz bu, yaparız, yaratırız. Aksini düşünenler yoldan çıkmışlarımızdır, anlarız, kayıplarımızdan sayarız.

***

Bu tarihin bize yüklediği sorumluluklar var. Eleştiri ayrı ama Talat Paşa’nın katili ile özdeşleşemeyiz, bunu niye yapalım? Resneli Niyazi’ye şaşı bakmak bize ne kazandırır? Despot Abdülhamit’i derdest edip sürgüne gönderenlere yönelteceğimiz tek eleştiri, neden ona ve kapıkullarına yumuşak davrandıklarıdır? Mustafa Kemal ve takipçileri din kisveli toprak ağalarının köküne kibrit suyu döküp toprak reformunu yapamadıkları için eksiklidir. Laikliği mantıki sonuçlarına götürmekte tereddüt etmişlerdir, evet. Hürriyeti ilan etmek, cumhuriyeti kurmak iyidir ama onu yaşatmak için ileri adımlar atmaktan imtina edilmemelidir. Etmişlerse bu kriminal tipler olduklarından değil, sınıfsal kökenlerindendir. Milli sermaye yaratmaya kalkışmak, zenginin halktan-ulustan yana olacağını sanmak onların kişisel değil, sınıfsal körlükleridir.

Ama nihayetinde biz, hepimiz onların şapkasından çıktık. Mustafa Suphi İttihat ve Terakki’nin eteklerinden geldi, Mustafa Kemal İttihatçılarla dövüşe dövüşe aralarından sıyrıldı. Hürriyet olmasa cumhuriyet olur mu? Bunlar olmasa sosyalizmi nasıl ve neyin üzerine inşa edeceğiz? Sosyalist cumhuriyet fikrinin de temelidir bu tarihsel ileri-geri kavgası. 

***

Kuşkusuz, biz, başka türlü bir özgürlük istiyoruz. Ulustan ve halktan ulaştık işçi sınıfının sadeliğine. Hâlâ imbikten geçiriyoruz, sabırla damıtıyoruz, saflaştırıyoruz. Saflaştırdıkça netleşiyoruz. Halkımızın suçlu olduğunu kabul etmeyiz! 

Sınıfsal körlükten ancak sınıfa yaslanarak kurtulabiliriz. Bir hayalimiz var, hayalleri olan insanlardan-kuşaklardan alıyor esinini. Sınıfımızın izindeyiz. Mülkiyetten, devletten, çalışmadan ve tabii dinden özgürleşmiş yeni, mutlu, bağımsız insanlık ailesinin yolunda ilerliyoruz.

*