10 Kasım 2020 Salı

NASIL YAŞANIR YA DA BİR SORUDA MONTAIGNE'İN HAYATI VE CEVAPLAMAK İÇİN YİRMİ TEŞEBBÜS

Sarah Bakewell, Çeviri: Emre Ülgen Dal, III. Baskı: Kasım 2018, domingo yayınları, İstanbul Bolca ayrıntı. Güzel bir anlatım. Öğretici. Hoş. Beğenerek okudum. * Yazarın nasıl yaşanır sorusuna Montaigne'den bulup verdiği 20 cevap şöyle: -1. Ölümü dert etmeyin -"… yaşam ölümden daha güçtür" 21 -2. Dikkatinizi verin -3. Doğun -"… kitap tembelliğine ve beceriksizliğine dair itiraflarla dolup taşıyor" 45-47 -4. Çok okuyun, okuduklarınızın çoğunu unutun ve kalın kafalı olun -“Kendi kanısına göre sadece tembel değil, aynı zamanda geç anlayan biriydi” 72 -“Yavaşlık ve unutkanlık; nasıl yaşanır sorusuna verilecek güzel yanıtlardı… kamuflaj sağlıyorlardı; düşünerek karar verebilmek için gereken zamanı tanıyorlardı” 88 -5. Sevdikten ve kaybettikten sonra ayakta kalın -“… kaybının şokunu atlatmak için… yazmanın tedavi edici faydalarını keşfetti” 107 -6. Küçük oyunlar oynayın -“İşin anahtarı… farkındalığı geliştirmektir… Bu, iç dünyaya kulak verme çağrısıdır” 110 -7. Her şeyi sorgulayın -“ Socrates’in şu sözünde özetlediği gibi: Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir. Pyrrhoncu kuşkuculuk… ekler: “Ki bundan da emin değilim.” Tek felsefi ilkesi budur” 123 -“Doğamız gereği, hiçbir şeyi olduğu gibi göremiyor olabiliriz” 128 -8. Dükkanın arkasında size ait bir oda bulunsun -“Sokrates’e saygı duymasının pek çok nedeninden biri de onun sinirli bir eşle yaşama sanatını kusursuzlaştırmış olmasıydı. Montaigne’e göre Sokrates çok çile çekmişti… Sokrates’in sabır ve mizah taktiğini uygulayabilmeyi umuyordu; Alkibiades dırdıra nasıl dayandığını sorduğunda verdiği yanıt çok hoşuna gitmişti. İnsan alışıyor, demişti Sokrates; “Ben de kuyudan su çekenlerin çark sesine alıştıkları gibi alıştım.” Montaigne, Sokrates’in kendi ruhsal gelişimi için bu deneyi felsefi bir “hile” olarak uyarlayışını ve karısının asabiyetini sıkıntılara dayanma sanatında egzersiz olarak kullanışını da seviyordu./ Françoise… annesi… Montaigne’in o iki kadın arasında kalıp erkenden mezarı boyladığını düşünmek işten bile değil” 155, 156 -“… yürümeyi severdi. “… bacaklarım yürümüyorsa, aklım da çalışmıyor.” Kadın ve erkeğin yaşam tarzlarının ayrılması normaldi… 1452’de… Alberti… “Karıkocanın yatak odaları ayrı olmalıdır…” 157 -9. Candan olun; başkalarıyla birlikte yaşayın -"… toplum içinde yaşamak ve dostluk kurmak için dünyaya gelmişim./ İnsanların arasına karışmaya bayılır. Sohbeti her şeyden çok sever… konuşmak kitap okumaktan daha iyidir… Her türlü konuşma iyidir; iyi niyetli ve dostça olduğu sürece… “Dünyayla ilişkiler, bir insanın yargı gücü için olağanüstü bir aydınlık olabilir…”/… açık tartışmaları severdi. “Benimkilere ne kadar karşı olursa olsun, hiçbir öneri beni sarsmıyor, hiçbir inanç beni yaralamıyor.” Karşıt düşüncelerin öne sürülmesinden hoşlanırdı… Descartes gibi ateşe bakmaktansa, etkileşim yoluyla düşünmeyi tercih ederdi” 169 -“Montaigne için “rahatlık ve kolaylık” yalnızca yararlı beceriler değil, iyi yaşamanın olmazsa olmazlarıydı” 170 -“Hıristiyanlık… basit bir çözüm önerir: Galip gelen her zaman merhamet göstermeli, kurban ise diğer yanağını çevirmelidir… Montaigne işin teolojik yönüne ilgisizdi; o her zamanki gibi antikçağ yazarlarına gömülmüş, Hıristiyan bakış açısını un utmuştu…/…/… her türlü aşırı durum için hissettiği gibi, hiddeti de korkunç buluyordu. Jül Sezar’ın askerlerini vahşete davet eden… konuşmalarından hiç haz etmezdi./…/ Zalimlik… midesini bulandırıyordu… Zalimlikten zalimce nefret ettiğini yazıyordu… avlanmaya dayanamıyordu. Bir tavuğun boğazlandığını… görmek bile onu dehşete düşürüyordu…/… yaşadığı dönemde yaygın olan işkencelerle idamları sindirmesi de mümkün değildi… “Bir insanı incitmek konusunda o kadar korkak davranıyorum ki, akla hizmet etmek amacıyla bile bunu yapamıyorum. Suçluları cezalandırmak için fırsat verildiği zaman bile, adaleti sağlayamıyorum.”…” 175-178 -“Leonald Woolf… Ona göre Montaigne, “Aynı zamanda bütünüyle modern ilk insandı.”… modernliği, “kendisinin ve diğer tüm canlıların… bireyselliğine duyduğu yoğun farkındalık ve tutkulu ilgi”de yatıyordu./ Bir domuzun ya da farenin bile bir “ben” duygusu olduğunu ifade etmişti Woolf. Descartes’ın şiddetle reddettiği iddia tam olarak buydu” 179 -10. Alışkanlık uykusundan uyanın -11. Ölçülü yaşayın -“Bana göre dünyanın en güzel yaşamı, mucizeden ve aşırılıktan uzak, ortak insan ölçülerine uyan yaşamdır./ Hüsrana uğrayan okurlardan biri de… Lamartine’di. İlk karşılaştığında Montaigne’e taparcasına hayran olmuş… sonra idolüne düşman oldu… denemecinin ölçülü olma anlayışı midesini bulandırıyordu./ George Sand de… ondan sıkılıvermişti./…/… romantikler… asabiyete gelemezlerdi./…/ Montaigne ruhun gerçek büyüklüğünün “sıradanlık”ta bulunabileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişti; bu şok edici ve hatta aşırı uçta bir yorumdu. Modernlerin çoğuna sıradanlığın zayıf ve sınırlı bir durum olduğu öğretilmiştir… Montaigne Tanrısal hırslara güvenmez: Onun gözünde insanüstü olmaya çalışanlar, insanlık seviyesinin altına düşerler… Gerçek anlamda insan olmak, yalnızca sıradan olmayı değil, tertip ve düzen içinde davranmayı gerektirir” 196-199 -12. İnsanlığınızı koruyun -13. Daha önce kimsenin yapmadığı bir şeyi yapın -14. Dünyayı görün -“1580 yılında… dünyayı… görmek için yola koyuldu… on yedi ay… şatosundan uzak…” 227 -“Roma… bir hac mekanıydı…/… O varlıklı bir soyluydu… /… silahlı soygunlar nedeniyle Roma güzergahında yolunu değiştirmişti…/… rüşvet ve aşırı bürokrasisi ile ünlü İtalya’da memurlara rüşvet vermesi gerekti. Bütün Avrupa’da şehir kapıları sıkı biçimde korunuyordu; doğru pasaportlar… izinler… göstermeliydiniz… Bu herhalde Soğuk Savaş’ın en şiddetli döneminde komünist bir ülkede yolculuk yapmaktan farksızdı; ama burada daha büyük kanunsuzluk ve tehlike söz konusuydu./…/… yalnızca yerel yemekleri yiyor…/ Yurtdışında yurttaşlarıyla karşılaşan Fransızların aşırı sevinci yüzünü kızartıyordu. Fransızlar önce kucaklaşır, sonra… koca bir akşamı yerel halkın barbarlıklarından şikayet ederek geçirirlerdi… Montaigne… kendi ülkesi için söyleyecek tek kelime iyi lafı olmamasına rağmen, bulundukları ülkeyi abartılı övgülere boğar… sekreteri… ekler… Fransız olan her şeye duyduğu tiksintinin belki de… “başka sebepleri” vardır./…/ Yeme alışkanlıklarındaki farklar… adeta büyülüyordu…/…/… Venedik… harika bulmadı… Burada başka yerlerde olmayan özel bir siyasi büyü var gibiydi. Sadece kazancı olacaksa çatışmalara giriyor ve kendi içinde adil bir devlet olarak yönetiliyordu… kentin itibar ve lüks içinde yaşayan kibar fahişelerine de hayran kaldı…/…/… Roma…/ Kapıda… Eşyaları didik didik arandı. Memurlar… kitaplarını saatlerce inceledi. Roma’da Papa’nın borusu öterdi ve burada düşünce suçları fazlasıyla ciddiye alınırdı…/ Denemeler’in bir nüshası da incelenmek üzere götürüldü. Ancak dört ay sonra… önerilen düzeltilerle birlikte iade edildi… sonradan resmi bir kilise görevlisi, itirazların ciddi olmadığını… söyledi ona… önerileri görmezden geldi…/… buradaki havanın çekilmez olduğu görüşündeydi. Ama… Romalı olmak dünya vatandaşı olmak demekti… Roma vatandaşı olmayı istiyordu ve bu onur… kendisine verildi…/ Roma o kadar büyüktü ve o kadar çok çeşitliliği içinde barındırıyordu ki, orada yapabileceğiniz şeylerin sınırı yok gibiydi…/…/ Sonra… geri çağrıldı” 228-237, 242 -15. İşinizi iyi yapın ama çok da iyi yapmayın -16. Tesadüfen filozof olun -"Montaigne… Fransa dışında onu ilk İngilizler benimsedi…/…/… Katolik Kilisesi’nin kitabı Yasak Kitaplar Listesi’ne eklemesi Protestan İngilizlerin umurunda bile olmadı. Hatta kendilerini… bir adım önde hissettiklerinden hoşlarına bile gitti. Fransız Akademisi’nin edebiyatın tümüne klasik güzellik bakımından katı ölçüler getirmesiyle birlikte Fransızlar kendi en iyi yazarlarını tanıyamaz oldular… “özgür ve asi” bir yazarın Fransız estetiğinde yeri yoktu, ama İngiliz dili onu kayıp oğlu gibi kabul edip bağrına bastı…/… Montaige’in ayrıntıları soyutlamalara tercih etmesi, akademisyenlere güvenmemesi, ılımlılık ile rahatlığı yeğlemesi, mahremiyet arzusu –“dükkanın arka odası”-; bunların hepsi İngilizlere de hitap ediyordu…/ Bir de felsefesi vardı… Hazlitt… över:/ Kalemini eline aldığında kendini filozof, düşünür, hatip ya da ahlakçı yerine koymadı, ama bize aklından geçenleri bütün çıplaklığıyla söylemeye cüret ederek bunların hepsi oldu” 272, 273 -17. Her şeyi iyice düşünüp taşının, hiçbir şeyden pişman olmayın -18. Kontrolü bırakın -19. Sıradan ve kusurlu olun -20. Bırakın da yanıtı hayat versin * Denemeler'de yazılanların çağlar boyunca farklı farklı şekillerde anlaşılmış olmasına ilişkin anlatım bence çok ilginç. Son beş yüz yılın bir tür düşünce tarihi anlatımı gibi! * -“Her dönem kendi yeni Montaigne’ini yaratır” 282 -“Montaigne bir kitabı yayımladığınız anda onun üzerindeki kontrolü yitirdiğinizi çok iyi biliyordu. Başka insanlar ona istedikleri gibi davranabilirdi… İnsanlar her zaman onda aslında söylemeyi amaçlamadığı şeyleri bulacaktı…/ …/… İnsanlar… sizi kendi amaçlarına uydururdu” 305-313 * Bir örnek olarak, Denemeler'de yazılanlar başlangıçta Kilise tarafından yararlı görülmüş, ancak sonradan 180 yıl boyunca yasaklanmış. * Yazar bir yerde şöyle diyor: “Bu kitap kısmen, Montaigne’in, bir tür zihinlerden oluşan kanal sistemi aracılığıyla zamanın içinde nasıl aktığının hikayesi oldu…/… ilk okurlar… stoacı bilgeliğini övdüler,/ Descartes ve Pascal gibileri… hem büyüleyici hem de tatsız bulmuşlardı,/ 17. yüzyıl libertinleri… sevdiler,/ 18. yüzyıl aydınlanma filozofları… kuşkuculuğu… onlara da ilginç gelmişti,/ Romantikler… sıcak olmasını istediler,/ Hayatları… altüst olan okurlar… dostları olarak gördüler,/ 19. yüzyıl sonunun moralistleri… etik damardan yoksun oluşunu üzücü buldular… onu… yeniden yarattılar,/ İngiliz denemecileri… dört yüz yıllık Montaigne okumasından geldiler,/… Nietzsche… saygı duydu… yeniden tasarladı,/ Virginia Wolf gibi modernistler… hayatta ve farkında olma duygusunu yansıtmaya çalıştılar,/ Editörler… farklı biçimlere soktular,/ 20. yüzyıl yorumcuları… bir avuç sözünden olağanüstü bir yapı inşa ettiler./ Yol boyunca, idrar yollarından gereğinden fazla söz ettiğini düşünenler oldu, üslubunun düzeltilmeye ihtiyacı olduğunu düşünenler oldu, onu fazla senli benli bulanlar oldu. Kimileri ise onda bir bilge ya da ikinci bir benlik buldu…/ Bu farklı okumaların çoğu, Montaigne’in aktardığı –ve değiştirdiği- şekliyle, üç büyük Helenestik geleneğin dönüşümleridir. Böyle olması son derece doğal, çünkü söz konusu gelenekler Montaigne’in düşüncelerinin temeliydi ve etkileri Avrupa kültürünün bütününe yayılır. İlk ortaya çıktıkları zaman bile birbirinden ayrılması zor olan bu gelenekler, Montaigne’in modernleştirilmiş versiyonunda tam kördüğüm olur. Onları bir arada tutan… ortak arayışları olan… insanın gelişmesidir ve bunu başarmanın en iyi yolunun dengeden ve ölçülü olmaktan… geçtiğine olan inançlarıdır. Bu ilkeler onları Montaigne’e bağlar. Ve… okurlara geçer” 314, 315 * Ayrıca şunlar da var: -“Katolik Kilisesi birkaç on yıl boyunca Pyrrhonculuğu kucakladı… Denemeler’i… sapkınlığın değerli panzehirleri görüp, destekledi…/…/… Kilise… tehlikeyi fark etti ve gelecek yüzyılda fideizmin itibarını düşürdü” 130 -“… hayatını Katolik Kilisesi’yle ciddi bir sorun yaşamadan geçirdi… 1580’lerde İtalya ziyareti sırasında engizisyon memurları Denemeler’i incelemiş, önemsiz bir itiraz listesi çıkarmışlardı” 131 -“Montaigne en başlarda Ortodokslar tarafından kucaklanmış, yeni bir Pyrrhon, yeni bir Seneca, dini bütün, kuşkucu bir bilge olarak benimsenmişti: yazdığı kitap insana teselli sağlamanın yanı sıra, ahlaki açıdan da geliştiriciydi. İşte bu nedenle gelecek yüzyılın sonunda… Denemeler’in Yasak Kitaplar Listesi’ne alınıp neredeyse yüz seksen yıl listeden çıkarılmadığını öğrenmek insanı şaşırtıyor./ Sorunu başlatan hiç önemsiz denebilecek bir konuydu: Hayvanlar./…/… hayvanlar işbirliği içinde çalışma konusunda başarılıydı… yardımlaşıyorlardı…/ Ton balıkları ise gelişmiş bir astronomi anlayışı sergiliyordu… Geometri ve aritmetik de biliyorlardı; çünkü her yüzeyi birer kare olan kusursuz bir küp biçimini alabiliyorlardı./ Ahlaki açıdan da hayvanlar en az insanlar kadar asil olabilirdi…/ Hayvanlar çeşitli yeteneklerde bizden üstündü…/ Yine de biz insanlar diğer yaratıklardan ayrı bir yere sahip olduğumuzu… düşünmekte ısrar ederiz…/ Montaigne’in hayvan öyküleri başta okurlarına hem hoş, hem de zararsız görünmüştü. Hiç değilse ahlaki açıdan öğreticiydiler; insanoğlunun, Tanrı’nın dünyasındaki çoğu şeyi ne anlamaya ne de hükmetmeye kadir olamayacak, iddiasız varlıklar olduğunu gösteriyorlardı . Ancak… 17. yüzyıla gelindiğinde, insanlar kendilerini ahtapottan daha yeteneksiz ya da kaba olarak gösteren bu tablodan giderek rahatsızlık duymaya başladı. Mütevazılaştırıcı değil, aşağılayıcı bulunuyordu bu görüş. 1660’lara gelindiğinde… Montaigne’in kolaylıkla kabullendiği şeyler, yani yanılabilir oluşumuz ve hayvansı yanımız, artık savaşılması gereken şeylere dönüşmüştü; neredeyse şeytanın bir oyunuydu bu./… 1668 yılında Piskopos… Montaigne’i vaiz kürsüsünden kınadı…/…/ Bu tip meydan okuyucu tavırlar yeniydi, insan onurunun “sinsi” bir düşmana karşı savunulması gerektiği duygusu da. 17. yüzyıl Montaigne’in bilgeliğini kabul etmeyecek, onu hilebaz, yıkıcı biriymiş gibi görmeye başlayacaktı. Montaigne’in, hayvan hikayeleri ile üstünlük taslayan insanoğlunun kirli çamaşırlarını ortaya dökmesi, özellikle yeni dönemin en büyük iki yazarını, Rene Descartes ile Blaise Pascal’ı rahatsız edecekti. Bu ikisi birbirlerinden hiç ama hiç haz etmezlerdi; bu yüzden iş Montaigne’i reddetmeye gelince birleşmeleri, olan biten her şeyi daha da enteresanlaştırır./… İnsanlar… düşünebilir ve “düşünebiliyorum” diyebilirlerdi. Hayvanlar ise bunu yapamazdı. Bu nedenle Descartes’a göre ruhları yoktu ve bir makineden farksızdılar…/ Descartes bir hayvanla gerçek anlamda bakışamazdı. Montaigne’se bunu yapabilirdi; yaptı da… şöyle der: “Ben kedimle oynadığım zaman, benim onunla zaman geçirmemden çok onun benimle eğlenmediğini nasıl bileyim?”…/…/… kedisine baktığında, kedinin de ona baktığını görür…/ Descartes örneğindeki sorun bütün felsefi yapısının mutlak bir kesinliğe ihtiyaç duymasıydı… Burada, Montaigne’in sınırları bulanıklaştıran belirsizliklerine yer olamazdı… Yine de, kaderin cilvesi, Descartes’in mutlak kesinlik noktası arzusu, Pyrrhoncu kuşkuculuktan anladığına yanıt olarak doğmuştu; eh, Pyrrhoncu kuşkuculuğu da… Montaigne’den öğrenmişti./ Descartes’a çözüm 1619 Kasımı’nda geldi… kendini sobalı bir odaya kapadı ve koca bir günü hiç bölünmeksizin düşünmeye adadı… kuşkucu varsayımla başladı… yerine mantıkla doğrulanmış olanları koydu. Tamamen zihinsel bir süreçti bu: Aklında adım adım ilerlerken, sobanın yanından hiç kıpırdamadı… Descartes’ın imgesi Montaigne’in imgesine tam bir tezat oluşturuyor; biri… otururken, diğeri bir ileri bir geri yürüyor…/ Descartes… akıl yürüttü… İlk keşfi kendi var oluşuna dairdi:/ Düşünüyorum, öyleyse varım./ Bu güvenli noktadan yola çıkarak tümdengelimle Tanrı’nın var olması gerektiği sonucuna vardı. Zihninde “açık ve seçik” bir Tanrı fikri olduğuna göre, bu yalnızca Tanrı’dan gelmiş olmalı… şöyle yazdı: “Açık ve seçik algıladığım her neyse, doğrudur.” Descartes’ın felsefesinin en şaşırtıcı ifadelerinden biri de bu olsa gerek; Montaigne’in düşünce tarzından olabilecek en uzak nokta. Yine de, bunların hepsi Montaigne’in en sevdiği kuşkuculuk kolundan çıkmış oldu; Pyrrhon kuşkuculuğu her şeyi, kendisini bile kuşku altında bırakarak Avrupa felsefesinin ortasına kocaman bir soru işareti bıraktı./ Descartes’ın sözümona şaşmaz mantık zinciri saçma görünebilir, ancak bir önceki yüzyılın düşünceleri ışığında değerlendirilirse anlam kazanabilir; ki bunlar, Descartes’ın arkasına bakmadan kaçmak istediği düşüncelerdir. En önemlileri, -Montaigne’in Descartes’ın kuşağına aktardığı iki büyük düşünce sistemi olan- her şeyi parçalayan kuşkuculuk ile her şeyi inanç temelinde tekrar bir araya getiren fideizm. Descartes kendini asla fideizm noktasında bulmak istemiyordu… Ama bir bakıma tam olarak da bu oldu; fideizm, kopması zor bir gelenekti./ Descartes’ın getirdiği gerçek yenilik, kesinliğe duyduğu güçlü arzuydu… Uzaklaşayım derken kuşkuculuğu… o zamana kadar düşünülmemiş boyutlara çekti… Belirsizlik Descartes için… bir yaşam tarzı değil, buhran safhasıydı…/…/… burası 17. yüzyılın Montaigne’in dünyasından gerçekten ayrıldığı noktadır: Onlar kuşkuculuğun kabustan beter olduğunu keşfettiler…/…/ İblisler Descartes’ın zamanında da… gerçek ve korkutucuydu… bizi sistemli biçimde aldatıyor olabileceği düşüncesi herkesi deliliğe sürükleyebilirdi. Daha kötü olan şey, Tanrı’nın kendisinin de bizi böyle aldatabileceği ihtimaliydi ki, Descartes bunu şöyle bir ima edip hemen geri çekilmişti./…/… orta bir yol bulundu… ruhen Montaigne’e çok daha yakın, pragmatik bir uzlaşıydı. Modern bilim, tam bir kesinlik aramaktansa, kuramda kuşku unsuruna yer bırakır… dünyayı göründüğü gibi kabul ederiz; ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı olasılığını da resmen kabul ederiz…/ Montaigne’in Pyrrhonculuğu iyice panik olunca ortaya çıkan şey Descartes’ın korku hikayesiydi” 132-140 -“Pascal bize, edebiyatın en gizemli metinlerinden birini, Denemeler’in “tehlikeli” gücünü savuşturmak amacıyla tutkuyla içini döktüğü Düşünceler’i bıraktı./…/ Pascal’ın Descartes’la neredeyse hiç ortak yanı yoktu; kuşkuculuk saplantıları dışında. Coşkulu bir tasavvufiydi o; Descartes’ın sadece akla güvenmesinden hoşlanmıyor, “geometri ruhu” dediği şeyin felsefeye hakim olmasından kederleniyordu. Aslında akılcılığa duyduğu nefret onu Montaigne’e yöneltmeliydi ve bir bakıma da böyle oldu, çünkü sürekli Denemeler’i okudu. Ancak… Pyrrhoncu geleneği o kadar rahatsız edici buldu ki… kınayıcı düşüncelerini yazıya döktü… Montaigne, Pascal’ın işkencecisi, baştan çıkarıcısı olmuş, adeta onu günaha çağırmıştır./ Pascal… onun dini inancı tehdit ettiğine emindi. Kuşku artık kilisenin dostu değildi; kuşku şeytana aitti ve onunla savaşılmalıydı. Sorun da burada yatıyordu… kuşkuculukla savaşmak imkansızdı… her çaba, her şeyin tartışmaya açık olduğu iddiasını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor…/…/… Ama yine de savaşılmalıydı. Bu ahlaki bir görevdi; aksi takdirde kuşku her şeyi –bildiğimiz dünyayı, insanın yüceliğini, aklıselimliği ve Tanrı duygusunu- büyük bir sel önüne katıp götürecekti…/…/ Pascal Montaigne’le savaşamadığından, onu okumadan –ve hakkında yazmadan- edemiyordu… Pascal, asıl dramın kendi ruhunda gerçekleştiğinin de farkındaydı. Bunu şu sözlerle itiraf edecekti: “Denemeler’de gördüklerimin hepsini Montaigne’de değil kendimde buluyorum.”/…/ … Pascal Montaigne’i kopyalarken, onu bir yandan da değiştirmişti… böylece yeni bir şey yarattı./ Önemli olan duygusal farktır… insan doğasının gurur duyulmayacak yönleri üzerine kafa yormuşlardı…Montaigne bunlara keyif ve hoşgörüyle bakarken, Pascal, Descartes’ın bile aklına gelmeyecek büyüklükte korkuya kapıldı./ Pascal için yanılabilirlik zaten katlanılmazdı… Montaigne için insanoğlunun kusurları yalnızca katlanılabilir değil, neredeyse bir kutlama vesilesiydi…/… Nasıl Descartes Pyrrhonculara zihinsel huzur sağlayan yorganın altında canavarlar bulur, Pascal da aynı şeyi stoacılarla Epikurosçuların en sevdiği hilelerden birine, insanın uzaydan bakılınca ufacıklığı fikrine yapar ve bu düşünceyi bir korku filmine dönüşene kadar takip eder/…/… Pascal… “İnsanın küçük şeylere duyarlılığı ve büyük şeylere duyarsızlığı: garip bir düzensizliğin işareti.” Montaigne’se bunu tam tersi şekilde ifade ederdi./ Bir yüzyıl kadar sonra Pascal’dan hiç hoşlanmayan Voltaire şöyle yazacaktı: “Bu yüce mizantropa karşı insanlığı savunmaya girişeceğim.”…/… Dünyayı bir hapishane hücresi, insanları da suçlu olarak görmek, bir fanatiğin düşüncesidir./ Voltaire burada elbette Pascal’ın “büyük düşmanı”nın savunmasına koşar./ Montaigne… insan doğasını tasvir etmiştir…/…/ Bu gönül rahatlığıyla hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etme hali, Pascal’ı Pyrrhoncu kuşkuculuktan bile daha çok öfkelendiriyordu. İkisi el ele gider. Montaigne her şeyden kuşkulanır, ama sonra… her şeyi tekrar doğrular. Montaigne’in kuşkuculuğu kusurluluğu övmesine yol açar: Bu daa, Pascal’ın kaçmayı en az Descartes kadar istediği, ama asla yapamadığı şeydi. Montaigne’e sorarsanız böyle bir kaçışın neden imkansız olduğu barizdi. Hiç kimse insanlığın üzerine çıkamazdı” 141-147 -“Malebranche, adeta şeytani bir figür resmeder. Montaigne, Descartes’ın iblisi gibi sizi aldatır, kuşkunun ve ruhsal umursamazlığın içine çeker./ Kötü niyetle yakıştırılan bu imgeler Montaigne’in üzerine yapıştı kaldı… Guizor 1866’da Montaigne’i hala, “Fransız yazarlar arasındaki büyük ayartıcı” diye adlandırır… okura hiç aldırmıyormuş havası… kendine çektiği gibi sizi ele geçirir./ Modern okur çoğu zaman bunun keyfini çıkarmaktan mutludur. 17. yüzyıl okuru ise kendini tehdit altında hisseder; din ve akıl gibi ciddi konular elden gitmektedir./ Ancak bu dönemde… La Bruyere… Montaigne’i yeni bir düşünür türünün kahramanı yapacaktı: Libertinler./…libertinler… felsefi özgülük de istiyorlardı… her konuda diledikleri gibi düşünebilme özgürlüğü…/… libertinlerden gelecek yüzyılın aydınlanma çağı filozofları çıktı. Montaigne’e herkes tarafından kabul gören, tehlikeli ama olumlu yeni bir imaj çizdiler…/…/ Libertinler… insanları yarı kapalı gözlerle sinsi sinsi izlemeyi tercih ettiler; ne idiyseler o gibisinden. Ve işe kendilerinden başladılar. Bu “uykulu” gözler, hayat hakkında “açık ve seçik fikirli” Descartes’tan ya da ruhani esrimeleriyle Pascal’dan çok daha fazla şey algılamıştı… Nietzsch’nin yüz yıllar sonra belirteceği gibi, insan davranışı ve psikolojisi –dolayısıyla felsefe- üzerine gerçekten değerli gözlemler… ifade edilmişti./… Nietzsche… profesyonel filozofların topundan nefret ederdi. Ona göre soyut sistemler yararsızdı, önemli olan eleştirel bir öz farkındalıktı… Montaigne için, “ruhların en özgürü ve en güçlüsü” demiş…/ Montaigne gibi Nietzsche de aynı anda hem her şeyi sorgulamış, hem de kabul etmeye çalışmıştı” 148-150 -“Nicole ve… Arnauld… 1666’da… dinsiz ve tehlikeli olması sebebiyle Denemeler’in Katolik Kilisesi’nin Yasak Kitaplar Listesi’ne alınması için açıkça çağrıda bulundu. Bu çağrıya on yıl sonra kulak verildi ve 28 Ocak 1676’da Denemeler Liste’ye alındı… o aralar… kötü şöhretli züppelerin, hovardaların, ateistlerin ve kuşkucu takımının gözde metni haline gelmişti./ Bu noktadan sonra… Fransa’da işler hep kötüye gitti… artık bir bütün halinde Katolik ülkelerde yayınlanamıyor…/… yasaklanması, bir sonraki yüzyılda aydınlanma çağı filozofları ve hatta radikal siyasi devrimcilerin gözünde cazibesini adeta tavana vurdurdu./… Denemeler… 27 Mayıs 1854’e kadar Liste’de kaldı…/… her yeni okur Denemeler’de kendini bulur ve olası anlamlarına kendinden bir şeyler ekler. Descartes kendini bulmuştu bulmasına, ancak onun zihninden kabus gibi iki figür çıkmıştı: Mantığa direnen bir iblis ile düşünebilen bir hayvan. Descartes ikisinden de ürkmüştü… Pascal ve Malebranche de… kaçmışlardı./ Aynı şeyleri gören libertinlerse hoş bir şaşkınlık yaşarcasına gülümsediler… Nietzsche de aynı şeyi yapacak ve Montaigne’i felsefi anavatanına, nasıl yaşanır sorusunu araştıran üç büyük Helenistik felsefenin kalbine geri döndürecekti” 151, 152 -“Denemeler Gournay için hep kusursuz bir zeka testi oldu… Diderot da aynı gözlemi yapar: “Montaigne’in kitabı sağlam bir zihnin ölçütüdür. Ondan hoşlanmayan birinin yüreğinde ya da anlayışında bir kusur olduğundan emin olabilirsiniz.”/… Gournay, kendini hiç zorlamamış görünerek popüler kılmış bir yazardan, yanlış anlaşılmış bir deha yaratmıştı./…/… Önsözü… aynı zamanda dünyanın ilk ve en güçlü feminist tezidir./ Öte yandan bu önsöz biraz tuhaf kaçar, çünkü Montaigne’in kendisinin feminist olmadığı ortadadır. Ancak Gournay’in feminizmi “Montaigneciliği”ne sıkı sıkıya bağlıydı…/…/… Her nasılsa çıktığı yolda başarı sağlamış, yazarak hayatını kazanmıştı…/…/… 1645… Mezar kitabesi onu aynen istediği gibi tanımlar: Bağımsız bir yazar ve Montaigne’in kızı” 297-300 * 20.8.2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder