Patrick deWitt, Çeviri: Avi Pardo, Nisan 2012, domingo Yayınları, İstanbul
Arka kapaktaki yazıda, kitabın konusu ile ilgili olarak, "Altına hücum Amerikası'nın şöhretli tetikçileri onlar. Öldürmek Charlie'nin doğasında var; sevdiği işi yapıyor. Eli ise fazla geveze bir vicdana sahip bir katil için", deniyor, ve, yazarın, "birbirine kan, şiddet ve sevgiyle bağlı iki kardeşin öyküsünü muhteşem bir üslupla" aktardığı belirtiliyor.
Bence de, anlatım, güzel, Türkçesi de harika.
Güzel de kurgulanmış.
Ama, içerik çok kanlı, çok vahşice!
Yine de, ilgiyle okudum!
Eğlenceli!
Kitabı sevdim!
*
Kitaptan birkaç not:
-"İnsanın kanına işlediği taktirde özünü zehirleyen bir şey var burada. Bir olasılıklar deliliği. Otelin çatısından atlayan adamın son eylemi San Francisco'nun kolektif aklının ta kendisiydi" 194
-"Geçmişimi değerlendirirken utanç duyuyorum. Hep bana söyleneni yaptım, koyun gibi yaşadım. Fakat bundan böyle koyunluğa paydos" 213
*
30.5.2017-Ankara
30 Mayıs 2017 Salı
21 Mayıs 2017 Pazar
Eşekli Kütüphaneci
Fakir Baykurt, Sekizinci Basım, Ocak 2017, Literatür Yayınları, İstanbul
Yazarın 1999 yılında hastanede tamamladığı son romanı imiş.
Ama, roman değil, anı, sanki!
1924 mübadelesinde göçe zorlanan atalarının bıraktığı yerleri görmek için Yunanistan-Larisa'dan Ürgüp'e gelen bir Yunanlı...
Ürgüp'ün köylerine eşekle kitap taşıyan bir Ürgüplü'nün evinde misafir olan bu Yunanlı'ya kendi hikayesini anlatması ve sonrasında oluşan dostluk...
Larisa ile Ürgüp'ün kardeş şehir ilanı çabaları...
*
Çok yalın, sevimli bir anlatım...
Yöresel ve arı bir dil...
Farklı, kendine özgü bir ifade biçimi...
*
Kurgu mu?
Daha çok belgesel gibi!
Sevdim.
*
Sevdim, ama, bir husus var: çok idealize edilmiş bir dünyayı yansıtıyor, sanki! Pek az sahne dışında, insan ve kötülük yok, ve, ağlayınca çoğu şey düzeliyor, gibi! Kitapta, genelde, kötü olarak aktarılan, bir müfettiş, ağalar ve soyut olarak politika; biraz da, yine soyut olarak, halk...
Bence, bu yönüyle, pek gerçekçi değil, ve, yanıltıcı, gibi!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"1928'de Türkiye'de yeni 'abece' kabul edilince, eski Arap 'abece'si yasaklandı gibi anlaşıldı. Bu nedenle eski 'abece'li kitapları bodruma attılar. Onlar da nem içinde kaldı orda" 35
-"Abdülmecit ilim irfana önem veren bir padişahtı./... 817 cilt bağışladı... 1854 yılında, Ürgüp'e hem bir medrese, hem bir kitaplık açıldı" 39
-"... insanların içinde o güne kadar pek ayırdında olmadığı derin bir iyilik özlemi olduğunu sezdi" 64
-"Fatih'in ünlü sözü... Bir şehir kurmanın olmazsa olmaz üç yapısı vardır: Kitaplık, kanalizasyon, hamam!.../... Amerika'dan bir yazı geldi. "Halkına gönüllü olarak hizmet eden bir kahramanlar yarışması açılmıştır..."..." 77
-""... Bizim mitolojideki Prometeus öyküsünü düşünün. O zaman ışık yalnız Tanrı Zeus'un sarayında var; başka hiçbir yerde yoktu. Akşam olunca insanlar karanlıkta kalırdı. Prometeus, Koca Tanrı Zeus'un sarayından ışığı çalıp ovadaki köylere dağıttı. Halkın kulübeleri de ışığa kavuştu. Tanrı Zeus, Olimpos Dağı'nın başından bunu görünce çılgına döndü. Nasıl olabilir? Kim yapabilir bunu? Araştırıp soruşturdu. Meğer Prometeus yapmış. Yakalatıp Kafkaslar'daki kayalardan birine bağlatıyor zincirle. On yedi gün arayla bir kartal gelip ciğerini gagalıyor. Yara kabuk bağlamak üzereyken kartal yeniden geliyor, yeniden gagalıyor. Çok büyük bir işkence. Sonunda Prometeus'un oğlu Herküles büyüyor da, babasının zincirlerini söküyor, onu işkenceden kurtarıyor. Halka ışık götürmek hiçbir yerde kolay değildir" diye yazıyor defterine Dimitrios" 79
-"Ürgüp'te ilk gezici kütüphane, 1957 yılında kuruldu. 25 köyün 12'sinde kütüphane vardı; 13 köye de at, eşek ve katır sırtında kitap ulaştırıldı" 86
-"Bakanlık'a bir şikayet gitmiş... Ankara'dan bir müfettiş çıkıp geldi./.../ "... Rasim Bey aleyhimde bir rapor yazmış. Beni suçlu buluyor... görevimi aksatmaktan başka, izinsiz olarak ilçe ve il sınırları dışına çıkarak Avanos, İncesu, Yeşilhisar köylerinde kitap dağıtma işimi de yazmış!/ Nevşehir Valisi Mehmet Aldaan bu raporu okuyunca kendini tutamayıp ağladı... Daha 50 yaşındayım. Çok gücüme gitti. Oturup ağladım... emekli olmayı istedim.../.../... yaşamı yükseltmek için düşündüğüm hizmetleri yürütürken, ortada bir de politika olduğunu, kıskançlık, fesatlık olduğunu hiç aklıma getirmedim!/ Yurdumuzda aydınlığa karşı güçlü bir direnme vardır. Bunlar, ortaya Atatürk gibi güçlü adamlar çıkınca sinsi sinsi yatıp uyur görünse de, buldukları ilk fırsatta başlarını deliklerinden çıkarırlar. Anlattım: Halkevleri'ni, Halkodaları'nı öyle kolayca kapatıverdiler! Hele Köy Enstitüleri'ni... Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç'u düşünüyorum. O büyük adama kan kusturdular./... Köy Enstitüleri'nin nasıl kapatıldığını anlatayım, dinle bak! Doğuda... Kinyas Kartal Ağa ile batıda... Adnan Menderes Ağa vardı. Bunlar seçimlerden önce gizlice anlaşıp birbirine söz verdi. Ağalar oyları Menderes'e küreyecek, Menderes de bu yoldan iktidara gelecek. Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Köy Enstitüleri'nin kapısına kara kilit asacak./... kaç ağa var... Hepsi el ele verdi; temsilcilerini Büyük Millet Meclisi'ne oturttular. Adnan Menderes Ağa, Kinyas Kartal Ağa'nın dediğini yaptı. Kaldırın kolları; kaldırdılar. İndirin kolları; indirdiler. Tamam, kapattılar enstitüleri./.../ Adnan Menderes, enstitüleri kapattı; halkın sesi çıkmadı./ Bizim halkımız çok yüzyıl öncelerinden beri uyur.../.../... Politika... Eşekli Kütüphane'ye tuzaklar hazırlarken, Eşekli Kütüphane'nin öznesi kendini ve işini korumak için hiçbir önlem almadı."/ Çünkü o içi dışı bir, arı duru bir insandı" 90-93
(1.Buradaki anlatım, benim okumalarıma hiç uymuyor; benim bildiğim, Köy Enstitüleri'nin özü, 1947 yılında, İnönü döneminde, tamamen yok edilmiştir; "1948'de Gönen Köy Enstitüsü'nü" bitiren yazar bunu bilmiyor mu? Veya, ne?
2.Ağalara seçimde oy veren ahaliye söylenecek söz yok mu? Halkımız, gerçekten uyuyor mu, yoksa çok mu uyanık?)
-"Az önce onun arı duru bir insan olduğunu söyledim; daha doğrusu saftı./ Onu ara sıra uyardılar: Köylülere, çocuklara her kitabı okutma... Yanıt veriyordu... Ben yasaklı kitaplık istemiyorum. İnsanlar istediği kitabı alsın okusun!.../ "... O zaman alttan alta dedikodular başladı: Bak bak, kitaplığa İncil soktu, Tevrat soktu.../ Soruşturma açılınca, kime yaslanacağımı bilemedim. Bizde halk seyretmeyi sever; genellikle işe karışmaz. Bizde halk acayip yıldırılmıştır; amirlerden korkar. Amirler de birbirinden korkar. Nevşehir Valisi Mehmet Aldan, Müfettiş'in raporunu okuyunca bana acıyıp ağladı; ama korkusundan, 'Hayır, bunlar yalan, bunların aslı faslı yok! Ben onun amiriyim. Memurumu savunuyorum. Bu adam karda kışta köylere kitap götürdü, halka hizmet etti; yapmayın etmeyin, ayıptır!" diyemedi! Dese, o zaman sen de onunla birliksin diyecekler. Bu kez onun da durumu sarsılacak. Bundan korktu./... aydınlık dostlarının politikası yoktur; ama düşmanlarının vardır. Bu yüzden, tıpkı sizin o ateşi çalan, neydi adı, Prometeus gibi, sürekli yenilirler. Yenildim ben de. Gayet açık. Zaman içinde kazansalar da, yenilirler."..." 94, 95
-"Aydınlık düşmanları hala güçlü. Dostları ise çok dağınık... Örneğin benim başıma bu olumsuzluklar geldi; üç kişi yazı yazıp savunmadı. 'Durun kardeşim, siz ne yapıyorsunuz?' diye, o kokuşmuş bürokrasinin üstüne gitmedi, yukardaki ilgilileri ve kamuoyunu uyarmadı. Ben de yaradılıştan içime kapalı, kendini savunmayı övünme sayan, övünmeyi sevmeyen, bilmeyen biriyim; sık sık söylediğim gibi, elimden ağlamaktan başka iş gelmez; bir şey yapamadım" 106
-"İstanbul'a gitmiştim... Müfettiş Rasim Bey'i gördüm... O raporu öyle yazdığı için çok yürek sızısı çektiğini söyledi bana. Öyle yazması için yukardan kendisine baskı yapıldığını anlattı" 111
-"... bir şiir vardır. Adı 'Türk Köylüsü'dür... Nazım Hikmet yazmıştır.../.../ 'Gayrik yeter!'/ demesinler./ Ve bir kere dediler mi,/.../ Dağları yırtıp ayırır/ kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmaya" 112, 113
(Gerçek, öyle mi? Ya da, temenni mi?)
-"Ama şimdi bakıp, bir halkın bu kadar çok sevdiği yurttan göçürülmesinin en büyük acı olduğunu anlayabiliyorum. Bizde bir söz var: 'Sebebin gözü kör olsun!' derler... Ne gerek vardı da, çıkıp geldi Yunan ordusu?... Bizimki de yaşı kuruyu ayırmadan; çünkü gerçekten ayıracak zaman yoktu; topunu birden sürdü attı. Asıl acı göç 1924'ten önce 1921'de olanıdır" 122
(Milliyetçilik mi? Bencillik mi?)
-"Halklar birbiriyle buluşsa, görüşse... Öyle sanıldığı gibi düşmanlık filan yok arada" 127
-"Larisa'da bir araya getirip hemen "Yitik Yurtlar Derneği"ni kurdular.../ Her şeyden önce mübadele konusuyla ilgili eşyaları, belgeleri toplayıp bir müze, bir de arşiv oluşturma kararı aldılar" 129
-"Yunanlı... bir grubun konuk olarak çağrıldığı haberi... yayılınca Ürgüp'te belli belirsiz bir homurdanma başladı.../... Makarios'un Ürgüp kökenli olduğunu anımsadılar hemen.../.../... Sonuçta... Başkan'ın çağrısı oybirliğiyle onaylandı./... Bu kez de konuyu İstanbul'da çıkan gazeteler ele aldı... karıştırıyorlardı.../... Ürgüp halkının çoğunluğu da bu dürtüklemelere hiç kulak asmadı" 132, 134
*
21.5.2017-Ankara
Yazarın 1999 yılında hastanede tamamladığı son romanı imiş.
Ama, roman değil, anı, sanki!
1924 mübadelesinde göçe zorlanan atalarının bıraktığı yerleri görmek için Yunanistan-Larisa'dan Ürgüp'e gelen bir Yunanlı...
Ürgüp'ün köylerine eşekle kitap taşıyan bir Ürgüplü'nün evinde misafir olan bu Yunanlı'ya kendi hikayesini anlatması ve sonrasında oluşan dostluk...
Larisa ile Ürgüp'ün kardeş şehir ilanı çabaları...
*
Çok yalın, sevimli bir anlatım...
Yöresel ve arı bir dil...
Farklı, kendine özgü bir ifade biçimi...
*
Kurgu mu?
Daha çok belgesel gibi!
Sevdim.
*
Sevdim, ama, bir husus var: çok idealize edilmiş bir dünyayı yansıtıyor, sanki! Pek az sahne dışında, insan ve kötülük yok, ve, ağlayınca çoğu şey düzeliyor, gibi! Kitapta, genelde, kötü olarak aktarılan, bir müfettiş, ağalar ve soyut olarak politika; biraz da, yine soyut olarak, halk...
Bence, bu yönüyle, pek gerçekçi değil, ve, yanıltıcı, gibi!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"1928'de Türkiye'de yeni 'abece' kabul edilince, eski Arap 'abece'si yasaklandı gibi anlaşıldı. Bu nedenle eski 'abece'li kitapları bodruma attılar. Onlar da nem içinde kaldı orda" 35
-"Abdülmecit ilim irfana önem veren bir padişahtı./... 817 cilt bağışladı... 1854 yılında, Ürgüp'e hem bir medrese, hem bir kitaplık açıldı" 39
-"... insanların içinde o güne kadar pek ayırdında olmadığı derin bir iyilik özlemi olduğunu sezdi" 64
-"Fatih'in ünlü sözü... Bir şehir kurmanın olmazsa olmaz üç yapısı vardır: Kitaplık, kanalizasyon, hamam!.../... Amerika'dan bir yazı geldi. "Halkına gönüllü olarak hizmet eden bir kahramanlar yarışması açılmıştır..."..." 77
-""... Bizim mitolojideki Prometeus öyküsünü düşünün. O zaman ışık yalnız Tanrı Zeus'un sarayında var; başka hiçbir yerde yoktu. Akşam olunca insanlar karanlıkta kalırdı. Prometeus, Koca Tanrı Zeus'un sarayından ışığı çalıp ovadaki köylere dağıttı. Halkın kulübeleri de ışığa kavuştu. Tanrı Zeus, Olimpos Dağı'nın başından bunu görünce çılgına döndü. Nasıl olabilir? Kim yapabilir bunu? Araştırıp soruşturdu. Meğer Prometeus yapmış. Yakalatıp Kafkaslar'daki kayalardan birine bağlatıyor zincirle. On yedi gün arayla bir kartal gelip ciğerini gagalıyor. Yara kabuk bağlamak üzereyken kartal yeniden geliyor, yeniden gagalıyor. Çok büyük bir işkence. Sonunda Prometeus'un oğlu Herküles büyüyor da, babasının zincirlerini söküyor, onu işkenceden kurtarıyor. Halka ışık götürmek hiçbir yerde kolay değildir" diye yazıyor defterine Dimitrios" 79
-"Ürgüp'te ilk gezici kütüphane, 1957 yılında kuruldu. 25 köyün 12'sinde kütüphane vardı; 13 köye de at, eşek ve katır sırtında kitap ulaştırıldı" 86
-"Bakanlık'a bir şikayet gitmiş... Ankara'dan bir müfettiş çıkıp geldi./.../ "... Rasim Bey aleyhimde bir rapor yazmış. Beni suçlu buluyor... görevimi aksatmaktan başka, izinsiz olarak ilçe ve il sınırları dışına çıkarak Avanos, İncesu, Yeşilhisar köylerinde kitap dağıtma işimi de yazmış!/ Nevşehir Valisi Mehmet Aldaan bu raporu okuyunca kendini tutamayıp ağladı... Daha 50 yaşındayım. Çok gücüme gitti. Oturup ağladım... emekli olmayı istedim.../.../... yaşamı yükseltmek için düşündüğüm hizmetleri yürütürken, ortada bir de politika olduğunu, kıskançlık, fesatlık olduğunu hiç aklıma getirmedim!/ Yurdumuzda aydınlığa karşı güçlü bir direnme vardır. Bunlar, ortaya Atatürk gibi güçlü adamlar çıkınca sinsi sinsi yatıp uyur görünse de, buldukları ilk fırsatta başlarını deliklerinden çıkarırlar. Anlattım: Halkevleri'ni, Halkodaları'nı öyle kolayca kapatıverdiler! Hele Köy Enstitüleri'ni... Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç'u düşünüyorum. O büyük adama kan kusturdular./... Köy Enstitüleri'nin nasıl kapatıldığını anlatayım, dinle bak! Doğuda... Kinyas Kartal Ağa ile batıda... Adnan Menderes Ağa vardı. Bunlar seçimlerden önce gizlice anlaşıp birbirine söz verdi. Ağalar oyları Menderes'e küreyecek, Menderes de bu yoldan iktidara gelecek. Başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz Köy Enstitüleri'nin kapısına kara kilit asacak./... kaç ağa var... Hepsi el ele verdi; temsilcilerini Büyük Millet Meclisi'ne oturttular. Adnan Menderes Ağa, Kinyas Kartal Ağa'nın dediğini yaptı. Kaldırın kolları; kaldırdılar. İndirin kolları; indirdiler. Tamam, kapattılar enstitüleri./.../ Adnan Menderes, enstitüleri kapattı; halkın sesi çıkmadı./ Bizim halkımız çok yüzyıl öncelerinden beri uyur.../.../... Politika... Eşekli Kütüphane'ye tuzaklar hazırlarken, Eşekli Kütüphane'nin öznesi kendini ve işini korumak için hiçbir önlem almadı."/ Çünkü o içi dışı bir, arı duru bir insandı" 90-93
(1.Buradaki anlatım, benim okumalarıma hiç uymuyor; benim bildiğim, Köy Enstitüleri'nin özü, 1947 yılında, İnönü döneminde, tamamen yok edilmiştir; "1948'de Gönen Köy Enstitüsü'nü" bitiren yazar bunu bilmiyor mu? Veya, ne?
2.Ağalara seçimde oy veren ahaliye söylenecek söz yok mu? Halkımız, gerçekten uyuyor mu, yoksa çok mu uyanık?)
-"Az önce onun arı duru bir insan olduğunu söyledim; daha doğrusu saftı./ Onu ara sıra uyardılar: Köylülere, çocuklara her kitabı okutma... Yanıt veriyordu... Ben yasaklı kitaplık istemiyorum. İnsanlar istediği kitabı alsın okusun!.../ "... O zaman alttan alta dedikodular başladı: Bak bak, kitaplığa İncil soktu, Tevrat soktu.../ Soruşturma açılınca, kime yaslanacağımı bilemedim. Bizde halk seyretmeyi sever; genellikle işe karışmaz. Bizde halk acayip yıldırılmıştır; amirlerden korkar. Amirler de birbirinden korkar. Nevşehir Valisi Mehmet Aldan, Müfettiş'in raporunu okuyunca bana acıyıp ağladı; ama korkusundan, 'Hayır, bunlar yalan, bunların aslı faslı yok! Ben onun amiriyim. Memurumu savunuyorum. Bu adam karda kışta köylere kitap götürdü, halka hizmet etti; yapmayın etmeyin, ayıptır!" diyemedi! Dese, o zaman sen de onunla birliksin diyecekler. Bu kez onun da durumu sarsılacak. Bundan korktu./... aydınlık dostlarının politikası yoktur; ama düşmanlarının vardır. Bu yüzden, tıpkı sizin o ateşi çalan, neydi adı, Prometeus gibi, sürekli yenilirler. Yenildim ben de. Gayet açık. Zaman içinde kazansalar da, yenilirler."..." 94, 95
-"Aydınlık düşmanları hala güçlü. Dostları ise çok dağınık... Örneğin benim başıma bu olumsuzluklar geldi; üç kişi yazı yazıp savunmadı. 'Durun kardeşim, siz ne yapıyorsunuz?' diye, o kokuşmuş bürokrasinin üstüne gitmedi, yukardaki ilgilileri ve kamuoyunu uyarmadı. Ben de yaradılıştan içime kapalı, kendini savunmayı övünme sayan, övünmeyi sevmeyen, bilmeyen biriyim; sık sık söylediğim gibi, elimden ağlamaktan başka iş gelmez; bir şey yapamadım" 106
-"İstanbul'a gitmiştim... Müfettiş Rasim Bey'i gördüm... O raporu öyle yazdığı için çok yürek sızısı çektiğini söyledi bana. Öyle yazması için yukardan kendisine baskı yapıldığını anlattı" 111
-"... bir şiir vardır. Adı 'Türk Köylüsü'dür... Nazım Hikmet yazmıştır.../.../ 'Gayrik yeter!'/ demesinler./ Ve bir kere dediler mi,/.../ Dağları yırtıp ayırır/ kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmaya" 112, 113
(Gerçek, öyle mi? Ya da, temenni mi?)
-"Ama şimdi bakıp, bir halkın bu kadar çok sevdiği yurttan göçürülmesinin en büyük acı olduğunu anlayabiliyorum. Bizde bir söz var: 'Sebebin gözü kör olsun!' derler... Ne gerek vardı da, çıkıp geldi Yunan ordusu?... Bizimki de yaşı kuruyu ayırmadan; çünkü gerçekten ayıracak zaman yoktu; topunu birden sürdü attı. Asıl acı göç 1924'ten önce 1921'de olanıdır" 122
(Milliyetçilik mi? Bencillik mi?)
-"Halklar birbiriyle buluşsa, görüşse... Öyle sanıldığı gibi düşmanlık filan yok arada" 127
-"Larisa'da bir araya getirip hemen "Yitik Yurtlar Derneği"ni kurdular.../ Her şeyden önce mübadele konusuyla ilgili eşyaları, belgeleri toplayıp bir müze, bir de arşiv oluşturma kararı aldılar" 129
-"Yunanlı... bir grubun konuk olarak çağrıldığı haberi... yayılınca Ürgüp'te belli belirsiz bir homurdanma başladı.../... Makarios'un Ürgüp kökenli olduğunu anımsadılar hemen.../.../... Sonuçta... Başkan'ın çağrısı oybirliğiyle onaylandı./... Bu kez de konuyu İstanbul'da çıkan gazeteler ele aldı... karıştırıyorlardı.../... Ürgüp halkının çoğunluğu da bu dürtüklemelere hiç kulak asmadı" 132, 134
*
21.5.2017-Ankara
20 Mayıs 2017 Cumartesi
Ağaçkakan
Tom Robbins, İngilizce'den Çeviren: Fatma Taşkent, Beşinci Basım 2010, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
İlk sayfadaki metinde, "Amerikalı... Robbins... hayatın daha ciddi yanlarını inkar etmez, "her şeye rağmen mutluluk" ilkesinin savunuculuğunu yapar... modern hayatın saçmalığını teslim eder...", deniyor.
*
"Yüksek toplumsal ve çevresel duyarlılığı" olan bir prenses ile "romantik bireyci" bir "meşhur bombacı"nın aşkı anlatılıyor. (Arka kapak)
Saçma-uyduruk sahneler...
Bol küfür, ve hatta, neredeyse porno...
Kokain...
Dalga...
Böğürtlen...
Piramit...
Bolca parantez...
*
Temel olarak, ana fikir olarak, ille de, aşk, deniliyor!
*
Bununla birlikte, bir kısmı anlamsız-uyduruk ise de, diğer bir kısmı çeşitli kışkırtıcı ve düşündürücü çağrışımlara yol açan, ilginç-fantastik bazı hoş ifadeler de var!
*
Ancak, genel olarak bakıldığında, kitabı, sevmedim.
Herhangi bir mesaj da alamadım!
Bu kitap ve benzerleri niye yazılır, niye alınır, niye okunur, anlamadım!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... bir Keşan halısı..." 16
-"Bu aile Yirminci Yüzyılın Son Çeyreği Hüznü'ne kapılmış" 17
-"Mekke'si haline gelmişti" 53
-"... pazartesi sabahı sevindirici bir akşamdan kalmalıkla (işkence edecek başı olmayan bir akşamdan kalmalık, bağışta bulunacak kurumu olmayan hayırsevere benzer) uyanıp da yükünü yanlış ambara boşalttığını öğrenince yüzünü erken boşalan bir erkeğin o bön ifadesi kapladı" 56, 57
-"... insanoğlunun en temel dürtülerinin ilham verdiği hırsızlığın bir kanun kaçağına yakışmadığına ikna olmuştu. Çalma, dolandırma işlerini işadamları ve ayaktakımı yapsındı. Gerekmedikçe bir daha asla çalmayacağına yemin etti. Kadınlara daha duyarlı davranacağına da yemin etti" 66
-"Diğer insanların kanunlarına tabi yaşayan tüm insanlar kurbandır... Ancak biz kanun kaçakları kanunun ötesinde yaşarız. Yalnızca kanunda yazılanların ötesinde yaşamakla (pek çok işadamı, pek çok politikacı ve tüm aynasızlar yapar bunu) kalmaz, kanunun taşıdığı ruhun ötesinde yaşarız" 68
-"Dinsel aşkınlık hali ile alkol zehirlenmesinin başlangıcını tanımlayan o neşe dolu evreye dalmışlardı" 75
-"İblis, cennetteki en sevimli melekmiş, öyle söylerler" 82
-"... nesnelerin, anladığımız halleriyle, görece istikrarlı olduklarını söyleyebiliriz rahatlıkla. Oysa düşünceler kesinlikle istikrarsızdır. Yanlış kullanılabilmekle kalmaz, yanlış kullanılmaya davetiye çıkartırlar. Ve düşünce ne kadar iyi olursa buharlaşabilme özelliği o kadar çok olur. Nedeni, yalnızca iyi düşüncelerin dogmalaşmasıdır. İşte bu süreç sayesinde yeni, teşvik edici, insanlık adına yararlı bir düşünce, ölümcül olan robot dogmaya dönüşür. Düşüncelerin dogmalaşması, tepkime sonucunda ortaya çıkan tehlikeli taşıyıcılar bakımından hidrojenin helyuma, uranyumun kurşuna ya da masumiyetin kokuşmuşluğa dönüşmesiyle yarışır. Neredeyse onlar kadar da amansızdır./ Sorun, düşünceyi başlatan ya da geliştirende değil, ikinci düzeyde başlar. Düşüncenin cazibesine kapılan... esneklikten... şaşmaz biçimde yoksun insanlarla başlar. Düşünceler ustalar, dogma ise müritler tarafından oluşturulur ve Buda da daima arada güme gider./... dar görüş adında... bir bela vardır. Dar görüş, beyin egodan daha az enerjik olduğunda çoğalan optik bir mantar yüzünden oluşur. Siyasete maruz kalınca karmaşık bir hal alır. İyi bir düşünce, sıradan dar görüşün filtre ve kompresörlerinden geçirilince öte taraftan ölçü ve değer açısından azalmış olarak çıkmakla kalmaz, yeni dogmatik biçimlenimiyle başlangıçta niyetlenenin tersi etkiler üretir./ İşte bu şekilde, İsa Mesih'in sevgi dolu düşünceleri, Hıristiyanlık'ın kötülük saçan klişeleri haline gelmiştir. İşte bu nedenle, tarihteki neredeyse her devrim başarısızlığa uğramıştır: Ezilenler iktidarı ele geçirir geçirmez "devrimi korumak" için totaliter taktiklere başvurarak ezenlere dönüşürler. İşte bu nedenle, önyargının ortadan kalkmasını arzulayan azınlıklar hoşgörülerini yitirir, barış arzulayan azınlıklar militanlaşır, eşitlik arzulayan azınlıklar kendilerini üstün görmeye başlar ve özgürleşmeyi arzulayan azınlıklar saldırganlaşır (kendini baskı altında tutmanın ilk belirtisi gergin bir kıç değildir)./ Yukarıdaki kısa vaaz sizlere Kanun Kaçağı Üniversitesi, Lüzumlu Delilikler Bölümü tarafından sunulmuştur.../... "Peki ya insanlar arasındaki iletişim?" diye sordular. "Eski kocam" dedi içlerinden biri, "söylediğim tek bir lafı anlamaktan acizdi. Sizce bir yunusu anlayabilir mi?"..." 87, 88
-"Sosyalist düzenin tekdüzeliği bana boğucu, sıkıcı gelmişti. Küba'da gizem yoktu, çeşit yoktu, yenilik yoktu, daha kötüsü hiçbir seçenek yoktu. Kapitalizm, teşvik ettiği tüm çirkin kötü alışkanlıklara rağmen en azından ilginç, heyecan verici, çeşitli olasılıklar sunuyor. Amerika'da mücadele en azından bireyin mücadelesi.../.../... Eşitlik farklı şeylere benzer gözle bakmak değil. Eşitlik farklı şeylere farklı gözle bakmak/.../... iyiliğin kötülüğe oranını asla değiştiremeyiz" 97
-"... pusula iğnesi... despot kuzeye dalkavukça bağlılığına geri döndü.../... Argonlu muydular?/.../... varsayalım başka bir gezegendendiler" 111
-"Mit billurlaşmış tarihtir.../.../... Kızıl Saçlılar... Dışdünyalı olabilirler miydi?" 112
-"Günümüzde bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var... İnsanları kısıtlayan, kişilik eksikliği" 114
-"... caddenin ruh hali giderek kabadayılaştı" 129
-"... aşk demokratik.../... şehvetin demokratik olduğu doğru" 140, 141
-"İronik bir şekilde, ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı işleri bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar./... Sonuçta totalitarizmi doğuran kötülük değil, sıkıcılıktır" 146
-"Yirminci yüzyılın son çeyreğinde böğürtlenlerin en yakın muadili katil arılar ve Araplar idi.../.../... uykusuzluk çeken bir elektrikli süpürge misali..." 151
-"Camel: Türk ve Yerli Harman Sigaraları" 155
-"Doğu'daki her ipekböceğinin egosunu şişirecek türden cüppeler giyen... şeyhler " 160
-"... tuttuğunuz şey sizi çeker" 161
-"... hatta sendikaların büyük şirketler haline geldiklerine, kokuşmuş uygulamalar ve feci hilekarlıklar bakımından büyük şirketlerden belki de daha kötü koktuklarına inanıyordu... Denetleyenleri denetleyenleri kim denetleyecekti?" 165
-"Türk tütünleri.../.../... Yasaların, zamanı gelince çözülmesi gereken düğmelere benzediğini..." 168
-"... aşk uğruna yaşanan bir hayat aklı başında olan tek hayattır" 170
-"Kutsallığına saygısızlık etmeyeceği bayrak, alaya almayacağı mümin, yanlış notadan söylemeyeceği şarkı, gitmemezlik etmeyeceği dişçi randevusu, oyunlar oynamayacağı çocuk, soğuktan kurtarmayacağı ihtiyar, altında yatmayacağı Ay ve... yakmayacağı kibrit yoktu" 171
-"... ithal Türk yaprakları katılmış... Paketin tasarımı da 1913'te yapılmıştı. Yeni sigaraya karışımındaki Türk maddesine yaraşır egzotik bir hava katmak üzere "Camel" ya da "Kamel" adını vermek Mr. Reynolds'ın fikriydi... piramitleri de içeren.../ Piramitlerin Türkiye ile bir alakasının olmadığını... akıl etmiştir mutlaka" 172
-"... bir dolarlık banknot... Camel... Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf" 174
-"... mitlerinde, efsanelerinde, hiyerogliflerinde ve sözlü tarihlerinde kızıl saçlı beyaz bir ırk, piramit yapımını emredip denetlemesi nedeniyle övgüyle anılır.../... Havuç kafalı yarı tanrılardan oluşan, her yerde Kızıl Sakallar diye bilinen bir ırk... Kızıl Sakallar'ın kendileri de zaplandı. Bu, İspanyol fatihlerin Yeni Dünya'ya gelişinden kısa süre önce gerçekleşti. İspanyol rahipler, Kızıl Sakallar hakkındaki hikayeleri duyunca doğal olarak onları şeytan diye damgaladılar. İblis'in genellikle haşlanmış yengeç kadar kırmızı betimlenmesi raslantı değildir" 175, 176"
-"Kral.../ Max'ın vatanında kral yanlısı devrimciler ezici üstünlük sağlamışlardı... Max'ın ülkesinin düşündüğü, sosyalist bir monarşiydi; biraz İsveç ya da Danimarka çizgisinde, İngiltere'nin bir parça solunda, Max'ın ise epey solunda yer alan bir monarşi... Max devletin başına geçmeyecekti./... Karar verdikleri... Leigh-Cheri idi... yeni rejim için mükemmel bir göstermelik yetkili olacaktı. Ancak şimdi onun hakkında da nahoş söylentiler dolaşıyordu" 181
-"... dillerinin ucu bildik yalanlarla kayganlaşmış büyükelçiler... Gerçek hükümetler, gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı. İyi eğitimli ve parlak zekalı güçlü erkekler, dedikodu yapmak, mücadele etmek ve entrikalar çevirmek üzere bir araya geliyorlardı. Değerli madenlerden, demiryolu hatlarından, paralardan, sığırlardan ve mısırlardan konuşuyorlardı. Orduları kah bir sınırda kah öbüründe mevzilendiriyor, fiyat tarifelerini yükseltiyor veya aşağı çekiyor, nüfuzlu evlilikler ayarlıyor... onlar, istisnasız her biri, bütün alengirli işlerin heyecan verici iniş çıkışlarına karşı büyük, kocaman, hararetli bir aşkla yanıp tutuşuyor, gezegenin gizli tiyatrosuna amansız bir tutku besliyordu./ O günler geride kalmıştı. Dünyayı ilgilendiren kararları artık küçük adamlar alıyordu... yüzsüz bürokratlar, kurulca konuşan... düş kurmayan, bir kontesi baştan çıkaramaz, bir ata binemezken insanlığı idare edebileceklerine inanan adamlar. Kızının eve sürüklediği o siyahlar giyen haydut bile, ister (zehirli bir tohum zarfındaki tatsız bezelyeler gibi birbirinin tıpatıp aynısı olan) komünist ister faşist isterse hıristiyan demokrat olsun, bunların herhangi birinden daha uygundu insanları yönetmek için" 182, 183
-"SEÇİM felsefesi kanun kaçağı felsefesiydi... Evreni, önceden belirlenmiş yasalara göre birbirine çarparak geri tepen bilardo toplarının çalkalanması olarak nitelendiren deterministler, oyunu kendi istekalarıyla oynamakta direten "kanun kaçakları" tarafından tehdit edilmişlerdir daima. Yasalar sınırlamayı betimler. Onların amacı yaratmak değil, denetlemektir. Evren yasalara ancak evrim statik olduğunda, yani evrim soluğunu tuttuğunda uyar. Her şey yeniden değişmeye başlayınca... yasalar seçime izin verir. Ahmaklar yasalara itaat ederler çünkü seçim yapmamayı seçerler. Kanun kaçakları... herhangi bir seçim fırsatı kendiliğinden ortaya çıkmadığında bile seçim yapmaya çalışırlar" 184
-"Amerika Birleşik Devletleri'nin, Tilli ve Max'ın vatanında sağcı bir istibdat rejimini korumak için doğrudan silahlı müdahale dışında yapabileceği bir şey yoktu" 187
-"... insanoğlunun en derin, en otantik deneyimlerini yine sığ bir hevese dönüştürmeye çok hevesli olduğunu..." 189
-"Nasıl ki her gecenin bir sabahı vardıysa Ay da her küçüldüğünde bir de büyümek zorundaydı" 190
-"Devrimin askeri lideri olan başbakan kuvvetli bir şekilde, tekrar tekrar alkışlandı... "Tanrı kraliçeyi korusun!" diye haykırdı başbakan. Başbakanın Tanrı'ya inanmıyor olmasının en ufak bir önemi yoktu... çıkıyordu merdivenleri... ulusallık diş macununun zümrüt kapağı, ırkın buruşuk yüzündeki güzellik alameti" 198
-"Hatta ülkenden söz edilince çoğu kişi boş boş bakıyor. Akla gelen bir şey varsa o da petrol kuyuları, aşırı kazançlar, dini fanatizm ve adi bir zevk anlayışı" 203
-"Sami ırkına özgü burnu, güçlü erkeksi bir şekle sahipti... bir Fenikelinin başı kadar kavisliydi" 206
-"Ahlak kültüre bağlıdır. Kültür iklime. İklim coğrafyaya" 207
-"... tüm çağlardaki şiirin tarihi, Ay için yeni imgeler bulma girişimidir... Ay, Nesneler İmparatoriçesi'dir" 209
-"Fizel'lerin vatanında dişilere pek az değer verildiği izlenimini edindi" 210
-"Ölüm bana ceza değil, ödül" 220
-"... oğlan ve kız fahişeler... Her yabancı kafirin etrafında toplanmış yarım düzine insan ve şehrin Haçlı Seferleri'nden bugüne dek gördüğünden daha fazla yabancı kafir vardı. A'ben Fizel halka yabancı kafirleri vat etmişti ve işte oradaydılar.../... Peşi sıra piramidin en iç bölmesinde aynı sadelikte özel bir resepsiyon verilecekti. Yeni evli çift, yeşilaycı Müslümanların kınayan bakışlarından uzakta yeni evli kafalarını çekebilecekti... Resepsiyon bugüne dek düzenlenmiş bütün kutsal toplantıları dize getirmeye yeterli sayıda şeyh, sultan, şah, emir, vezir, vazo ve haşmetli, kadiri mutlak hükümdar katılacaktı. Bol bol Avrupai lüks de sunulacak, akşam karanlığına dek alkolsüz cümbüş yapılacaktı. İhaj Fizel'in şahsına ait Boeing 747 akşam karanlığında gelinle damadı balayı için Paris'e götürecekti" 223
-"Kokain, kokain, sen neymişsin/ Buldukça içersin/ İçtikçe coşarsın/ Çek bir nefes, geçmez bu heves/ diye uyum içinde söylendiler" 224
-"Wrangle gerçekti./ Bir insan diğerinden nasıl daha gerçek olabilir?" 226
-"... düzmece bir hümanist... Kimileri saklanır, kimileri arar" 227
-"Şampanyayı Katolik bir keşiş keşfetmiş... Tekila, insan kurban etme ve piramitler üzerine ciddi düşüncelere dalan üç-beş Kızılderili tarafından icat edilmiş... Meksika'nın gizli tarihi de şampanya ve tekila arasında bir yerlerdedir" 233
-"Amerika Birleşik Devletleri'ni parmaklarında oynatabileceklerini söylemişti. Amerika herhangi bir kimseyle, mesela Rusya ile savaşa girerse o ve halkının savaşın neticesini belirleyebileceklerini söylemişti. Amerika'nın petrol kaynağını diledikleri vakit kesebileceklerini, ülkemiz için her şeyin sona ereceğini söylemişti.../.../... Yeryüzünde komünistler kadar sıkıcı kimse yoktur, milliyetleri ne olursa olsun. Hem Slavlar zaten karanlık ve kasvetli tarafta yer alıyorlardı. Komünizm, politik idealizmin insanları nasıl androidlere dönüştürebileceğinin en mükemmel örneği... Ama eğlenmek için evimden çıkmam gerekmez. Yine de "rock and roll" yapmanın yolunu bulurum./.../... her totaliter toplumda bir yeraltı dünyası vardır, diyorum sadece. Aslında iki yeraltı dünyası. Bir siyasi direnişle ilgilenen yeraltı dünyası var. Bir de güzellik ve eğlenceyi, yani insan ruhunu korumakla ilgilenen yeraltı dünyası... Nazi işgali altındaki Paris'te Marcel Carne adlı bir sanatçı bir film yaptı... Film, insan ruhunu tüm saçma, uysal ve grotesk kisveleriyle kutluyor... Direnişçiler, Paris'in postunu kurtarmış olabilirler ama Carne onun ruhunu canlı tutmuştu./.../... Bizi ne komünist totalitarizm ne de kapitalist enflasyon durdurabilir... hayat, yasalara ve ekonomiye hükmeden mutsuz, hasta ruhlu androidler yüzünden herhangi bir zevkinden mahrum kalamayacağımız kadar kısa" 239-241
-"Piramitler, gerçekten canlı ve gerçekten aşık olanların ruhlarının üstlerinde durup Ay çığırtkanlığı yapabilecekleri kaideler olarak inşa edildi" 243
-"Nesnellik tek ana temamız değildi kesinlikle. Mesela bireyin evrimi konusu vardı... Uygarlığın, kendi içinde bir amaç değil, evrilen bireyin egzersiz yapma imkanı bulduğu bir tiyatro ya da spor salonu olduğu..." 252
*
20.5.2017-Ankara
İlk sayfadaki metinde, "Amerikalı... Robbins... hayatın daha ciddi yanlarını inkar etmez, "her şeye rağmen mutluluk" ilkesinin savunuculuğunu yapar... modern hayatın saçmalığını teslim eder...", deniyor.
*
"Yüksek toplumsal ve çevresel duyarlılığı" olan bir prenses ile "romantik bireyci" bir "meşhur bombacı"nın aşkı anlatılıyor. (Arka kapak)
Saçma-uyduruk sahneler...
Bol küfür, ve hatta, neredeyse porno...
Kokain...
Dalga...
Böğürtlen...
Piramit...
Bolca parantez...
*
Temel olarak, ana fikir olarak, ille de, aşk, deniliyor!
*
Bununla birlikte, bir kısmı anlamsız-uyduruk ise de, diğer bir kısmı çeşitli kışkırtıcı ve düşündürücü çağrışımlara yol açan, ilginç-fantastik bazı hoş ifadeler de var!
*
Ancak, genel olarak bakıldığında, kitabı, sevmedim.
Herhangi bir mesaj da alamadım!
Bu kitap ve benzerleri niye yazılır, niye alınır, niye okunur, anlamadım!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... bir Keşan halısı..." 16
-"Bu aile Yirminci Yüzyılın Son Çeyreği Hüznü'ne kapılmış" 17
-"Mekke'si haline gelmişti" 53
-"... pazartesi sabahı sevindirici bir akşamdan kalmalıkla (işkence edecek başı olmayan bir akşamdan kalmalık, bağışta bulunacak kurumu olmayan hayırsevere benzer) uyanıp da yükünü yanlış ambara boşalttığını öğrenince yüzünü erken boşalan bir erkeğin o bön ifadesi kapladı" 56, 57
-"... insanoğlunun en temel dürtülerinin ilham verdiği hırsızlığın bir kanun kaçağına yakışmadığına ikna olmuştu. Çalma, dolandırma işlerini işadamları ve ayaktakımı yapsındı. Gerekmedikçe bir daha asla çalmayacağına yemin etti. Kadınlara daha duyarlı davranacağına da yemin etti" 66
-"Diğer insanların kanunlarına tabi yaşayan tüm insanlar kurbandır... Ancak biz kanun kaçakları kanunun ötesinde yaşarız. Yalnızca kanunda yazılanların ötesinde yaşamakla (pek çok işadamı, pek çok politikacı ve tüm aynasızlar yapar bunu) kalmaz, kanunun taşıdığı ruhun ötesinde yaşarız" 68
-"Dinsel aşkınlık hali ile alkol zehirlenmesinin başlangıcını tanımlayan o neşe dolu evreye dalmışlardı" 75
-"İblis, cennetteki en sevimli melekmiş, öyle söylerler" 82
-"... nesnelerin, anladığımız halleriyle, görece istikrarlı olduklarını söyleyebiliriz rahatlıkla. Oysa düşünceler kesinlikle istikrarsızdır. Yanlış kullanılabilmekle kalmaz, yanlış kullanılmaya davetiye çıkartırlar. Ve düşünce ne kadar iyi olursa buharlaşabilme özelliği o kadar çok olur. Nedeni, yalnızca iyi düşüncelerin dogmalaşmasıdır. İşte bu süreç sayesinde yeni, teşvik edici, insanlık adına yararlı bir düşünce, ölümcül olan robot dogmaya dönüşür. Düşüncelerin dogmalaşması, tepkime sonucunda ortaya çıkan tehlikeli taşıyıcılar bakımından hidrojenin helyuma, uranyumun kurşuna ya da masumiyetin kokuşmuşluğa dönüşmesiyle yarışır. Neredeyse onlar kadar da amansızdır./ Sorun, düşünceyi başlatan ya da geliştirende değil, ikinci düzeyde başlar. Düşüncenin cazibesine kapılan... esneklikten... şaşmaz biçimde yoksun insanlarla başlar. Düşünceler ustalar, dogma ise müritler tarafından oluşturulur ve Buda da daima arada güme gider./... dar görüş adında... bir bela vardır. Dar görüş, beyin egodan daha az enerjik olduğunda çoğalan optik bir mantar yüzünden oluşur. Siyasete maruz kalınca karmaşık bir hal alır. İyi bir düşünce, sıradan dar görüşün filtre ve kompresörlerinden geçirilince öte taraftan ölçü ve değer açısından azalmış olarak çıkmakla kalmaz, yeni dogmatik biçimlenimiyle başlangıçta niyetlenenin tersi etkiler üretir./ İşte bu şekilde, İsa Mesih'in sevgi dolu düşünceleri, Hıristiyanlık'ın kötülük saçan klişeleri haline gelmiştir. İşte bu nedenle, tarihteki neredeyse her devrim başarısızlığa uğramıştır: Ezilenler iktidarı ele geçirir geçirmez "devrimi korumak" için totaliter taktiklere başvurarak ezenlere dönüşürler. İşte bu nedenle, önyargının ortadan kalkmasını arzulayan azınlıklar hoşgörülerini yitirir, barış arzulayan azınlıklar militanlaşır, eşitlik arzulayan azınlıklar kendilerini üstün görmeye başlar ve özgürleşmeyi arzulayan azınlıklar saldırganlaşır (kendini baskı altında tutmanın ilk belirtisi gergin bir kıç değildir)./ Yukarıdaki kısa vaaz sizlere Kanun Kaçağı Üniversitesi, Lüzumlu Delilikler Bölümü tarafından sunulmuştur.../... "Peki ya insanlar arasındaki iletişim?" diye sordular. "Eski kocam" dedi içlerinden biri, "söylediğim tek bir lafı anlamaktan acizdi. Sizce bir yunusu anlayabilir mi?"..." 87, 88
-"Sosyalist düzenin tekdüzeliği bana boğucu, sıkıcı gelmişti. Küba'da gizem yoktu, çeşit yoktu, yenilik yoktu, daha kötüsü hiçbir seçenek yoktu. Kapitalizm, teşvik ettiği tüm çirkin kötü alışkanlıklara rağmen en azından ilginç, heyecan verici, çeşitli olasılıklar sunuyor. Amerika'da mücadele en azından bireyin mücadelesi.../.../... Eşitlik farklı şeylere benzer gözle bakmak değil. Eşitlik farklı şeylere farklı gözle bakmak/.../... iyiliğin kötülüğe oranını asla değiştiremeyiz" 97
-"... pusula iğnesi... despot kuzeye dalkavukça bağlılığına geri döndü.../... Argonlu muydular?/.../... varsayalım başka bir gezegendendiler" 111
-"Mit billurlaşmış tarihtir.../.../... Kızıl Saçlılar... Dışdünyalı olabilirler miydi?" 112
-"Günümüzde bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var... İnsanları kısıtlayan, kişilik eksikliği" 114
-"... caddenin ruh hali giderek kabadayılaştı" 129
-"... aşk demokratik.../... şehvetin demokratik olduğu doğru" 140, 141
-"İronik bir şekilde, ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı işleri bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar./... Sonuçta totalitarizmi doğuran kötülük değil, sıkıcılıktır" 146
-"Yirminci yüzyılın son çeyreğinde böğürtlenlerin en yakın muadili katil arılar ve Araplar idi.../.../... uykusuzluk çeken bir elektrikli süpürge misali..." 151
-"Camel: Türk ve Yerli Harman Sigaraları" 155
-"Doğu'daki her ipekböceğinin egosunu şişirecek türden cüppeler giyen... şeyhler " 160
-"... tuttuğunuz şey sizi çeker" 161
-"... hatta sendikaların büyük şirketler haline geldiklerine, kokuşmuş uygulamalar ve feci hilekarlıklar bakımından büyük şirketlerden belki de daha kötü koktuklarına inanıyordu... Denetleyenleri denetleyenleri kim denetleyecekti?" 165
-"Türk tütünleri.../.../... Yasaların, zamanı gelince çözülmesi gereken düğmelere benzediğini..." 168
-"... aşk uğruna yaşanan bir hayat aklı başında olan tek hayattır" 170
-"Kutsallığına saygısızlık etmeyeceği bayrak, alaya almayacağı mümin, yanlış notadan söylemeyeceği şarkı, gitmemezlik etmeyeceği dişçi randevusu, oyunlar oynamayacağı çocuk, soğuktan kurtarmayacağı ihtiyar, altında yatmayacağı Ay ve... yakmayacağı kibrit yoktu" 171
-"... ithal Türk yaprakları katılmış... Paketin tasarımı da 1913'te yapılmıştı. Yeni sigaraya karışımındaki Türk maddesine yaraşır egzotik bir hava katmak üzere "Camel" ya da "Kamel" adını vermek Mr. Reynolds'ın fikriydi... piramitleri de içeren.../ Piramitlerin Türkiye ile bir alakasının olmadığını... akıl etmiştir mutlaka" 172
-"... bir dolarlık banknot... Camel... Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf" 174
-"... mitlerinde, efsanelerinde, hiyerogliflerinde ve sözlü tarihlerinde kızıl saçlı beyaz bir ırk, piramit yapımını emredip denetlemesi nedeniyle övgüyle anılır.../... Havuç kafalı yarı tanrılardan oluşan, her yerde Kızıl Sakallar diye bilinen bir ırk... Kızıl Sakallar'ın kendileri de zaplandı. Bu, İspanyol fatihlerin Yeni Dünya'ya gelişinden kısa süre önce gerçekleşti. İspanyol rahipler, Kızıl Sakallar hakkındaki hikayeleri duyunca doğal olarak onları şeytan diye damgaladılar. İblis'in genellikle haşlanmış yengeç kadar kırmızı betimlenmesi raslantı değildir" 175, 176"
-"Kral.../ Max'ın vatanında kral yanlısı devrimciler ezici üstünlük sağlamışlardı... Max'ın ülkesinin düşündüğü, sosyalist bir monarşiydi; biraz İsveç ya da Danimarka çizgisinde, İngiltere'nin bir parça solunda, Max'ın ise epey solunda yer alan bir monarşi... Max devletin başına geçmeyecekti./... Karar verdikleri... Leigh-Cheri idi... yeni rejim için mükemmel bir göstermelik yetkili olacaktı. Ancak şimdi onun hakkında da nahoş söylentiler dolaşıyordu" 181
-"... dillerinin ucu bildik yalanlarla kayganlaşmış büyükelçiler... Gerçek hükümetler, gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı. İyi eğitimli ve parlak zekalı güçlü erkekler, dedikodu yapmak, mücadele etmek ve entrikalar çevirmek üzere bir araya geliyorlardı. Değerli madenlerden, demiryolu hatlarından, paralardan, sığırlardan ve mısırlardan konuşuyorlardı. Orduları kah bir sınırda kah öbüründe mevzilendiriyor, fiyat tarifelerini yükseltiyor veya aşağı çekiyor, nüfuzlu evlilikler ayarlıyor... onlar, istisnasız her biri, bütün alengirli işlerin heyecan verici iniş çıkışlarına karşı büyük, kocaman, hararetli bir aşkla yanıp tutuşuyor, gezegenin gizli tiyatrosuna amansız bir tutku besliyordu./ O günler geride kalmıştı. Dünyayı ilgilendiren kararları artık küçük adamlar alıyordu... yüzsüz bürokratlar, kurulca konuşan... düş kurmayan, bir kontesi baştan çıkaramaz, bir ata binemezken insanlığı idare edebileceklerine inanan adamlar. Kızının eve sürüklediği o siyahlar giyen haydut bile, ister (zehirli bir tohum zarfındaki tatsız bezelyeler gibi birbirinin tıpatıp aynısı olan) komünist ister faşist isterse hıristiyan demokrat olsun, bunların herhangi birinden daha uygundu insanları yönetmek için" 182, 183
-"SEÇİM felsefesi kanun kaçağı felsefesiydi... Evreni, önceden belirlenmiş yasalara göre birbirine çarparak geri tepen bilardo toplarının çalkalanması olarak nitelendiren deterministler, oyunu kendi istekalarıyla oynamakta direten "kanun kaçakları" tarafından tehdit edilmişlerdir daima. Yasalar sınırlamayı betimler. Onların amacı yaratmak değil, denetlemektir. Evren yasalara ancak evrim statik olduğunda, yani evrim soluğunu tuttuğunda uyar. Her şey yeniden değişmeye başlayınca... yasalar seçime izin verir. Ahmaklar yasalara itaat ederler çünkü seçim yapmamayı seçerler. Kanun kaçakları... herhangi bir seçim fırsatı kendiliğinden ortaya çıkmadığında bile seçim yapmaya çalışırlar" 184
-"Amerika Birleşik Devletleri'nin, Tilli ve Max'ın vatanında sağcı bir istibdat rejimini korumak için doğrudan silahlı müdahale dışında yapabileceği bir şey yoktu" 187
-"... insanoğlunun en derin, en otantik deneyimlerini yine sığ bir hevese dönüştürmeye çok hevesli olduğunu..." 189
-"Nasıl ki her gecenin bir sabahı vardıysa Ay da her küçüldüğünde bir de büyümek zorundaydı" 190
-"Devrimin askeri lideri olan başbakan kuvvetli bir şekilde, tekrar tekrar alkışlandı... "Tanrı kraliçeyi korusun!" diye haykırdı başbakan. Başbakanın Tanrı'ya inanmıyor olmasının en ufak bir önemi yoktu... çıkıyordu merdivenleri... ulusallık diş macununun zümrüt kapağı, ırkın buruşuk yüzündeki güzellik alameti" 198
-"Hatta ülkenden söz edilince çoğu kişi boş boş bakıyor. Akla gelen bir şey varsa o da petrol kuyuları, aşırı kazançlar, dini fanatizm ve adi bir zevk anlayışı" 203
-"Sami ırkına özgü burnu, güçlü erkeksi bir şekle sahipti... bir Fenikelinin başı kadar kavisliydi" 206
-"Ahlak kültüre bağlıdır. Kültür iklime. İklim coğrafyaya" 207
-"... tüm çağlardaki şiirin tarihi, Ay için yeni imgeler bulma girişimidir... Ay, Nesneler İmparatoriçesi'dir" 209
-"Fizel'lerin vatanında dişilere pek az değer verildiği izlenimini edindi" 210
-"Ölüm bana ceza değil, ödül" 220
-"... oğlan ve kız fahişeler... Her yabancı kafirin etrafında toplanmış yarım düzine insan ve şehrin Haçlı Seferleri'nden bugüne dek gördüğünden daha fazla yabancı kafir vardı. A'ben Fizel halka yabancı kafirleri vat etmişti ve işte oradaydılar.../... Peşi sıra piramidin en iç bölmesinde aynı sadelikte özel bir resepsiyon verilecekti. Yeni evli çift, yeşilaycı Müslümanların kınayan bakışlarından uzakta yeni evli kafalarını çekebilecekti... Resepsiyon bugüne dek düzenlenmiş bütün kutsal toplantıları dize getirmeye yeterli sayıda şeyh, sultan, şah, emir, vezir, vazo ve haşmetli, kadiri mutlak hükümdar katılacaktı. Bol bol Avrupai lüks de sunulacak, akşam karanlığına dek alkolsüz cümbüş yapılacaktı. İhaj Fizel'in şahsına ait Boeing 747 akşam karanlığında gelinle damadı balayı için Paris'e götürecekti" 223
-"Kokain, kokain, sen neymişsin/ Buldukça içersin/ İçtikçe coşarsın/ Çek bir nefes, geçmez bu heves/ diye uyum içinde söylendiler" 224
-"Wrangle gerçekti./ Bir insan diğerinden nasıl daha gerçek olabilir?" 226
-"... düzmece bir hümanist... Kimileri saklanır, kimileri arar" 227
-"Şampanyayı Katolik bir keşiş keşfetmiş... Tekila, insan kurban etme ve piramitler üzerine ciddi düşüncelere dalan üç-beş Kızılderili tarafından icat edilmiş... Meksika'nın gizli tarihi de şampanya ve tekila arasında bir yerlerdedir" 233
-"Amerika Birleşik Devletleri'ni parmaklarında oynatabileceklerini söylemişti. Amerika herhangi bir kimseyle, mesela Rusya ile savaşa girerse o ve halkının savaşın neticesini belirleyebileceklerini söylemişti. Amerika'nın petrol kaynağını diledikleri vakit kesebileceklerini, ülkemiz için her şeyin sona ereceğini söylemişti.../.../... Yeryüzünde komünistler kadar sıkıcı kimse yoktur, milliyetleri ne olursa olsun. Hem Slavlar zaten karanlık ve kasvetli tarafta yer alıyorlardı. Komünizm, politik idealizmin insanları nasıl androidlere dönüştürebileceğinin en mükemmel örneği... Ama eğlenmek için evimden çıkmam gerekmez. Yine de "rock and roll" yapmanın yolunu bulurum./.../... her totaliter toplumda bir yeraltı dünyası vardır, diyorum sadece. Aslında iki yeraltı dünyası. Bir siyasi direnişle ilgilenen yeraltı dünyası var. Bir de güzellik ve eğlenceyi, yani insan ruhunu korumakla ilgilenen yeraltı dünyası... Nazi işgali altındaki Paris'te Marcel Carne adlı bir sanatçı bir film yaptı... Film, insan ruhunu tüm saçma, uysal ve grotesk kisveleriyle kutluyor... Direnişçiler, Paris'in postunu kurtarmış olabilirler ama Carne onun ruhunu canlı tutmuştu./.../... Bizi ne komünist totalitarizm ne de kapitalist enflasyon durdurabilir... hayat, yasalara ve ekonomiye hükmeden mutsuz, hasta ruhlu androidler yüzünden herhangi bir zevkinden mahrum kalamayacağımız kadar kısa" 239-241
-"Piramitler, gerçekten canlı ve gerçekten aşık olanların ruhlarının üstlerinde durup Ay çığırtkanlığı yapabilecekleri kaideler olarak inşa edildi" 243
-"Nesnellik tek ana temamız değildi kesinlikle. Mesela bireyin evrimi konusu vardı... Uygarlığın, kendi içinde bir amaç değil, evrilen bireyin egzersiz yapma imkanı bulduğu bir tiyatro ya da spor salonu olduğu..." 252
*
20.5.2017-Ankara
11 Mayıs 2017 Perşembe
BOKSÖR BÖCEK
Ned Beauman, Çeviri: Sabri Gürses, Eylül 2011, domingo Yayınları, İstanbul
Arka kapaktaki metinde ana karakterler şöyle anlatılmış: "Nazi eşyaları koleksiyoneri genç bir adam. Bir elli boyunda... eşcinsel -ve yenilmez- bir Yahudi boksör. Üstün ırk çalışmaları saplantıya dönüşmüş aristokrat bir bilimadamı... Üzerinde gamalı haç işareti olan bir böcek..."
Kitabın sonundaki bir metinde de yazar için şöyle denilmiş: "Ned Beauman/ 1985'de doğdu ve Londra'da yaşıyor... Bu onun ilk romanı. 2011'de BBC2 tarafından İngiltere'nin en ümit vaat eden 12 yazarından biri olarak gösterildi."
Ön ve arka kapak ile girişteki sayfalarda kitap için medyada çıkan övgüler aktarılmış. Şöyle: "2010 Guardian ilk roman ödülü finalisti", "Akıl almaz"/ Literary Review, "Olağanüstü"/ The Times, "Nefes kesici"/ Sunday Times, "Sürükleyici"/ Guardian, " Ateşli"/ Independent on Sunday, "Dahice"/ Daily Express, "... büyüleyici... arsız... özgün, nefes kesici... eğlenceli"/ Peter Parker- Sunday Times, "Nükteli, sarsıcı bir zafer... Olmadık ayrıntılarla dolu bu kitapta İngiliz faşizmi, Thule Derneği, anti-semitizm, atonal müzik, seks ve sınıflararası eşitsizlik... Hepsi ağzının payını alıyor. Sağlam ve orijinal bir haşarılık. Üstelik dil ısırtacak kadar arsız. Beauman kendini unutturmayacak"/ Katie Allen- Time Out, "... bastıbacak bir alkolikten trajik bir kahraman çıkarabilmek ciddi bir hüner gerektirir. Bu sarsıcı zafer Beauman'ın 21. yüzyılın en iyi gerçekçi romancılarından beklenen o karmaşık paradoksal ustalığa sahip olduğunu gösteriyor: Eski ve öngörülebilir bir yapıyı alıp onun yeni ve öngörülemeyen bağlantılar üretmesini sağlamak"/ Scarlett Thomas- Guardian, "Öjenik ve ırk kuramlarının saçmalığı üzerine sarsıcı bir kitap, son on yılın herhalde politik açıdan en irkiltici kitabı, üstelik en komiği... Çirkin niyetlere sahip iğrenç tipler bu romanda öyle güzel anlatılmış ki Beauman'ın titiz araştırması hiç olmayacak bir şeye yol açıyor: Tarihte olup bitenlere gülmekten kırılıyorsunuz"/ Anna Swan- Sunday Telegraph, "Bu yeni edebiyatın gücü karşısında hayranlıktan nefesim kesiliyor..."/ Victoria Moore- Daily Mail, "Pis bir ideolojiyi neşeli hale sokmak ustalık ister ve Beauman bu konuda hiç tereddüt etmiyor"/ Rosalind Porter- Literary Review, "Her satırı yerli yerine oturmuş, hassas bir iş... benzersiz bir eser"/ Camilla Pia- The List, "Dizginsiz, çığırından çıkmış bir ilk roman"/ Observer, "Çarpıcı bir zafer... Enerji yüklü, fikirlerle fokurduyor, diliyle nefessiz bırakıyor... seksi, zeki ve acayip matrak bir kitap"/ Jake Arnott, "Nükteli, büyüleyici, haşarı bir kitap"/ James Medd-Word, ve, daha başkaları da var.
*
Ne çok övgü var, değil mi?
Ama ben kitabı beğenmedim!
Ve, şaşırdım: Bu kadar övülecek nesi var ki, dedim!
Galiba sorun bende: Ya okuduğumu anlamıyorum, ya da hiç zevk sahibi değilim!
Başka bir ihtimal olabilir mi?
*
Övgülerde söylendiği gibi, sürükleyici bir kitap, ilginin canlı tutulması konusunda gerçekten başarılı.
Bir de, yer yer, bazı hoş ifadeler-yaklaşımlar!
Bence, olumlu yanı, sadece, bu kadar!
Başka iyi bir yanını göremedim.
Öncelikle, dili iyi değil; ve ayrıca, tırnak ve kesme işaretleri ile parantezler de cabası.
Hele küfürler: O kadar da olur mu?
Sonra, konu-kurgu: Bir yandan, Hitler, Yahudi katliamları, faşist yapılar, ve benzeri, gerçek hayattan alınan pek çok unsur konu edinilmiş, ve ayrıca, "Hitler'in on altı bin kitabı", Hitler'in mektubu, gibi somut olgulardan bahsedilmiş, diğer yandan da, tamamen gerçek üstü-gerçek dışı unsurlara yer verilmiş: 1936 yılında böcek yüzünden ölen bir kişinin günümüzde ulaşılan cesedinden böcekler çıkması...
Benim için hayal kırıklığı oldu, yakıştıramadım!
Neresi gerçek, neresi kurgu!
Oysa o kadar çok unsur kullanılmış ki!
Muhtemelen, bunların çağrışımları-imaları nedeniyle olabilir, bende daha farklı bir kurgu beklentisi oluşmuştu!
Ama, anlaşılan, birçok bölüm, sadece dolgu malzemesi olarak, roman olsun, sayfa dolsun, kabilinden yazılmış, sanki!
Mesela, Polonya ve Amerika sahneleri, dil ile ilgili bölümler, çıkarılsa, hikayede eksiklikleri hiç hissedilmeyecek, gibi!
Bolca değinme var!
Peki, gerçek anlamda anlatılan bir şey var mı?
Kurgu-öngörü var mı?
Ben, göremedim ve herhangi bir mesaj da alamadım!
Evet, sanırım, sorun, bende!
Ve, ne yazık ki, nedenini anlayamıyorum da!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Hitler'in on altı bin kitabının büyük kısmı... Kızıl Ordu'nun eline geçti" 2
-"Londra'nın, sokak lambaları arasındaki fısır fısır bir konuşmaya benzediğini düşündüm... Londra havası parazitten kaskatı kesilmiş bir havadır bence" 7
-"... yoksul bir ülkeye giren kötü bir fikir gibi..." 14
-"Francis Galton'un 1883 yılında Yunanca eu (iyi) ve genes (doğanlar) sözcüklerini birleştirerek "eugenics" adını verdiği ve gelecek kuşaklar için ırk kalitesinin artırılması ya da onarılmasını hedefleyen bir araştırma alanı" 19-Dipnot
-"Fransız tarzı eğri burunlu" 24
-"Erskine... Rüyasında... bir böcekten insana dönüşmüş olduğunu görmüştü./... Cambridge'in o iğrenç kanlı canlı tipleriyle doluydu" 27
-"Hep birlikte anırdılar yine" 28
-"... bu destansı trajedi.../.../... Londra'da yaşayan genç bir bekarın akla hayale sığmaz özgürlüklere sahip olduğunu defalarca duymuş olsa da..." 29
-"Musevi kokusuyla.../... ırksal temizlik... insan türüne ait büyük evrim bilincinin.../... Ona göre kent yoksulları köy yoksullarından çok farklı değildi; zaten ikisini de anlamıyordu. Neden bu kadar çirkin ve yara bere içinde olmak zorundaydılar? Neden çocuklarına bağırıp duruyorlardı? Neden sokağa işiyorlardı?... Marx gerçekten de Londra'da o kadar zaman kalmış mıydı? Öyleyse, bu kara kuru, gri renkli yaratıklar ayaklanacak olsa, ortaya tatsız, ama zar zor görülür bir sonuç çıkacağını, sokak mazgalından çıkan duman gibi bir şey olacağını kesinlikle anlamış olmalıydı./... bir gün öjenik araştırmasında kullanabileceği türden çarpıcı gözlemler için çevresine bakındı" 30, 31
-"... veba çukurundan fırlayan bir kayısı ağacı gibiydi adeta... dünya şampiyonu olacak kadar iyi, bir elli boyunda, dokuz ayak parmaklı, ucube bir Yahudi boksör de neydi şimdi?.../... güzel oluşunu bilmeyişi, onu daha da güzel kılan bir canlıydı o... Hitler, "Geleceğin Alman genci çevik ve narin olmalı; bir tazı gibi kıvrak, deri kadar sağlam ve Krupp çeliği kadar sert olmalı" demişti. Günahkar bunların hepsiydi. Hitler boy konusunda bir şey söylememişti" 32
-"... gerçekten eğitimli bir toplumda, iki klan kısa sürede kaynaşırdı: bilim adamları despot olur, despotlar da bilim adamı olurdu. En azından böceklerde ikisi birden olmak yeterince kolaydı... Julian Huxley'in Ben Bir Diktatör Olsaydım adlı kitabını okumuştu" 33
-"... meseleyi -tıpkı cebir gibi- biraz akıl karıştırıcı bir konu olarak görüyordu" 34, 35
-"... rüyasında iki tavşan gördü; biri beyaz, diğeri siyahtı, bir ameliyat masasında bir araya getirilmişler ve her birinin şah damarı, diğerinin kalbine boşalacak şekilde kesilmişlerdi... Marx dışında Freud da okumuştu... Sonunda bu rüyanın onun bilinçdışının bir ürünü olmadığını, 1870 yılında "eugenics" sözcüğünün mucidi olan büyük Francis Galton tarafından, kuzeni Charles Darwin'in pangenesis* kuramını çürütmek üzere yapılan gerçek bir deney olduğunu hatırladı. "Anestezinin etkisi geçtikten sonra tavşanların ne kadar hızlı iyileştiğini görmek büyüleyiciydi" diye yazmıştı Galton. "Birkaç dakika önce bedenlerindeki kanın neredeyse yarısını değiştiren bir ameliyat, onların mizaçlarına ve cinsel iştahlarına hiçbir zarar vermedi."/ * Darwin'in kalıtımı açıklamak üzere ortaya attığı ve Yunanca pan(bütün) ve genesis (doğum, köken) sözcüklerini birleştirerek adlandırdığı bir hipotez" 36
-"Trimethylaminuria... Genlerimizdeki bir harf hatası yüzünden bedenlerimiz... enfeksiyonları kokutan, trimethylamine adlı kimyasal bir maddeyi parçalayamıyor... Tedavisi yoktur... çoğumuz otuzuna varmadan intihar ederiz.../ Trimethylaminuria dışında bende astım, egzama, mesane sivilcesi, hafif çaplı huzursuz bağırsak sendromu ve başka bir düzine ölümcül olmayan hastalık var... o çocuk kalmış budala adamlardan biri... Stuart, elli yıl içinde insanın beyninin bir bilgisayara yükleyip, bir hard diskteki kıvılcımlar halinde yaşamasının mümkün olacağından emin" 37
-"Galli Ariosofist*/ *Ariosofi ari ırklarla, aryanlarla ilgili gizemci bilgilerle ilgilenen bir araştırma alanı olarak 1915'te, Thule Derneği'ne de yakın olan Lars von Liebenfels tarafından ortaya atılmıştı" 41
-"Bildiğim kadarıyla, Thule Derneği en az seksen yıldır aktif değildi./ Dernek 1914 yılında... Adını... Amerikalı senatör Ignatius L. Donnely tarafından Atlantis'in gerçek mekanı ve Aryan ırkın doğum yeri olarak saptanan, Kuzey Kutbu yakınlarındaki olduğu söylenen kayıp bir ütopyanın başkenti olan Thule'dan almıştı... 1919 yılında Thule üyesi olan iki kişiden... örgüt için politik bir vitrin kurmaları istenmişti; onlar da Alman İşçi Partisi'ni kurdu. Sonra, 1920 yılında, Adolf Hitler aralarına katıldı ve partinin ismi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi oldu./ Ondan sonrası pek bilinmiyor. Bavyera Sovyet Cumhuriyeti'nin ajanlarından kaçan Sebottendorff Türkiye'ye gitti ve yaygın varsayımlara göre Thule Derneği de güve kozası gibi dağıldı... çok kişi, Nazi Partisi'nin Ariosofist büyücüler için bir vitrinden başka bir şey olmadığı inancındadır. (Bu arada, geri kalanlar da, Hitler'in ya İngiliz gizli ajanı ya da bir tür eşcinsel mafya patronu olduğuna inanır.)/ Hatta Stuart... 11 Eylül saldırılarının arkasında Thule Derneği'nin olduğunu söylemiş... Amerikan ordusunun... onlarca Nazi bilim adamını gemilerle Amerika'ya, nükleer fizik ve roketçilik alanında çalışmaya götürdüğünü zaten duymuşsunuzdur. Aslında, onların asıl uzmanlıkları, diyor Stuart, sıfır yerçekimi, uzayda hayat ve ruh çağırmaydı; çoğu da Thule Derneği'nin üst kademelerindeki kimselerdi. Bu bilim adamları bir fırstını bulup Yale Üniversitesi'ndeki kuzenleriyle, yani Kafatası ve Kemik Kulübü'yle işbirliği yapmış, ve bu işbirliği, yirminci yüzyılda, CIA'nın mimarı olan Robert A. Lovett ve iki başkan Bush gibi çok güçlü kişileri ortaya çıkarmıştı. Bu "Ölüm Kardeşliği" Üçüncü Reich'i Dördüncü Reich, yani Amerika'nın Yeni Dünya Düzeni için bir ön çalışma olarak görüyordu; ve bunların en son pis numaraları arasında Dünya Ticaret Merkezi kulelerin uzaktan kumandalı plastik patlayıcılarla ve iki holografik uçakla havaya uçurulması da vardı. En son hedefleri de Tibet'te karlar altında yatan kutsal Agartha şehrini ele geçirmek ve dünyaya sonsuza dek hakim olmak için onun doğaüstü güçlerinden yararlanmaktı" 42, 43
-"... bir şehrin bir milyon esrarın kesişimi çevresinde büyüyen bir şey olduğunu düşündüm" 44
-"New York'un Londra'dan daha da muhteşem bir şehir olduğunu hissedebiliyordu... Fakat sık sık Günahkar'ın kederinden değil, sarhoşluğa da diğer her şeye baktığı gibi baktığından içtiğini hissediyordu: fethedilecek bir alan, sınanacak bir rakip, kullanılıp atılacak bir sevgili. Hile yapmak yok, ısırmak yok... Ama hile yapmak ve ısırmak, insanın kendine ait olmayana biraz olsun tutunmasının iki yoluydu. Günahkar da, yapabilse, durdurulmasa, dünyayı tüketinceye kadar hile ve ısırığa boğacaktı. Ya da parmak ve dişlerinden başka neyi varsa tüketinceye kadar. Ya da her şeyini tüketinceye kadar.../... sadece New York'ta gökyüzü, asla unutamayacağı kadar derin bir cömertliğe sahipti.../ Haham Berg... sanki bir karides ağına yakalanmış gibiydi.../... Haham Berg gibi biriyle, Albert Kölmel gibi biri arasındaki farkın gerçekten ne olduğunu düşündü Günahkar. Herkesi tanırdınız, herkes sizi tanırdı ve bu da gücünüzün temeli olurdu: çok geçmeden, size bir iyilik borcu olmayan kimse kalmazdı etrafta.../.../... dedi Berg. "Yahudileri bokstan çıkardın mı, boks diye bir şey kalmaz. Bundan gurur duymamız gerekir. Bu da bir tesadüf değil sanırım. Düzgün beslenmeyi biliyoruz. Oruç tutmayı biliyoruz. Temiz olmayı biliyoruz. İyi alışkanlıklar sahibi olmayı biliyoruz. Bizden elbette iyi boksör çıkar...".../.../ "Darwin de Yahudiydi, biliyorsun" dei Berg./ "Değildi" dedi Siedelman./ Berg güldü. "Hayır, değildi. Ama sen Talmud'unu oku. Yedi yılda bir, Haşem hayvanları başka hayvanlara değiştirirdi. Bunu biliyor muydun Seth? Bir zamanlar erkeklerle kızların bir olduğunu, sonra iki olduklarını biliyor musun?"... "Ayrıca Zohar'da, maymunların günahkar insanların atası olduğu söyleniyor. Görüyorsunuz; her zamanki gibi, önce biz bulduk."/ "Musa kesinlikle Darwinciydi" diye fikir belirtti Pearl. "Aşiretinin en tepeye çıkmasını yoksa niye istesin? Onların soyunun yeryüzüne sahip olmasını?"/ "Hıristiyanlar panikliyor" dedi Berg. "On bin yıldan eski fosiller bulup, sanki hiç yokmuşlar gibi davranmak zorunda kalıyorlar. Ama Yahudiler fosil bulunca ne oluyor; bunların bizimkinden önceki dünyaların kanıtı olduğunu söylüyorlar. Torah'ın bilimle bir derdi yok."/ "Biliyor musunuz Haham, Darwin'den önce Hıristiyanların bir de Tasarıma Dayalı Kanıt diye bir şeyleri vardı" dedi Pearl. "Şöyle derlerdi; 'Çayırdaki şu güzel kelebeklere bir baksanıza! Bunları ancak Tanrı yaratmış olabilir.' İbraniyse şöyle derdi; 'Çayır da ne haltmış bakalım?'".../.../... Berg. "... Ben de Balfour'a diyorum ki, sen de New York'un Hawlsmoor'u olmalısın. Otoyollarını ve parklarını kabala şekli çizecek şekilde yapmalısın -belki Yaşaam Ağacı; sefirot da olur- bunu da Yahudilerden başka kimse bilmez. Harika bir şey olmaz mıydı?"/.../ "New York Şehir Planlama Komisyonu'nda çalışıyorum bayım."/.../... dedi Siedelman, "... Çok geçmeden burası da Almanya gibi olacak... Orada yaşayan arkadaşlarım artık hiçbir şey gerçek değil burada diyor. Para bir yalan, bir fantezi; o yüzden her şey artık onlara yalan geliyormuş..."/.../... dedi Pearl, "... güçlü bireyin sorumluluğundadır. Kesinlikle yönetimin değil. Hele piyasanın hiç değil."/.../... dedi Berg. "... o güçlü birey Herr Hitler..."/.../... dedi Berg. "... ama bir insanın doğduğu sokaklara yönelik tiksintiyle, insanın kendisine yönelik tiksintiyi birbirinden ayırmak zordur... Yahudiler, günahın insandan mantar gibi çekip koparabileceğin bir şey olmadığını bilirler. Onun evinin hatırası da, ne kadar pis olursa olsun, öyledir.".../.../ "Senin aradığın dünyada onun gibi çocuklar olmaz."... Berg. "Darwin'e döneyim. Anladığım kadarıyla mutasyon olmazsa evrim de olmuyor. Yoksa hepimiz hala çorbadaki bakterilerdik..."/.../ "... Ve insanlar her şeyin öngörülemediği yerlerde yaşadıklarında daha mutlu olurlar... insan biraz karanlığa da ihtiyaç duyar..."..." 48-56
-"1892 yılında ise Oscar Gude elektrik ampulleriyle bir şeyler satma fikrini buldu.../.../... Gude'a göre, sanatla reklam aynı canavarın iki ismiydi. Böylesi eşkiyavari bir fikirle New York'ta zengin olacak son kişi o değil bence; ilk kişi olduğunu sanan son kişi de değil... Fakat Gude şunu çok iyi anlamıştı: insanları sanata bakmaya zorlayamazsın; ama sokağın ortasına yüz bin ampul koyduğun zaman, reklama bakmaya zorlayabilirsin. Bu fikir hoşuna gitti. Şehrin bir parçasını sahiplenmek hoşuna gitti. Bir tür fetih bu aslında. Broadway üzerine Wrigley sakızlarının reklam tabelasını koyduğu vakti hatırlıyorum... İnsanları, onlara sakız sattığını söyleyerek heyecana boğuyorsun.../.../... Onlara tam bir meziyet hiyerarşisi önerdim; ama tabii kimse istemedi.../.../ O formlar insanları derecelendirmek içindi" 60-62
-"Yakup özgür iradenin boş bir şey olduğunu, bizim hep hayvani içgüdülerimizin kölesi olduğumuzu söylemiş" 64
-"... doğu Avrupa... "Oralarda sabahları ayakkabınızı şöyle bir sallayın, içinden mutlaka bilinmeyen bir altcins düşer yere.".../ Gittins... yirmi yıl boyunca yanında, içinde... (tahtakurusu) kolonisi bulunan cam bir şişe taşımıştı. Bunları her gece tüylü kalçasına döküyor, kanıyla beslenmelerini sağlıyordu; tüm bunlar çene kemiği büyüklüğü ile beslenme alışkanlıklarını ilgilendiren uzun vadeli, anlaşılması güç bir deneyin parçasıydı... Gittins'in entomolojik olmayan tek hobisi dillerdi; Lehçe de dahil yaklaşık bir düzinesini konuşabiliyordu" 66, 67
-"Saat sekizde Gittins pantalonunu çıkardı ve neşeyle mırıldanarak tahtakurularını besledi; acayip derecede erotik bir ritüeldi bu" 68
-"Anglosakson ırkının ıslah edilmesi. Tohum-plazmanın zaferi./.../ Yapılması gereken tek şey sistemli şekilde cesaretlendirme ve cesaret kırma" 71, 72
-"İşte o sırada çocuğun ona kimi hatırlattığını anladı, karşısında büyük coşku duyduğu... Hitler'di bu kişi./.../... Orada çocuk Erskine'e arkasını döndü ve pantolonunu indirip öne eğildi. Erskine donakalmıştı.../... bu isimsiz Polonyalı... on beş-on altı yaşlarındaki bu çocuk, ne yapmış, ya da ne görmüştü ki, kendini böyle sunmayı öğrenmişti" 74, 76, 77
-"Aynı Orta Çağ kentlerindeki katedraller gibi, her yerden görünür olacaktı; ama yine de kimseye şekli ve konumunun nedeni açıklanmayacaktı" 80
-"Teymur" 82
-"Sabahın soluk ışığı, çıplak bir kız görmektense ölü bir kız görmeyi tercih eden sapık bir oğlan gibi tir tir titreyerek morgun pencerelerinden içeri süzüldü" 85
-"... onun yaşadıklarını atlatmayı başaran birinin bir daha hayatında dürüst bir iş yapmaması gerektiğine karar vermiş ve sonra da bir tür profesyonel olmuştu" 86
-"... gece boyu açık sinemalardan birinde birkaç saat kestiriyordu; haber gösterimlerinde sürekli Mussolini ile Kral Edward dönüyordu" 88
-"İnsan aklını küçültüp zayıflatmanın ne kadar kolay olduğunu düşünmek hoşuna gitmiyordu" 103
-"... sözgelimi Yahudiler için de durum böyle. Yahudiler büyük ölçüde açgözlü, hain ve sevimsiz olur; bu yüzden de büyük dehaların birçoğu, onların uygar toplumlardan kovulmaları gerektiğine inanır.../.../ Fakat Yahudiler aynı zamanda çok kurnaz oluyorlar; parayla da araları çok iyi. Bence böyle rezil bir tarzda parayla haşır neşir olan kurnaz Anglosakson sayısı çok az. Ama bu özellik tümden kaybolursa yazık olur doğrusu. Yeri geldiğinde işe yarıyor... bazı koşullarda, iyi nitelikleri kötü olanlardan ayırmak için gelişmiş seçici üremeden yararlanıp, sadece kötü niteliklerin silinmesini sağlamak gibi bir yol var. Yahudinin kurnazlığını korursun -hatta iki katına çıkarırsın- ama onun rezil taraflarını yok edersin... tek tek bütün cinsel çiftleşmeleri en az bir düzine kuşak boyunca planlayabilmesi gerekiyor.../.../... İngiliz ordusunun her askeri senin kadar güçlü kuvvetli olsa, o zaman bütün dünya korkar bizden. Ama aynı şekilde, eğer her asker senin kadar bodur olsa, tam bir alay konusu oluruz. Sen, sakat ama zeki köpek gibisin; anlıyor musun? Ya da, açgözlü ama kurnaz aşiret gibi. Peki ne yapmalı? Senin üremene izin vermeli mi, vermemeli mi? Ortodoks öjenikçiler sana izin vermemek gerektiği söylerdi... kalıtım olarak alınan bir özellik genel nüfustan bir eğriyle uzaklaşabilir ve sonra geri dönebilir.../.../... iyi bir aileden geliyorum... Burada kimse İngiltere'nin iyi ailelerine müdahale etmeye cesaret edemez... Polonya'dan getirdiğim böceklerde deniyorum. İstenmeyen bütün nitelikleri silinmiş, ama istenen bütün nitelikleri güçlendirilmiş bir nesil yetiştirmeye çalışıyorum" 112-114
-"Lydia Erskine... 1881 sonbaharında... tam da Yahudilerin Fluek köyünden kovulduğu gün, İngilizceden zarfları çıkarmaya karar verdi./.../... Philip Erskine.../... Ultima Thule... kapanışından bu yana neyle meşgul olacağını bilemez haldeydi -kurlaşma ve evlilik gibi geç bir deneye kalkışmasına yol açan şey de buydu; ama sonra yine sıkılmıştı. Thurlow şiirle ilgilenmesini salık vermişti; ama Erskine şiirin, insani çabanın ateşli bir asalağı olduğu görüşüne vardı.../... bir Fransız... Müzisyen, Solresol denen, yedi notaya dayalı tümüyle yeni bir iletişim tarzı icat etmişti: do, re, mi, fa, sol, la, si... Aziz Hildegard... meleklerle konuşmak için dokuz yüz kelimelik bir dil icat etmişti.../.../... evrensel yapay bir dil konusunu düşünüyordu; kurallar dışına çıkmayan, tuhaflıkları ya da ikili anlamları olmayan bir dil... her sözcüğün kendi nesnesiyle kusursuz bir Adem ilişkisine sahip olduğu bir dilde, yanlış anlamaya da, paradoksa da yer yoktu./... böylesi bir dil oluşturmak, geleceği icat etmek olacaktı./... dedi Thurlow... "Bir dilin, gizli geçitlere ve kapalı zindanlara ihtiyacı vardır. Yoksa benim gibi şairler işsiz kalır."/.../... Latince ve Yunanca dışında, mevcut hiçbir dilden etkilenmemiş bir dil oluşturmaya kararlıydı... Zarfları geri koymayı bile düşünmek zorunda kaldı; ama Haziran 1882'de onlara gerek olmadığı kararına vardı... 1890... Pangaeaca Dil Bilgisi ve Sözlüğü.../... O dönemde Avrupa'nın en popüler yapay diliydi Volapük; iki yüz konuşanı vardı... Volapük'ün... Alman bir rahip tarafından yaratıldığını.../... daha kötüsü... Amersham'ın da yapay bir dil üzerinde çalışmakta olduğunu öğrenmesiydi. Yorkshire'da, Orba denilen bu yeni dil için bir kulüp bile kurulmuş, üyeleri çoktan İncil'i çevirmeye başlamıştı.../ Fakat 1901 yılında Pangaeaca da, Orba da, Volapük de, Esperanto'nun hücumuyla bir kenara itildi... Zamenhof. "Ruslarla Lehler, Almanlarla Yahudiler; hepimiz birbirimizden nefret ederiz, ama birlikte yaşamak zorundayız... Kimse bir Yahudi kadar güçlü bir şekilde hissedemez, hiçbir ulusa ait olmayan bir dile duyulan ihtiyacı; çünkü Yahudi, çoktan ölmüş bir dilde Tanrı'ya dua etmek zorundadır. Ona tüküren insanların dilinde eğitim alır ve yeryüzünün dört bir yanında hiç iletişim kuramadığı ama onun gibi acı çeken insanlar vardır."... Erskine... bir Yahudinin bir dil icat etme küstahlığında bulunmasından yakındığı zaman, Thurlow ona Joseph Addison'ın... 1712 tarihli makalesinden alıntıyla yanıt verdi: "... tek başlarına pek bir değerleri olmasa da, bütün iskeleti bir arada tutmak için kesinlikle gereklidirler.".../.../ Heyet 1903 yılında... toplandı... Heyet bu iş için bir Komite atadı. Komite bir Komisyon atadı. Komisyon Heyet'i dağıttı ve onun yerine bir Birlik atadı. Birlik bir Komite ile bir Akademi atadı. Akademi bir Dernek atadı. Bütün bunlar çok mantıklı bir şekilde yapılıyordu.../ (Böylece aslında hiçbir yeni dil, Esperantı bile, zafer kazanamadı... Hitler... Üçüncü Reich'ın dört bir yanında Pangaeaca ve Esperanto öğretilmesini yasakladı... Bu araada Stalin dde, dünya devriminin bir dünya diline sahip olması gerektiği görüşüne varmıştı; hem Pangaeca, hem de Esperanto öğrenmeye çalıştı. Başaramadı ve bu dilleri Sovyetler Birliği'nde yasakladı... 1939 yılında Vilnius'taki bir hapishane hücresine giren bir Pangaeacacı, bir Esperantocu ve bir Yahudiyle ilgili şu gerçek hikayeyi duyma fırsatı... "Şalom" dedi Yahudi. "Saluton" dedi Esperantocu, "İlakş" dedi Pangaeacacı. Birbirlerini anlayamadılar ve hepsi açlıktan öldü.)" 116-124
-"Böceklerden biri kendini, tekrar tekrar, geriye çekilip çekilip cama vuruyordu. Her vuruşla birlikte cam titriyor ve çatlak büyüyordu. Ve öylece, gözlerinin önünde böcek, kabın içinden camı ve toprağı patlatarak çıkıp dosdoğru karşıdaki masaya uçtu; masada... canlı solucan vardı.../.../ "Anophthalmus hitleri" dedi Erskine... "Türünün ilk örneği."/... bir köpek kadar güçlü olan bu kınkanatlıyı, böceklerin bu Seth Roach'unu yaratmıştı.../... Herr Hitler'e bir mektup yazacak ve zarfın içine böceğin tek örneğini koyacaktı. Erskine'in çalışmasını anlayacak tek bir kişi vardıysa, o da Hitler'di... o muhteşem lider" 129, 130
-"Batman komik dururdu. Çizmelerine sakız falan yapışırdı... Grublock'ın lüks inşaatları ise, yasal kılıfına uydurup vergi kaçırmayı haydutluk sayan tiplere hitap ediyor" 133
-""Ben sıradan insanları umursamıyorum; çünkü onlar beni hiç umursamıyor." Aslında ikimiz de biliyorduk; bu durumun ardında kalbinin derinliklerinden kopup gelen Nietzscheci sebepler yatıyordu... "...Edebiyat açısından otopark bileti neyse, mimari açıdan öyle olan bir yerde."..." 134
-"1915 yılında... Hampshire'dan ayrıldığı sırada, sıradan bir oda evin göbeğine en az altı farklı yoldan bağlanabiliyordu... Batının Çöküşü'nde... tek şeyin bilime tapmak..." 138, 139
-"1928 yılında... en kaliteli pirinç beyni satın aldı" 140
-"... hafiften Akdeniz tipli bir beyefendiyle.../.../... yoksullara yaptığı büyük bağışları haklı çıkarmak istediği zamanlar dışında siyasetle ilgilenmezdi. Evlendikten kısa bir süre sonra, bir erkekten çok bir evle evlendiğini anlamıştı" 141, 142
-"Amadeo'nun önemsiz İtalyan Fütüristlerinden biri olduğunu hatırladı... Avrupa'yı ancak bir savaşın yeniden canlandıracağını dile getirmişti" 143
-""En kötüsü aristokratlar" dedi Bruiseland. "Bütün paralarını mücevherle at yarışlarına harcıyorlar, evleri harabeye dönüyor; o yüzden sırf çeyizi için zengin bir Yahudi kadınla evleniyorlar. Yahudiler soylu ailelere de el attı mı; hepimiz mahvoluruz. Roma İmparatorluğu'nun başına gelen de buydu işte."/.../... dedi Morton. "Bilirsiniz, Bismarck bir keresinde Yahudilerle Almanların çocuklarının ne kadar iyi çıktığını belirtmişti. Semit bir kısrağın bir Alman aygırı için kötü bir eş olmadığını... söylemişti. Nietzsche de aynı şeyi söyledi...".../.../ "Nietzsche vazgeçilmez biri" dedi Amadeo. "Bize Hıristiyanlığın Museviliğin bir tümöründen ibaret olduğunu gösterdi."..." 154, 155
-""Ah, Tanrı aşkına, nedir bu arılık denen şey?" diye sordu Morton. "İngilizler melez -yarı Norveçli, yarı Kelt, yarı Roman, yarı Norman. Herkes biliyor bunu. Chamberlain bile bizim kuzeyden gelen 'arı Aryanlar' kadar iyi olmadığımızı söyledi."..." 157
-""Yine aynı şey bu; sadece yılanın kafası Moskova'da, kuyruğu da New York'ta" dedi Berthold Mowinckel... "Hepsi de Yahudi, ve hepsi de uygar Avrupa'ya diz çöktürmek istiyor...".../ "... dedi Amadeo. "Kapitalist piyasa sisteminde kendilerini iyi hissediyorlar; çünkü bütün dinleri bir sözleşmeye dayanıyor. Tabii bir de çölün etkisi var. Yakıcı güneş ve berrak ay ışığı ruhsuz entelektüalizmi besliyor. Duyular ve duygular solup gidiyor; geriye kalan şey altın oluyor..."/.../ ... dedi Bruiseland... "Parlamento'nun, hükümeti hükmetmekten alıkoymaktan başka bir amacı var mı; amacı varsa tabii? Parça parça monarşiyi parçaladı, Kilise'yi parçaladı ve sonunda taşra soylusunu bile parçaladı. Ülkede düzeni sağlayabilecek her şeyi parçaladıktan sonra da, bizi Yahudilerin merhametine bıraktı."/.../... "... "Bundan daha iyi bir 'Ulusal Lonca' olamaz. Bize gereken, yapılması gerekeni yapmaktan korkmayan bir kral."/.../... dedi Aslet... "... -'Herkes okumayı öğrensin, herkes dükkanlara gitsin!'- bu kadarı çok faza... Yaşam artık o kadar delice bir şey oldu ki, insanların onun gerçek değerini anlayabilmesi çok zor..."..." 159-161
-"... ahenk, kansız tiranlığın sesidir" 170
-"Bugünümüze yarınımız yön verir/ Slogan Nietzsche... alıntıydı" 227
*
Temel bir mesele, övgülerin nedeni mi, yoksa?
"Rıza imalatı!"
Ya da belli bir anlayışı oluşturma-pekiştirme!
Ve ticaret...
Öyle ise, sonuç çok başarılı sayılmaz mı?
13.5.2017-Ankara
Arka kapaktaki metinde ana karakterler şöyle anlatılmış: "Nazi eşyaları koleksiyoneri genç bir adam. Bir elli boyunda... eşcinsel -ve yenilmez- bir Yahudi boksör. Üstün ırk çalışmaları saplantıya dönüşmüş aristokrat bir bilimadamı... Üzerinde gamalı haç işareti olan bir böcek..."
Kitabın sonundaki bir metinde de yazar için şöyle denilmiş: "Ned Beauman/ 1985'de doğdu ve Londra'da yaşıyor... Bu onun ilk romanı. 2011'de BBC2 tarafından İngiltere'nin en ümit vaat eden 12 yazarından biri olarak gösterildi."
Ön ve arka kapak ile girişteki sayfalarda kitap için medyada çıkan övgüler aktarılmış. Şöyle: "2010 Guardian ilk roman ödülü finalisti", "Akıl almaz"/ Literary Review, "Olağanüstü"/ The Times, "Nefes kesici"/ Sunday Times, "Sürükleyici"/ Guardian, " Ateşli"/ Independent on Sunday, "Dahice"/ Daily Express, "... büyüleyici... arsız... özgün, nefes kesici... eğlenceli"/ Peter Parker- Sunday Times, "Nükteli, sarsıcı bir zafer... Olmadık ayrıntılarla dolu bu kitapta İngiliz faşizmi, Thule Derneği, anti-semitizm, atonal müzik, seks ve sınıflararası eşitsizlik... Hepsi ağzının payını alıyor. Sağlam ve orijinal bir haşarılık. Üstelik dil ısırtacak kadar arsız. Beauman kendini unutturmayacak"/ Katie Allen- Time Out, "... bastıbacak bir alkolikten trajik bir kahraman çıkarabilmek ciddi bir hüner gerektirir. Bu sarsıcı zafer Beauman'ın 21. yüzyılın en iyi gerçekçi romancılarından beklenen o karmaşık paradoksal ustalığa sahip olduğunu gösteriyor: Eski ve öngörülebilir bir yapıyı alıp onun yeni ve öngörülemeyen bağlantılar üretmesini sağlamak"/ Scarlett Thomas- Guardian, "Öjenik ve ırk kuramlarının saçmalığı üzerine sarsıcı bir kitap, son on yılın herhalde politik açıdan en irkiltici kitabı, üstelik en komiği... Çirkin niyetlere sahip iğrenç tipler bu romanda öyle güzel anlatılmış ki Beauman'ın titiz araştırması hiç olmayacak bir şeye yol açıyor: Tarihte olup bitenlere gülmekten kırılıyorsunuz"/ Anna Swan- Sunday Telegraph, "Bu yeni edebiyatın gücü karşısında hayranlıktan nefesim kesiliyor..."/ Victoria Moore- Daily Mail, "Pis bir ideolojiyi neşeli hale sokmak ustalık ister ve Beauman bu konuda hiç tereddüt etmiyor"/ Rosalind Porter- Literary Review, "Her satırı yerli yerine oturmuş, hassas bir iş... benzersiz bir eser"/ Camilla Pia- The List, "Dizginsiz, çığırından çıkmış bir ilk roman"/ Observer, "Çarpıcı bir zafer... Enerji yüklü, fikirlerle fokurduyor, diliyle nefessiz bırakıyor... seksi, zeki ve acayip matrak bir kitap"/ Jake Arnott, "Nükteli, büyüleyici, haşarı bir kitap"/ James Medd-Word, ve, daha başkaları da var.
*
Ne çok övgü var, değil mi?
Ama ben kitabı beğenmedim!
Ve, şaşırdım: Bu kadar övülecek nesi var ki, dedim!
Galiba sorun bende: Ya okuduğumu anlamıyorum, ya da hiç zevk sahibi değilim!
Başka bir ihtimal olabilir mi?
*
Övgülerde söylendiği gibi, sürükleyici bir kitap, ilginin canlı tutulması konusunda gerçekten başarılı.
Bir de, yer yer, bazı hoş ifadeler-yaklaşımlar!
Bence, olumlu yanı, sadece, bu kadar!
Başka iyi bir yanını göremedim.
Öncelikle, dili iyi değil; ve ayrıca, tırnak ve kesme işaretleri ile parantezler de cabası.
Hele küfürler: O kadar da olur mu?
Sonra, konu-kurgu: Bir yandan, Hitler, Yahudi katliamları, faşist yapılar, ve benzeri, gerçek hayattan alınan pek çok unsur konu edinilmiş, ve ayrıca, "Hitler'in on altı bin kitabı", Hitler'in mektubu, gibi somut olgulardan bahsedilmiş, diğer yandan da, tamamen gerçek üstü-gerçek dışı unsurlara yer verilmiş: 1936 yılında böcek yüzünden ölen bir kişinin günümüzde ulaşılan cesedinden böcekler çıkması...
Benim için hayal kırıklığı oldu, yakıştıramadım!
Neresi gerçek, neresi kurgu!
Oysa o kadar çok unsur kullanılmış ki!
Muhtemelen, bunların çağrışımları-imaları nedeniyle olabilir, bende daha farklı bir kurgu beklentisi oluşmuştu!
Ama, anlaşılan, birçok bölüm, sadece dolgu malzemesi olarak, roman olsun, sayfa dolsun, kabilinden yazılmış, sanki!
Mesela, Polonya ve Amerika sahneleri, dil ile ilgili bölümler, çıkarılsa, hikayede eksiklikleri hiç hissedilmeyecek, gibi!
Bolca değinme var!
Peki, gerçek anlamda anlatılan bir şey var mı?
Kurgu-öngörü var mı?
Ben, göremedim ve herhangi bir mesaj da alamadım!
Evet, sanırım, sorun, bende!
Ve, ne yazık ki, nedenini anlayamıyorum da!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Hitler'in on altı bin kitabının büyük kısmı... Kızıl Ordu'nun eline geçti" 2
-"Londra'nın, sokak lambaları arasındaki fısır fısır bir konuşmaya benzediğini düşündüm... Londra havası parazitten kaskatı kesilmiş bir havadır bence" 7
-"... yoksul bir ülkeye giren kötü bir fikir gibi..." 14
-"Francis Galton'un 1883 yılında Yunanca eu (iyi) ve genes (doğanlar) sözcüklerini birleştirerek "eugenics" adını verdiği ve gelecek kuşaklar için ırk kalitesinin artırılması ya da onarılmasını hedefleyen bir araştırma alanı" 19-Dipnot
-"Fransız tarzı eğri burunlu" 24
-"Erskine... Rüyasında... bir böcekten insana dönüşmüş olduğunu görmüştü./... Cambridge'in o iğrenç kanlı canlı tipleriyle doluydu" 27
-"Hep birlikte anırdılar yine" 28
-"... bu destansı trajedi.../.../... Londra'da yaşayan genç bir bekarın akla hayale sığmaz özgürlüklere sahip olduğunu defalarca duymuş olsa da..." 29
-"Musevi kokusuyla.../... ırksal temizlik... insan türüne ait büyük evrim bilincinin.../... Ona göre kent yoksulları köy yoksullarından çok farklı değildi; zaten ikisini de anlamıyordu. Neden bu kadar çirkin ve yara bere içinde olmak zorundaydılar? Neden çocuklarına bağırıp duruyorlardı? Neden sokağa işiyorlardı?... Marx gerçekten de Londra'da o kadar zaman kalmış mıydı? Öyleyse, bu kara kuru, gri renkli yaratıklar ayaklanacak olsa, ortaya tatsız, ama zar zor görülür bir sonuç çıkacağını, sokak mazgalından çıkan duman gibi bir şey olacağını kesinlikle anlamış olmalıydı./... bir gün öjenik araştırmasında kullanabileceği türden çarpıcı gözlemler için çevresine bakındı" 30, 31
-"... veba çukurundan fırlayan bir kayısı ağacı gibiydi adeta... dünya şampiyonu olacak kadar iyi, bir elli boyunda, dokuz ayak parmaklı, ucube bir Yahudi boksör de neydi şimdi?.../... güzel oluşunu bilmeyişi, onu daha da güzel kılan bir canlıydı o... Hitler, "Geleceğin Alman genci çevik ve narin olmalı; bir tazı gibi kıvrak, deri kadar sağlam ve Krupp çeliği kadar sert olmalı" demişti. Günahkar bunların hepsiydi. Hitler boy konusunda bir şey söylememişti" 32
-"... gerçekten eğitimli bir toplumda, iki klan kısa sürede kaynaşırdı: bilim adamları despot olur, despotlar da bilim adamı olurdu. En azından böceklerde ikisi birden olmak yeterince kolaydı... Julian Huxley'in Ben Bir Diktatör Olsaydım adlı kitabını okumuştu" 33
-"... meseleyi -tıpkı cebir gibi- biraz akıl karıştırıcı bir konu olarak görüyordu" 34, 35
-"... rüyasında iki tavşan gördü; biri beyaz, diğeri siyahtı, bir ameliyat masasında bir araya getirilmişler ve her birinin şah damarı, diğerinin kalbine boşalacak şekilde kesilmişlerdi... Marx dışında Freud da okumuştu... Sonunda bu rüyanın onun bilinçdışının bir ürünü olmadığını, 1870 yılında "eugenics" sözcüğünün mucidi olan büyük Francis Galton tarafından, kuzeni Charles Darwin'in pangenesis* kuramını çürütmek üzere yapılan gerçek bir deney olduğunu hatırladı. "Anestezinin etkisi geçtikten sonra tavşanların ne kadar hızlı iyileştiğini görmek büyüleyiciydi" diye yazmıştı Galton. "Birkaç dakika önce bedenlerindeki kanın neredeyse yarısını değiştiren bir ameliyat, onların mizaçlarına ve cinsel iştahlarına hiçbir zarar vermedi."/ * Darwin'in kalıtımı açıklamak üzere ortaya attığı ve Yunanca pan(bütün) ve genesis (doğum, köken) sözcüklerini birleştirerek adlandırdığı bir hipotez" 36
-"Trimethylaminuria... Genlerimizdeki bir harf hatası yüzünden bedenlerimiz... enfeksiyonları kokutan, trimethylamine adlı kimyasal bir maddeyi parçalayamıyor... Tedavisi yoktur... çoğumuz otuzuna varmadan intihar ederiz.../ Trimethylaminuria dışında bende astım, egzama, mesane sivilcesi, hafif çaplı huzursuz bağırsak sendromu ve başka bir düzine ölümcül olmayan hastalık var... o çocuk kalmış budala adamlardan biri... Stuart, elli yıl içinde insanın beyninin bir bilgisayara yükleyip, bir hard diskteki kıvılcımlar halinde yaşamasının mümkün olacağından emin" 37
-"Galli Ariosofist*/ *Ariosofi ari ırklarla, aryanlarla ilgili gizemci bilgilerle ilgilenen bir araştırma alanı olarak 1915'te, Thule Derneği'ne de yakın olan Lars von Liebenfels tarafından ortaya atılmıştı" 41
-"Bildiğim kadarıyla, Thule Derneği en az seksen yıldır aktif değildi./ Dernek 1914 yılında... Adını... Amerikalı senatör Ignatius L. Donnely tarafından Atlantis'in gerçek mekanı ve Aryan ırkın doğum yeri olarak saptanan, Kuzey Kutbu yakınlarındaki olduğu söylenen kayıp bir ütopyanın başkenti olan Thule'dan almıştı... 1919 yılında Thule üyesi olan iki kişiden... örgüt için politik bir vitrin kurmaları istenmişti; onlar da Alman İşçi Partisi'ni kurdu. Sonra, 1920 yılında, Adolf Hitler aralarına katıldı ve partinin ismi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi oldu./ Ondan sonrası pek bilinmiyor. Bavyera Sovyet Cumhuriyeti'nin ajanlarından kaçan Sebottendorff Türkiye'ye gitti ve yaygın varsayımlara göre Thule Derneği de güve kozası gibi dağıldı... çok kişi, Nazi Partisi'nin Ariosofist büyücüler için bir vitrinden başka bir şey olmadığı inancındadır. (Bu arada, geri kalanlar da, Hitler'in ya İngiliz gizli ajanı ya da bir tür eşcinsel mafya patronu olduğuna inanır.)/ Hatta Stuart... 11 Eylül saldırılarının arkasında Thule Derneği'nin olduğunu söylemiş... Amerikan ordusunun... onlarca Nazi bilim adamını gemilerle Amerika'ya, nükleer fizik ve roketçilik alanında çalışmaya götürdüğünü zaten duymuşsunuzdur. Aslında, onların asıl uzmanlıkları, diyor Stuart, sıfır yerçekimi, uzayda hayat ve ruh çağırmaydı; çoğu da Thule Derneği'nin üst kademelerindeki kimselerdi. Bu bilim adamları bir fırstını bulup Yale Üniversitesi'ndeki kuzenleriyle, yani Kafatası ve Kemik Kulübü'yle işbirliği yapmış, ve bu işbirliği, yirminci yüzyılda, CIA'nın mimarı olan Robert A. Lovett ve iki başkan Bush gibi çok güçlü kişileri ortaya çıkarmıştı. Bu "Ölüm Kardeşliği" Üçüncü Reich'i Dördüncü Reich, yani Amerika'nın Yeni Dünya Düzeni için bir ön çalışma olarak görüyordu; ve bunların en son pis numaraları arasında Dünya Ticaret Merkezi kulelerin uzaktan kumandalı plastik patlayıcılarla ve iki holografik uçakla havaya uçurulması da vardı. En son hedefleri de Tibet'te karlar altında yatan kutsal Agartha şehrini ele geçirmek ve dünyaya sonsuza dek hakim olmak için onun doğaüstü güçlerinden yararlanmaktı" 42, 43
-"... bir şehrin bir milyon esrarın kesişimi çevresinde büyüyen bir şey olduğunu düşündüm" 44
-"New York'un Londra'dan daha da muhteşem bir şehir olduğunu hissedebiliyordu... Fakat sık sık Günahkar'ın kederinden değil, sarhoşluğa da diğer her şeye baktığı gibi baktığından içtiğini hissediyordu: fethedilecek bir alan, sınanacak bir rakip, kullanılıp atılacak bir sevgili. Hile yapmak yok, ısırmak yok... Ama hile yapmak ve ısırmak, insanın kendine ait olmayana biraz olsun tutunmasının iki yoluydu. Günahkar da, yapabilse, durdurulmasa, dünyayı tüketinceye kadar hile ve ısırığa boğacaktı. Ya da parmak ve dişlerinden başka neyi varsa tüketinceye kadar. Ya da her şeyini tüketinceye kadar.../... sadece New York'ta gökyüzü, asla unutamayacağı kadar derin bir cömertliğe sahipti.../ Haham Berg... sanki bir karides ağına yakalanmış gibiydi.../... Haham Berg gibi biriyle, Albert Kölmel gibi biri arasındaki farkın gerçekten ne olduğunu düşündü Günahkar. Herkesi tanırdınız, herkes sizi tanırdı ve bu da gücünüzün temeli olurdu: çok geçmeden, size bir iyilik borcu olmayan kimse kalmazdı etrafta.../.../... dedi Berg. "Yahudileri bokstan çıkardın mı, boks diye bir şey kalmaz. Bundan gurur duymamız gerekir. Bu da bir tesadüf değil sanırım. Düzgün beslenmeyi biliyoruz. Oruç tutmayı biliyoruz. Temiz olmayı biliyoruz. İyi alışkanlıklar sahibi olmayı biliyoruz. Bizden elbette iyi boksör çıkar...".../.../ "Darwin de Yahudiydi, biliyorsun" dei Berg./ "Değildi" dedi Siedelman./ Berg güldü. "Hayır, değildi. Ama sen Talmud'unu oku. Yedi yılda bir, Haşem hayvanları başka hayvanlara değiştirirdi. Bunu biliyor muydun Seth? Bir zamanlar erkeklerle kızların bir olduğunu, sonra iki olduklarını biliyor musun?"... "Ayrıca Zohar'da, maymunların günahkar insanların atası olduğu söyleniyor. Görüyorsunuz; her zamanki gibi, önce biz bulduk."/ "Musa kesinlikle Darwinciydi" diye fikir belirtti Pearl. "Aşiretinin en tepeye çıkmasını yoksa niye istesin? Onların soyunun yeryüzüne sahip olmasını?"/ "Hıristiyanlar panikliyor" dedi Berg. "On bin yıldan eski fosiller bulup, sanki hiç yokmuşlar gibi davranmak zorunda kalıyorlar. Ama Yahudiler fosil bulunca ne oluyor; bunların bizimkinden önceki dünyaların kanıtı olduğunu söylüyorlar. Torah'ın bilimle bir derdi yok."/ "Biliyor musunuz Haham, Darwin'den önce Hıristiyanların bir de Tasarıma Dayalı Kanıt diye bir şeyleri vardı" dedi Pearl. "Şöyle derlerdi; 'Çayırdaki şu güzel kelebeklere bir baksanıza! Bunları ancak Tanrı yaratmış olabilir.' İbraniyse şöyle derdi; 'Çayır da ne haltmış bakalım?'".../.../... Berg. "... Ben de Balfour'a diyorum ki, sen de New York'un Hawlsmoor'u olmalısın. Otoyollarını ve parklarını kabala şekli çizecek şekilde yapmalısın -belki Yaşaam Ağacı; sefirot da olur- bunu da Yahudilerden başka kimse bilmez. Harika bir şey olmaz mıydı?"/.../ "New York Şehir Planlama Komisyonu'nda çalışıyorum bayım."/.../... dedi Siedelman, "... Çok geçmeden burası da Almanya gibi olacak... Orada yaşayan arkadaşlarım artık hiçbir şey gerçek değil burada diyor. Para bir yalan, bir fantezi; o yüzden her şey artık onlara yalan geliyormuş..."/.../... dedi Pearl, "... güçlü bireyin sorumluluğundadır. Kesinlikle yönetimin değil. Hele piyasanın hiç değil."/.../... dedi Berg. "... o güçlü birey Herr Hitler..."/.../... dedi Berg. "... ama bir insanın doğduğu sokaklara yönelik tiksintiyle, insanın kendisine yönelik tiksintiyi birbirinden ayırmak zordur... Yahudiler, günahın insandan mantar gibi çekip koparabileceğin bir şey olmadığını bilirler. Onun evinin hatırası da, ne kadar pis olursa olsun, öyledir.".../.../ "Senin aradığın dünyada onun gibi çocuklar olmaz."... Berg. "Darwin'e döneyim. Anladığım kadarıyla mutasyon olmazsa evrim de olmuyor. Yoksa hepimiz hala çorbadaki bakterilerdik..."/.../ "... Ve insanlar her şeyin öngörülemediği yerlerde yaşadıklarında daha mutlu olurlar... insan biraz karanlığa da ihtiyaç duyar..."..." 48-56
-"1892 yılında ise Oscar Gude elektrik ampulleriyle bir şeyler satma fikrini buldu.../.../... Gude'a göre, sanatla reklam aynı canavarın iki ismiydi. Böylesi eşkiyavari bir fikirle New York'ta zengin olacak son kişi o değil bence; ilk kişi olduğunu sanan son kişi de değil... Fakat Gude şunu çok iyi anlamıştı: insanları sanata bakmaya zorlayamazsın; ama sokağın ortasına yüz bin ampul koyduğun zaman, reklama bakmaya zorlayabilirsin. Bu fikir hoşuna gitti. Şehrin bir parçasını sahiplenmek hoşuna gitti. Bir tür fetih bu aslında. Broadway üzerine Wrigley sakızlarının reklam tabelasını koyduğu vakti hatırlıyorum... İnsanları, onlara sakız sattığını söyleyerek heyecana boğuyorsun.../.../... Onlara tam bir meziyet hiyerarşisi önerdim; ama tabii kimse istemedi.../.../ O formlar insanları derecelendirmek içindi" 60-62
-"Yakup özgür iradenin boş bir şey olduğunu, bizim hep hayvani içgüdülerimizin kölesi olduğumuzu söylemiş" 64
-"... doğu Avrupa... "Oralarda sabahları ayakkabınızı şöyle bir sallayın, içinden mutlaka bilinmeyen bir altcins düşer yere.".../ Gittins... yirmi yıl boyunca yanında, içinde... (tahtakurusu) kolonisi bulunan cam bir şişe taşımıştı. Bunları her gece tüylü kalçasına döküyor, kanıyla beslenmelerini sağlıyordu; tüm bunlar çene kemiği büyüklüğü ile beslenme alışkanlıklarını ilgilendiren uzun vadeli, anlaşılması güç bir deneyin parçasıydı... Gittins'in entomolojik olmayan tek hobisi dillerdi; Lehçe de dahil yaklaşık bir düzinesini konuşabiliyordu" 66, 67
-"Saat sekizde Gittins pantalonunu çıkardı ve neşeyle mırıldanarak tahtakurularını besledi; acayip derecede erotik bir ritüeldi bu" 68
-"Anglosakson ırkının ıslah edilmesi. Tohum-plazmanın zaferi./.../ Yapılması gereken tek şey sistemli şekilde cesaretlendirme ve cesaret kırma" 71, 72
-"İşte o sırada çocuğun ona kimi hatırlattığını anladı, karşısında büyük coşku duyduğu... Hitler'di bu kişi./.../... Orada çocuk Erskine'e arkasını döndü ve pantolonunu indirip öne eğildi. Erskine donakalmıştı.../... bu isimsiz Polonyalı... on beş-on altı yaşlarındaki bu çocuk, ne yapmış, ya da ne görmüştü ki, kendini böyle sunmayı öğrenmişti" 74, 76, 77
-"Aynı Orta Çağ kentlerindeki katedraller gibi, her yerden görünür olacaktı; ama yine de kimseye şekli ve konumunun nedeni açıklanmayacaktı" 80
-"Teymur" 82
-"Sabahın soluk ışığı, çıplak bir kız görmektense ölü bir kız görmeyi tercih eden sapık bir oğlan gibi tir tir titreyerek morgun pencerelerinden içeri süzüldü" 85
-"... onun yaşadıklarını atlatmayı başaran birinin bir daha hayatında dürüst bir iş yapmaması gerektiğine karar vermiş ve sonra da bir tür profesyonel olmuştu" 86
-"... gece boyu açık sinemalardan birinde birkaç saat kestiriyordu; haber gösterimlerinde sürekli Mussolini ile Kral Edward dönüyordu" 88
-"İnsan aklını küçültüp zayıflatmanın ne kadar kolay olduğunu düşünmek hoşuna gitmiyordu" 103
-"... sözgelimi Yahudiler için de durum böyle. Yahudiler büyük ölçüde açgözlü, hain ve sevimsiz olur; bu yüzden de büyük dehaların birçoğu, onların uygar toplumlardan kovulmaları gerektiğine inanır.../.../ Fakat Yahudiler aynı zamanda çok kurnaz oluyorlar; parayla da araları çok iyi. Bence böyle rezil bir tarzda parayla haşır neşir olan kurnaz Anglosakson sayısı çok az. Ama bu özellik tümden kaybolursa yazık olur doğrusu. Yeri geldiğinde işe yarıyor... bazı koşullarda, iyi nitelikleri kötü olanlardan ayırmak için gelişmiş seçici üremeden yararlanıp, sadece kötü niteliklerin silinmesini sağlamak gibi bir yol var. Yahudinin kurnazlığını korursun -hatta iki katına çıkarırsın- ama onun rezil taraflarını yok edersin... tek tek bütün cinsel çiftleşmeleri en az bir düzine kuşak boyunca planlayabilmesi gerekiyor.../.../... İngiliz ordusunun her askeri senin kadar güçlü kuvvetli olsa, o zaman bütün dünya korkar bizden. Ama aynı şekilde, eğer her asker senin kadar bodur olsa, tam bir alay konusu oluruz. Sen, sakat ama zeki köpek gibisin; anlıyor musun? Ya da, açgözlü ama kurnaz aşiret gibi. Peki ne yapmalı? Senin üremene izin vermeli mi, vermemeli mi? Ortodoks öjenikçiler sana izin vermemek gerektiği söylerdi... kalıtım olarak alınan bir özellik genel nüfustan bir eğriyle uzaklaşabilir ve sonra geri dönebilir.../.../... iyi bir aileden geliyorum... Burada kimse İngiltere'nin iyi ailelerine müdahale etmeye cesaret edemez... Polonya'dan getirdiğim böceklerde deniyorum. İstenmeyen bütün nitelikleri silinmiş, ama istenen bütün nitelikleri güçlendirilmiş bir nesil yetiştirmeye çalışıyorum" 112-114
-"Lydia Erskine... 1881 sonbaharında... tam da Yahudilerin Fluek köyünden kovulduğu gün, İngilizceden zarfları çıkarmaya karar verdi./.../... Philip Erskine.../... Ultima Thule... kapanışından bu yana neyle meşgul olacağını bilemez haldeydi -kurlaşma ve evlilik gibi geç bir deneye kalkışmasına yol açan şey de buydu; ama sonra yine sıkılmıştı. Thurlow şiirle ilgilenmesini salık vermişti; ama Erskine şiirin, insani çabanın ateşli bir asalağı olduğu görüşüne vardı.../... bir Fransız... Müzisyen, Solresol denen, yedi notaya dayalı tümüyle yeni bir iletişim tarzı icat etmişti: do, re, mi, fa, sol, la, si... Aziz Hildegard... meleklerle konuşmak için dokuz yüz kelimelik bir dil icat etmişti.../.../... evrensel yapay bir dil konusunu düşünüyordu; kurallar dışına çıkmayan, tuhaflıkları ya da ikili anlamları olmayan bir dil... her sözcüğün kendi nesnesiyle kusursuz bir Adem ilişkisine sahip olduğu bir dilde, yanlış anlamaya da, paradoksa da yer yoktu./... böylesi bir dil oluşturmak, geleceği icat etmek olacaktı./... dedi Thurlow... "Bir dilin, gizli geçitlere ve kapalı zindanlara ihtiyacı vardır. Yoksa benim gibi şairler işsiz kalır."/.../... Latince ve Yunanca dışında, mevcut hiçbir dilden etkilenmemiş bir dil oluşturmaya kararlıydı... Zarfları geri koymayı bile düşünmek zorunda kaldı; ama Haziran 1882'de onlara gerek olmadığı kararına vardı... 1890... Pangaeaca Dil Bilgisi ve Sözlüğü.../... O dönemde Avrupa'nın en popüler yapay diliydi Volapük; iki yüz konuşanı vardı... Volapük'ün... Alman bir rahip tarafından yaratıldığını.../... daha kötüsü... Amersham'ın da yapay bir dil üzerinde çalışmakta olduğunu öğrenmesiydi. Yorkshire'da, Orba denilen bu yeni dil için bir kulüp bile kurulmuş, üyeleri çoktan İncil'i çevirmeye başlamıştı.../ Fakat 1901 yılında Pangaeaca da, Orba da, Volapük de, Esperanto'nun hücumuyla bir kenara itildi... Zamenhof. "Ruslarla Lehler, Almanlarla Yahudiler; hepimiz birbirimizden nefret ederiz, ama birlikte yaşamak zorundayız... Kimse bir Yahudi kadar güçlü bir şekilde hissedemez, hiçbir ulusa ait olmayan bir dile duyulan ihtiyacı; çünkü Yahudi, çoktan ölmüş bir dilde Tanrı'ya dua etmek zorundadır. Ona tüküren insanların dilinde eğitim alır ve yeryüzünün dört bir yanında hiç iletişim kuramadığı ama onun gibi acı çeken insanlar vardır."... Erskine... bir Yahudinin bir dil icat etme küstahlığında bulunmasından yakındığı zaman, Thurlow ona Joseph Addison'ın... 1712 tarihli makalesinden alıntıyla yanıt verdi: "... tek başlarına pek bir değerleri olmasa da, bütün iskeleti bir arada tutmak için kesinlikle gereklidirler.".../.../ Heyet 1903 yılında... toplandı... Heyet bu iş için bir Komite atadı. Komite bir Komisyon atadı. Komisyon Heyet'i dağıttı ve onun yerine bir Birlik atadı. Birlik bir Komite ile bir Akademi atadı. Akademi bir Dernek atadı. Bütün bunlar çok mantıklı bir şekilde yapılıyordu.../ (Böylece aslında hiçbir yeni dil, Esperantı bile, zafer kazanamadı... Hitler... Üçüncü Reich'ın dört bir yanında Pangaeaca ve Esperanto öğretilmesini yasakladı... Bu araada Stalin dde, dünya devriminin bir dünya diline sahip olması gerektiği görüşüne varmıştı; hem Pangaeca, hem de Esperanto öğrenmeye çalıştı. Başaramadı ve bu dilleri Sovyetler Birliği'nde yasakladı... 1939 yılında Vilnius'taki bir hapishane hücresine giren bir Pangaeacacı, bir Esperantocu ve bir Yahudiyle ilgili şu gerçek hikayeyi duyma fırsatı... "Şalom" dedi Yahudi. "Saluton" dedi Esperantocu, "İlakş" dedi Pangaeacacı. Birbirlerini anlayamadılar ve hepsi açlıktan öldü.)" 116-124
-"Böceklerden biri kendini, tekrar tekrar, geriye çekilip çekilip cama vuruyordu. Her vuruşla birlikte cam titriyor ve çatlak büyüyordu. Ve öylece, gözlerinin önünde böcek, kabın içinden camı ve toprağı patlatarak çıkıp dosdoğru karşıdaki masaya uçtu; masada... canlı solucan vardı.../.../ "Anophthalmus hitleri" dedi Erskine... "Türünün ilk örneği."/... bir köpek kadar güçlü olan bu kınkanatlıyı, böceklerin bu Seth Roach'unu yaratmıştı.../... Herr Hitler'e bir mektup yazacak ve zarfın içine böceğin tek örneğini koyacaktı. Erskine'in çalışmasını anlayacak tek bir kişi vardıysa, o da Hitler'di... o muhteşem lider" 129, 130
-"Batman komik dururdu. Çizmelerine sakız falan yapışırdı... Grublock'ın lüks inşaatları ise, yasal kılıfına uydurup vergi kaçırmayı haydutluk sayan tiplere hitap ediyor" 133
-""Ben sıradan insanları umursamıyorum; çünkü onlar beni hiç umursamıyor." Aslında ikimiz de biliyorduk; bu durumun ardında kalbinin derinliklerinden kopup gelen Nietzscheci sebepler yatıyordu... "...Edebiyat açısından otopark bileti neyse, mimari açıdan öyle olan bir yerde."..." 134
-"1915 yılında... Hampshire'dan ayrıldığı sırada, sıradan bir oda evin göbeğine en az altı farklı yoldan bağlanabiliyordu... Batının Çöküşü'nde... tek şeyin bilime tapmak..." 138, 139
-"1928 yılında... en kaliteli pirinç beyni satın aldı" 140
-"... hafiften Akdeniz tipli bir beyefendiyle.../.../... yoksullara yaptığı büyük bağışları haklı çıkarmak istediği zamanlar dışında siyasetle ilgilenmezdi. Evlendikten kısa bir süre sonra, bir erkekten çok bir evle evlendiğini anlamıştı" 141, 142
-"Amadeo'nun önemsiz İtalyan Fütüristlerinden biri olduğunu hatırladı... Avrupa'yı ancak bir savaşın yeniden canlandıracağını dile getirmişti" 143
-""En kötüsü aristokratlar" dedi Bruiseland. "Bütün paralarını mücevherle at yarışlarına harcıyorlar, evleri harabeye dönüyor; o yüzden sırf çeyizi için zengin bir Yahudi kadınla evleniyorlar. Yahudiler soylu ailelere de el attı mı; hepimiz mahvoluruz. Roma İmparatorluğu'nun başına gelen de buydu işte."/.../... dedi Morton. "Bilirsiniz, Bismarck bir keresinde Yahudilerle Almanların çocuklarının ne kadar iyi çıktığını belirtmişti. Semit bir kısrağın bir Alman aygırı için kötü bir eş olmadığını... söylemişti. Nietzsche de aynı şeyi söyledi...".../.../ "Nietzsche vazgeçilmez biri" dedi Amadeo. "Bize Hıristiyanlığın Museviliğin bir tümöründen ibaret olduğunu gösterdi."..." 154, 155
-""Ah, Tanrı aşkına, nedir bu arılık denen şey?" diye sordu Morton. "İngilizler melez -yarı Norveçli, yarı Kelt, yarı Roman, yarı Norman. Herkes biliyor bunu. Chamberlain bile bizim kuzeyden gelen 'arı Aryanlar' kadar iyi olmadığımızı söyledi."..." 157
-""Yine aynı şey bu; sadece yılanın kafası Moskova'da, kuyruğu da New York'ta" dedi Berthold Mowinckel... "Hepsi de Yahudi, ve hepsi de uygar Avrupa'ya diz çöktürmek istiyor...".../ "... dedi Amadeo. "Kapitalist piyasa sisteminde kendilerini iyi hissediyorlar; çünkü bütün dinleri bir sözleşmeye dayanıyor. Tabii bir de çölün etkisi var. Yakıcı güneş ve berrak ay ışığı ruhsuz entelektüalizmi besliyor. Duyular ve duygular solup gidiyor; geriye kalan şey altın oluyor..."/.../ ... dedi Bruiseland... "Parlamento'nun, hükümeti hükmetmekten alıkoymaktan başka bir amacı var mı; amacı varsa tabii? Parça parça monarşiyi parçaladı, Kilise'yi parçaladı ve sonunda taşra soylusunu bile parçaladı. Ülkede düzeni sağlayabilecek her şeyi parçaladıktan sonra da, bizi Yahudilerin merhametine bıraktı."/.../... "... "Bundan daha iyi bir 'Ulusal Lonca' olamaz. Bize gereken, yapılması gerekeni yapmaktan korkmayan bir kral."/.../... dedi Aslet... "... -'Herkes okumayı öğrensin, herkes dükkanlara gitsin!'- bu kadarı çok faza... Yaşam artık o kadar delice bir şey oldu ki, insanların onun gerçek değerini anlayabilmesi çok zor..."..." 159-161
-"... ahenk, kansız tiranlığın sesidir" 170
-"Bugünümüze yarınımız yön verir/ Slogan Nietzsche... alıntıydı" 227
*
Temel bir mesele, övgülerin nedeni mi, yoksa?
"Rıza imalatı!"
Ya da belli bir anlayışı oluşturma-pekiştirme!
Ve ticaret...
Öyle ise, sonuç çok başarılı sayılmaz mı?
13.5.2017-Ankara
10 Mayıs 2017 Çarşamba
ÖMRÜMDEN UZUN İDEALLERİM VAR
Suna Kıraç, Yayına Hazırlayan: Rıdvan Akar, 1. Baskı, Haziran 2006, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Yayını, İstanbul
Vehbi Koç'un kızı Suna Kıraç'ın biyografisi.
Hoş.
İlgiyle okudum.
Anlaşılan, baştan 79. sayfaya kadar olan bölüm Suna Kıraç tarafından yazılmış, sonraki bölüm ise Rıdvan Akar tarafından "hazırlanmış".
İlk bölüm, amatörce, insanı anlatıyor ve sevimli, ayrıca, dönemin toplumsal yapısını anlamamıza da, önemli derecede, katkı sağlayacak nitelikte, sonraki bölüm ise, sanki, biraz profesyonelce ve daha çok Koç topluluğunu anlatıyor, ve, özellikle, eğitime ve kültüre katkı çabalarının anlatıldığı bölümler, yine sanki, biraz propagandistçe gibi, ama, bu kısmın da, insani yönü ağır basan hastalıkla ilgili bir bölümü var, ki, hem duygulandırıcı, hem de düşündürücü.
Her tür maddi imkan olsa da, insan sağlıklı değilse, ne kötü; ya, çaresizlik!
*
Genelde, çocuk güzelliği, bence, iyice, vurgulanmış.
Bir de, bir bölümde, işçi işveren ilişkileriyle ilgili değinmeler var; o kısım da, tam anlamıyla, sınıfsal!
*
Öğrendim, yararlandım.
Bakışıma zenginlik kattı.
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Suna Kıraç tam altı yıldır sadece gözleriyle konuşuyor. Yakalandığı o melun hastalık nedeniyle vücudunu hareket ettiremiyor" 9
-"Koç Topluluğu... en belirgin özelliklerinden biri, her şeyin yazılı olarak kayıt altına alınmasıydı" 10
-"Annem.../...16 yaşındayken babamla nişanlanmışlar. Aile servetinin bölünmemesi kaygısıyla, iki teyze çocuğunun görücü usulüyle evlendirilmelerine karar verilmiş" 20
-"Bir bakkal dükkanından başlayan ve "uluslararası şirkete" dönüşen bir aile şirketi..." 21
-"Çocukluktan itibaren kalabalık bir aile içinde büyümenin insana çok önemli değerler kattığına inanıyorum. Bizim kazancımız dayanışma ve paylaşma duygusuydu" 25
-"Yenişehir'deki apartman... Başbakan Şükrü Saracoğlu ve Gümrük Bakanı Saffet Arıkan bizim apartmanda kiracı olarak otururlardı.../ Saffet Arıkan ezeli bekardı. Çok sofistike yaşardı... Eğitimi ve yaşam tarzıyla rafine bir kültürün temsilcisiydi. Babam "... Whisky'nin nasıl içileceğini Saffet Arıkan'dan öğrendim," derdi./ Başbakan Şükrü Saracoğlu... gayet mütevazı bir yaşamı vardı... imkanları fevkalade sınırlı idi... Kendi dostları dışında... kimse evlerine gelip gitmezdi.../.../... bende en çok iz bırakan yerlerden biri... Kızılay'daki Güven Park'ı" 29-31
-"Sınıfımızın fenomen isimlerinden Ayşe Şasa'yı koleje girdiğim ilk yıl, 12 yaşında tanıdım... son derece Batılı idi... annesi Melike Hanım... Rauf Orbay'ın yeğeni.../.../... lisede.../... Hafif sol espride yaşıyoruz. Bu hayat hoşumuza gidiyordu. Çiğdem'in deyişiyle "bohem" yaşıyorduk. Değişik, renkli, İstanbul'un en hoş insanları ile bir arada. Ben de kendimi iyice kaptırmıştım. Babam arkadaş çevremin farkında bile değildi.../.../ Nasıl olduysa Ayşe, Atıf Enişte'den sonra Cerrahi tarikatından dostlar edindi. Anlayamadığım şekilde dine döndü... örtünmeye kadar götürdü. Hayatta en son örtüneceğini düşünebileceğim insan Ayşe olabilirdi./ Bir gün... geldi. Gözlerime inanamadım... Simsiyah çarşaf örtüsü gibi sıkma baş.../... Annenin ve babanın egoistliğinden diğer çocuklar da koptular" 43, 45, 46
-"Ayşe Şasa'nın yazdıkları/.../ Senin ailen, modern eğitime verdiği değer kadar, göreneklere de değer verir bir konumdaydı.../ Benim ailem Batı tarzı yenilik, yeni hayat tarzı konusunda biraz abartılı bir tutum içindeydi, bazen kuru kuruya adetlerden dem vururlardı bizde, ama manevi, geleneksel, dindarane şeylere pek bir alan tanınmazdı.../ Kolej hayatımız toplumun uzağında bir kamp hayatı gibiydi. Özel şekilde eğitilmek için kampa çekilmiştik./.../ Bizler, özellikle sen ve ben, 50'lerde Türkiye'de yeni güçlenmekte olan bir Türk ticaret burjuvazisinin unsurlarıyız. Yüzeydeki pırıltıya, iyimserliğe, umutlu, pembe havaya karşın, arka planı zor, karmaşık, bir hayli girift ve problemli bir ortamın ürünleri sayılırız./ Modern Türkiye'de bir hayli sancılı bir değer keşmekeşi var... her şey kurulma, deneme aşamasında, gelenek ile modernite içten içe çelişiyor. "Türk modernleşmesi nasıl olacak?"... Hangi oranda muhafazakar, hangi oranda modern olunmalı?" 48-50
-"Liseye geçince mantık, felsefe ve psikoloji okumaya başladık. Bu dersler bizim grubun ukalalığı ile tam örtüşüyordu. Onun için mutluyduk. Hazmedemeyeceğimiz kitaplar okuyup, bir de onları körpe beyinlerimizle tartışıyorduk" 51
-"Solculuğa heves eden, ancak servetin her türlü imkanlarından yararlanan bir gruptuk. Evlendikten sonra bir akşam İnan'la birlikte Divan Oteli'nin barında Yaşar Kemal'e rastladık. İnan'a "Damat! Kızımızı tam komünist yapacaktık, elimizden aldın." diye takıldı. Yaşar Kemal'i hala çok severim" 52
-"Kolej bizlere tiyatro sevgisi aşıladı. Bizim kuşak tiyatroya çok giderdi.../ Ablam Semoş... hastalandı. 1950'de kist hidatik teşhisi kondu... hemen Londra'ya götürdüler. Orada ünlü bir cerrah tarafından ameliyat edildi. Cerrah keseyi alırken patlattığı için Semoş 1985'e kadar bütün vücuduna yayılmış olan kistlerin ceremesini çekti... Tam on bir kez ameliyat oldu./ Londra'da büyük bir hatayla yapılan Semoş'un ameliyatı, bizde devlet hastanelerinde her gün yapılan bir ameliyat türüymüş. Çünkü böyle vakalar çoğunlukla az gelişmiş ülkelerde görülürmüş./... Semoş'un hastalığı bütün ailede derin izler bıraktı.../... Amerikan eğitim sistemi insana kişilik, özgüven ve paylaşmayı öğretiyor. Kolej bizim hepimize çok şey kazandırdı" 53
-"Amerika'ya gidip işletme ve finans okumaya karar verdim... kabul geldi... gitmeyi çok istiyordum... Ancak babam bana duygu sömürüsü yaptı... "Ben yaşlandım, sana hasret gitmek istemiyorum," dedi./... Bana söylediği masallar sonucunda pes ettim. İstanbul'da kaldım. Bana şöyle dedi: "Benim tezgahım en iyi üniversitedir. Seni ben yetiştireceğim." Nitekim öyle oldu. 35 yıl birlikte çalıştık. Ben "Vehbi Koç Üniversitesi" mezunuyum. Bu benzersiz okulun ilk ve tek öğrencisiyim./ Ben de -şimdiki adıyla- Boğaziçi Üniversitesi'ne kaydoldum.../.../... Öğrenmeyi seviyordum. Disiplinliydim. Kaytarmak gibi bir şeyi aklıma bile getirmeden bana söylenenlerin en iyisini yapmayı önemsiyordum... İltifat liyakata tabiydi. Ben de bu iltifata layık olmaya çalışıyordum" 54, 55
-"İnan bir memur çocuğu idi. Babası, Atatürk'ün talimatlarıyla Eskişehir'de "Dry Farming" üstüne bir çiftlik kurmakla görevlendirilmişti ve bu amaçla da Amerika'ya Nebraska'ya gönderilmişti... Atatürk'ün yakın çevresinde bulunmuşlar... Atatürk Kıraç ailesinin evine sık sık konuk oluyordu./.../ Ben kendime böyle bir sanal dünya kurmuştum. Yapay değerler üstüne kurulmuş, bugünkü tabiriyle "life style" denilen şeyi öne çıkaran bir dünyam vardı" 58
-"Evlilik için ilk tören Hilton Oteli'nde yapıldı.../ Törenden yaşamım boyunca hiç unutamadığım anım babamın ağlamasıdır... Çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir evladın sevildiğini en çok hissettiği anın anne babasının en çok üzüldüğü an olması hayatın bir çelişkisi olsa gerek./ 11 Ocak 1968'deki törene 1500 kişi katılmıştı ama... Konuklarımız Koç Topluluğu'nun dostlarıydı. Oysa İnan ile ben hızımızı alamamıştık. Bir defa da arkadaşlarımız için tören yapmaya karar verdik. Dört-beş değişik yerde evlilik kutlamaları sürdü. Yani burnundan kıl aldırmayan Kıraç çifti deyim yerindeyse, tam yedi gün yedi gece sürecek bir evlilik töreni ile dünya evine girdi" 63, 64
-"Evliliğimizin ilk 15 yılında çocuğumuz olmadı.../.../... Türkiye'de ilk defa böylesine varlıklı bir ailenin üyesi evlat edinmeye karar verecekti.../... bu kararıma en sıcak tepki babamdan geldi.../ İpek'le beraber bütün hayatımız değişti. Her şey İpek'e göre ayarlanmaya başladı" 70, 73, 74
-"... babamın değişik prensipleri vardı. Daktilo yazmayı bileceksin (şimdiki dünyamızda bilgisayar kullanmakla eşanlamlı). Araba kullanmayı bileceksin. En az bir dil konuşacaksın. Memleketin her tarafını gezmeye çalışacaksın" 78
-"Ben ise Türk Eğitim Gönüllüleri sayesinde Silahlı Kuvvetlerimizin destekleriyle Diyarbakır, Siirt, Batman, Şırnak, Cizre, Lice, Pervari, Van ve Elazığ'a gittim" 79
-"Suna Kıraç babası Vehbi Koç'tan edindiği ve Koç Topluluğu'nda gelenekselleşen "not tutma" alışkanlığı ile iş yaşamının farklı süreçlerini kayıt altına aldı.../... 1960'ta Koç... Şubesi'nde işe başladım... Beyoğlu Merkez Han'da, köhne bir binada çok ilginç yıllar geçirdim./.../... babamın sekreteri, tek parmakla daktilo yazan Zehra Tekbaş ise penceresi olmayan bir oda değil, bir kovukta oturuyordu. Haşim İşcan diğer bir odada. Zehra Hanım'ın karşısında bir kovukta da ben oturuyordum.../.../... 1960'ların başında... kadınların iş yaşamında görülmeleri bile pek hoş karşılanmıyordu" 83, 84
-"Vehbi Koç'un... prensipleri vardı... şöyleydi:/ 1. Hiç kimse tek imzayla şirketi töhmet altına sokmayacak./ 2. Kardeşin ya da kocan bile olsa hiç kimseye umumi vekaletname vermeyeceksin./ 3. Verdiğin vekaletnameler muayyen süreli ve bir işe dönük olarak verilecek./ 4. Birlikte çalıştığın kimselerle özel hayatında arkadaşlık etmeyeceksin, içli dışlı olmayacaksın. Onlarla ilgili kararlar almakta zorlanırsın./ 5. Verdiğin hiçbir siparişin borcunu unutmayacaksın. Hediye başka, sipariş başkadır. Bir paket sigaranın bile borcunu ödeyeceksin. Hediye daima pahalıya patlar./ 6. İbadetini gösteriş için yapmayacaksın. Allahla kulun arasına kimse giremez./ 7. Toplantılara hazırlıklı gireceksin. Gündemin olacak. Karşı tarafın gündemini isteyeceksin./ 8. Her toplantının zaptı toplantı sonrası yazılacak. İleride, karşı taraf ne sormuş, sen ne söylemişsin yazılı olarak kalacak./ 9. Siyasilerle konuşurken kendin zabıt tutacaksın./ 10. İçkiliyken bahse girmeyeceksin. Şirket işlerini konuşmayacaksın. Az konuşup çok dinleyeceksin./ 11. Elde ettiğin bilgilerin bir kısmını çalışma arkadaşlarınla paylaşacaksın./ 12. Almak istediğin kararı çalışma arkadaşlarınla birlikte alacaksın ki sonradan takip etsinler ve sorumluluk alsınlar./ 13. Kimseye kefil olmayacaksın. Sonradan kötü kişi olacağına, baştan olmak daha iyidir. Ama gönlün arzu ediyorsa para verip unutacaksın./ 14. Düşmüş dostunu arayacaksın" 87, 88
-"Nahum, topluluk şirketlerinde sendikaların varolması gerektiğini söylüyordu. Sendikalar olmalıydı ki işçiler para kazansın... Koç ürünü buzdolabını, çamaşır makinesini satın alabilsin./ Bu doğrultuda Koç Topluluğu'nun sanayi şirketlerinde... sendikaların örgütlenmesi engellenmedi. Ancak topluluk ticaret ve hizmet sektörlerindeki şirketlerde sendikalaşmaya sıcak bakmıyordu" 93
-"Vehbi Koç ise sendikalar karşısında işverenlerin ortak hareket etmesi için her sektörde işveren sendikalarının kurulması konusunda öncü bir rol üstlenmişti.../... 15-16 Haziran 1970'te, Türkiye'nin yaşadığı en büyük işçi eylemine Koç işçileri de katılmıştı. İstanbul'un bütün sokaklarının işçiler tarafından işgal edildiği o gün Koç ailesinin üyeleri birbirleri için kaygılanmıştı... Mustafa Koç mahsur kalmışlardı. Onları "kurtarma işi" işçi tulumu giyerek, tebdil-i kıyafetle sokağa çıkan İnan Kıraç'a düşmüştü./ Öylesine kritik bir süreçti ki kimi fabrikalarda şirketlerin üst düzey yöneticileri rehin alınıyor, fabrika işgalleri yaşanıyor, hatta Tofaş fabrikasında bir işçi yaşamını yitiriyordu" 94
-"Suna Kıraç'tan Vehbi Koç'a.../.../ MESS'ten bugüne kadar Koç Topluluğu hiçbir fayda sağlamamıştır" 95
-"70'li yıllar... bir İngiliz güvenlik şirketinden rapor istendi. Hazırlanan rapor öylesine kaygı vericiydi ki Kıraçlar'ın evlerini bir kaleye dönüştürmesi gerekiyordu. Bunun üzerine İnan Kıraç o yıllarda MİT yöneticisi olan Hirab Abbas'ı davet ederek bu raporu tartışmak istedi. Hiram Abbas gülümseyerek, bu raporun hiçbir derde deva olmayacağını söyledi... Abbas'ın önerisi ise o yıllar açısından ironikti... evin çevresine sirenler takılarak sık sık bu sirenlerin çaldırılması yoluyla caydırıcı olunabileceğini söylemişti. İnan Kıraç daa bu tavsiyeyi uygulamıştı./... Güvenlik olarak yanlarına sadece bahçedeki iki doberman köpeği almışlardı.../... Suna ve İnan Kıraç huzuru denizde buldu" 96
-"Helikopter alınacaktı alınmasına ama böylesi harcamaları müsriflik olarak niteleyen Vehbi Koç acaba bunu nasıl karşılayacaktı? Suna Kıraç helikopterin satın alınmasından itibaren tam bir yıl süreyle bu satın alma işlemini Vehbi Koç'tan gizleme başarısını göstermişti" 101
-"Örneğin Koç Topluluğu üst düzey yöneticilerine verilen şoförlü arabalar Vehbi Koç'un tepkisini çekiyordu... Vehbi Koç'u sakinleştirmek, yine Suna Kıraç'a kalmıştı... Şoförler, üst düzey yöneticilerin özgür kalması içindi.../... saz heyetinin 6 tanesini bir paravanın arkasında gizliyordu" 102
-"Vehbi Koç... yazlık eve taşınılırken, kışlık evdeki buzdolabı da taşınıyordu... Solakoğlu'nun bir buzdolabını kışlık evine göndermesi üzerine Vehbi Koç... çıkışmıştı. Solakoğlu... "Kışlık evinizdeki buzdolabını yazlığınıza taşıdığınız duyulursa, biz yazlıkçıya nasıl buzdolabı satarız," deyince... gülerek telefonu kapatmıştı./.../ Vehbi Koç için israf en çok sakınılması gereken bir yasaktı" 105
-"Koç Topluluğu'nun gelenekselleşmiş siyasetçilerle mesafeli ve eşit durma konusundaki anlayışı Suna Kıraç tarafından da benimsenmişti" 108
-"Aydın Doğan, Koç ailesine ve topluluğuna her zaman yakın bir isim olmuştu... Doğan'ın arsa için belirlediği fiyat... 25 milyar liraydı... Vevbi Koç... Doğan'ı arayarak, "Arsayı 10 milyar liraya Migros'a satacaksın," dediğinde Aydın Doğan... "... ona nasıl hayır diyebilirim," diyerek arsayı Koç'un belirlediği fiyattan satmaya karar verdi./... Suna Kıraç... "... Migros için dostluklarımızı zedelemeye hakkımız yok..."..." 109
-"Gümrük Birliği.../... Arçelik'e gelen ortak olma önerisi... Can Kıraç bu öneriyi "truva atı"na benzetiyordu. Zira onlarca yılın birikimiyle kurulan... bayi ve servis ağı, bir anda uluslararası şirketin bilgi ve kullanımına açılmış olacaktı.../.../... Arçelik'in yoluna tek başına devam etmesine karar verildi. Suna Kıraç başarmıştı" 112, 116
-"Vehbi Koç.../... Organizasyon... Not/.../ Batı'da kurulan aile şirketlerinden 5. nesile kadar devam edenlerin nisbeti çok düşük veya hiç yok gibidir./.../... Henry Ford sağlığında veraset vergisi vermemek için Ford hisselerinin % 75'ini kendi namına kurulan Ford Vakfı'na bağışladı. (Amerikan kanunlarına göre vakıfların hisseleri ne olursa olsun, şirketlerde söz sahibi olamıyorlar.)/.../ 5- İşlerim büyüdükçe ben de 1938'de ilk anonim şirketimi, 1963'te de holdingi kurdum./ 6- Koç Grubunun devamlılığını sağlamak için... işlerin profesyonel yönetimle idaresinin doğru olacağı kanaatine varıldı..." 129-131
-"Suna Kıraç.../.../... gerek içinde bulunduğumuz 14 değişik sektörde, gerek ileriye dönük düşündüğümüz işlerde belirli stratejilerimizin olmadığı görülüyor./.../... kaynaklar çok şükür bizde var, ama her sektörde büyüyecek ve her sektörde mücadele edecek kadar yok. Kararlar bizim önümüze geçip, bizleri güç durumlarda yakalamadan, bizim cesur kararlar alarak bazı sektörlerden çıkmamız gerekli./.../... gelecekte bu işlerden sağlanacak nakit ve karlılık üzerine belirli tahminlerde bulunmalı./.../ Genel olarak, elde tutulacak işlerin stratejilerini kısa, orta ve uzun vadede tespit etmeliyiz./.../... "lean...", yani "yalın...", "flexible..." yani "esnek..." ve şimdi de "agile..." yani "çevik (kıvrak) organizasyon" devri başladı./ Organizasyon değişikliklerini yönetimin elinde daha iyi çalışabilmek için bir araç olarak görmek gerekir.../.../... tek çıkış yolumuz, en kısa zamanda aile fertleri olarak işin tam dışında kalmamızdır. Uzatılacak her süre, şirketin yararına değil, zararınadır" 132-135, 137
-"Suna Kıraç... kurduğu dengeye sonraki yıllarda Bilderberg'i ekledi. Avrupa'nın önemli aileleri tarafından kurulan Bilderberg toplantıları aslında dünyanın önde gelen 400 ismini bir araya getiren, karar alıcıları, ekonomi dünyasının öncülerini, dünyayı yönlendiren devlet adamlarını ve kanaat önderlerini aynı masa etrafında toplayan çok önemli bir forumdu. Bu forumda Türkiye'nin tanıtımı ve temsili bir görevdi. Bilderberg bayrağını uzun yıllar taşıyan Selahattin Beyazıt sonunda bayrak koşusunda bayrağı Suna Kıraç'a vermişti.../... Sedat Ergin de bir defasında Suna Kıraç'ın davetlisi olarak Bilderberg toplantılarını izledi" 138, 139
-"Vehbi Koç'un attan düşüp omuzunu kırması üzerine kızları Semahat ve Suna onu hemen Londra'ya götürdü" 1142
-"Vehbi Koç'un naaşı çalındı.../... 1996... Kabir açılmış ve naaş çalınmıştı./.../... 2,5 ay sonra... kabrin yaklaşık 50 metre ilerisinde başka bir kabirde... naaş bulundu./... polis... fidye randevusunda ele geçirdi.../ Nebbaşlar.../.../... Önce fidye için kaçırdıklarını söyleyen sanıklar daha sonra mahkemede Vehbi Koç'un zekasına hayran olduklarından kafasını incelemek için çaldıklarını söylemeye başladılar./.../... 1 yıl 8'er ay hapis... cezasına çarptırıldı" 147, 149, 150
-"Suna Kıraç'tan.../.../... Vehbi Koç'un 1926 yılında kurduğu küçük ticari bir çekirdek.../... topluluğumuz 73 yılın her döneminde, yasaları, ahlaki değerleri daima ön planda tutmuş, hiçbir zaman siyasilerden veya devlet imkanlarından yararlanma yoluna gitmemiştir. Günlük siyasi kavgalardan, partizanlıktan uzak durmuş, ancak son zamanlarda arzu edilmeyen bir şekilde siyasete bulaştırılmak istenmiştir" 153
-"Vehbi Koç... Koç Topluluğu'nun varlığını Türkiye ve Türk milletiyle özdeşleştiriyordu.../... 1948 yılında Ankara'da Vehbi Koç Yurdu kurulması için ilk girişimini gerçekleştirmişti.../.../ 1967'de kurulan Türk Eğitim Vakfı'nın (TEV) fikir babası ve 205 kurucusundan biri Vehbi Koç'tu" 156, 157
-"Sağlık ve eğitim tesislerinde çok kısa bir zaman içinde "işletme"den kaynaklanan bakımsızlık nedeniyle "Vehbi Koç" adını alan bu tesisler, Koç Topluluğu'nu utandırıyordu... Artık Vehbi Koç'un sosyal hizmetleri ve hayır işlerine doğrudan Koç Vakfı sahip çıkmalıydı... "başkaları"na devredilmemeliydi... Koç Vakfı'nın bu politikası meyvelerini verecek Amerikan Hastanesi, Koç Lisesi ve Koç Üniversitesi gibi girişimler parlak bir başarı öyküsüne dönüşecekti" 163
-"Hayattaki en önemli sonuçlar, ayrıntısına dikkat edilmiş işlerden alınır" 175
-"Üniversite arazisi için zamanın Tarım ve Köy İşleri Bakanı Lütfullah Kayalar ile Vehbi Koç bir görüşme yaptı. Teklif bakandan geldi. Mavromoloz Devlet Ormanı'ndan bir alanın tahsis edilebileceğini söylüyordu.../.../ 26.4.1992 tarihinde de Bakanlar Kurulu tarafından Rumelifeneri köyü sınırları içinde 160 hektarlık arazi, 49 yıl süreyle Koç Üniversitesi'ne tahsis edildi" 182, 184
-"Arazinin maden ruhsatı bulunan bir arazi içinde olması Belediye'nin imar planı yapmasını engelliyordu... Maden Dairesi ile görüşme yapıldı ve maden arama ruhsatının devralınması gerektiği öğrenildi.../... planlarının onaylanması... yıl 1996'yı gösteriyordu... Yani siyasi iradeye karşı bürokrasinin o inanılmaz hantallığı ve direnişi karşısında Koç Üniversitesi bir türlü inşaatı gerçekleştiremiyordu./.../ 31 Mayıs 1996'da üniversitenin temeli atıldı. Ancak inşaat süresince sorunlar yine devam etti. Koç Üniversitesi gecekondulaşmayla çoraklaşan bir orman arazisinin, yeşil bir ada gibi korunması konusundaki kararlılığına karşın yıpratılmaya devam edildi" 186, 187
-"Suna Kıraç.../.../ Amerika'da 21'nci yüzyılda üç önemli sektör olacağı söyleniyor: Eğitim, sağlık, haberleşme ve medya... eğitim mümkün olduğu kadar özelleştirilmeli, paralı hale getirilmelidir... Eğitimin bedeli çok yüksektir, bunu ödeyebilenden almalı, ödeme imkanı olmayanlara burs vererek kaliteli eğitimden yararlanma fırsatını vermeli" 190
-"Suna Kıraç'a göre her şeyi devletten beklememek gerekiyor.../... 1994 seçimleriyle din üzerinden yapılan siyasetin aldığı sonuçlar, Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkıya bağlı Vehbi Koç ve Suna Kıraç'ta şok etkisi yapmıştı. Toplumda laik değerlerin savunulması ve Atatürk çizgisinde yeni kuşakların yetiştirilmesi hedefi tartışılıyor, sivil toplum örgütleri kuruluyordu./ İşte bu koşullar altında Büyükerşen, sık sık görüş alışverişinde bulunduğu Vehbi Koç'a samimiyet ve biraz da özeleştirel bir dille eğitimin karşılaştığı dar boğazları anlattı.../... Büyükerşen, eğitimde karşılaşılan sorunlarda çözümün sadece devletten beklenmemesi gerektiğini söyledi. Suna Kıraç aynı fikirdeydi. Şöyle dedi:/... eğitim devlete bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Eğitim yalnız özel sektör kuruluşlarının halledeceği bir konu da değildir. Genel eğitim alanında en büyük bir sivil toplum hareketini başlatalım" 192, 193
-"Suna Kıraç... Vehbi Koç'un şerhine rağmen projeye başlama kararı almıştı.../ Eğitim Gönüllüleri Vakfı, 25 Ocak 1995 günü iş dünyası ve akademyadan 52 önde gelen ismin imzasıyla faaliyete geçti" 196, 197
-"O yıllarda Diyarbakır'da Asayiş Kolordu Komutanı olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt da vakıf çalışmalarını destekliyordu. Yönetim kurulu üyelerine bir Skorsky helikopter tahsis etti. Bölgede terörün en yoğun olduğu yıldı./... "Füze tehdidi var..."/ Suna Kıraç bu seyahatteki tek kadın olarak sükunetle Lice'den Pervari ve Eruh'a kadar toplam 7 yerde eğitim birimlerinin açılışını gerçekleştirdi" 201
-"Suna Kıraç.../... Hayatımda hiçbir seyahat beni bu kadar etkilemedi.../.../ Güneydoğu gerçeği çok farklı... Devletimizin yanında sivil toplum örgütlerine, özel sektöre çok önemli görevler düşüyor.../ Prof. Yılmaz Büyükerşen'in, gıyabında yaptığı konuşmalarda "Türk çocuklarının eğitim annesi" diye tanımladığı Suna Kıraç'ın bu projesi adım adım ülke geneline yayılıyor... İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın Suna Kıraç ile yaptığı görüşme sonrası "para toplama" yetkisi vermesiyle vakıf bir anda kamuoyunda etkin bir rol üstlendi" 202, 203
-"Koç Ailesi 600 yılı aşkın ve Hacı Bayram-ı Veli'ye kadar uzanan bir kökene sahip olmasıyla, Anadolu'nun aristokratik geleneğini iş dünyasında sürdüren ender temsilcilerden biri olageldi" 207
-"Sadberk Hanım Atina'da Antonis Benakis... Müzesi'ni gezmiş ve hayran kalmıştı.../... mevzuat böylesi bir düzenleme yapılması için yeterli değildi. Ailenin girişimleriyle özel şahısların da müze kurmasına olanak sağlayan kanun kabul edildi. Sadberk hanım vasiyetiyle Türkiye'de müzeciliğin makus talihini kırıyor.../... müze... 1980'de faaliyete geçti" 209
-"İnan Kıraç.../ Sevgili Sunacağım/ Bugün... 50 yaşına bastığın gün.../... Antalya'da... tarihi bir kiliseyi senin için alma fırsatı buldum" 214
-"Aya Yorgi (Agios Georgios) Kilisesi'nin yapım tarihi kesin olarak bilinmiyordu. Ancak kitabesine göre 1863 yılında esaslı bir onarım geçirmişti. Mübadelede Girit'ten gelen bir mülteci aileye verilen evin bahçesindeki kilise bir pamuk deposu olarak kullanılıyordu. İnan Kıraç'ın hediyesi tarihi bir değeri geri kazandırıyordu.../... Antalya evi ise Aydın Doğan'a aitti. Bu evi Aydın Doğan'dan devralan Kıraçlar, evi aslına uygun olarak restore ettirdikten sonra enstitü burada açıldı.../... 1996'da AKMED görkemli bir törenle hizmete girdi.../... Marsilya'daki enstitüden ilham alınmıştı... Akdeniz ticaretini yönlendiren ve kral adına elçilik görevleri üstlenen Marsilyalılar... bir çağrı yapmıştı" 216, 217
-"... sözü Zülfü Livaneli aldı: "Suna Hanım size çok teşekkür ederim. Avrupa'da pek çok şehirde gezerken böyle bir mekan ve enstitü benim ülkemde niye yok, diye öyle bir üzüntü duyardım..."/... Dr. Sinan Genim.../... Suna Hanım ve İnan Bey gelecekte... İtalya'da bir dönemdeki Medici Ailesi gibi... bir aile diye anılacağını umuyorum" 220, 221
-"Babasının hayır işlerinde "Memleket varsa biz varız" düsturu, Suna Kıraç'ta "Bu ülkenin sanatı ve kültürüne biz de sahip çıkmalıyız" duyarlılığına dönüşmüştü" 222
-"Pera Müzesi 2005 yılının Haziran ayında kapılarını İstanbullulara açtı" 226
-"... 5 trilyon liraya "Kaplumbağa Terbiyecisi" Pera Müzesi'nin koleksiyonuna katıldı" 228
-"2006 yılının Aralık... İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet alanlarında... eşgüdüm içinde çalışarak kendisini geliştirmeyi öngörüyor" 231
-"1998 yılının Şubat ayında aile sağlık sorunu nedeniyle Amerika'ya gitti. Sağlık sorunu olan İnan Kıraç'tı... Suna Kıraç'ın... muayene olmasına karar verildi.../.../ "Hastalığınız ne yazık ki ALS!" dedi... doktor, "Kötü bir hastalık" diye devam etti. "Kötü olmasının nedeni, halen bir ilacı yok ve hastalığın nedenini de bilmiyoruz".../ ALS (Amyotrophic Lateral Sclerosis) "motor nöron" adıyla da anılan hastalık. Merkezi sinir sisteminde "medulla spinalis" ve "beyin sapı" adı verilen bölgede motor hücrelerin (nöronlar) kaybı nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu hücreler yaşamsal bir öneme sahip. Hücrelerin kaybı kaslarda zaaf ve erimeye yol açıyor... sürekli ilerleyerek yayılıyor... Hastanın zihinsel fonksiyonları ve belleği hiç bozulmuyor.../.../... 7 yıl içinde de yaşamını yitireceğini söyledi.../.../ İnan Kıraç hemen ikinci bir doktor arayışına girdi... New York... Dr. Rowland'a gösterdiler. Sonraki yıllarda İnan Kıraç'a, "Amerikalı hekimler acımasız oluyorlar," dedirten, Suna Kıraç'ın ise, "Tamamen insanlıktan yoksun, en kötü şeyleri insanın yüzüne söylüyor," diye hatırladığı bir katılıkla bu doktor da teşhisin doğruluğunu teyit etti" 236-238
-"Stephan Hawking'in de aynı hastalıktan mustarip olmasına karşın bilim dünyasına yaptığı olağanüstü katkıların hatırlatılması onu teselli etmiyordu" 242
-"Suna dedi ki, "İnan... Makineye bağlanmama müsaade etmeyeceksin."..." 246
-"Eve günün 24 saati Suna Kıraç'ın yanında kalacak ve bakımını rotasyonla sağlayacak olan sekiz hemşire yerleşti" 250
-"İnan Kıraç dünyada ALS araştırmaları yapan bütün önemli bilim insanlarını İstanbul'daki yalıda buluşturmayı başardı.../... alternatif tıpta yapılan araştırmaları da dikkatle takip etti.../ Tibetlilerin inancına göre doğada her hastalığı iyileştiren, iyi gelen bir ot vardır... Eğer bağışıklık sistemini kuvvetlendirebilirseniz her türlü hastalığı yenersiniz" 262, 263
-"... bütün ev çalışanlarını beraberine alarak Paris'e gitti. Bu özel uçakta... 18 kişilik bir ekip vardı" 264
-"Kök hücre araştırmalarında bilhassa Rusya ve Çin çok hızlı gidiyor. ABD ve Avrupa koyu dinciliği nedeniyle bu işte sınırlı kaldılar" 266
-"Vehbi Koç.../.../ 6- Şu 10 madde rehberiniz olsun:/ (1) Sıhhatinize önem veriniz.../ (2) Aile ve iş hayatınızın mazbut olmasına itina ediniz./.../ (4) Sabırla dinleyip, az ve öz konuşmaya özen gösteriniz./ (5)... İlgilileri dinledikten sonra karar veriniz. Verdiğiniz kararın uygulanmasını takip ediniz./.../ (7)... bütçenizde ihtiyatlı olunuz. İsraftan, lüks hayattan kaçınınız..." 271, 275, 276
*
10.5.2017-Ankara
Vehbi Koç'un kızı Suna Kıraç'ın biyografisi.
Hoş.
İlgiyle okudum.
Anlaşılan, baştan 79. sayfaya kadar olan bölüm Suna Kıraç tarafından yazılmış, sonraki bölüm ise Rıdvan Akar tarafından "hazırlanmış".
İlk bölüm, amatörce, insanı anlatıyor ve sevimli, ayrıca, dönemin toplumsal yapısını anlamamıza da, önemli derecede, katkı sağlayacak nitelikte, sonraki bölüm ise, sanki, biraz profesyonelce ve daha çok Koç topluluğunu anlatıyor, ve, özellikle, eğitime ve kültüre katkı çabalarının anlatıldığı bölümler, yine sanki, biraz propagandistçe gibi, ama, bu kısmın da, insani yönü ağır basan hastalıkla ilgili bir bölümü var, ki, hem duygulandırıcı, hem de düşündürücü.
Her tür maddi imkan olsa da, insan sağlıklı değilse, ne kötü; ya, çaresizlik!
*
Genelde, çocuk güzelliği, bence, iyice, vurgulanmış.
Bir de, bir bölümde, işçi işveren ilişkileriyle ilgili değinmeler var; o kısım da, tam anlamıyla, sınıfsal!
*
Öğrendim, yararlandım.
Bakışıma zenginlik kattı.
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Suna Kıraç tam altı yıldır sadece gözleriyle konuşuyor. Yakalandığı o melun hastalık nedeniyle vücudunu hareket ettiremiyor" 9
-"Koç Topluluğu... en belirgin özelliklerinden biri, her şeyin yazılı olarak kayıt altına alınmasıydı" 10
-"Annem.../...16 yaşındayken babamla nişanlanmışlar. Aile servetinin bölünmemesi kaygısıyla, iki teyze çocuğunun görücü usulüyle evlendirilmelerine karar verilmiş" 20
-"Bir bakkal dükkanından başlayan ve "uluslararası şirkete" dönüşen bir aile şirketi..." 21
-"Çocukluktan itibaren kalabalık bir aile içinde büyümenin insana çok önemli değerler kattığına inanıyorum. Bizim kazancımız dayanışma ve paylaşma duygusuydu" 25
-"Yenişehir'deki apartman... Başbakan Şükrü Saracoğlu ve Gümrük Bakanı Saffet Arıkan bizim apartmanda kiracı olarak otururlardı.../ Saffet Arıkan ezeli bekardı. Çok sofistike yaşardı... Eğitimi ve yaşam tarzıyla rafine bir kültürün temsilcisiydi. Babam "... Whisky'nin nasıl içileceğini Saffet Arıkan'dan öğrendim," derdi./ Başbakan Şükrü Saracoğlu... gayet mütevazı bir yaşamı vardı... imkanları fevkalade sınırlı idi... Kendi dostları dışında... kimse evlerine gelip gitmezdi.../.../... bende en çok iz bırakan yerlerden biri... Kızılay'daki Güven Park'ı" 29-31
-"Sınıfımızın fenomen isimlerinden Ayşe Şasa'yı koleje girdiğim ilk yıl, 12 yaşında tanıdım... son derece Batılı idi... annesi Melike Hanım... Rauf Orbay'ın yeğeni.../.../... lisede.../... Hafif sol espride yaşıyoruz. Bu hayat hoşumuza gidiyordu. Çiğdem'in deyişiyle "bohem" yaşıyorduk. Değişik, renkli, İstanbul'un en hoş insanları ile bir arada. Ben de kendimi iyice kaptırmıştım. Babam arkadaş çevremin farkında bile değildi.../.../ Nasıl olduysa Ayşe, Atıf Enişte'den sonra Cerrahi tarikatından dostlar edindi. Anlayamadığım şekilde dine döndü... örtünmeye kadar götürdü. Hayatta en son örtüneceğini düşünebileceğim insan Ayşe olabilirdi./ Bir gün... geldi. Gözlerime inanamadım... Simsiyah çarşaf örtüsü gibi sıkma baş.../... Annenin ve babanın egoistliğinden diğer çocuklar da koptular" 43, 45, 46
-"Ayşe Şasa'nın yazdıkları/.../ Senin ailen, modern eğitime verdiği değer kadar, göreneklere de değer verir bir konumdaydı.../ Benim ailem Batı tarzı yenilik, yeni hayat tarzı konusunda biraz abartılı bir tutum içindeydi, bazen kuru kuruya adetlerden dem vururlardı bizde, ama manevi, geleneksel, dindarane şeylere pek bir alan tanınmazdı.../ Kolej hayatımız toplumun uzağında bir kamp hayatı gibiydi. Özel şekilde eğitilmek için kampa çekilmiştik./.../ Bizler, özellikle sen ve ben, 50'lerde Türkiye'de yeni güçlenmekte olan bir Türk ticaret burjuvazisinin unsurlarıyız. Yüzeydeki pırıltıya, iyimserliğe, umutlu, pembe havaya karşın, arka planı zor, karmaşık, bir hayli girift ve problemli bir ortamın ürünleri sayılırız./ Modern Türkiye'de bir hayli sancılı bir değer keşmekeşi var... her şey kurulma, deneme aşamasında, gelenek ile modernite içten içe çelişiyor. "Türk modernleşmesi nasıl olacak?"... Hangi oranda muhafazakar, hangi oranda modern olunmalı?" 48-50
-"Liseye geçince mantık, felsefe ve psikoloji okumaya başladık. Bu dersler bizim grubun ukalalığı ile tam örtüşüyordu. Onun için mutluyduk. Hazmedemeyeceğimiz kitaplar okuyup, bir de onları körpe beyinlerimizle tartışıyorduk" 51
-"Solculuğa heves eden, ancak servetin her türlü imkanlarından yararlanan bir gruptuk. Evlendikten sonra bir akşam İnan'la birlikte Divan Oteli'nin barında Yaşar Kemal'e rastladık. İnan'a "Damat! Kızımızı tam komünist yapacaktık, elimizden aldın." diye takıldı. Yaşar Kemal'i hala çok severim" 52
-"Kolej bizlere tiyatro sevgisi aşıladı. Bizim kuşak tiyatroya çok giderdi.../ Ablam Semoş... hastalandı. 1950'de kist hidatik teşhisi kondu... hemen Londra'ya götürdüler. Orada ünlü bir cerrah tarafından ameliyat edildi. Cerrah keseyi alırken patlattığı için Semoş 1985'e kadar bütün vücuduna yayılmış olan kistlerin ceremesini çekti... Tam on bir kez ameliyat oldu./ Londra'da büyük bir hatayla yapılan Semoş'un ameliyatı, bizde devlet hastanelerinde her gün yapılan bir ameliyat türüymüş. Çünkü böyle vakalar çoğunlukla az gelişmiş ülkelerde görülürmüş./... Semoş'un hastalığı bütün ailede derin izler bıraktı.../... Amerikan eğitim sistemi insana kişilik, özgüven ve paylaşmayı öğretiyor. Kolej bizim hepimize çok şey kazandırdı" 53
-"Amerika'ya gidip işletme ve finans okumaya karar verdim... kabul geldi... gitmeyi çok istiyordum... Ancak babam bana duygu sömürüsü yaptı... "Ben yaşlandım, sana hasret gitmek istemiyorum," dedi./... Bana söylediği masallar sonucunda pes ettim. İstanbul'da kaldım. Bana şöyle dedi: "Benim tezgahım en iyi üniversitedir. Seni ben yetiştireceğim." Nitekim öyle oldu. 35 yıl birlikte çalıştık. Ben "Vehbi Koç Üniversitesi" mezunuyum. Bu benzersiz okulun ilk ve tek öğrencisiyim./ Ben de -şimdiki adıyla- Boğaziçi Üniversitesi'ne kaydoldum.../.../... Öğrenmeyi seviyordum. Disiplinliydim. Kaytarmak gibi bir şeyi aklıma bile getirmeden bana söylenenlerin en iyisini yapmayı önemsiyordum... İltifat liyakata tabiydi. Ben de bu iltifata layık olmaya çalışıyordum" 54, 55
-"İnan bir memur çocuğu idi. Babası, Atatürk'ün talimatlarıyla Eskişehir'de "Dry Farming" üstüne bir çiftlik kurmakla görevlendirilmişti ve bu amaçla da Amerika'ya Nebraska'ya gönderilmişti... Atatürk'ün yakın çevresinde bulunmuşlar... Atatürk Kıraç ailesinin evine sık sık konuk oluyordu./.../ Ben kendime böyle bir sanal dünya kurmuştum. Yapay değerler üstüne kurulmuş, bugünkü tabiriyle "life style" denilen şeyi öne çıkaran bir dünyam vardı" 58
-"Evlilik için ilk tören Hilton Oteli'nde yapıldı.../ Törenden yaşamım boyunca hiç unutamadığım anım babamın ağlamasıdır... Çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir evladın sevildiğini en çok hissettiği anın anne babasının en çok üzüldüğü an olması hayatın bir çelişkisi olsa gerek./ 11 Ocak 1968'deki törene 1500 kişi katılmıştı ama... Konuklarımız Koç Topluluğu'nun dostlarıydı. Oysa İnan ile ben hızımızı alamamıştık. Bir defa da arkadaşlarımız için tören yapmaya karar verdik. Dört-beş değişik yerde evlilik kutlamaları sürdü. Yani burnundan kıl aldırmayan Kıraç çifti deyim yerindeyse, tam yedi gün yedi gece sürecek bir evlilik töreni ile dünya evine girdi" 63, 64
-"Evliliğimizin ilk 15 yılında çocuğumuz olmadı.../.../... Türkiye'de ilk defa böylesine varlıklı bir ailenin üyesi evlat edinmeye karar verecekti.../... bu kararıma en sıcak tepki babamdan geldi.../ İpek'le beraber bütün hayatımız değişti. Her şey İpek'e göre ayarlanmaya başladı" 70, 73, 74
-"... babamın değişik prensipleri vardı. Daktilo yazmayı bileceksin (şimdiki dünyamızda bilgisayar kullanmakla eşanlamlı). Araba kullanmayı bileceksin. En az bir dil konuşacaksın. Memleketin her tarafını gezmeye çalışacaksın" 78
-"Ben ise Türk Eğitim Gönüllüleri sayesinde Silahlı Kuvvetlerimizin destekleriyle Diyarbakır, Siirt, Batman, Şırnak, Cizre, Lice, Pervari, Van ve Elazığ'a gittim" 79
-"Suna Kıraç babası Vehbi Koç'tan edindiği ve Koç Topluluğu'nda gelenekselleşen "not tutma" alışkanlığı ile iş yaşamının farklı süreçlerini kayıt altına aldı.../... 1960'ta Koç... Şubesi'nde işe başladım... Beyoğlu Merkez Han'da, köhne bir binada çok ilginç yıllar geçirdim./.../... babamın sekreteri, tek parmakla daktilo yazan Zehra Tekbaş ise penceresi olmayan bir oda değil, bir kovukta oturuyordu. Haşim İşcan diğer bir odada. Zehra Hanım'ın karşısında bir kovukta da ben oturuyordum.../.../... 1960'ların başında... kadınların iş yaşamında görülmeleri bile pek hoş karşılanmıyordu" 83, 84
-"Vehbi Koç'un... prensipleri vardı... şöyleydi:/ 1. Hiç kimse tek imzayla şirketi töhmet altına sokmayacak./ 2. Kardeşin ya da kocan bile olsa hiç kimseye umumi vekaletname vermeyeceksin./ 3. Verdiğin vekaletnameler muayyen süreli ve bir işe dönük olarak verilecek./ 4. Birlikte çalıştığın kimselerle özel hayatında arkadaşlık etmeyeceksin, içli dışlı olmayacaksın. Onlarla ilgili kararlar almakta zorlanırsın./ 5. Verdiğin hiçbir siparişin borcunu unutmayacaksın. Hediye başka, sipariş başkadır. Bir paket sigaranın bile borcunu ödeyeceksin. Hediye daima pahalıya patlar./ 6. İbadetini gösteriş için yapmayacaksın. Allahla kulun arasına kimse giremez./ 7. Toplantılara hazırlıklı gireceksin. Gündemin olacak. Karşı tarafın gündemini isteyeceksin./ 8. Her toplantının zaptı toplantı sonrası yazılacak. İleride, karşı taraf ne sormuş, sen ne söylemişsin yazılı olarak kalacak./ 9. Siyasilerle konuşurken kendin zabıt tutacaksın./ 10. İçkiliyken bahse girmeyeceksin. Şirket işlerini konuşmayacaksın. Az konuşup çok dinleyeceksin./ 11. Elde ettiğin bilgilerin bir kısmını çalışma arkadaşlarınla paylaşacaksın./ 12. Almak istediğin kararı çalışma arkadaşlarınla birlikte alacaksın ki sonradan takip etsinler ve sorumluluk alsınlar./ 13. Kimseye kefil olmayacaksın. Sonradan kötü kişi olacağına, baştan olmak daha iyidir. Ama gönlün arzu ediyorsa para verip unutacaksın./ 14. Düşmüş dostunu arayacaksın" 87, 88
-"Nahum, topluluk şirketlerinde sendikaların varolması gerektiğini söylüyordu. Sendikalar olmalıydı ki işçiler para kazansın... Koç ürünü buzdolabını, çamaşır makinesini satın alabilsin./ Bu doğrultuda Koç Topluluğu'nun sanayi şirketlerinde... sendikaların örgütlenmesi engellenmedi. Ancak topluluk ticaret ve hizmet sektörlerindeki şirketlerde sendikalaşmaya sıcak bakmıyordu" 93
-"Vehbi Koç ise sendikalar karşısında işverenlerin ortak hareket etmesi için her sektörde işveren sendikalarının kurulması konusunda öncü bir rol üstlenmişti.../... 15-16 Haziran 1970'te, Türkiye'nin yaşadığı en büyük işçi eylemine Koç işçileri de katılmıştı. İstanbul'un bütün sokaklarının işçiler tarafından işgal edildiği o gün Koç ailesinin üyeleri birbirleri için kaygılanmıştı... Mustafa Koç mahsur kalmışlardı. Onları "kurtarma işi" işçi tulumu giyerek, tebdil-i kıyafetle sokağa çıkan İnan Kıraç'a düşmüştü./ Öylesine kritik bir süreçti ki kimi fabrikalarda şirketlerin üst düzey yöneticileri rehin alınıyor, fabrika işgalleri yaşanıyor, hatta Tofaş fabrikasında bir işçi yaşamını yitiriyordu" 94
-"Suna Kıraç'tan Vehbi Koç'a.../.../ MESS'ten bugüne kadar Koç Topluluğu hiçbir fayda sağlamamıştır" 95
-"70'li yıllar... bir İngiliz güvenlik şirketinden rapor istendi. Hazırlanan rapor öylesine kaygı vericiydi ki Kıraçlar'ın evlerini bir kaleye dönüştürmesi gerekiyordu. Bunun üzerine İnan Kıraç o yıllarda MİT yöneticisi olan Hirab Abbas'ı davet ederek bu raporu tartışmak istedi. Hiram Abbas gülümseyerek, bu raporun hiçbir derde deva olmayacağını söyledi... Abbas'ın önerisi ise o yıllar açısından ironikti... evin çevresine sirenler takılarak sık sık bu sirenlerin çaldırılması yoluyla caydırıcı olunabileceğini söylemişti. İnan Kıraç daa bu tavsiyeyi uygulamıştı./... Güvenlik olarak yanlarına sadece bahçedeki iki doberman köpeği almışlardı.../... Suna ve İnan Kıraç huzuru denizde buldu" 96
-"Helikopter alınacaktı alınmasına ama böylesi harcamaları müsriflik olarak niteleyen Vehbi Koç acaba bunu nasıl karşılayacaktı? Suna Kıraç helikopterin satın alınmasından itibaren tam bir yıl süreyle bu satın alma işlemini Vehbi Koç'tan gizleme başarısını göstermişti" 101
-"Örneğin Koç Topluluğu üst düzey yöneticilerine verilen şoförlü arabalar Vehbi Koç'un tepkisini çekiyordu... Vehbi Koç'u sakinleştirmek, yine Suna Kıraç'a kalmıştı... Şoförler, üst düzey yöneticilerin özgür kalması içindi.../... saz heyetinin 6 tanesini bir paravanın arkasında gizliyordu" 102
-"Vehbi Koç... yazlık eve taşınılırken, kışlık evdeki buzdolabı da taşınıyordu... Solakoğlu'nun bir buzdolabını kışlık evine göndermesi üzerine Vehbi Koç... çıkışmıştı. Solakoğlu... "Kışlık evinizdeki buzdolabını yazlığınıza taşıdığınız duyulursa, biz yazlıkçıya nasıl buzdolabı satarız," deyince... gülerek telefonu kapatmıştı./.../ Vehbi Koç için israf en çok sakınılması gereken bir yasaktı" 105
-"Koç Topluluğu'nun gelenekselleşmiş siyasetçilerle mesafeli ve eşit durma konusundaki anlayışı Suna Kıraç tarafından da benimsenmişti" 108
-"Aydın Doğan, Koç ailesine ve topluluğuna her zaman yakın bir isim olmuştu... Doğan'ın arsa için belirlediği fiyat... 25 milyar liraydı... Vevbi Koç... Doğan'ı arayarak, "Arsayı 10 milyar liraya Migros'a satacaksın," dediğinde Aydın Doğan... "... ona nasıl hayır diyebilirim," diyerek arsayı Koç'un belirlediği fiyattan satmaya karar verdi./... Suna Kıraç... "... Migros için dostluklarımızı zedelemeye hakkımız yok..."..." 109
-"Gümrük Birliği.../... Arçelik'e gelen ortak olma önerisi... Can Kıraç bu öneriyi "truva atı"na benzetiyordu. Zira onlarca yılın birikimiyle kurulan... bayi ve servis ağı, bir anda uluslararası şirketin bilgi ve kullanımına açılmış olacaktı.../.../... Arçelik'in yoluna tek başına devam etmesine karar verildi. Suna Kıraç başarmıştı" 112, 116
-"Vehbi Koç.../... Organizasyon... Not/.../ Batı'da kurulan aile şirketlerinden 5. nesile kadar devam edenlerin nisbeti çok düşük veya hiç yok gibidir./.../... Henry Ford sağlığında veraset vergisi vermemek için Ford hisselerinin % 75'ini kendi namına kurulan Ford Vakfı'na bağışladı. (Amerikan kanunlarına göre vakıfların hisseleri ne olursa olsun, şirketlerde söz sahibi olamıyorlar.)/.../ 5- İşlerim büyüdükçe ben de 1938'de ilk anonim şirketimi, 1963'te de holdingi kurdum./ 6- Koç Grubunun devamlılığını sağlamak için... işlerin profesyonel yönetimle idaresinin doğru olacağı kanaatine varıldı..." 129-131
-"Suna Kıraç.../.../... gerek içinde bulunduğumuz 14 değişik sektörde, gerek ileriye dönük düşündüğümüz işlerde belirli stratejilerimizin olmadığı görülüyor./.../... kaynaklar çok şükür bizde var, ama her sektörde büyüyecek ve her sektörde mücadele edecek kadar yok. Kararlar bizim önümüze geçip, bizleri güç durumlarda yakalamadan, bizim cesur kararlar alarak bazı sektörlerden çıkmamız gerekli./.../... gelecekte bu işlerden sağlanacak nakit ve karlılık üzerine belirli tahminlerde bulunmalı./.../ Genel olarak, elde tutulacak işlerin stratejilerini kısa, orta ve uzun vadede tespit etmeliyiz./.../... "lean...", yani "yalın...", "flexible..." yani "esnek..." ve şimdi de "agile..." yani "çevik (kıvrak) organizasyon" devri başladı./ Organizasyon değişikliklerini yönetimin elinde daha iyi çalışabilmek için bir araç olarak görmek gerekir.../.../... tek çıkış yolumuz, en kısa zamanda aile fertleri olarak işin tam dışında kalmamızdır. Uzatılacak her süre, şirketin yararına değil, zararınadır" 132-135, 137
-"Suna Kıraç... kurduğu dengeye sonraki yıllarda Bilderberg'i ekledi. Avrupa'nın önemli aileleri tarafından kurulan Bilderberg toplantıları aslında dünyanın önde gelen 400 ismini bir araya getiren, karar alıcıları, ekonomi dünyasının öncülerini, dünyayı yönlendiren devlet adamlarını ve kanaat önderlerini aynı masa etrafında toplayan çok önemli bir forumdu. Bu forumda Türkiye'nin tanıtımı ve temsili bir görevdi. Bilderberg bayrağını uzun yıllar taşıyan Selahattin Beyazıt sonunda bayrak koşusunda bayrağı Suna Kıraç'a vermişti.../... Sedat Ergin de bir defasında Suna Kıraç'ın davetlisi olarak Bilderberg toplantılarını izledi" 138, 139
-"Vehbi Koç'un attan düşüp omuzunu kırması üzerine kızları Semahat ve Suna onu hemen Londra'ya götürdü" 1142
-"Vehbi Koç'un naaşı çalındı.../... 1996... Kabir açılmış ve naaş çalınmıştı./.../... 2,5 ay sonra... kabrin yaklaşık 50 metre ilerisinde başka bir kabirde... naaş bulundu./... polis... fidye randevusunda ele geçirdi.../ Nebbaşlar.../.../... Önce fidye için kaçırdıklarını söyleyen sanıklar daha sonra mahkemede Vehbi Koç'un zekasına hayran olduklarından kafasını incelemek için çaldıklarını söylemeye başladılar./.../... 1 yıl 8'er ay hapis... cezasına çarptırıldı" 147, 149, 150
-"Suna Kıraç'tan.../.../... Vehbi Koç'un 1926 yılında kurduğu küçük ticari bir çekirdek.../... topluluğumuz 73 yılın her döneminde, yasaları, ahlaki değerleri daima ön planda tutmuş, hiçbir zaman siyasilerden veya devlet imkanlarından yararlanma yoluna gitmemiştir. Günlük siyasi kavgalardan, partizanlıktan uzak durmuş, ancak son zamanlarda arzu edilmeyen bir şekilde siyasete bulaştırılmak istenmiştir" 153
-"Vehbi Koç... Koç Topluluğu'nun varlığını Türkiye ve Türk milletiyle özdeşleştiriyordu.../... 1948 yılında Ankara'da Vehbi Koç Yurdu kurulması için ilk girişimini gerçekleştirmişti.../.../ 1967'de kurulan Türk Eğitim Vakfı'nın (TEV) fikir babası ve 205 kurucusundan biri Vehbi Koç'tu" 156, 157
-"Sağlık ve eğitim tesislerinde çok kısa bir zaman içinde "işletme"den kaynaklanan bakımsızlık nedeniyle "Vehbi Koç" adını alan bu tesisler, Koç Topluluğu'nu utandırıyordu... Artık Vehbi Koç'un sosyal hizmetleri ve hayır işlerine doğrudan Koç Vakfı sahip çıkmalıydı... "başkaları"na devredilmemeliydi... Koç Vakfı'nın bu politikası meyvelerini verecek Amerikan Hastanesi, Koç Lisesi ve Koç Üniversitesi gibi girişimler parlak bir başarı öyküsüne dönüşecekti" 163
-"Hayattaki en önemli sonuçlar, ayrıntısına dikkat edilmiş işlerden alınır" 175
-"Üniversite arazisi için zamanın Tarım ve Köy İşleri Bakanı Lütfullah Kayalar ile Vehbi Koç bir görüşme yaptı. Teklif bakandan geldi. Mavromoloz Devlet Ormanı'ndan bir alanın tahsis edilebileceğini söylüyordu.../.../ 26.4.1992 tarihinde de Bakanlar Kurulu tarafından Rumelifeneri köyü sınırları içinde 160 hektarlık arazi, 49 yıl süreyle Koç Üniversitesi'ne tahsis edildi" 182, 184
-"Arazinin maden ruhsatı bulunan bir arazi içinde olması Belediye'nin imar planı yapmasını engelliyordu... Maden Dairesi ile görüşme yapıldı ve maden arama ruhsatının devralınması gerektiği öğrenildi.../... planlarının onaylanması... yıl 1996'yı gösteriyordu... Yani siyasi iradeye karşı bürokrasinin o inanılmaz hantallığı ve direnişi karşısında Koç Üniversitesi bir türlü inşaatı gerçekleştiremiyordu./.../ 31 Mayıs 1996'da üniversitenin temeli atıldı. Ancak inşaat süresince sorunlar yine devam etti. Koç Üniversitesi gecekondulaşmayla çoraklaşan bir orman arazisinin, yeşil bir ada gibi korunması konusundaki kararlılığına karşın yıpratılmaya devam edildi" 186, 187
-"Suna Kıraç.../.../ Amerika'da 21'nci yüzyılda üç önemli sektör olacağı söyleniyor: Eğitim, sağlık, haberleşme ve medya... eğitim mümkün olduğu kadar özelleştirilmeli, paralı hale getirilmelidir... Eğitimin bedeli çok yüksektir, bunu ödeyebilenden almalı, ödeme imkanı olmayanlara burs vererek kaliteli eğitimden yararlanma fırsatını vermeli" 190
-"Suna Kıraç'a göre her şeyi devletten beklememek gerekiyor.../... 1994 seçimleriyle din üzerinden yapılan siyasetin aldığı sonuçlar, Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkıya bağlı Vehbi Koç ve Suna Kıraç'ta şok etkisi yapmıştı. Toplumda laik değerlerin savunulması ve Atatürk çizgisinde yeni kuşakların yetiştirilmesi hedefi tartışılıyor, sivil toplum örgütleri kuruluyordu./ İşte bu koşullar altında Büyükerşen, sık sık görüş alışverişinde bulunduğu Vehbi Koç'a samimiyet ve biraz da özeleştirel bir dille eğitimin karşılaştığı dar boğazları anlattı.../... Büyükerşen, eğitimde karşılaşılan sorunlarda çözümün sadece devletten beklenmemesi gerektiğini söyledi. Suna Kıraç aynı fikirdeydi. Şöyle dedi:/... eğitim devlete bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Eğitim yalnız özel sektör kuruluşlarının halledeceği bir konu da değildir. Genel eğitim alanında en büyük bir sivil toplum hareketini başlatalım" 192, 193
-"Suna Kıraç... Vehbi Koç'un şerhine rağmen projeye başlama kararı almıştı.../ Eğitim Gönüllüleri Vakfı, 25 Ocak 1995 günü iş dünyası ve akademyadan 52 önde gelen ismin imzasıyla faaliyete geçti" 196, 197
-"O yıllarda Diyarbakır'da Asayiş Kolordu Komutanı olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt da vakıf çalışmalarını destekliyordu. Yönetim kurulu üyelerine bir Skorsky helikopter tahsis etti. Bölgede terörün en yoğun olduğu yıldı./... "Füze tehdidi var..."/ Suna Kıraç bu seyahatteki tek kadın olarak sükunetle Lice'den Pervari ve Eruh'a kadar toplam 7 yerde eğitim birimlerinin açılışını gerçekleştirdi" 201
-"Suna Kıraç.../... Hayatımda hiçbir seyahat beni bu kadar etkilemedi.../.../ Güneydoğu gerçeği çok farklı... Devletimizin yanında sivil toplum örgütlerine, özel sektöre çok önemli görevler düşüyor.../ Prof. Yılmaz Büyükerşen'in, gıyabında yaptığı konuşmalarda "Türk çocuklarının eğitim annesi" diye tanımladığı Suna Kıraç'ın bu projesi adım adım ülke geneline yayılıyor... İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın Suna Kıraç ile yaptığı görüşme sonrası "para toplama" yetkisi vermesiyle vakıf bir anda kamuoyunda etkin bir rol üstlendi" 202, 203
-"Koç Ailesi 600 yılı aşkın ve Hacı Bayram-ı Veli'ye kadar uzanan bir kökene sahip olmasıyla, Anadolu'nun aristokratik geleneğini iş dünyasında sürdüren ender temsilcilerden biri olageldi" 207
-"Sadberk Hanım Atina'da Antonis Benakis... Müzesi'ni gezmiş ve hayran kalmıştı.../... mevzuat böylesi bir düzenleme yapılması için yeterli değildi. Ailenin girişimleriyle özel şahısların da müze kurmasına olanak sağlayan kanun kabul edildi. Sadberk hanım vasiyetiyle Türkiye'de müzeciliğin makus talihini kırıyor.../... müze... 1980'de faaliyete geçti" 209
-"İnan Kıraç.../ Sevgili Sunacağım/ Bugün... 50 yaşına bastığın gün.../... Antalya'da... tarihi bir kiliseyi senin için alma fırsatı buldum" 214
-"Aya Yorgi (Agios Georgios) Kilisesi'nin yapım tarihi kesin olarak bilinmiyordu. Ancak kitabesine göre 1863 yılında esaslı bir onarım geçirmişti. Mübadelede Girit'ten gelen bir mülteci aileye verilen evin bahçesindeki kilise bir pamuk deposu olarak kullanılıyordu. İnan Kıraç'ın hediyesi tarihi bir değeri geri kazandırıyordu.../... Antalya evi ise Aydın Doğan'a aitti. Bu evi Aydın Doğan'dan devralan Kıraçlar, evi aslına uygun olarak restore ettirdikten sonra enstitü burada açıldı.../... 1996'da AKMED görkemli bir törenle hizmete girdi.../... Marsilya'daki enstitüden ilham alınmıştı... Akdeniz ticaretini yönlendiren ve kral adına elçilik görevleri üstlenen Marsilyalılar... bir çağrı yapmıştı" 216, 217
-"... sözü Zülfü Livaneli aldı: "Suna Hanım size çok teşekkür ederim. Avrupa'da pek çok şehirde gezerken böyle bir mekan ve enstitü benim ülkemde niye yok, diye öyle bir üzüntü duyardım..."/... Dr. Sinan Genim.../... Suna Hanım ve İnan Bey gelecekte... İtalya'da bir dönemdeki Medici Ailesi gibi... bir aile diye anılacağını umuyorum" 220, 221
-"Babasının hayır işlerinde "Memleket varsa biz varız" düsturu, Suna Kıraç'ta "Bu ülkenin sanatı ve kültürüne biz de sahip çıkmalıyız" duyarlılığına dönüşmüştü" 222
-"Pera Müzesi 2005 yılının Haziran ayında kapılarını İstanbullulara açtı" 226
-"... 5 trilyon liraya "Kaplumbağa Terbiyecisi" Pera Müzesi'nin koleksiyonuna katıldı" 228
-"2006 yılının Aralık... İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet alanlarında... eşgüdüm içinde çalışarak kendisini geliştirmeyi öngörüyor" 231
-"1998 yılının Şubat ayında aile sağlık sorunu nedeniyle Amerika'ya gitti. Sağlık sorunu olan İnan Kıraç'tı... Suna Kıraç'ın... muayene olmasına karar verildi.../.../ "Hastalığınız ne yazık ki ALS!" dedi... doktor, "Kötü bir hastalık" diye devam etti. "Kötü olmasının nedeni, halen bir ilacı yok ve hastalığın nedenini de bilmiyoruz".../ ALS (Amyotrophic Lateral Sclerosis) "motor nöron" adıyla da anılan hastalık. Merkezi sinir sisteminde "medulla spinalis" ve "beyin sapı" adı verilen bölgede motor hücrelerin (nöronlar) kaybı nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu hücreler yaşamsal bir öneme sahip. Hücrelerin kaybı kaslarda zaaf ve erimeye yol açıyor... sürekli ilerleyerek yayılıyor... Hastanın zihinsel fonksiyonları ve belleği hiç bozulmuyor.../.../... 7 yıl içinde de yaşamını yitireceğini söyledi.../.../ İnan Kıraç hemen ikinci bir doktor arayışına girdi... New York... Dr. Rowland'a gösterdiler. Sonraki yıllarda İnan Kıraç'a, "Amerikalı hekimler acımasız oluyorlar," dedirten, Suna Kıraç'ın ise, "Tamamen insanlıktan yoksun, en kötü şeyleri insanın yüzüne söylüyor," diye hatırladığı bir katılıkla bu doktor da teşhisin doğruluğunu teyit etti" 236-238
-"Stephan Hawking'in de aynı hastalıktan mustarip olmasına karşın bilim dünyasına yaptığı olağanüstü katkıların hatırlatılması onu teselli etmiyordu" 242
-"Suna dedi ki, "İnan... Makineye bağlanmama müsaade etmeyeceksin."..." 246
-"Eve günün 24 saati Suna Kıraç'ın yanında kalacak ve bakımını rotasyonla sağlayacak olan sekiz hemşire yerleşti" 250
-"İnan Kıraç dünyada ALS araştırmaları yapan bütün önemli bilim insanlarını İstanbul'daki yalıda buluşturmayı başardı.../... alternatif tıpta yapılan araştırmaları da dikkatle takip etti.../ Tibetlilerin inancına göre doğada her hastalığı iyileştiren, iyi gelen bir ot vardır... Eğer bağışıklık sistemini kuvvetlendirebilirseniz her türlü hastalığı yenersiniz" 262, 263
-"... bütün ev çalışanlarını beraberine alarak Paris'e gitti. Bu özel uçakta... 18 kişilik bir ekip vardı" 264
-"Kök hücre araştırmalarında bilhassa Rusya ve Çin çok hızlı gidiyor. ABD ve Avrupa koyu dinciliği nedeniyle bu işte sınırlı kaldılar" 266
-"Vehbi Koç.../.../ 6- Şu 10 madde rehberiniz olsun:/ (1) Sıhhatinize önem veriniz.../ (2) Aile ve iş hayatınızın mazbut olmasına itina ediniz./.../ (4) Sabırla dinleyip, az ve öz konuşmaya özen gösteriniz./ (5)... İlgilileri dinledikten sonra karar veriniz. Verdiğiniz kararın uygulanmasını takip ediniz./.../ (7)... bütçenizde ihtiyatlı olunuz. İsraftan, lüks hayattan kaçınınız..." 271, 275, 276
*
10.5.2017-Ankara
6 Mayıs 2017 Cumartesi
Şölen
VERITAS
Yunan ve Latin Klasikleri
Platon, Yunanca'dan Çeviren: Eyüp Çoraklı, 1. Basım: Ocak 2015, Alfa Yayınları, İstanbul
Arka kapak yazısından: "İÖ 416 yılında, ilk tragedyasıyla birincilik kazandığı günün ertesi akşamı, Atinalı tragedya şairi Agathon bir ziyafet verir evinde. Başta Sokrates... dönemin ünlü siyasetçilerinin... bir araya geldiği bu toplantıda konuşulanlar Platon'un ahlak konulu metinlerinden birine, aşk konusunun... ele alındığı... bir edebiyat şaheserine temel olur."
Giriş sayfasındaki yazıdan: "PLATON/ İÖ yak. 427 yılında Atina'da dünyaya gelir... gençlerin ahlakını bozmakla suçlanan Sokrates'in İÖ 399 yılında idam edilmesinin üzüntüsüne dayanamaz... seyahat eder... İÖ 385 yılında ünlü felsefe okulu Akademeia'yı kurar... İÖ 347 yılında... yaşama veda eder."
*
"Yunan insanının... fikir alışverişinde bulunduğu bir "birlikte içme" etkinliği" imiş ziyafet, s. 9, "kadeh arkadaşlığı" varmış, s. 10.
Yemeğin ardından, bazı ritüellerden sonra, ilahiler okunur, başkan seçilir ve içme faslına geçilirmiş; aynı zamanda dinsel bir toplantı da sayılırmış, s. 11.
*
Kitaba konu ziyafet, İÖ 416 yılında gerçekleşmiş, s. 12, hikayesi, ziyafette bulunan birinin anlattığı birinden dinleyen, s. 25, yazar tarafından, İÖ 385-378 arasında, yaklaşık 35 yıl kadar sonra, kaleme alınmış olmalı, s. 15, ana konu Sokrates'e övgü, s. 16, ama edebiyat ve felsefe de ayrılmazcasına kaynaşmış, s. 18.
Ziyafetin başlangıcında, konuşmaların, "tanrıların en eskisi" olan Eros'a övgü olması konusunda anlaşma sağlanmış, s. 43, ve, başlangıçta, bu anlaşmaya tamamen uyulmuş ve ziyafette bulunanlar aşk-Eros konusunda konuşmuşlar, ancak, bir süre sonra, sarhoş biri gelmiş ve konuşmalar Sokrates övgüsüne dönüşmüş.
*
Anlatım-dil, bence, çok hoş, şiir gibi!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... atasözünü değiştirip bozalım... İyi adamın davetine kendiliğinden gider iyiler. Zaten Homeros da hiç çekinmeden bu atasözünü bozuyor, üstelik aşağılıyor da" 29
-"... nedir tadını kaçırmadan içebileceğimiz usul?.../... Dükü küfeliklerden biri de benim.../.../... Sokrates... her iki yola da gelir, sonuçta ne yaparsak yapalım yetinir onunla" 37
-"Sanıyorum hekimlik öğretti bana bunu, yani sarhoşluğun insanlara zararlı olduğunu. Onun için istesem de istemem daha fazla içmeyi.../... o anki toplantılarını sarhoşlukla sürdürmeyip böyle tadında içmeyi kabul etmiş hepsi" 39
-"... tuzun faydaları hakkında akla ziyan... övgüyle dolu bir kitaba rastladım daha yeni" 41
-"...bir genç için iyi bir aşıktan ve bir aşık için de iyi bir sevgiliden daha iyi bir şeyin var olduğunu söyleyemem. Bu düstur güzelce yaşamak isteyen insanlara yaşam boyu yol göstermeli. Ne akrabalık, ne mevkiler, ne zenginlik ne de başka herhangi bir şey aşk kadar güzel aşılayabilir bunu. Ne diyeyim ki bunun adına? Çirkin şeylerden utanma, güzel şeylere düşkünlük. Çünkü bunlar olmadan ne bir kent yüksek ve soylu işlerin altından kalkabilir ne de bir birey... çirkin bir iş çevirdiği... ortaya çıkarsa, babası, dostları veya başka biri tarafından görülmüş olması, sevgilisi tarafından görülmüş olması kadar acı vermez... Homeros'un söylediği şey de, yani tanrının kimi kahramanlara cesaret üflemesi de, düpedüz Eros'un kendi özünden sunduğu bir şeydir aşıklara./ Dahası yalnızca aşıklar ister birisi uğruna ölmeyi... tanrılar da aşkla ilgili bir çabayı ve erdemi özellikle onurlandırıyorlar... Akhilleus'u onurlandırdılar... Hektor'u... öldürmezse yurdunda yaşlanıp öleceğini annesinden öğrendiği halde aşığı Patroklos'un yardımına koşup öcünü aldıktan sonra... ölüp gitmiş bir adamın ardından ölmeyi cesurca yeğledi... çok daha gençti. Gerçekte tanrılar aşkla ilgili olan bu erdemi onurlandırırlar her şeyden önce.../... en değerli tanrıdır Eros ve insanların... mutluluğu elde etmelerinde en etkilisidir tanrıların" 45, 47, 49, 51
-"... özgür kadınlarımız..." 57
-"Bana sorarsanız yönetilenler arasında yüksek düşüncelerin, sağlam dostluk ve birlikteliklerin doğması yöneticilerin işine gelmiyor. Bütün bunlar başak bütün şeylerin ötesinde, özellikle aşkın aşılamadan duramadığı şeylerdir... yöneticilerin açgözlülüğü kadar yönetilenlerin yüreksizliğine bağlıdır bu" 59
-"... çabucak yakalamak çirkin sayılmıştır... bir zaman geçmeli aradan; hani doğru bir mihenk taşı kabul edilir ya zaman. Sonra paraya ve devlet yetkelerine kapılmak da çirkin sayılmıştır" 65
-"... birini sırf erdem için memnun etmek her bakımdan güzeldir" 69
-"... büyük güçlere sahiptir Aşk... konuşup anlaşabilir ve dost olabiliriz... tanrılarla bile" 81
-"... doğamız bir zamanlar çok farklıydı... üç cinsiyeti vardı insanların... erkek ve dişi... bir cinsiyet daha vardı... Dört kolu, bir o kadar da bacağı vardı her birinin... korkunç derecede güçlü ve kuvvetliydiler... kafa tuttular tanrılara.../... tanrılar düşünüp taşındılar... soylarını kuruttukları devler gibi yok edemezlerdi onları, -bu durumda insanların kendilerine sunduğu sunular ve adaklar da ortadan kalkardı-... Zeus... "Bir çözüm yolu buldum galiba... vazgeçebilirler ölçüsüzlüklerinden. Şimdi kesip ikiye ayıracağım onları teker teker,"... "... iki ayakları üzerinde dimdik doğrulup yürüyecekler..." dedi... Böyle kesilip ikiye ayrılınca doğamız her bir yarı özlemle buluşur oldu kendi yarısıyla. Hatta... yanıp tutuşuyorlardı bütünleşmek için... başka bir çözüm yolu buldu Zeus ve alıp önlerine koydu üreme organlarını... Bir cinsel ilişkide ilişki kadınla erkek arasında olursa üresinler ve soyları devam etsin, ama erkekle erkek arasında olursa en azından doyum olsun ilişkiye ve durup dinlensinler, işlerine güçlerine dönsünler... diye" 85, 87, 89, 91
-"Tanrının adaleti, ölçülülüğü ve yiğitliği konuşuldu, öyleyse geriye bilgeliği kalıyor" 111
-"Aphrodite doğduğu sıralarda Metis'in oğlu Poros ve diğer bütün tanrılar bir ziyafet veriyorlarmış. Yemeklerini yedikten sonra Penia dilenmeye gelmiş şölen olduğu için ve durup dikilmiş kapıda. Poros nektarla sarhoş olup, henüz şarap yokmuş çünkü, Zeus'un bahçesine girmiş ve ağırlaşıp sızmış orada. Penia ise, kendi çaresizliğinden, Poros'tan bir çocuk peydahlamayı kurmuş kafasında, yatmış uzanmış yanına ve Eros'a gebe kalmış. Bu yüzden Aphrodite'nin doğduğu günlerde ana rahmine düştüğü için onun takipçisi ve hizmetçisi olmuştur Eros... Ne bir ölümsüz olarak doğmuştur ne de ölümlü... Sonuçta Aşk hiçbir zaman yoksulluğa düşmez ya da varlık içinde yüzmez. Öte yandan bilgelik ile cehaletin arasında bulunur" 137, 139
-"Yoksa haberin yok mu senin, karada gezen, havada uçan bütün hayvanların sırf üreme arzusuyla ne korkunç hallere düştüğünden; önce birbirleriyle çiftleşmek, sonra da doğan yavrularına yiyecek bulmak için hepsinin hastalığa yakalanıp aşk derdine düştüğünden; en güçsüz olanların bile yavruları için en güçlülerle savaşmaya ve bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır olduğundan; yavrularını besleyip büyütebilmek için kendi istekleriyle açlığa katlandıklarından ve her türlü zorluğa göğüs gerdiklerinden?... sebebi nedir?" 153
-"Ayık olduğunuzu görüyorum. İzin veremem size, içmeniz gerek" 177
-"Sokrates'e... ne kadar iç derseniz o kadar içer de asla sarhoş olmaz./... susamış kimseler gibi içecek miyiz böyle?" 179
-"... benim ağzımdan duyamazdınız... şarap doğruyu söyletmeseydi eğer..." 193
-"Felsefenin deliliği, hatta coşkusu sarmış hepinizi" 195
-"Yine şölenlerde her şeyin tadını çıkarmasını yalnız o bilirdi ve istemediği halde ne zaman içmeye zorlansa alt ederdi herkesi. Asıl hayret verici olan şu ki, bugüne dek hiçbir insan sarhoşken görmemiştir Sokrates'i" 201
-"Sokrates için kullanıldığında sıradan bir "birlikte vakit geçirme" olayını yansıtmaz" 219
"Sokrates'in bu yalınayak gezme alışkanlığı..." 222
-"Eski Yunan'da bazı kişiler davet edilmedikleri halde bu tür ziyafetlere katılırlardı" 223
-"Yemeğe oturmadan önce bir köle gelip konuğun elini ayağını yıkardı.../.../ Agathon'un uzandığı sedir... sağdaki en son sedirdir. Ev sahibinin uzandığı bu sedirin sol yanı ise onur yeridir... Sedirlerin duvar boyunca dizili olduğu..." 225
-"... "içme sanatı".../.../... "içkiye gark olmak".../.../... "konuşmaların olmadığı bir masanın hayvan yemliğinden farksız olduğunu"..." 226-228
-"... "şarap"tan... "Aphrodite'nin sütü"... olarak söz edilir" 230
-"Yunan düşüncesine göre en yaşlı olan... aynı zamanda en onurlu, en saygıdeğer... olandır" 231
-"... büyüyüp erkek olduklarında oğlan sevici... olanlar, çocukluklarında aşıklarını seven ve onlara bağlananlardır" 249
-"Aristoteles... özgür bir insanın alametinin el işçiliği gerektiren sanatlarda çalışmamak olduğunu belirtir" 260
*
O dönemin, 2500 yıl öncesinin, anlayışı: Tanrılar, felsefe, "aşk"...
Ne kadar benzerlik, ne büyük farklar...
Konuşma ve yazma...
Çaba...
6.5.2017-Ankara
Yunan ve Latin Klasikleri
Platon, Yunanca'dan Çeviren: Eyüp Çoraklı, 1. Basım: Ocak 2015, Alfa Yayınları, İstanbul
Arka kapak yazısından: "İÖ 416 yılında, ilk tragedyasıyla birincilik kazandığı günün ertesi akşamı, Atinalı tragedya şairi Agathon bir ziyafet verir evinde. Başta Sokrates... dönemin ünlü siyasetçilerinin... bir araya geldiği bu toplantıda konuşulanlar Platon'un ahlak konulu metinlerinden birine, aşk konusunun... ele alındığı... bir edebiyat şaheserine temel olur."
Giriş sayfasındaki yazıdan: "PLATON/ İÖ yak. 427 yılında Atina'da dünyaya gelir... gençlerin ahlakını bozmakla suçlanan Sokrates'in İÖ 399 yılında idam edilmesinin üzüntüsüne dayanamaz... seyahat eder... İÖ 385 yılında ünlü felsefe okulu Akademeia'yı kurar... İÖ 347 yılında... yaşama veda eder."
*
"Yunan insanının... fikir alışverişinde bulunduğu bir "birlikte içme" etkinliği" imiş ziyafet, s. 9, "kadeh arkadaşlığı" varmış, s. 10.
Yemeğin ardından, bazı ritüellerden sonra, ilahiler okunur, başkan seçilir ve içme faslına geçilirmiş; aynı zamanda dinsel bir toplantı da sayılırmış, s. 11.
*
Kitaba konu ziyafet, İÖ 416 yılında gerçekleşmiş, s. 12, hikayesi, ziyafette bulunan birinin anlattığı birinden dinleyen, s. 25, yazar tarafından, İÖ 385-378 arasında, yaklaşık 35 yıl kadar sonra, kaleme alınmış olmalı, s. 15, ana konu Sokrates'e övgü, s. 16, ama edebiyat ve felsefe de ayrılmazcasına kaynaşmış, s. 18.
Ziyafetin başlangıcında, konuşmaların, "tanrıların en eskisi" olan Eros'a övgü olması konusunda anlaşma sağlanmış, s. 43, ve, başlangıçta, bu anlaşmaya tamamen uyulmuş ve ziyafette bulunanlar aşk-Eros konusunda konuşmuşlar, ancak, bir süre sonra, sarhoş biri gelmiş ve konuşmalar Sokrates övgüsüne dönüşmüş.
*
Anlatım-dil, bence, çok hoş, şiir gibi!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... atasözünü değiştirip bozalım... İyi adamın davetine kendiliğinden gider iyiler. Zaten Homeros da hiç çekinmeden bu atasözünü bozuyor, üstelik aşağılıyor da" 29
-"... nedir tadını kaçırmadan içebileceğimiz usul?.../... Dükü küfeliklerden biri de benim.../.../... Sokrates... her iki yola da gelir, sonuçta ne yaparsak yapalım yetinir onunla" 37
-"Sanıyorum hekimlik öğretti bana bunu, yani sarhoşluğun insanlara zararlı olduğunu. Onun için istesem de istemem daha fazla içmeyi.../... o anki toplantılarını sarhoşlukla sürdürmeyip böyle tadında içmeyi kabul etmiş hepsi" 39
-"... tuzun faydaları hakkında akla ziyan... övgüyle dolu bir kitaba rastladım daha yeni" 41
-"...bir genç için iyi bir aşıktan ve bir aşık için de iyi bir sevgiliden daha iyi bir şeyin var olduğunu söyleyemem. Bu düstur güzelce yaşamak isteyen insanlara yaşam boyu yol göstermeli. Ne akrabalık, ne mevkiler, ne zenginlik ne de başka herhangi bir şey aşk kadar güzel aşılayabilir bunu. Ne diyeyim ki bunun adına? Çirkin şeylerden utanma, güzel şeylere düşkünlük. Çünkü bunlar olmadan ne bir kent yüksek ve soylu işlerin altından kalkabilir ne de bir birey... çirkin bir iş çevirdiği... ortaya çıkarsa, babası, dostları veya başka biri tarafından görülmüş olması, sevgilisi tarafından görülmüş olması kadar acı vermez... Homeros'un söylediği şey de, yani tanrının kimi kahramanlara cesaret üflemesi de, düpedüz Eros'un kendi özünden sunduğu bir şeydir aşıklara./ Dahası yalnızca aşıklar ister birisi uğruna ölmeyi... tanrılar da aşkla ilgili bir çabayı ve erdemi özellikle onurlandırıyorlar... Akhilleus'u onurlandırdılar... Hektor'u... öldürmezse yurdunda yaşlanıp öleceğini annesinden öğrendiği halde aşığı Patroklos'un yardımına koşup öcünü aldıktan sonra... ölüp gitmiş bir adamın ardından ölmeyi cesurca yeğledi... çok daha gençti. Gerçekte tanrılar aşkla ilgili olan bu erdemi onurlandırırlar her şeyden önce.../... en değerli tanrıdır Eros ve insanların... mutluluğu elde etmelerinde en etkilisidir tanrıların" 45, 47, 49, 51
-"... özgür kadınlarımız..." 57
-"Bana sorarsanız yönetilenler arasında yüksek düşüncelerin, sağlam dostluk ve birlikteliklerin doğması yöneticilerin işine gelmiyor. Bütün bunlar başak bütün şeylerin ötesinde, özellikle aşkın aşılamadan duramadığı şeylerdir... yöneticilerin açgözlülüğü kadar yönetilenlerin yüreksizliğine bağlıdır bu" 59
-"... çabucak yakalamak çirkin sayılmıştır... bir zaman geçmeli aradan; hani doğru bir mihenk taşı kabul edilir ya zaman. Sonra paraya ve devlet yetkelerine kapılmak da çirkin sayılmıştır" 65
-"... birini sırf erdem için memnun etmek her bakımdan güzeldir" 69
-"... büyük güçlere sahiptir Aşk... konuşup anlaşabilir ve dost olabiliriz... tanrılarla bile" 81
-"... doğamız bir zamanlar çok farklıydı... üç cinsiyeti vardı insanların... erkek ve dişi... bir cinsiyet daha vardı... Dört kolu, bir o kadar da bacağı vardı her birinin... korkunç derecede güçlü ve kuvvetliydiler... kafa tuttular tanrılara.../... tanrılar düşünüp taşındılar... soylarını kuruttukları devler gibi yok edemezlerdi onları, -bu durumda insanların kendilerine sunduğu sunular ve adaklar da ortadan kalkardı-... Zeus... "Bir çözüm yolu buldum galiba... vazgeçebilirler ölçüsüzlüklerinden. Şimdi kesip ikiye ayıracağım onları teker teker,"... "... iki ayakları üzerinde dimdik doğrulup yürüyecekler..." dedi... Böyle kesilip ikiye ayrılınca doğamız her bir yarı özlemle buluşur oldu kendi yarısıyla. Hatta... yanıp tutuşuyorlardı bütünleşmek için... başka bir çözüm yolu buldu Zeus ve alıp önlerine koydu üreme organlarını... Bir cinsel ilişkide ilişki kadınla erkek arasında olursa üresinler ve soyları devam etsin, ama erkekle erkek arasında olursa en azından doyum olsun ilişkiye ve durup dinlensinler, işlerine güçlerine dönsünler... diye" 85, 87, 89, 91
-"Tanrının adaleti, ölçülülüğü ve yiğitliği konuşuldu, öyleyse geriye bilgeliği kalıyor" 111
-"Aphrodite doğduğu sıralarda Metis'in oğlu Poros ve diğer bütün tanrılar bir ziyafet veriyorlarmış. Yemeklerini yedikten sonra Penia dilenmeye gelmiş şölen olduğu için ve durup dikilmiş kapıda. Poros nektarla sarhoş olup, henüz şarap yokmuş çünkü, Zeus'un bahçesine girmiş ve ağırlaşıp sızmış orada. Penia ise, kendi çaresizliğinden, Poros'tan bir çocuk peydahlamayı kurmuş kafasında, yatmış uzanmış yanına ve Eros'a gebe kalmış. Bu yüzden Aphrodite'nin doğduğu günlerde ana rahmine düştüğü için onun takipçisi ve hizmetçisi olmuştur Eros... Ne bir ölümsüz olarak doğmuştur ne de ölümlü... Sonuçta Aşk hiçbir zaman yoksulluğa düşmez ya da varlık içinde yüzmez. Öte yandan bilgelik ile cehaletin arasında bulunur" 137, 139
-"Yoksa haberin yok mu senin, karada gezen, havada uçan bütün hayvanların sırf üreme arzusuyla ne korkunç hallere düştüğünden; önce birbirleriyle çiftleşmek, sonra da doğan yavrularına yiyecek bulmak için hepsinin hastalığa yakalanıp aşk derdine düştüğünden; en güçsüz olanların bile yavruları için en güçlülerle savaşmaya ve bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır olduğundan; yavrularını besleyip büyütebilmek için kendi istekleriyle açlığa katlandıklarından ve her türlü zorluğa göğüs gerdiklerinden?... sebebi nedir?" 153
-"Ayık olduğunuzu görüyorum. İzin veremem size, içmeniz gerek" 177
-"Sokrates'e... ne kadar iç derseniz o kadar içer de asla sarhoş olmaz./... susamış kimseler gibi içecek miyiz böyle?" 179
-"... benim ağzımdan duyamazdınız... şarap doğruyu söyletmeseydi eğer..." 193
-"Felsefenin deliliği, hatta coşkusu sarmış hepinizi" 195
-"Yine şölenlerde her şeyin tadını çıkarmasını yalnız o bilirdi ve istemediği halde ne zaman içmeye zorlansa alt ederdi herkesi. Asıl hayret verici olan şu ki, bugüne dek hiçbir insan sarhoşken görmemiştir Sokrates'i" 201
-"Sokrates için kullanıldığında sıradan bir "birlikte vakit geçirme" olayını yansıtmaz" 219
"Sokrates'in bu yalınayak gezme alışkanlığı..." 222
-"Eski Yunan'da bazı kişiler davet edilmedikleri halde bu tür ziyafetlere katılırlardı" 223
-"Yemeğe oturmadan önce bir köle gelip konuğun elini ayağını yıkardı.../.../ Agathon'un uzandığı sedir... sağdaki en son sedirdir. Ev sahibinin uzandığı bu sedirin sol yanı ise onur yeridir... Sedirlerin duvar boyunca dizili olduğu..." 225
-"... "içme sanatı".../.../... "içkiye gark olmak".../.../... "konuşmaların olmadığı bir masanın hayvan yemliğinden farksız olduğunu"..." 226-228
-"... "şarap"tan... "Aphrodite'nin sütü"... olarak söz edilir" 230
-"Yunan düşüncesine göre en yaşlı olan... aynı zamanda en onurlu, en saygıdeğer... olandır" 231
-"... büyüyüp erkek olduklarında oğlan sevici... olanlar, çocukluklarında aşıklarını seven ve onlara bağlananlardır" 249
-"Aristoteles... özgür bir insanın alametinin el işçiliği gerektiren sanatlarda çalışmamak olduğunu belirtir" 260
*
O dönemin, 2500 yıl öncesinin, anlayışı: Tanrılar, felsefe, "aşk"...
Ne kadar benzerlik, ne büyük farklar...
Konuşma ve yazma...
Çaba...
6.5.2017-Ankara
3 Mayıs 2017 Çarşamba
Kırılgan Şeyler
Öyküler ve Mucizeler
Neil Gaiman, Çeviren: Zeynep Heyzen Ateş, 1. Baskı, Şubat 2016, İthaki Yayınları, İstanbul
Tek başlarına "ödüllendirilmiş öykülerin" yanı sıra, başka çeşitli öykülerin de yeraldığı kitap konusunda, arka kapakta, "Gaiman, edebiyatın büyülü, fantastik ama hassas gerçekliğine yakından bakmaya davet ediyor bizi", deniliyor!
"Holmes'ün dünyası mantığa dayanır, çözümlere şeref bahşeder; Lovecraft'ın yaratıklarıysa öylesine mantık dışıdır ki denge, hikayeye yedirilen gizem unsuruyla sağlanır", s. 11, ifadesinde belirtilen şekilde, kitapta-hikayelerde, mantık ve mantıksızlık gizemle birlikte içiçe sergileniyor!
Rüya, canavar, efsane, zombi, uzaylı ve benzer birçok şey...
Gerçek hayattan bazı kırıntılar, ama gerçekdışı pek çok şey...
Bir de, hikayelerin yazılış nedenlerinin hikayeleri!
*
Ancak, kitaptaki çok fantastik "bir Amerikan Tanrıları öyküsü olan "Vadinin Hükümdarı"... " öyküsü, çağrışımlarla yüklü!
*
Yazar, çok beğenilen biri olmalı, anlaşılan, ve, pek çok kitabı var!
G de çok beğeniyormuş.
Bense, bu kitabı, beğenmedim.
Ayrıca, özellikle neden okunduğunu anlama merakıyla sonuna kadar okumama karşın, anlayamadım da: Böyle şeyler niye yazılır, niye tercüme edilir, niye satın alınır, niye okunur?
Hiç mi hiç anlayamadım!
Tabii ticaret kısmı hariç!
*
Sondaki, teşekküre ilişkin, "... teşekkür... ABD ve İngiltere'deki editörlerime... menajerim sağlam pabuç Merrilee Heifetz ve dünyanın dört bir yanına dağılmış çetesine de./.../ Neil Gaiman/ 2006 baharının ilk günü", s. 435, 436, ifadeleri, kitabın hazırlanış ve dağıtımıyla ilgili, yaygınlığı-ağı gösteriyor, denilebilir mi?
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... sıradan bir yakışıklılığı vardı" 29
-"... yeni kıtadan gelenlerin yabancılarla konuşurken çekinmeden kullandıkları bir samimiyet..." 30
-"... hikayeye Yüce Eskiler'in insanlık ve tanrıları üzerindeki egemenliğini anlatan bölümler eklenebilir, belki halkın örnek alabileceği Kraliyet Aileleri olmasa ne felaketler olacağından dem vurulabilirdi; barbarlığa ve karanlığa gömülmüş bir dünya" 31
-"... deneyimlerime göre bir doktor kötü yola saptığında en adi suçlulardan bile karanlık ve vahşi birine dönüşür" 32
-"İrlanda halk dansı./.../ Ah gençlik, ne budalaydım o zamanlar/ Sarıp sarmalamıştım kendimi rüyalarla ve ölümle" 43, 44
-"Belki de isimlerin kendilerine özgü güçleri olduğundan..." 52
-""Doğruya doğru, kaçış edebiyatı denir buna!"... "Ama insanı özgürlüğe iten en kuvvetli içgüdü kaçma arzusu değil midir?"..." 85
-"... üç oğlanla karşılaştım.../.../... ben de katıldım. Üçümüz el birliğiyle..." 108
(?)
-"... şaraba dönüştürülmeyi bekleyen çürümüş elmaların kokusu. Bugün bile o koku bana yasak şeyleri çağrıştırır" 108
-"Tek bir kelimenin böylesine büyük bir güce sahip olması beni büyülemişti" 111
-"Mantıksız geldikleri için hislerimi inkar edecek kadar büyümemiştim daha" 114
-"Orman uğruna terk edeceğim kelimelerin bilgisini./.../ Ve dilimde yeni bir dil gibi sessizliğin tomurcuklandığını hissedeceğim" 121, 122
-"Şeffaflaşmaya, mülksüzlüğe ihtiyaç duyuyordum" 143
-"Dileyeceğim hiçbir şey yok" 173
-"... yüksek sesle dile getiremeyecek kadar gururlu olduğu bir yalvarışın" 279
-"... hiçbirinin gerçek olmadığıyla ilgili düşüncemi Susan'a anlatma hatasını yaptım. Fişe takılmış, kablolarla bağlanmış parçalar olduğumuzu, dünya büyüklüğünde bir bilgisayarın ucuz hafıza çipleri veya işlemcileri olduğumuzu, hepimize mutlu olmamızı sağlayacak ortak bir halüsinasyon gösterildiğini, birbirimizle iletişim kurmamıza ve beynimizin -her kimseler- onlar tarafından kullanılmayan ufacık bölümünü rüya görmek için kullanabildiğimizi, kalanınınsa bilgi depolamaya ve sayıları işlemeye ayrıldığını söyledim./ "Hafıza kartıyız," dedim ona" 300
-""Anne hiç satılır mı?" Üzerinde yürüdükleri toprağı satmaları istendiğinde ilk insanlar böyle demişti" 317
-"On üç yaşıma bastığımda... tek istediğim bir erkek kardeşti./... Çocukken oğlanlar ve kızlar vardır, zaman iki taraf için de aynı hızla geçer, hep birlikte beş, yedi veya on bir yaşına basarsınız. Derken bir gün bir sıçrama yaşanır ve kızlar sizden önce geleceğin yolunu tutar, her şeyi biliyorlardır... Bizim yaşımızdaki kızlar çoktan yetişkinliğe geçmişti./ Vic ile ben yetişkin değildik" 323, 324
-"Düz bir alın, mükemmel Yunan burnu" 331, 332
-"Şiirin en tuhaf yanı budur, dili bilmeseniz de şiir olduğunu anlarsınız. Homeros'un Yunancası, tek kelimesini anlamadan dinlenebilir, duyar duymaz şiir olduğunu bilirsiniz. Leh şiirleri, Eskimo şiirleri duymuştum. Bilmesem de ne olduğunu biliyordum. Kızın fısıltısı öyleydi. Dili bilmiyordum ama kelimeler akıp gidiyordu, mükemmeldiler" 334
-""... 1920'lerde..."... "Menüye yasal olarak insan eti konduğu gün"..." 345
-"Mustafa Stroheim'in kahvesi..." 347 ve 348, 349, 355-365
-"Ve bazen zengin olmayı sevmediğini unutur... servet peşinde koşar" 354
-""Dünyanın en eski birası Mısır birasıdır ve beş bin yıldır Güneş Kuşu'nu onunla pişirirler."/... katran kadar koyu Türk kahvesi vardı" 356
-""Güneş Kasabası'nın Güneş Kuşu".../ "Heliopolis'in Anka Kuşu"... "Küllerin ve alevlerin içinde ölüp her kuşakta yeniden doğan kuş..."..." 363
-"Mustafa Strıheim'ın Heliopolis'teki (bir zamanların güneş şehri artık Kahire'nin banliyölerinden biriydi) kahvesi..." 365
-"Alaaddin'i İcat Etmek/.../... Binbir Gece Masalları kurgulanmış bir yapıttır, çeşitli yörelerden derlenmiş masallardan oluşur ve Alaaddin'in hikayesi diğerlerinden daha ileri bir tarihte yazılmış, Binbir Gece Masalları'na Fransızlar tarafından birkaç yüzyıl önce eklenmiştir. Bu da ortaya çıkışının kesinlikle benim anlattığım gibi olduğunu ispatlıyor.../.../ Şehrazat... başlıyor yeni masalını anlatmaya./ "Çok uzaklarda, Pekin'de,/ annesiyle tembel bir genç yaşarmış./ Alaaddin'miş adı..."/.../... yeni hikayesi.../ "Ali Baba diye yoksul ama dürüst bir adam yaşarmış..." diye başlıyor söze./.../ ama Kırk Harami kulağa güzel geliyor" 367-369, 372
-"İskoçya'nın... kuzey kıyısı, sivri ve keskin bir güzelliğe sahipti" 387
-"Düşüncelerini kendine saklamayı sever ve böylesinin her zaman daha güvenli olduğunu bilirdi" 408
-"Gölge, Çarşamba olarak tanıdığı adamın karşısına oturdu./.../... "O ağaçta öldün, Gölge. Öldün ve geri geldin."..." 413
-"Ne derler bilirsin: Şanslı olanlar hiçbir zaman sosisin veya kanunun nasıl yapıldığını öğrenemez" 417
-""... bir Hulder bile olsan yalnız kalmak istemiyorsan bir erkeği sevmenin gerekmesi."/.../... "... Belki yeniden eve dönebilirim. Bin yıl sonra İskandinav dilini hatırlayacağımdan şüpheliyim ya!"/.../... Sert suratlı adamın..." 430
-"Hikayeler de kelebekler ve yumurtalar, kalpler ve hayaller gibi kırılgan şeylerdir" 435
*
En azından, böyle şeylerin de olduğunu öğrenmiş oldum!
3.5.2017-Ankara
Neil Gaiman, Çeviren: Zeynep Heyzen Ateş, 1. Baskı, Şubat 2016, İthaki Yayınları, İstanbul
Tek başlarına "ödüllendirilmiş öykülerin" yanı sıra, başka çeşitli öykülerin de yeraldığı kitap konusunda, arka kapakta, "Gaiman, edebiyatın büyülü, fantastik ama hassas gerçekliğine yakından bakmaya davet ediyor bizi", deniliyor!
"Holmes'ün dünyası mantığa dayanır, çözümlere şeref bahşeder; Lovecraft'ın yaratıklarıysa öylesine mantık dışıdır ki denge, hikayeye yedirilen gizem unsuruyla sağlanır", s. 11, ifadesinde belirtilen şekilde, kitapta-hikayelerde, mantık ve mantıksızlık gizemle birlikte içiçe sergileniyor!
Rüya, canavar, efsane, zombi, uzaylı ve benzer birçok şey...
Gerçek hayattan bazı kırıntılar, ama gerçekdışı pek çok şey...
Bir de, hikayelerin yazılış nedenlerinin hikayeleri!
*
Ancak, kitaptaki çok fantastik "bir Amerikan Tanrıları öyküsü olan "Vadinin Hükümdarı"... " öyküsü, çağrışımlarla yüklü!
*
Yazar, çok beğenilen biri olmalı, anlaşılan, ve, pek çok kitabı var!
G de çok beğeniyormuş.
Bense, bu kitabı, beğenmedim.
Ayrıca, özellikle neden okunduğunu anlama merakıyla sonuna kadar okumama karşın, anlayamadım da: Böyle şeyler niye yazılır, niye tercüme edilir, niye satın alınır, niye okunur?
Hiç mi hiç anlayamadım!
Tabii ticaret kısmı hariç!
*
Sondaki, teşekküre ilişkin, "... teşekkür... ABD ve İngiltere'deki editörlerime... menajerim sağlam pabuç Merrilee Heifetz ve dünyanın dört bir yanına dağılmış çetesine de./.../ Neil Gaiman/ 2006 baharının ilk günü", s. 435, 436, ifadeleri, kitabın hazırlanış ve dağıtımıyla ilgili, yaygınlığı-ağı gösteriyor, denilebilir mi?
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... sıradan bir yakışıklılığı vardı" 29
-"... yeni kıtadan gelenlerin yabancılarla konuşurken çekinmeden kullandıkları bir samimiyet..." 30
-"... hikayeye Yüce Eskiler'in insanlık ve tanrıları üzerindeki egemenliğini anlatan bölümler eklenebilir, belki halkın örnek alabileceği Kraliyet Aileleri olmasa ne felaketler olacağından dem vurulabilirdi; barbarlığa ve karanlığa gömülmüş bir dünya" 31
-"... deneyimlerime göre bir doktor kötü yola saptığında en adi suçlulardan bile karanlık ve vahşi birine dönüşür" 32
-"İrlanda halk dansı./.../ Ah gençlik, ne budalaydım o zamanlar/ Sarıp sarmalamıştım kendimi rüyalarla ve ölümle" 43, 44
-"Belki de isimlerin kendilerine özgü güçleri olduğundan..." 52
-""Doğruya doğru, kaçış edebiyatı denir buna!"... "Ama insanı özgürlüğe iten en kuvvetli içgüdü kaçma arzusu değil midir?"..." 85
-"... üç oğlanla karşılaştım.../.../... ben de katıldım. Üçümüz el birliğiyle..." 108
(?)
-"... şaraba dönüştürülmeyi bekleyen çürümüş elmaların kokusu. Bugün bile o koku bana yasak şeyleri çağrıştırır" 108
-"Tek bir kelimenin böylesine büyük bir güce sahip olması beni büyülemişti" 111
-"Mantıksız geldikleri için hislerimi inkar edecek kadar büyümemiştim daha" 114
-"Orman uğruna terk edeceğim kelimelerin bilgisini./.../ Ve dilimde yeni bir dil gibi sessizliğin tomurcuklandığını hissedeceğim" 121, 122
-"Şeffaflaşmaya, mülksüzlüğe ihtiyaç duyuyordum" 143
-"Dileyeceğim hiçbir şey yok" 173
-"... yüksek sesle dile getiremeyecek kadar gururlu olduğu bir yalvarışın" 279
-"... hiçbirinin gerçek olmadığıyla ilgili düşüncemi Susan'a anlatma hatasını yaptım. Fişe takılmış, kablolarla bağlanmış parçalar olduğumuzu, dünya büyüklüğünde bir bilgisayarın ucuz hafıza çipleri veya işlemcileri olduğumuzu, hepimize mutlu olmamızı sağlayacak ortak bir halüsinasyon gösterildiğini, birbirimizle iletişim kurmamıza ve beynimizin -her kimseler- onlar tarafından kullanılmayan ufacık bölümünü rüya görmek için kullanabildiğimizi, kalanınınsa bilgi depolamaya ve sayıları işlemeye ayrıldığını söyledim./ "Hafıza kartıyız," dedim ona" 300
-""Anne hiç satılır mı?" Üzerinde yürüdükleri toprağı satmaları istendiğinde ilk insanlar böyle demişti" 317
-"On üç yaşıma bastığımda... tek istediğim bir erkek kardeşti./... Çocukken oğlanlar ve kızlar vardır, zaman iki taraf için de aynı hızla geçer, hep birlikte beş, yedi veya on bir yaşına basarsınız. Derken bir gün bir sıçrama yaşanır ve kızlar sizden önce geleceğin yolunu tutar, her şeyi biliyorlardır... Bizim yaşımızdaki kızlar çoktan yetişkinliğe geçmişti./ Vic ile ben yetişkin değildik" 323, 324
-"Düz bir alın, mükemmel Yunan burnu" 331, 332
-"Şiirin en tuhaf yanı budur, dili bilmeseniz de şiir olduğunu anlarsınız. Homeros'un Yunancası, tek kelimesini anlamadan dinlenebilir, duyar duymaz şiir olduğunu bilirsiniz. Leh şiirleri, Eskimo şiirleri duymuştum. Bilmesem de ne olduğunu biliyordum. Kızın fısıltısı öyleydi. Dili bilmiyordum ama kelimeler akıp gidiyordu, mükemmeldiler" 334
-""... 1920'lerde..."... "Menüye yasal olarak insan eti konduğu gün"..." 345
-"Mustafa Stroheim'in kahvesi..." 347 ve 348, 349, 355-365
-"Ve bazen zengin olmayı sevmediğini unutur... servet peşinde koşar" 354
-""Dünyanın en eski birası Mısır birasıdır ve beş bin yıldır Güneş Kuşu'nu onunla pişirirler."/... katran kadar koyu Türk kahvesi vardı" 356
-""Güneş Kasabası'nın Güneş Kuşu".../ "Heliopolis'in Anka Kuşu"... "Küllerin ve alevlerin içinde ölüp her kuşakta yeniden doğan kuş..."..." 363
-"Mustafa Strıheim'ın Heliopolis'teki (bir zamanların güneş şehri artık Kahire'nin banliyölerinden biriydi) kahvesi..." 365
-"Alaaddin'i İcat Etmek/.../... Binbir Gece Masalları kurgulanmış bir yapıttır, çeşitli yörelerden derlenmiş masallardan oluşur ve Alaaddin'in hikayesi diğerlerinden daha ileri bir tarihte yazılmış, Binbir Gece Masalları'na Fransızlar tarafından birkaç yüzyıl önce eklenmiştir. Bu da ortaya çıkışının kesinlikle benim anlattığım gibi olduğunu ispatlıyor.../.../ Şehrazat... başlıyor yeni masalını anlatmaya./ "Çok uzaklarda, Pekin'de,/ annesiyle tembel bir genç yaşarmış./ Alaaddin'miş adı..."/.../... yeni hikayesi.../ "Ali Baba diye yoksul ama dürüst bir adam yaşarmış..." diye başlıyor söze./.../ ama Kırk Harami kulağa güzel geliyor" 367-369, 372
-"İskoçya'nın... kuzey kıyısı, sivri ve keskin bir güzelliğe sahipti" 387
-"Düşüncelerini kendine saklamayı sever ve böylesinin her zaman daha güvenli olduğunu bilirdi" 408
-"Gölge, Çarşamba olarak tanıdığı adamın karşısına oturdu./.../... "O ağaçta öldün, Gölge. Öldün ve geri geldin."..." 413
-"Ne derler bilirsin: Şanslı olanlar hiçbir zaman sosisin veya kanunun nasıl yapıldığını öğrenemez" 417
-""... bir Hulder bile olsan yalnız kalmak istemiyorsan bir erkeği sevmenin gerekmesi."/.../... "... Belki yeniden eve dönebilirim. Bin yıl sonra İskandinav dilini hatırlayacağımdan şüpheliyim ya!"/.../... Sert suratlı adamın..." 430
-"Hikayeler de kelebekler ve yumurtalar, kalpler ve hayaller gibi kırılgan şeylerdir" 435
*
En azından, böyle şeylerin de olduğunu öğrenmiş oldum!
3.5.2017-Ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)