5 Kasım 2020 Perşembe

Diasporada Kafkas Hikayeleri

Dr. Harunhan Remzi ÖZTÜRK, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara Kitabın büyük kısmı açık bir otobiyografi. Özellikle bu nitelikte olan kısmını, ilgiyle, severek, ve tamamını, bir çırpıda okudum. * Neden sevdim? Sanırım, her şeyden önce, içtenliği ve insancıllığı yüzünden sevdim. Sonra, birçok yönden "bizi" de anlattığı için sevdim. * Kitapta, genelde, bolca, Sevgi, İnsancıllık, ifade edilmiş, Ayrıca, her tarafına, "Bir hasret içimde çocukluğum! Burcu burcu Çeçen kokulu!" 242, ifadesinde olduğu gibi, diasporik bir hal sinmiş. * Anlatılanlar, yer yer beni düşünmeye sevketti; ben de, bu vesileyle, burada, bazı düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. * Kitapta, öncelikle, bir yönüyle Türkiye toplumsal tarihine katkı var! * Bir yerde şöyle denmiş: -"1979.../ Sağ-sol çatışmaları ise bir türlü durmak bilmiyor... yönetim anarşiyi durduramıyor, şehir-şehir, mahalle-mahalle, köy-köy kaos yaratan gençler, sağın ya da solun maşaları olarak ortalıkta kol gezip terör estiriyordu./ Benzin yoklara karışmış, gaz tefecinin elinde altına dönüşmüştü. Bakkallar karaborsacı olmuş, kardeş kardeşe düşman kesilmişti. Anadolu kan kusuyordu./ Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği nesil demokrasinin kalbine saplanan paslı birer hançere dönüşmüştü. Kamplara bölünüp birbirlerini hırpalayan akademisyenler, siyasilerin oyuncakları haline gelmişti.../ 1980'in sonlarıydı. İhtilal olmuş; sağ-sol neşter yiyerek sahneden silinmiş, düşman kardeşler yuvalarına dönmüş, bir imkansız başarılmıştı. Ülke istikrara kavuşmuş görünüyordu. Ne var ki ihtilalin ardından yeni aktörler sahne almaya başlamış, birçok öğretmen ya da öğretim üyesi fişlenerek ya şehirden sürgün edilmiş ya da darp edilerek yıllansınlar diye hapishanelere konmuştu./ Serhan, sağ ya da sol fraksiyonların hiçbirine girmemişti. Ne var ki yeni sahnelenen trajedinin kurbanlarından biri olmaktan da kurtulamamıştı... delidolu Çeçen kimliğini ön plana çıkararak yalnız kurt olmayı seçmişti.../.../... 12 Eylül, sağ-sol çatışmasını bitirmişti ama yurdu kaosa sürükleyen, cumhuriyeti sorgulanır hale getiren iç hesaplaşmayı hortlatmıştı. Alevi olmak veya Sünni olmak ya da Türk olmak veya Kürt olmak pörtleyen irin gibi yayılırken, Anadolu bir başka kadere gebe kalmıştı. Bu başka türlü bir kanamaydı. İç barışın bir başka türlü sorgulanmasının da başlangıcıydı?" 177, 178 * Tam olarak öyle değil miydi? * Bence, o dönem anlatılırken, keşke, dönemin kamplara ayrılmış gençlik gruplarının birinin içinden bir anlatım da yapılmış olsaydı, çok daha öğretici olurdu, iyi olurdu! Sanırım, yazar bunu yapabilirdi de... Bunun olmaması, sanki bir eksiklik gibi! * Kitaptaki, askerlikte, ve özellikle de üniversite çevrelerinde yaşananların anlatıldığı kısımlar ise tam ibretlik. Bu kadar da olmaz dedirten cinsten. * Birkaç örnek şöyle: -"Fırat Üniversitesi/.../... Matematik Bölümünde, özellikle de kendi anabilim dalımdaki asistanlar arasında rahat bir çalışma ortamı umuyordum! Ama sukutuhayale uğradım! Düşmanca tavırlar sergileyen cahil sürüsüyle karşılaştım!" 107 -"Kolordu Komutanı... Benim ve diğer üç komünistin "1402" sayılı yasa ile üniversiteden atılmamızı istemiş. Rektör, Kolordu Komutanı'na güvence vermiş ve huzurundan ayrılmış" 108 -"Yemekte beni Kolordu Komutanı'na şikayet eden Mahmut Örgüt de başaktörler arasındaydı. Bir ara Örgüt yanıma geldi. "Hocam, eğer mani olmasaydık hem Kürt hem Alevi hem de Tuncelili olan iki öğrenciyi kadromuza katacaktınız!" Diyerek söze başladı?" 110 -"12 Eylül'ün ardından kurulan YÖK... büyük kıyımı da beraberinde getirdi" 140 -"Ortalık, sağcı ya da solcu oldukları için üniversiteye alınan yandaşların ve cahillikte kariyer yapmış ilkel hocaların arenası gibiydi!" 142, 143 * Kitapta, ikinci olarak, Türkiye'deki Kafkas diasporasına ilişkin anlatımlar var. Doğrudan, içeriden, olan bu anlatımlar, bence, kıymetli. * Örnek vermek gerekirse, bu konuda, şöyle ifadeler var: -"Çeçen oyununa çıktım. O kadar mutluydum ki; sık sık alkış tutan gençlerin önünde parmak uçlarıma dikilerek, "Takh, Takh, ..." naralar atmaya başladım (Eğil, eğil)! Kuğu gibi süzülen Türkan ablanın etrafında Kartallaştım! Sıkça tekrarlanan "TAK, TAK" Çağrılarıyla defalarca sahne aldım. O geceden sonra, Aysel ablanın, Aysel-Ayten ikizlerin bana yakıştırdıkları "TAK, TAK" lakabı, adımın önüne geçti. O ad altında oynadığım, benzersiz Çeçen oyunuyla yıldızlaştım" 53 -"Kuzey Kafkas Ekibine katılmış oldum... benim gibi karizmatik gençler... gençlerden birinin Selmat'a ilgisi.../ Selmat'ı kaybetmek, ruhumun derinliklerinde büyük bir çöküntü yarattı. Onu kendi hatalarım yüzünden kaybetmiştim. Ancak, hatalarımdan da hiç ders çıkarmamıştım? Yeni serüvenler peşine koştum? Kuzey Kafkas Ekibi içinde, benzersiz Çeçen oyunumla yıldızlaşmıştım... her güzel kızda Selmat'ı aradım. Yetinmedim. Ekibe gelen ya da guruplarımıza katılan her güzel kıza kur yaptım? Hiçbirinde Selmat'ı bulamadım? Sonuçta erkeklerin nefretini kazandım. Kızlar arasında sakıncalı piyade konumuna geldim. Yalnızlaştım! Ekipten koptum! Çerkez camiasından da uzaklaştım!/ Çerkez camiasından uzaklaştım ama ayrık kalabildim mi? Ya folklor oynadığım yılları unutabildim mi? Ayrık kalamadım! Her gittiğim üniversitede bir Kafkas Ekibi kurdum. Kendimi avutmaya çalıştım./ İlk Kafkas Ekibini... Trabzon'da KTÜ bünyesinde kurduk.../ İkincisini Elazığ Fırat Üniversitesinde kurdum" 54-56 -"Mine, annesinin yanında yetişmişti. Çerkez adetlerini bilmiyordu. Dahası Çerkez olmanın ayrıcalığının da farkında değildi. Zaman içinde... kimliğin saygın bir taşıyıcısı da oldu" 57 -"1960'larda, Ankara Kuzey Kafkas Derneğinde bir avuçtuk! Ama saygındık ve gücümüzün doruklarındaydık. Çerkez'i, Abaza'sı, Asetin'i, Çeçen'i, Karaçay'ı, Tatar'ı... İle birlik ve beraberlik içindeydik. O günün koşullarında bugünün Çerkez Derneği (Beş Evler) binasını, yeriyle birlikte bizler almıştık. Orayı alırken her uruktan insanın emeği ve alın teri vardı. O emekçilerin içinde en büyük paya sahip olanlardan biri de Değerli Öğretmenimiz Sayın Elbruz Gaytaoğlu idi! O, o yerin temeline alın terini akıtan bir Kafkasyalıydı. O saygın bir Asetin'di ve bizim sevgili hocamızdı. O, bizlere, sadece Kafkas oyunlarını öğretmedi! Etnik ayrımcılığın sakıncalarını, Kafkasyalı olmanın saygınlığını, birlik olmanın gücünü, o gücü paylaşmanın sevincini de öğretti.../ O yıllarda... Hiçbir şekilde etnik ayrımcılık sorunu yaşamadık. Sevgi, saygı ve hoşgörü içinde bir olmanın onurunu paylaştık!/ Ne hazindir ki, 70'lirde sağ ve sol çatışmasına takıldık, aile yapımız bozuldu! Şimdilerde ise, "Etnik Ayrımcılık" çarklarına takıldık, o çarkın dişlileri arasında pupa-yelken meçhule gidiyoruz?/ Hep merak ettim! "Kuzey Kafkas Derneği" adını "Çerkez Derneği" adına çevirerek "Etnik Ayrımcılık" meşalesini yakan ya da yaktıranlar kimlerdi? Bu dirlik ve birliğe çomak sokan akıl sahipleri, Elbruz Gaytaoğlu olmasaydı? Bu kadar Çerkez'in bir araya gelemeyeceğini biliyorlar mıydı? Adını değiştirme gafletinde bulundukları binanın sahipleri olamayacaklarını biliyorlar mıydı? Peki Kuzey Kafkas Derneği adını Çerkez Derneğine çeviren ayrılıkçılar, Saygın bir Asetin olan Elbruz Gaytaoğlu'nun hatırasına kara çaldıklarının farkında mıydı? Merak ediyorum, bu ayrılıkçı Çerkezler benim "Ben Kafkaslıyım Deme" adı altında aşağıda yazdığım şiiri nasıl bir duygu altında yorumlayacaklar?" 58, 59 -"Hegel, "Ruhun Felsefesi" adlı yapıtında; "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özelliğe ulaşmakta... böylelikle dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişmesi Kafkas ırkı ile başlar" demektedir. Hegel bile Kafkas ırkı ile başlar diyor, Çerkez Irkı ile başlar demiyor!/ Dünyada, tarihin bilinen dönemlerinde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus ya da uruk bulmak güçtür. Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalı olmayı, kendi içlerinde bir saygınlık olarak kabul etmişlerdir.../.../... Adlarımıza destanlar düzenlendi? Bu da bizleri şovenistçe özelleştirdi ve birbirimizi bile beğenmez hale getirdi!/ Çok özel olduk! Öylesine özel olduk ki; bir ulus olma şansını yitirdiğimiz gerçeğini göz ardı ettik? Birlik olma şansımızı da tepmeye başladık? Mensup olduğumuz urukları göklere çıkarırken, mensup olmadığımız boyları dışlayarak birbirimizi hırpalar olduk./.../ Birlik olursak; güçlü oluruz!.../.../ Birlik olmak için; etnik kimlik asabiyetinden kurtulmalı, eğitimli olmalı, siyaseti bilmeli ve şovenist davranışlardan kaçınmalıyız... Utanılacak bir şey de toplumumuzdaki iki başlılık. Kafkas Konseyi? Çerkez Derneği?" 61-63 * Yazarın burada dile getirdiği ayrımcılık konusundaki görüşleri, kuşkusuz, son derece iyi niyetli bir bakış açısını yansıtıyor. Ama, bence, hiç gerçekçi değil; ayrılmalar, çok doğal ve eşyanın doğasının gereği. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki baskıdan 1960'larda kurtulan Kafkas kökenli insanlar o dönemde baskının getirdiği etkinin tesiriyle çekingen bir şekilde bir araya gelmiş, ama, 1980'lerin sonlarında Sovyetlerdeki baskının da bir ölçüde ortadan kalkmasıyla bütün etnik gruplar doğal isteklerini dillendirmeye başlamışlardır, denemez mi? Bence, çok doğal bir süreçtir, denebilir! * Şunlar da var: -"Haydar Çerkez kızlarını düşünmeye başladı. Güzeldiler! Kişilikliydiler! Kendilerinden emindiler! Korkusuzdular! Dışa dönüktüler! Delikanlıların da kızlardan arta kalır yanları yoktu. Ama kendi içlerinde kapalıydılar. Dışarda olan herkes onlar için yabancıydı" 148 -"Beyazların Zencilere bakış açısı ne idi ise, Çoğu Çerkez'in dışarıdakilere bakış açıları da aynıydı. Bir farkla özde memlekete dışarıdan gelenler onlardı? Allahtan bütün Çerkezler aynı değildi. Kendilerini aşmış olanlar vardı" 155 * Burada dile getirilen görüşler, çok katı değil mi? Bence, tartışılabilir nitelikte! * Yukarıda belirttiğim yönleri önemli, ama, kitabın, benim için asıl kıymetli olan yönü başka. O da şu: Bu yayın, benim bilgilerime göre, Türkiye'deki Vaynah diasporasına ilişkin ilk yazılı anlatım. Yani, bir ilk. Bu yüzden, bence, çok kıymetli. Üstelik, doğrudan, içeriden ve çok açık bir anlatımı var. Bence, bu özelliği, kıymetini daha da arttırıyor. * Bazı örnekleri şöyle: -"Dedem öldü! Dedem öldüğünde, üzülmüş ve çok ağlamıştım. Benden başka ağlayanlar da vardı! Ama üzülenler var mıydı? Onu hiç bilemedim!/... Çeçenler varlıklı insanlardı. Kendi aralarında birlik ve dirlik içindeydiler. Hoş görülüydüler ve sevgi doluydular. Yıkılmaz ve yenilmez görünüyorlardı!Talihsiz bir kan davası oldu! Tılsım bozuldu! Hoşgörü gitti! Birlik ve dirlik de yitti. Bu da önce Öztürkleri, daha sonra da diğer aileleri yerlerinden, yurtlarından etti. Yeni yurt arayışı, yeni iş arayışı serüvenine döndü" 12 -"Çocukluğumun en büyük gizemi ise, gece yatmadan önce Anneannemin koynunda onun Kafkasya'ya ilişkin anlattıkları hikayeleri dinleyerek uyumaktı./ Anneannem, Çeçenlerin yurtlarından sürülüşlerini anlatırdı: "Üç yüzyıl Çarlar halkımızı baskı altında ezdiler. Halkımız da Çarların saldırılarına aynı şekilde karşılık verdi. Sonra sahneye Komünistler çıktı. Önce sahte sözler vererek halkımızı kandırdılar, arkasından vehşette Çarları aratır oldular. Sonuçta Çarlık zamanından kalma önyargıların kurbanı olduk! Komünizm de bize aynı şeyi getirdi" derdi./ Savaşlardan bahsederken, "Rus işgalcileri, ilk savaşlar sonunda, saldırı bedelinin bilançosunu ağır ödemeye başlayınca, taktik değiştirdiler. Yalan, aldatmaca ve entrikalarla başlatılan yeni savaş biçimine Çeçenler alışamadılar! Bu da bizim felaketimiz oldu" derdi./ Saygı yerine korku, güven yerine kuşku yaratan Rus işgalcilerine karşı kazanılan zaferlerden bahsederken; Anneannem heyecanlanır, bu zaferlere adlarını yazdıran kahramanları anlatırken, güçlü ve karizmatik bir kişiliğe bürünürdü./ Anneannem: "Zaferlerin ardından gelen felaketler; düş kırıklığı, acı ve endişeyi getirdi. Böylece, kaderleri kanla yazılan ve yurtlarında yaşam hakları ellerinden alınan Çeçenlerin bir kısmı bizim gibi topraklarını terk etti. Bir kısmı da Rus zulmüne karşı direnmeye devam etti. Bu direnenlerin bir kısmı acımasızca katledilerek imha edildi. Kalanların tümü ise 23 Şubat 1944'te, Rusların büyük bayramı olan Kızılordu Gününde Jozef Stalin'in emriyle hain ilan edilerek, verimli Kafkas ovalarından, Aral Gölü'nün kuzeyindeki bozkırlara yerleştirilmek üzere sürüldüler" der, acıyla yüzünü buruştururdu. İşte o zaman, yüzünün canlılığı gölgelenir, kederle buğulanan gözlerinden hüzün akardı!" 18, 19 -"Harun... Askerden geldiği zaman, varlık içindeyken yokluğa düştüğünü görerek büyük bir şok yaşadı. Babası hayatta değildi, ailenin reisi konumuna gelen en büyük ağabeyi de ona metelik bırakmadan horantasıyla birlikte şehre göçmüştü./.../ Başkente gittiği yıl, ihtiyacı olduğu halde, büyük ağabeyi Şamil'den hakkı olan parayı talep etme girişiminde bulunmadı! Hatta çocuklarına bile bu talebi yasakladı" 35 -"Vela... Babama; "Bizimkiler, Çeçenlerin; hemen her konuda yenilmez olduklarına inanır, asla parçalanabileceklerine ihtimal vermezdi. Birinizi hepinizde, hepinizi de birinizde görmek size ait bir ayrıcalıktı... Yalçın kayalar gibi birbirinize çarparak bölünmeniz de size özgü oldu..." dedi. Babam... "Aslında bizi ayrıcalıklı yapan ve ailelerimizi bir arada tutan bağlar adetlerimizdi. Zaman içinde adetlerimiz yara almaya biz de gücümüzü yitirmeye başladık..." dedi" 40 -"Eşref, onu tanıdığımı sanıyordum? Gönlümdeki yeri, doldurulamayacak bir değere sahipti! Bir menfaat çatışmamız oldu? İki tümce ile yüreğimde derin bir yara açtı. Kanattı. Öylece bıraktı.?/ Serpil, sevgi dolu! Akıllı, hırslı ve becerikli! Ailenin duayeni! Ancak gururunu, kibriyle gölgeliyor. Eşref'in arkadaşı ve destekçisi! Bana yakınlığı? Hüzün doluyum?!/... babamla... annemle birlikte dörtlü bir koalisyon oluşturmuşlardı. Şeref'le ben dışarılardaydık!/ Babam da bir yazardı! Bazı, hatıra notları vardı! O notlar küçük kardeşlerimin tekelinde kaldı? İçeriklerini hiç bilemedim?" 39 -"Birden, "Baba, Şamil Amcamdan payımıza düşen parayı neden istemiyorsun?" deyiverdim. Babam güldü, "Oğlum, ailemizin reisi dedendi. O öldü. Şimdi ailemizin reisi Şamil Amcan. Onun için para da onda" dedi" 45 -"Düğünün, geç başlama nedeni, Yukarı Hüyük Köyü gençlerini saf dışı etmekmiş? Hakları da varmış? Bizden sonra düğüne Yukarı Hüyük köyünden bir genç katılmış. Sarhoş gencin taşkın davranışları yüzünden düğün dağılmış!" 47 -"Başkente geldiğim günün akşamı, kuzenlerimle gençlik parkına gitmiştim; renk cümbüşü içindeki o dünyaya mest olmuş, Ankara'yı dünyanın en güzel yeri saymıştım! İstanbul, Büyükada'da dayımın yanına gittiğimde fikir değiştirmiş, en güzel yer İstanbul demiştim. İngiltere'ye gittiğimde Brighton'a hayran kalmış, güzelliği o şehirde bulmuştum. Ama en güzel şey, çocukluğumdu! En güzel yer ise Bozkurt Köyüydü! En kutsal kurum, ailemdi! Artık o köy yok! Canım kadar sevdiğim, varlıklarıyla gurur duyduğum o ailem de yok!" 114 -"90'ların başında Çeçen-Rus savaşı başlamıştı. Bu savaşta Serhan taraf olmuş, maddi ve manevi bütün olanaklarını kullanarak Çeçenlerin yanında yerini almıştı. Bu durum, Süreyya ile aralarının açılmasına sebep olmuş, birliktelikleri yara almaya başlamıştı. İki binlere gelindiğinde ise bu yara kronikleşmiş, çaresiz bir hal almıştı. Büyük bir aşkla başlayan evlilik bağları, anlamsız bir çatışmayla hırpalanarak incelmiş, sonuçta taşınmaz bir hal alarak kopmuştu./ Serhan, boşanmakla kalmamıştı. Annesini ve babasını kaybetmiş, dayısıyla olan bağlantısını da yitirmişti. Yalnızdı!/ Yeniden evlendi. Emekliye ayrılarak Ankara'ya yerleşti... ama ekonomik zorluklar içindeydi. Emekli maaşı yetersizdi. Yetmezmiş gibi, yeni eşi de sağlığını yitirerek doktorlara bağımlı hale gelmişti. Bu durum, doktorların ellerini Serhan'ın cebine musallat etmiş, onu önlenemez bir borç batağına sokmuştu.../.../ Çok geçmeden, bir dershanede aradığı şansı buldu ve orada greve başladı. Sevinçliydi. Bir başka sevinci de Cemal dayısının izine rastlamasıydı./ Serhan... dayısının ziyaretine gitti.../... ziyarete... kardeşlerini de götürmüştü. Ancak kardeşleri, bir daha dayılarının ziyaretine gitmemişti. Hatta dayılarının hasta olduğunu öğrendiklerinde bile ilgilerini esirgemişlerdi? Serhan bu durumu irdelemedi ama annesinin ve babasının yokluğunda zayıflayan akrabalık bağlarına üzülerek hayıflandı" 178, 179 * Toplumsal ve bireysel hüzünler! Her yere sinmemiş mi? * Bir yerde de söyle denmiş: -"1960'lı yıllarının sonlarıydı... Mehmet KETE, Rus ordusunda subayken, oradan kaçmış, Türkiye'ye iltica etmiş bir Çeçendi. İltica ettiği rütbe ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kabul edilmişti... Ben onu tanıdığım zaman, doksan yaşın üzerinde anıt çınara benzeyen bir emekli albaydı... Kalemleriyle Kafkas halklarının kalplerini fetheden Rus yazarlarını anlatırken, gözlerinden sevgi akardı. Özellikle Lermontov için; "Bütün Kafkasyalılar, Lermontov'u kalplerinde sevgiyle yaşatırlar" derdi" 201, 202 * Bense, burada ifade edilenden görüşten farklı olarak, genelde Rus yazarlarının Kafkas kökenli halklar hakkında olumlu şeyler yazmadıklarını, basbayağı ırkçı olduklarını, düşünüyorum, ve yazdıklarını da sevimli bulmuyorum. * Şu iki ifadedeki sözcükler, ilkinde "deli Çeçen", ikincisinde "Zelimhan", şeklinde olsaydı, daha iyi olmaz mıydı, diye düşündüm! -"... deli Çerkez..." 19, 20 -"Çeçenistan... bir köy var. Adı Selimhan" 181 * Yazar, genelde, kendine has bir üslup oluşturmuş, yer yer de, şu aşağıdaki örnekte olduğu gibi, benim çok hoş bulduğum estetik bir anlatımı yakalamış! -"Janset'i gören Hacmurd'un gözlerinde pespembe, bembeyaz, yemyeşil, mosmor, kıpkırmızı renkler uçuştu. Bu renk cümbüşü içinde Hacmurd, bahar dallarını aralayarak mavi göklere uzandı. Dağları, ovaları, vadileri geçti. Başlam dağının zirvesinde durarak ufukların ötesine baktı. Sevinci, neşesi, coşkuya dönüşerek menekşe rengine odaklandı. Ceylan gözündeki hüznün, karaca bakışındaki masumiyetin, durgun suların berraklığı içinde yakamozlandığını gördü. Kartalın gururu, Kuğunun zarafetiyle birleşince; yüreğindeki volkan bir yanardağ gibi patlayarak bütün bedenini sardı. Bedenini saran ateş, yatağında sakinleşen sel gibi yavaş yavaş duruldu. Çünkü O, yüreğindeki sevgi gölünün Kuğusunu bulmuştu!" 197 * Kitapta, bence, ne yazık ki, bazı yazım kurallarına pek dikkat edilmemiş. Aşağıdaki ifadede olduğu gibi, büyük harfler fazla kullanılmış. -"Balık Ekmek, İskender kebap, Lahmacun ve Pide çeşitleriydi" 149 Birçok yerde gerekmediği halde soru işareti var! Bazı yerlerde yazım hataları olmuş. * Şu anlatımlarda da, sanırım, bir çelişki oluşmuş: -"Ben Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de hukuk birdeydi" 46 -"Atatürk Lisesinde birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de aynı lisede son sınıf öğrencisiydi" 50 * Sonuç itibariyle, bazı görüşlerine katılmasam da, kitabı sevdim. Kıymetli buldum. Yazarını kutluyorum. *** 5.11.2020 Dr. Harunhan Remzi ÖZTÜRK, 1. Baskı/Ankara/2020, Omca Yayınları, Ankara Kitabın büyük kısmı açık bir otobiyografi. Kitabın özellikle bu nitelikte olan kısmını, ilgiyle, severek, ve tamamını, bir çırpıda okudum. * Neden sevdim? Sanırım, her şeyden önce, içtenliği ve insancıllığı yüzünden sevdim. Sonra, birçok yönden "bizi" de anlattığı için sevdim. * Kitapta, genelde, bolca, Sevgi, İnsancıllık, ifade edilmiş, Ayrıca, her tarafına, "Bir hasret içimde çocukluğum! Burcu burcu Çeçen kokulu!" 242, ifadesinde olduğu gibi, diasporik bir hal sinmiş. Yani, bir özlem, Bir arayış, Sanki, bir eksiklik! * Anlatılanlar, yer yer beni düşünmeye sevketti; ben de, bu vesileyle, burada, kitabın bazı yönlerine, bazı düşüncelerimi ifade ederek, değinmek istiyorum. Bunu yapmayı bir görev de sayıyorum. * Kitapta, öncelikle, bir yönüyle Türkiye toplumsal tarihine katkı var! * Bir yerde şöyle denmiş: -"1979.../ Sağ-sol çatışmaları ise bir türlü durmak bilmiyor... yönetim anarşiyi durduramıyor, şehir-şehir, mahalle-mahalle, köy-köy kaos yaratan gençler, sağın ya da solun maşaları olarak ortalıkta kol gezip terör estiriyordu./ Benzin yoklara karışmış, gaz tefecinin elinde altına dönüşmüştü. Bakkallar karaborsacı olmuş, kardeş kardeşe düşman kesilmişti. Anadolu kan kusuyordu./ Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği nesil demokrasinin kalbine saplanan paslı birer hançere dönüşmüştü. Kamplara bölünüp birbirlerini hırpalayan akademisyenler, siyasilerin oyuncakları haline gelmişti.../ 1980'in sonlarıydı. İhtilal olmuş; sağ-sol neşter yiyerek sahneden silinmiş, düşman kardeşler yuvalarına dönmüş, bir imkansız başarılmıştı. Ülke istikrara kavuşmuş görünüyordu. Ne var ki ihtilalin ardından yeni aktörler sahne almaya başlamış, birçok öğretmen ya da öğretim üyesi fişlenerek ya şehirden sürgün edilmiş ya da darp edilerek yıllansınlar diye hapishanelere konmuştu./ Serhan, sağ ya da sol fraksiyonların hiçbirine girmemişti. Ne var ki yeni sahnelenen trajedinin kurbanlarından biri olmaktan da kurtulamamıştı... delidolu Çeçen kimliğini ön plana çıkararak yalnız kurt olmayı seçmişti.../.../... 12 Eylül, sağ-sol çatışmasını bitirmişti ama yurdu kaosa sürükleyen, cumhuriyeti sorgulanır hale getiren iç hesaplaşmayı hortlatmıştı. Alevi olmak veya Sünni olmak ya da Türk olmak veya Kürt olmak pörtleyen irin gibi yayılırken, Anadolu bir başka kadere gebe kalmıştı. Bu başka türlü bir kanamaydı. İç barışın bir başka türlü sorgulanmasının da başlangıcıydı?" 177, 178 * Gerçekten de, tam olarak öyle değil miydi? * Bence, o dönem anlatılırken, keşke, dönemin kamplara ayrılmış gençlik gruplarının birinin içinden bir anlatım da yapılmış olsaydı, çok daha öğretici olurdu, iyi olurdu! Sanırım, yazar bunu yapabilirdi de... Bunun olmaması, sanki bir eksiklik gibi! * Kitaptaki, askerlikte, ve özellikle de üniversite çevrelerinde yaşananların anlatıldığı kısımlar ise tam ibretlik. Bu kadar da olmaz dedirten cinsten. * Mesela, bir örnek olay: Yazar İngiltere'ye gönderiliyor, ama çalışması yarım bıraktırılıyor. Şaka gibi! Oyun gibi! Oyuncak gibi! Ne kadar üzerinde durulup irdelense az sayılmaz mı? * Bu konuya ilişkin anlatımlardan diğer birkaç örnek şöyle: -"Fırat Üniversitesi/.../... Matematik Bölümünde, özellikle de kendi anabilim dalımdaki asistanlar arasında rahat bir çalışma ortamı umuyordum! Ama sukutuhayale uğradım! Düşmanca tavırlar sergileyen cahil sürüsüyle karşılaştım!" 107 -"Kolordu Komutanı... Benim ve diğer üç komünistin "1402" sayılı yasa ile üniversiteden atılmamızı istemiş. Rektör, Kolordu Komutanı'na güvence vermiş ve huzurundan ayrılmış" 108 -"Yemekte beni Kolordu Komutanı'na şikayet eden Mahmut Örgüt de başaktörler arasındaydı. Bir ara Örgüt yanıma geldi. "Hocam, eğer mani olmasaydık hem Kürt hem Alevi hem de Tuncelili olan iki öğrenciyi kadromuza katacaktınız!" Diyerek söze başladı?" 110 -"12 Eylül'ün ardından kurulan YÖK... büyük kıyımı da beraberinde getirdi" 140 -"Ortalık, sağcı ya da solcu oldukları için üniversiteye alınan yandaşların ve cahillikte kariyer yapmış ilkel hocaların arenası gibiydi!" 142, 143 * Bu konuda söylenebilecek ne kadar çok şey var! * Kitapta, ikinci olarak, Türkiye'deki Kafkas diasporasına ilişkin anlatımlar var. Doğrudan, içeriden, olan bu anlatımlar, bence, kıymetli. * Örnek vermek gerekirse, bu konuda, şöyle ifadeler var: -"Çeçen oyununa çıktım. O kadar mutluydum ki; sık sık alkış tutan gençlerin önünde parmak uçlarıma dikilerek, "Takh, Takh, ..." naralar atmaya başladım (Eğil, eğil)! Kuğu gibi süzülen Türkan ablanın etrafında Kartallaştım! Sıkça tekrarlanan "TAK, TAK" Çağrılarıyla defalarca sahne aldım. O geceden sonra, Aysel ablanın, Aysel-Ayten ikizlerin bana yakıştırdıkları "TAK, TAK" lakabı, adımın önüne geçti. O ad altında oynadığım, benzersiz Çeçen oyunuyla yıldızlaştım" 53 -"Kuzey Kafkas Ekibine katılmış oldum... benim gibi karizmatik gençler... gençlerden birinin Selmat'a ilgisi.../ Selmat'ı kaybetmek, ruhumun derinliklerinde büyük bir çöküntü yarattı. Onu kendi hatalarım yüzünden kaybetmiştim. Ancak, hatalarımdan da hiç ders çıkarmamıştım? Yeni serüvenler peşine koştum? Kuzey Kafkas Ekibi içinde, benzersiz Çeçen oyunumla yıldızlaşmıştım... her güzel kızda Selmat'ı aradım. Yetinmedim. Ekibe gelen ya da guruplarımıza katılan her güzel kıza kur yaptım? Hiçbirinde Selmat'ı bulamadım? Sonuçta erkeklerin nefretini kazandım. Kızlar arasında sakıncalı piyade konumuna geldim. Yalnızlaştım! Ekipten koptum! Çerkez camiasından da uzaklaştım!/ Çerkez camiasından uzaklaştım ama ayrık kalabildim mi? Ya folklor oynadığım yılları unutabildim mi? Ayrık kalamadım! Her gittiğim üniversitede bir Kafkas Ekibi kurdum. Kendimi avutmaya çalıştım./ İlk Kafkas Ekibini... Trabzon'da KTÜ bünyesinde kurduk.../ İkincisini Elazığ Fırat Üniversitesinde kurdum" 54-56 -"Mine, annesinin yanında yetişmişti. Çerkez adetlerini bilmiyordu. Dahası Çerkez olmanın ayrıcalığının da farkında değildi. Zaman içinde... kimliğin saygın bir taşıyıcısı da oldu" 57 -"1960'larda, Ankara Kuzey Kafkas Derneğinde bir avuçtuk! Ama saygındık ve gücümüzün doruklarındaydık. Çerkez'i, Abaza'sı, Asetin'i, Çeçen'i, Karaçay'ı, Tatar'ı... İle birlik ve beraberlik içindeydik. O günün koşullarında bugünün Çerkez Derneği (Beş Evler) binasını, yeriyle birlikte bizler almıştık. Orayı alırken her uruktan insanın emeği ve alın teri vardı. O emekçilerin içinde en büyük paya sahip olanlardan biri de Değerli Öğretmenimiz Sayın Elbruz Gaytaoğlu idi! O, o yerin temeline alın terini akıtan bir Kafkasyalıydı. O saygın bir Asetin'di ve bizim sevgili hocamızdı. O, bizlere, sadece Kafkas oyunlarını öğretmedi! Etnik ayrımcılığın sakıncalarını, Kafkasyalı olmanın saygınlığını, birlik olmanın gücünü, o gücü paylaşmanın sevincini de öğretti.../ O yıllarda... Hiçbir şekilde etnik ayrımcılık sorunu yaşamadık. Sevgi, saygı ve hoşgörü içinde bir olmanın onurunu paylaştık!/ Ne hazindir ki, 70'lirde sağ ve sol çatışmasına takıldık, aile yapımız bozuldu! Şimdilerde ise, "Etnik Ayrımcılık" çarklarına takıldık, o çarkın dişlileri arasında pupa-yelken meçhule gidiyoruz?/ Hep merak ettim! "Kuzey Kafkas Derneği" adını "Çerkez Derneği" adına çevirerek "Etnik Ayrımcılık" meşalesini yakan ya da yaktıranlar kimlerdi? Bu dirlik ve birliğe çomak sokan akıl sahipleri, Elbruz Gaytaoğlu olmasaydı? Bu kadar Çerkez'in bir araya gelemeyeceğini biliyorlar mıydı? Adını değiştirme gafletinde bulundukları binanın sahipleri olamayacaklarını biliyorlar mıydı? Peki Kuzey Kafkas Derneği adını Çerkez Derneğine çeviren ayrılıkçılar, Saygın bir Asetin olan Elbruz Gaytaoğlu'nun hatırasına kara çaldıklarının farkında mıydı? Merak ediyorum, bu ayrılıkçı Çerkezler benim "Ben Kafkaslıyım Deme" adı altında aşağıda yazdığım şiiri nasıl bir duygu altında yorumlayacaklar?" 58, 59 -"Hegel, "Ruhun Felsefesi" adlı yapıtında; "Yalnızca Kafkas ırkında ruh salt bir özelliğe ulaşmakta... böylelikle dünya tarihini doğurmaktadır. Dünya tarihinin gelişmesi Kafkas ırkı ile başlar" demektedir. Hegel bile Kafkas ırkı ile başlar diyor, Çerkez Irkı ile başlar demiyor!/ Dünyada, tarihin bilinen dönemlerinde fetih amaçlı askeri çatışmalar yaşamayan iki komşu ulus ya da uruk bulmak güçtür. Kafkasya bir istisnadır ve Kafkasya halkları Kafkasyalı olmayı, kendi içlerinde bir saygınlık olarak kabul etmişlerdir.../.../... Adlarımıza destanlar düzenlendi? Bu da bizleri şovenistçe özelleştirdi ve birbirimizi bile beğenmez hale getirdi!/ Çok özel olduk! Öylesine özel olduk ki; bir ulus olma şansını yitirdiğimiz gerçeğini göz ardı ettik? Birlik olma şansımızı da tepmeye başladık? Mensup olduğumuz urukları göklere çıkarırken, mensup olmadığımız boyları dışlayarak birbirimizi hırpalar olduk./.../ Birlik olursak; güçlü oluruz!.../.../ Birlik olmak için; etnik kimlik asabiyetinden kurtulmalı, eğitimli olmalı, siyaseti bilmeli ve şovenist davranışlardan kaçınmalıyız... Utanılacak bir şey de toplumumuzdaki iki başlılık. Kafkas Konseyi? Çerkez Derneği?" 61-63 * Görüldüğü gibi, çok farklı şeyler söylenebilecek çeşitli görüşler dile getirilmiş. Keşke daha çok yazılsa. Tartışma olsa. İnsanlar birbirini daha iyi anlasa. * Ben, burada, sadece ayrımcılık konusunda şunu söylemekle yetineceğim: Yazarın burada dile getirdiği ayrımcılık konusundaki görüşleri, kuşkusuz, son derece iyi niyetli bir bakış açısını yansıtıyor. Ama, bence, hiç gerçekçi değil; ayrılmalar, çok doğal ve eşyanın doğasının gereği. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki baskıdan 1960'larda kurtulan Kafkas kökenli insanlar o dönemde baskının getirdiği etkinin tesiriyle çekingen bir şekilde bir araya gelmiş, ama, 1980'lerin sonlarında Sovyetlerdeki baskının da bir ölçüde ortadan kalkmasıyla bütün etnik gruplar doğal isteklerini dillendirmeye başlamışlardır, denemez mi? Bence, çok doğal bir süreçtir, denebilir! * Ayrıca hiçbir zaman gerçek birlik söz konusu olabilmiş midir? * Şunlar da var: -"Haydar Çerkez kızlarını düşünmeye başladı. Güzeldiler! Kişilikliydiler! Kendilerinden emindiler! Korkusuzdular! Dışa dönüktüler! Delikanlıların da kızlardan arta kalır yanları yoktu. Ama kendi içlerinde kapalıydılar. Dışarda olan herkes onlar için yabancıydı" 148 -"Beyazların Zencilere bakış açısı ne idi ise, Çoğu Çerkez'in dışarıdakilere bakış açıları da aynıydı. Bir farkla özde memlekete dışarıdan gelenler onlardı? Allahtan bütün Çerkezler aynı değildi. Kendilerini aşmış olanlar vardı" 155 * Burada dile getirilen görüşler, çok katı değil mi? Bence, doğrulukları tartışılabilir nitelikte! * Yukarıda belirttiğim yönleri önemli, ama, kitabın, benim için asıl kıymetli olan yönü başka. O da şu: Bu yayın, benim bilgilerime göre, Türkiye'deki Vaynah diasporasına ilişkin ilk yazılı anlatım. Yani, bir ilk. Bu yüzden, bence, çok kıymetli. Üstelik, doğrudan, içeriden ve çok açık bir anlatımı var. Bence, bu özelliği, kıymetini daha da arttırıyor. * Bazı örnekleri şöyle: -"Dedem öldü! Dedem öldüğünde, üzülmüş ve çok ağlamıştım. Benden başka ağlayanlar da vardı! Ama üzülenler var mıydı? Onu hiç bilemedim!/... Çeçenler varlıklı insanlardı. Kendi aralarında birlik ve dirlik içindeydiler. Hoş görülüydüler ve sevgi doluydular. Yıkılmaz ve yenilmez görünüyorlardı! Talihsiz bir kan davası oldu! Tılsım bozuldu! Hoşgörü gitti! Birlik ve dirlik de yitti. Bu da önce Öztürkleri, daha sonra da diğer aileleri yerlerinden, yurtlarından etti. Yeni yurt arayışı, yeni iş arayışı serüvenine döndü" 12 -"Çocukluğumun en büyük gizemi ise, gece yatmadan önce Anneannemin koynunda onun Kafkasya'ya ilişkin anlattıkları hikayeleri dinleyerek uyumaktı./ Anneannem, Çeçenlerin yurtlarından sürülüşlerini anlatırdı: "Üç yüzyıl Çarlar halkımızı baskı altında ezdiler. Halkımız da Çarların saldırılarına aynı şekilde karşılık verdi. Sonra sahneye Komünistler çıktı. Önce sahte sözler vererek halkımızı kandırdılar, arkasından vahşette Çarları aratır oldular. Sonuçta Çarlık zamanından kalma önyargıların kurbanı olduk! Komünizm de bize aynı şeyi getirdi" derdi./ Savaşlardan bahsederken, "Rus işgalcileri, ilk savaşlar sonunda, saldırı bedelinin bilançosunu ağır ödemeye başlayınca, taktik değiştirdiler. Yalan, aldatmaca ve entrikalarla başlatılan yeni savaş biçimine Çeçenler alışamadılar! Bu da bizim felaketimiz oldu" derdi./ Saygı yerine korku, güven yerine kuşku yaratan Rus işgalcilerine karşı kazanılan zaferlerden bahsederken; Anneannem heyecanlanır, bu zaferlere adlarını yazdıran kahramanları anlatırken, güçlü ve karizmatik bir kişiliğe bürünürdü./ Anneannem: "Zaferlerin ardından gelen felaketler; düş kırıklığı, acı ve endişeyi getirdi. Böylece, kaderleri kanla yazılan ve yurtlarında yaşam hakları ellerinden alınan Çeçenlerin bir kısmı bizim gibi topraklarını terk etti. Bir kısmı da Rus zulmüne karşı direnmeye devam etti. Bu direnenlerin bir kısmı acımasızca katledilerek imha edildi. Kalanların tümü ise 23 Şubat 1944'te, Rusların büyük bayramı olan Kızılordu Gününde Jozef Stalin'in emriyle hain ilan edilerek, verimli Kafkas ovalarından, Aral Gölü'nün kuzeyindeki bozkırlara yerleştirilmek üzere sürüldüler" der, acıyla yüzünü buruştururdu. İşte o zaman, yüzünün canlılığı gölgelenir, kederle buğulanan gözlerinden hüzün akardı!" 18, 19 -"Harun... Askerden geldiği zaman, varlık içindeyken yokluğa düştüğünü görerek büyük bir şok yaşadı. Babası hayatta değildi, ailenin reisi konumuna gelen en büyük ağabeyi de ona metelik bırakmadan horantasıyla birlikte şehre göçmüştü./.../ Başkente gittiği yıl, ihtiyacı olduğu halde, büyük ağabeyi Şamil'den hakkı olan parayı talep etme girişiminde bulunmadı! Hatta çocuklarına bile bu talebi yasakladı" 35 -"Vela... Babama; "Bizimkiler, Çeçenlerin; hemen her konuda yenilmez olduklarına inanır, asla parçalanabileceklerine ihtimal vermezdi. Birinizi hepinizde, hepinizi de birinizde görmek size ait bir ayrıcalıktı... Yalçın kayalar gibi birbirinize çarparak bölünmeniz de size özgü oldu..." dedi. Babam... "Aslında bizi ayrıcalıklı yapan ve ailelerimizi bir arada tutan bağlar adetlerimizdi. Zaman içinde adetlerimiz yara almaya biz de gücümüzü yitirmeye başladık..." dedi" 40 -"Eşref, onu tanıdığımı sanıyordum? Gönlümdeki yeri, doldurulamayacak bir değere sahipti! Bir menfaat çatışmamız oldu? İki tümce ile yüreğimde derin bir yara açtı. Kanattı. Öylece bıraktı.?/ Serpil, sevgi dolu! Akıllı, hırslı ve becerikli! Ailenin duayeni! Ancak gururunu, kibriyle gölgeliyor. Eşref'in arkadaşı ve destekçisi! Bana yakınlığı? Hüzün doluyum?!/... babamla... annemle birlikte dörtlü bir koalisyon oluşturmuşlardı. Şeref'le ben dışarılardaydık!/ Babam da bir yazardı! Bazı, hatıra notları vardı! O notlar küçük kardeşlerimin tekelinde kaldı? İçeriklerini hiç bilemedim?" 39 -"Birden, "Baba, Şamil Amcamdan payımıza düşen parayı neden istemiyorsun?" deyiverdim. Babam güldü, "Oğlum, ailemizin reisi dedendi. O öldü. Şimdi ailemizin reisi Şamil Amcan. Onun için para da onda" dedi" 45 -"Düğünün, geç başlama nedeni, Yukarı Hüyük Köyü gençlerini saf dışı etmekmiş? Hakları da varmış? Bizden sonra düğüne Yukarı Hüyük köyünden bir genç katılmış. Sarhoş gencin taşkın davranışları yüzünden düğün dağılmış!" 47 -"Başkente geldiğim günün akşamı, kuzenlerimle gençlik parkına gitmiştim; renk cümbüşü içindeki o dünyaya mest olmuş, Ankara'yı dünyanın en güzel yeri saymıştım! İstanbul, Büyükada'da dayımın yanına gittiğimde fikir değiştirmiş, en güzel yer İstanbul demiştim. İngiltere'ye gittiğimde Brighton'a hayran kalmış, güzelliği o şehirde bulmuştum. Ama en güzel şey, çocukluğumdu! En güzel yer ise Bozkurt Köyüydü! En kutsal kurum, ailemdi! Artık o köy yok! Canım kadar sevdiğim, varlıklarıyla gurur duyduğum o ailem de yok!" 114 -"90'ların başında Çeçen-Rus savaşı başlamıştı. Bu savaşta Serhan taraf olmuş, maddi ve manevi bütün olanaklarını kullanarak Çeçenlerin yanında yerini almıştı. Bu durum, Süreyya ile aralarının açılmasına sebep olmuş, birliktelikleri yara almaya başlamıştı. İki binlere gelindiğinde ise bu yara kronikleşmiş, çaresiz bir hal almıştı. Büyük bir aşkla başlayan evlilik bağları, anlamsız bir çatışmayla hırpalanarak incelmiş, sonuçta taşınmaz bir hal alarak kopmuştu./ Serhan, boşanmakla kalmamıştı. Annesini ve babasını kaybetmiş, dayısıyla olan bağlantısını da yitirmişti. Yalnızdı!/ Yeniden evlendi. Emekliye ayrılarak Ankara'ya yerleşti... ama ekonomik zorluklar içindeydi. Emekli maaşı yetersizdi. Yetmezmiş gibi, yeni eşi de sağlığını yitirerek doktorlara bağımlı hale gelmişti. Bu durum, doktorların ellerini Serhan'ın cebine musallat etmiş, onu önlenemez bir borç batağına sokmuştu.../.../ Çok geçmeden, bir dershanede aradığı şansı buldu ve orada greve başladı. Sevinçliydi. Bir başka sevinci de Cemal dayısının izine rastlamasıydı./ Serhan... dayısının ziyaretine gitti.../... ziyarete... kardeşlerini de götürmüştü. Ancak kardeşleri, bir daha dayılarının ziyaretine gitmemişti. Hatta dayılarının hasta olduğunu öğrendiklerinde bile ilgilerini esirgemişlerdi? Serhan bu durumu irdelemedi ama annesinin ve babasının yokluğunda zayıflayan akrabalık bağlarına üzülerek hayıflandı" 178, 179 * Burada da, çok şeyler söylenebilir! Keşke, başka başka anılar yazılabilse. Daha çok anlatılsa ve daha iyi anlaşılsa. İnsanlara iyi gelmez miydi? Kitapta, fazlasıyla, her biri bir roman konusu, ve ayrıca travmaya neden, olabilecek nitelikte olan, toplumsal ve bireysel, hüzün var! Ve, sanki, hüzün her yere sinmiş, gibi! Sanki, eksik bir şey var; aranıyor! * Bir yerde de söyle denmiş: -"1960'lı yıllarının sonlarıydı... Mehmet KETE, Rus ordusunda subayken, oradan kaçmış, Türkiye'ye iltica etmiş bir Çeçendi. İltica ettiği rütbe ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kabul edilmişti... Ben onu tanıdığım zaman, doksan yaşın üzerinde anıt çınara benzeyen bir emekli albaydı... Kalemleriyle Kafkas halklarının kalplerini fetheden Rus yazarlarını anlatırken, gözlerinden sevgi akardı. Özellikle Lermontov için; "Bütün Kafkasyalılar, Lermontov'u kalplerinde sevgiyle yaşatırlar" derdi" 201, 202 * Bense, burada ifade edilenden görüşten farklı olarak, genelde Rus yazarlarının Kafkas kökenli halklar hakkında olumlu şeyler yazmadıklarını, basbayağı ırkçı olduklarını, düşünüyorum, ve yazdıklarını da sevimli bulmuyorum. * Kitaptaki birkaç hususla ilgili olarak da şunları düşündüm: -Şu iki ifadedeki sözcükler, ilkinde "deli Çeçen", ikincisinde "Zelimhan", şeklinde olsaydı, daha iyi olmaz mıydı, diye düşündüm! "... deli Çerkez..." 19, 20 "Çeçenistan... bir köy var. Adı Selimhan" 181 -Çeçen ya da Lezginka, adlı hikayedeki Avar Melik Ahmet karakterinin etnik kimliği, s. 194, belirtilmemiş olsaydı, keşke, diyorum! -Elbruz adlı hikayeyi, s. 230-241, ve, o hikayedeki ölü varken düğün yapılmasını gerektiren geleneği sevmedim. * Yazar, genelde, kendine has bir üslup oluşturmuş, yer yer de, şu aşağıdaki örnekte olduğu gibi, benim çok hoş bulduğum estetik bir anlatımı yakalamış! -"Janset'i gören Hacmurd'un gözlerinde pespembe, bembeyaz, yemyeşil, mosmor, kıpkırmızı renkler uçuştu. Bu renk cümbüşü içinde Hacmurd, bahar dallarını aralayarak mavi göklere uzandı. Dağları, ovaları, vadileri geçti. Başlam dağının zirvesinde durarak ufukların ötesine baktı. Sevinci, neşesi, coşkuya dönüşerek menekşe rengine odaklandı. Ceylan gözündeki hüznün, karaca bakışındaki masumiyetin, durgun suların berraklığı içinde yakamozlandığını gördü. Kartalın gururu, Kuğunun zarafetiyle birleşince; yüreğindeki volkan bir yanardağ gibi patlayarak bütün bedenini sardı. Bedenini saran ateş, yatağında sakinleşen sel gibi yavaş yavaş duruldu. Çünkü O, yüreğindeki sevgi gölünün Kuğusunu bulmuştu!" 197 * Kitapta, bence, ne yazık ki, bazı yazım kurallarına pek dikkat edilmemiş. Aşağıdaki ifadede olduğu gibi, büyük harfler fazla kullanılmış. -"Balık Ekmek, İskender kebap, Lahmacun ve Pide çeşitleriydi" 149 Birçok yerde gerekmediği halde soru işareti var! Bazı yerlerde yazım hataları olmuş. * Şu anlatımlarda da, sanırım, bir çelişki oluşmuş: -"Ben Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de hukuk birdeydi" 46 -"Atatürk Lisesinde birinci sınıf öğrencisiydim. Vahit de aynı lisede son sınıf öğrencisiydi" 50 * Sonuç itibariyle, bazı görüşlerine katılmasam da, kitabı sevdim. Kıymetli buldum. Yazarını kutluyorum. *** 5.11.2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder