YAZAR: SULAYEV MOHMAD, ÇEVİREN: AHMET IŞIK, Orijinal adı: Lamnaş sta disdo, Orilinal basım: 1990 Grozni, Basılmamış metin
Kitapta esas konu 1944 Vaynahx sürgünü. O dönemde bazı halklar toplu olarak sürgün ediliyorlar. Yazar kendisinin de yaşadığı bu sürgünü konu ediniyor.
Bu konu anlatılırken dönemin Çeçen ve Sovyet toplumsal ve siyasal yaşamları hakkında da önemli bilgiler veriliyor.
Öne çıkan en belirgin husus Stalin ve yandaşlarına yönelik eleştiri. Stalin dönemindeki Sovyet uygulamaları çok ağır bir biçimde eleştiriliyor. Esas olarak gizli servis NKVD marifetiyle çok yoğun bir baskı mekanizması kurulduğu ve her vesileyle parti ve toplum içinden insanların katledildiği anlatılıyor.
*
Kitaptaki bazı anlatımlar şöyle.
*
Diğer çeşitli olumsuzlukların yanısıra Kazakistan’a sürgün edilenler çok fazla sayılarda açlıktan ölüyorlar:
“Bu hastahane 40 yatak kapasiteli olmasına karşın şu anda bile 60’tan fazla hasta kabul etmiş durumda. Bunların çoğunluğu açlıktan hastalanmış kişiler ve her gün birer ikişer ölüyorlar. Önceleri ölenleri yakınları tarafından gömülüyordu. Şimdi gömecek kimse de kalmadı. Hastaların hayatta kalan yakınları açlıktan bitap düşmüş evlerinde yatmaktalar. Ezau cesetleri gömmesi için arabacımızı görevlendirdi; cesetleri buradan oldukça uzağa, usulüne uygun ve yeterince derine gömmesi için de defalarca tembih etti. Bu sorunla daha önce de karşılaştık. Cesetlerin üzerini hafifçe bir toprakla örttüğü için Ezau onu azarlayıp kınama cezasına çarptırmıştı; ama yine de o namussuz herif bir türlü akıllanmıyor!
–Peki kim bu açlıktan ölenler?
–Özel statülü göçmenler... Çoğunlukla Çeçenler.”
*
Kerim bu duruma ilişkin bir dilekçe hazırlıyor. Ama tecrübeli doktor şöyle tavsiyede bulunuyor:
“Bu satırı “Açlıktan ölüyorlar” diye yazdığın bu sözcüklerin yerine, “Yiyeceğin yetersiz olması nedeniyle insanlar distrof*i olup ölüyorlar” diye yumuşat. Sovyetler Birliği’nde insanlar açlıktan ölüyorlar, demek politik olarak tepki alır. Sonra burada yönetime yaptığın suçlamalar yerine de suçu kolhoz işçilerine yükle: “Onların iyi çalışmamaları sonucu, bu zor savaş ortamında kolhozun ve Sovyetler Birliği’nin çok ihtiyaç duyduğu insan gücü boşu boşuna yok olmaktadır” diye yaz... Bir de... Burası... Altına kendi ismini değil de herhangi bir isim yaz. İmzanı da atma. Hatırlıyorum da, bizim Almanlardan birisi bu tür bir mektup yazmıştı da, devlete karşı yalan propaganda yapıyorsun, diyerek on yıl hapse mahkûm etmişlerdi.”
*
Kerim’in dilekçesine cevap da şöyle oluyor:
“Genelge; oradaki kolhozun, işçilerin, köylünün görevlerini tam anlamıyla yerine getirmeyip zamanında önlem almadıkları için; çoğunlukla toprak işçilerinin, özellikle özel statüdeki göçmenlerde beslenme ve vitamin eksikliğinden distrofi hastalığı oluşmuş ve bir çoğunun ölümüne...” ama açlıktan kelimesi hiç geçmiyordu. Sonuç olarak, kolhozun gereksinim duyduğu bu işçileri ölmekten kurtarmak için gelen bu genelge, bölgedeki tüm kolhozları, köyleri ve işçileri sorumlu tutuyordu.
“Özel statülü göçmenler için en kısa sürede kolhoz bünyesinden, onların sonbahardaki paylarına mahsup edilmek kaydıyla sınırsız şekilde et, süt ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması, bu organizasyonun ciddî bir şekilde yürütülmesi için her kısıma bir sorumlu tayin edilmesi, o bölgenin sorumlu doktoru ve kolhozun muhasebecisi ve özel statülü göçmenlerin baş mümessilinin sorumlu tutulmasına...””
*
Açlıktan ölüm karşısındaki bir Çeçen tavrı şöyle anlatılıyor:
“İlerdeki sedirde ise üzeri yorganla örtülmüş bir erkek yatıyordu. Adamın sadece tıraş edilmiş kafası görünüyordu. Kadının yanına yaklaşarak:
–İyi günler.
Kadın güçlükle başını kaldırarak:
–İyi günler, dedi.
Kerim, parmağını sedirde yatan kişiye doğrultarak:
–O kim?
–Kocam
–Uyuyor mu?
–Öldü... Bu üçüncü gün...
–Vahh!...
Kerim yaklaşarak adamın üzerindeki yorganı kaldırdı. Yüzü morarmış, dudakları yemyeşil ve karnı şişti.
–Neden defnetmediniz?
–Kim defnedecek?
Kerim bu kez eski çuvallarla örtülü yığını işaret ederek:
–Peki bunların altında ne var?
–Çocuklar.
–Nasıl?... Çocuklar?...
–Çocuklarım... Öldüler... İki gün önce...
Kerim, eski çuvalları kaldırdığında büyüklük sırasıyla yan yana yatan dört çocuğu gördü. Hepsinin de görüntüsü aynıydı. Yemyeşil şişmiş dudaklar, şişmiş karınlar ve ipince bacaklar... Kerim’in, tüm vücudu acıyla sarsıldı.
–Peki sen burada oturmuş ne yapıyorsun?
–Başka ne yapabilirim?
–İnsan hiç değilse çıkıp dilenir!
–Eşim ölmeden önce bu tür şeyleri yapmamam konusunda beni uyarmıştı. Dilenmektense burada ölümü beklemenin daha doğru bir davranış olacağını söylemişti. Kapı ve pencereleri kapatıp... burada ölmemin...
Güçsüz başıyla kanepeyi işaret ediyordu.
–Adın ne?
–Mariğız... Cuğurt’un kızıyım
–Soy ismin?
–Bilmiyorum
–Rusça biliyor musun?
–Tek kelime bile bilmiyorum... Biz melhi’yiz,* dedi Mariğız, böbürlenerek.
–Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
–Burada ölmeyi... Çocuklarımın yanında... Onunla yan yana...
Yine güçsüz başıyla kanepede yatan kocasını işaret etti.
Kerim, kapı ve pencerelerin neden böyle sıkı sıkıya kapatılmış olduğunu anlamıştı. Kadın, kendilerini defnedecek kimseleri olmadığını bildiğinden o evi, kendilerine bir mezar olarak hazırlamıştı.”
*
Sürgün döneminde bir yerde insanların diri diri yakıldığı şöyle ifade ediliyor:
“Ondan sonra, şehrin derbentlerinden ve bazı yerlerinden toplayıp getirmiş olduğumuz yüze yakın kadın, çocuk ve ihtiyar, Kolenkin, bir okula doldurup üzerlerinden kapı ve pencereleri sıkıca kapattıktan sonra diri diri yaktı!”
*
Stalin dönemi uygulamalarından diğer bazıları da şöyle anlatılıyor:
“Stalin’in şüphelenmesi yetiyor. O şüphelenmiş olduğu herkesi, suçu olup olmamasına bakmadan, acımasızca çiğner... Üstelik devletin yararına olup olmadığı da umurunda değildir... Bunu sadece kendi egosunu tatmin için yapar, dedi Venkin.”
*
“–O neyse, Gamzatov’a ne demeli, diye şimdiye kadar sessizce duran, sapsız gözlükleri olan ve Frunza’dan buraya misafir gelmiş, tarih öğretmeni Tuhan Fargizov araya girdi.
–Bu da kim? (içlerinden biri başını kaldırıp sordu.)
Herkes birbirlerine bakıp kaldı.
–Bizim Dağıstanlı... Bizimle kardeş halk sayılan Avarlardan...
–Her neyse, Moskova’da yayımlamış olduğu bir kitapta “İmam Şamil Çeçenlerin kurdu, İnguşların yılanı olmuş” diyerek, onunla birlikte halkımızı da aşağılayarak... diye anlatıyordu Tuhan.”
*
“1937 yılında? NKVD istediğini yapıyordu; çünkü Stalin, NKVD’ye çok yetki vermişti.”
*
“–Bizler birçok anti Sovyet örgütleri üyeleriyle birlikte deşifre ettik ve sorguları sonunda onların uzantılarının buraya kadar uzandığını tespit ettik. Tespitlerimize göre burada en azından altı yüz kadar ya da daha fazla Sovyet düşmanı var... Onları deşifre edip yolumuzdan çekmeniz gerek. Bunu bizim başkentten yapmamızı beklemeniz biraz hayalcilik olur. O nedenle başkent bu işi bitirmeniz için size üç ay zaman tanımıştır... (bazen de söylediklerini unutup altı ay diyorlardı.) Her geldiklerinde bizlere bu tip şeyler söyleyip gidiyorlardı. Sonra bizim üstümüz, tüm bölgelerdeki NKVD bölge yöneticilerini toplayıp o “altı yüz Sovyet düşmanını” aralarında, onları vergi tahsilatına gönderir gibi, her bölgenin büyüklüğüne oranla tutuklayacakları insan sayısını bölüştürürdü. Onlar da, varsa da yoksa da o düşmanları(!) tutuklamak zorundaydılar... Bu furya geçer geçmez hemen arkasından yine buna benzer bir operasyon daha başlatıyorlardı. Böylece insan kıyan değirmenin durmasına fırsat vermeksizin düşman(!) sayısı sürekli arttırılıyordu.
–Aman Allah’ım!... (Kerim başını salladı) Siz çekistlerin arasından, kanunlara aykırı bu duruma itiraz edecek hiç kimse çıkmıyor muydu?
–Çıkmaz olur mu? Tabi ki çıkıyordu: Ahmat Mejiev... Alak İbragimov... Rudakov, ve başkaları... Kendilerini öldürüleceklerini bilseler dahi rüşvet almayacak olanlar, dürüst ve yasalara bağlı olanlar... Fakat onlar da işin farkındaydılar. Çünkü ağızlarını açacak gibi olanlar anında bir iftiraya uğrayıp ardından kaybediliyorlardı... Bu dürüst insanları ve onlar gibilerinin elini kolunu bağlayan bir şey daha vardı: Her zaman hiyerarşide yerini almış olan askerî disiplin: Üstün söylediği, ast için bir kanun oluyordu! O nedenledir ki tüm NKVD’yi Stalin avucunun içine almıştı.
–Yasadışı onca olay nasıl oluyordu ve nasıl yasalara uydurabiliyorlardı?
–Uyduramıyorlardı... Yasaya uydurduklarını sandıkları da yasalara uygun değil ve hepsi birer keyfî davranıştı... Bak şimdi: Savcılıktan tutuklama belgesi olmadığı müddetçe bir kişiyi tutuklayamazsın; ama o zamanlar bunun tam tersi oluyordu. Kişi tutuklandıktan sonra savcılık tutuklama belgesi hazırlıyordu. Sonra zanlıyı hapsetmek için savcının ceza hükmünü tasdik etmesi gerekir. Örneğin, zanlının suçu iki gerçek şahit ve birçok aleyhte delille sabit görülmüşse, savcı mahkûmiyeti onaylar ve tutuklu hapsedilirdi. Ama o zaman işler böyle yürümüyordu: NKVD istediği anda istediği kişiyi hiçbir gerekçe göstermeden tutuklayabiliyordu. Peki yargılama nasıl oluyordu dersin? Seçimle gelmemiş, kimsenin tanımadığı ve hiçbir yasal dayanağı olmayan kişiler tarafından, savunması dahi alınmadan verdiği kararlarla oluyordu. O zamanlar kanuna uygun olan neydi biliyor musun? Hiçbir suçu olmadığı hâlde tutuklunun, kendisine isnat edilen suçların tümünü üstlenmesi. Tabii ki bu kabul ettirme işlerini de yine NKVD yapıyordu. Üstlenmek istemeyenlere ise kabullenene kadar işkence yapılıyordu.
–Nasıl ?... Ne yapıyorlardı?... Anlatsana!... Kerim o yıllarda yapılmış olan işkenceler hakkında çok şey duymuştu; ama buna rağmen yine de onun ağzından duymak istiyordu.
–Ne mi yapıyorlardı?... Dövüyorlardı!... Canı çıkıncaya kadar! Boynuna ısıtılmış demir toplar asıyorlardı!... Yüzüne saatlerce çok ışık veren projektör tutuyorlardı, uyutmuyorlardı... Bunun gibi birçok şey!... Tutuklananı bir an önce ölüp kurtulmayı isteyecek hale getiriyorlardı. Sonunda kendisine isnat edilmiş tüm suçları kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Okur yazar olmayanlara hazırlamış oldukları ifadeleri onu aldatarak imzalatıyorlardı; ama çoğu zaman o ifadeleri bile hazırlamaya zamanları olmayıp ifadeleri imzalatmadan da kurşuna dizdikleri çok oluyordu.”
*
“–Bak buna inan. (Bakar, tekrar konuşmasına devam etti.) Sonunda olması için can attığım şey nihayet olmuştu: Bilgilendirme raporu geldi: Ejov, yasadışı işler yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştı! Ondan sonra hızla o yasadışı keyfî hareketlerde bulunanların tümü toparlanıp kurşuna dizildiler; Aleysenko ve onun gibi NKVD çalışanların da birçoğu... Ondan sonra ben ve benim gibileri rahat bir nefes almıştık; ama yanıldığımızı çok kısa bir süre içinde anladık. Ejov’un yerine atanmış olan Beriya da o planı tekrar uygulamaya koydu. Yine suçsuz ve günahsız insanların tutuklanıp öldürülmesi başlamıştı; ama bu kez yasalara uydurma işini çok sıkı tutuyorlardı. Tutuklanmış olanın kurşuna dizilmeden önce ifadesi titizlikle hazırlanıp imzalatılmış olması gerekiyordu. Tutuklayanın, kurnazlıkla ifadeyi imzalatması ise her şeyden daha önemli sayılıyordu. Ama onu imzalatma yöntemleri yine eskisi gibiydi. Fakat şu gerçekti: Tutuklananların işkence gördüğü duyulacak olursa sorgucuların işleri tehlikeye giriyordu. O nedenle şimdi iz bırakmadan işkence yapmanın yöntemlerini bulmuşlardı. Böylece tutuklunun kendisine yönelttikleri tüm suçları kabul edip ifadeyi imzaladığında onu kurşuna dizmek için karar vermeleri kolaylaşıyordu. Pes etmeyerek yapılan işkencelere dayanıp, suçlamaları kabul etmeden direnenleri, çoğunlukla serbest bırakmamak için hapis cezasıyla içeride tutuyorlardı.
–Peki öyle direnenler oluyor muydu? Kerim kendi başına gelenleri hatırlayıp sordu.
–Bazen oluyordu! Kendisine yapılan onca işkencelere rağmen... Örneğin, o zamanlar tutuklanmış, cumhuriyetin genç savcılarından ve Çeçen yazarlarından biri olan Mamakaev Mahmud... Kendisini sorgulamak için içeri alan sorgucunun yüzüne, masada duran şekerliği vurmuştu. Onun tabancasından çıkacak olan kurşunla oracıkta ölmek düşüncesiyle... Yaşamından ve o işkencelere göğüs germekten bıktığı için. Ama onu öldürmediler: Yine el ve ayaklarını bağlayıp işkenceye devam ettiler. Bir elini sakatlayıp, dişlerini söküp, bir kaburgasını da kırmışlardı. Mamakaev, ertesi gün kendine geldiğinde sorgucuya: “Yaz, şimdi tüm suçlamaları kabul ediyorum” demişti.”
*
“–Onlara, gerçek adımı, kim olduğumu ve başımdan geçenleri tek tek anlattım (diye sözlerine devam ediyordu Uveys) Ama faşistlerin silah fabrikasında çalıştın, diyerek beni vatan haini ilan edip hapse attılar. Sonra beş yıl Sibirya’daki bir temerküz kampına gönderdiler. Kendimi sürekli karanlıkta gibi hissettim. Ne niyetlerle savaşa katılmıştım! Ama sonuçta başıma bunlar geldi! Hiç unutamıyordum. Önceleri hayata küsmüştüm; hayatta olduğumu kimseye bildirmek istemedim. Ama sonunda ben de başkaları gibi suçsuz olduğumu kanıtlamak için sağa sola dilekçeler göndermeye başladım. Yazdığım dilekçelerden hiçbirine cevap alamıyordum. Sonunda kamp kumandanı beni yanına çağırttırıp yazmış olduğum tüm dilekçeleri tomar yapıp adetâ burnuma soktu: “Bu anlamsız yalanları yazmaktan ne zaman vazgeçeceksin!... Bir daha bu gibi dilekçe yazmaya kalkışacak olursan hücre cezasına çarptırılacağın bildirildi! Şurayı imzala! Burayı!” Yazmış olduğum tüm dilekçeleri gözümün önünde ateşe atıp yaktı! Sonra beni tehdit edercesine: “Ne bu? Ben Çeçen’im... Beni araştırın, adım ne, nasıl bir insanım?! Mensup olduğun halkın tümünün hain olmaları nedeniyle sürgün edildiğini biliyor musun?... Amma mazeret bulmuşsun: Çeçen’im!” diyerek dilekçelerimdeki sözcükleri tekrarladı.”
*
“–O zaman farklı bir zamandı! Sen de komünistsin bilmen gerek: O zamanlar parti benden onları yapmamı istedi; ben de yaptım. Bir komünist olduğum için!... Üstelik o zaman NKVD de vardı... İnsanları doğrayıp duran... O konuda beni kimse suçlayamaz, özellikle komünistim diyenler, diyerek ellerini havada sallayıp duruyordu Toysum.”
*
Sınıf kavramından uzak bir anlayış şöyle ifade ediliyor:
“–Lev Tolstoy’un da dediği gibi mi, diye sordu Kerim.
–Aynen öyle! (Anna Lovovna bu soruya memnun olmuştu.) Bence bu gün “Tüm dünyadaki proletarya el ele!” değil de “Tüm dünyanın dürüst insanları el ele!” diye slogan atmamız gerekiyor! Üstelik... Proletaryanın birlik olup bugüne dek hiç zafer kazandığını da göremiyoruz, ne Amerika’da ne de batı Avrupa’da!... Bugün gerekli olan Robesp’in, Marat’ın vermiş olduğu örnekler değil, başka örnekler olmalı: Lev Tolstoy!... Mahatma Gandi!... Albert Şveystep!... Yan Korçak gibi... Dünyanın kol gücünden çok iyi niyet ve dürüstlüğe ihtiyacı var!”
*
Çeçen geleneklerine yoğun bir eleştiri var ve bu konudaki anlatımlardan bazıları şöyle:
“Nurseda’nın düşünceleri olumsuzluğa doğru kaymaya başladı: Kazakistan’da gevşemiş olan Çeçenler’in örf ve adetlerinin görünmeyen ağları, şimdi anayurtlarına geri döndüklerinden sonra tekrar güçlenerek yerlerini almaktaydı. Kızları okullarından alıp evde tutmalar, çok zamandır unutulmuş olan düşmanlıklar tekrar yavaş yavaş hortlamaya başlamıştı. Kadınlara hep dışarıda, işte rastlanmasına karşın, sinemada hiç rastlanmıyordu. Kültürü ilerletmek için mutlaka âdetleri yenmek gerekiyordu!”
*
“Eskinoy’da, kızlarımız için yapımı iki yıldır sürmekte olan küçük bir yurt binası var. Sen birkaç yere yazsan yardım etmezler miydi acaba?
–Söylediğin zaman fazla sayılmaz Nurseda. Bu tür işler kimi yerlerde dört beş yılı da aşıyor... Yurt binası yapmak kolay mı sanıyorsun? Ama yine de ilgileneceğim.
–Gerekli parayı bulabilmek için Finans Bakanlığı’na da gittim: Bakanın birinci yardımcısı “Para yok, o tür işler için bu yıl ödenek ayrılmamış” dedi.
–Duyduğuma göre geçen sene size ayrılan ödeneği kullanmamışsınız ve o ödenek başka işlere aktarılmış.
–Evet, kullanamadık, inşaat montaj yönetimi yüzünden. Şimdi kendi suçlarını da üstlenmiyorlar: Gerekli malzemeler bulunamadığından alınamadığını ve dolayısıyla paranın başka işlerde kullanıldığını söylüyorlar. Şimdi gerekli malzemeler Glavsnab’da var. Ama şimdi de onu alacak para bulamıyoruz! Sence ne yapmamız gerek?
–Bence şimdi bakana git; çünkü, bölge komitesinde ağzına biber sürmüşler.”
*
Yazara ilişkin bilgilerden bir kısmı da şöyle:
“YAZAR HAKKINDA ÖNSÖZ”den: “Çeçen ve İnguş’ların 1944 yılı Şubat ayında Stalinciler tarafından ülkelerinden sökülüp sürgün edilmelerinden sonra, 1957 yılına kadar Kazakistan’da Cambulska bölgesinde, çoğunlukla Cambul kentinde doktor olarak görev yaptı.” “1966 yılında en büyük eseri olan (Tovsolta Dağlardan Gidiyor) romanı yayınlandı. Bu eser, Çeçen-İnguş edebiyatından bir örnek olarak Rusça çevirisi Moskova’da 1965 yılında yazarlar birliğine sunulduğunda beğeni kazandı.” “M.A. Sulayev, Sovyet Sosyalist Komünist partisine 1963 yılında kabul edildi. 1968 yılında Çeçen-İnguş Özerk Halk Cumhuriyetinde en başarılı doktor unvanı aldı. RSFSR yazarlarının III. Kongresinde 1970 yılında delege seçildi. 1984 yılında Çeçen-İnguş Özerk Halk Cumhuriyeti, ona Lenin Komsomol ödülünü verdi. Sovyetler Birliği tarafından defalarca madalyalarla ödüllendirildi. Onun “Tovsolta Dağlardan Gidiyor” (İkinci baskısı “Dağlar Unutmaz”) romanından pasajlar, şiirleri ve nesir yazılarını Çeçen edebiyatına örnek olarak Rusyada ve bir çok yabancı ülkelerde çeşitli dillere çevrilerek yayımlanmaktadır./H. Sarakaev”
*
Kitapta esas olarak 1944 Vaynahx sürgünü iyi bir şekilde açıklanmış, yapılan haksızlık ve çekilen acılar vurgulanmış ve ayrıca şu iki husus belirgin şekilde öne çıkmış:
-Stalin zulmü,
-Sovyet sahtekarlığı.
Bir de işçi yerine dürüst insan vurgusu ve dolayısıyla Marx'ın sınıf kavramına reddiye var.
Bence Sovyet döneminde çok yoğun Sovyet eleştirisi içeren böyle bir kitabın yazılabilmiş ve hatta yazarının gayet olumlu karşılanmış olması şaşırtıcıdır.
Sanırım Sovyet uygulamaları eleştirilmekle birlikte Lenin’in övülüp sosyalizme inanç belirtildiğinden denge sağlanmış sayılmıştır!
Kitaptaki yaklaşım bu yönden Türkiye’deki İnönü eleştirilerini andırmaktadır. İnönü eleştiricilerinin özenle Atatürk’ü ayırıp tüm günahları İnönü’ye yüklemeleri benzeri bu kitapta da Lenin özenle ayrılıp övülürken tüm suçlar Stalin’e mal edilmektedir. Bence bu yaklaşım hiç doğru değildir ve sorumluluk hepsine ait sayılmalıdır!
*
Kitapta anlam veremediğim şöyle bir ifade de var:
“Çeçen dilinde doymaktan gayri her şey ölümle eş değerdedir denir:”
*
Kitapta anlatılanlara bakınca ne sosyalizmmiş ama dedim!
En büyük insanlık anlatısı olan sosyalizm uygulamada nasıl rezil bir hal almış!
Sovyetlerden arta kalan insan malzemesinden bazı örnekleri gördüğümde nasıl böyle olabiliyor diye şaşırıp dururdum, ancak bu kitap şaşırmaya gerek olmadığını insan malzemesinden bol örneklerle anlatıyor.,
Sonuç itibariyle bence bir çok yönden çok yararlı bir kitap.
Yazarı ve tercümanı kutlanmalı!
*
14.9.2025
***
EK BİR NOT:
Sovyet sahtekarlığı konusundaki bir tanıklığı daha önce de dinlemiştim:
1997 yılında Grozni'de konuştuğum bir Çeçen iki şeyi açıklıkla ifade etmişti.
1.Bağımsızlık iyi bir şey, ama toplumumuz mevcut haliyle yapamaz.
2.Sovyet döneminde büyükçe bir ilçede parti şefi ve tütün işletmesi müdürüydüm, Sovyetlerde gelenekti, verim artışı gösterip kişisel fayda sağlamak için diğer çeşitli bölgelerdeki işletmelerle yapılan alışverişlerde karşılıklı olarak anlaşıp olmayan ürünlerin gönderildiği ve alındığı şeklinde evrak düzenlenirdi, işletmeler bunu karşılıklı olarak yapar ve sonuçta olmayan verim olmuş gibi görünür ve iş gezisi adıyla turistik geziler ve çeşitli maddi ödüller sağlanırdı.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder