15 Ekim 2017 Pazar

Mucizevi Mandarin

Aslı Erdoğan, 16. Basım: Mayıs 2017, Everest Yayınları, İstanbul


İlgiyle, hızlıca okudum.
Ayrı ayrı yazılar...
Bolca parantez...
Ne anlatıyor?
Neden ilgimi çekti?
Tam olarak bilemiyorum!
*
Biraz İstanbul, daha çok Cenevre...
Hüzün...
Karamsarlık...
En çok da, insan mı, anlatılıyor, acaba?
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... karanlıkta cisimlenişimi algıladıklarını..." 12
-"... kesinlikle mutsuz, coşkusuz, boşa harcanmış gençliğimi hatırlatmıyor" 14
-"Bir şehir, ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya başlar" 18
-"... onu buralara dek kaçırtmış geçmişin ağır yüküyle iki büklüm... Bir zamanlar katlanamadığı ülkesi, şimdi yitik, düşsel bir cennete dönüşmüştür, ama artık o, düşlerine de inanmaz. Acılarla dolu bir geçmiş ve korkutucu bir gelecek arasında donup kalmış, içinde bulunduğu ana da bir türlü ulaşamamaktadır. Kaçtığını sanırken asıl şimdi kapana kısılmıştır. Göçmenliğe dair söyleyebileceğim tek iyimser söz şu: İnsana hayatı bu denli iyi belleten bir başka deneyim bilmiyorum... Eski Kent... Yalnızlık ve sessizlik beni gerçeklikten geri dönülemeyecek denli uzaklaştırmaya başladığında, kendi varoluşum bile kuşkulu bir görünüme büründüğünde... yazarım" 21
-"Düşü gerçeğe, geçmişi bugüne, acıyı umuda yeğ tuttuğum için" 22
-"Cenevre'deki ilk gecelerimde, sokaklarda... şen kahkahalar atan on üç-on dört yaşındaki kızları görünce içim cız ederdi. İlkgençlik yıllarımı benden çalmıştı Türkiye ve onları başka hiçbir ülke geri veremezdi. Zamanla, içimi acıtanın, bu kızların özgürlüklerinden de öte mutlulukları olduğunu anladım. Genç ve umut yüklü bakışlarla seyrediyorlardı dünyayı.../ Avrupa'nın orta yerinde bile Ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebiliyorum. Hepimizin gözlerinde derin bir korku ve hüzün var. Özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz Rasputin gibi yaralarla dolu. Batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde. Avrupa'daki ilk birkaç ayım işte bunları keşfetmekle, kısacası içinde doğup büyüdüğüm toplumun bana kaybettirdiklerinin faturasını çıkarmakla geçti. Gelgelelim... İstanbul resmini görmemle değişiverdi her şey... ağlamaya başlamıştım. "Yurt özlemi" denilen... o duyguyla ilk tanışmamdı benim. Benliğimdeki Türk'le ilk göz göze gelişim... kendi dilimi, kendi topraklarımı, kendi insanlarımı özlemiştim./ Avrupa'da geçirdiğim yalnızlık, belirsizlik, pişmanlık dolu bir yılın sonunda, içimde öfke ve hınç mayalandı; dizginlenemeyen, sağı solu belli olmayan, inançsız bir yabancıya dönüştüm. Süpermarketlerde satılan ürünler gibi... sürüden var gücümle nefret ediyordum. Elbette, nefret dünyanın en kolay ve zevkli işidir, kayıp bir insanı uzun süre oyalayabilir, güçlendirir, sağ kalmasını sağlar./ Göçmenliğim yavaş yavaş büyüdü, olgunlaştı... "Vatan"ın, iletişim kurulan üç-beş insan; İstanbul'un, köklerim ve geçmişim, anadilimin ta kendim olduğunu zamanla öğrendim./ Benim cehennemim ne topraklarımda, ne de buradaymış. Onu kendi içimde taşıyormuşum, tıpkı cennet düşlerim gibi" 23, 24
-"Kendimi saldırıya uğramış, ele geçirilmiş hissediyordum; varlığımın soluk alıp verebilmesi için gerekli olan yalnızlığım kuşatılmış, surlarında delikler açılmıştı" 28
-"Bütün başlangıçlar güzeldir" 29
-"Böyle sade, alçakgönüllü, insanın cesaretini daha kapının eşiğinde kırmayan yerleri severim" 34
-"İflah olmaz bir mutluluk avcısıydı./ Sergio da bu ülkede yabancıydı, biraz Arap kanı taşıyan bir İspanyol'du, ama yabancılığını konukluk biçiminde yaşar, Avrupa'nın cimri misafirperverliğini alabildiğine tüketirdi. Hayata yaklaşımımız da göçmenliğe yaklaşımımıza eşti... yaşam suyunu son damlasına dek yudum yudum içmeye çabalardı. Bense... karanlıklara sığınırdım... bana biraz şefkat sunanın kulu kölesi olmaya hazırdım. Sergio ise... benliğini hiçbir zaman yitirmezdi" 38
-"İstanbul'da sabah ezanının okunduğu saatlerde artık anlamıştım: Onların, insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçek dışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor... Ben seyrediyordum./ Yaşamın yüreğinde bir boşluktum, bir yorumdan, bir soru işaretinden, bir bakıştan, yani bir hiçten başka bir şey değildim" 48
-"Arap delikanlısı alabildiğine sarhoş, yoksul ve öfkeliydi. (Biz göçmenler birbirimizin öfkesini iyi tanırız.)..." 57
-"Şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor" 59
-"Mucizevi Mandarin/ Yaşlı ve çirkin bir mandarin... bir fahişeye gitmiş... soyguncu dostlarını çağırmış... dövüşmeye başlamış... ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf... bedende yara açılmadığını... görmüşler... kaçmışlar... kadın... etkilenmiş... aşk adına sevişmek istemiş... şefkatle okşamaya başlamış. Gel gelelim güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeri bir yara beliriyormuş; dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin ölmüş./... Çin... öyküsü..." 60, 61
-"Oysa insanın bir başkasını küllerinden bile olsa yeniden yaratmak istemesi, sonsuz bir yetki üstlenmeyi, bir tanrı olmayı arzulamasıdır. Bu da onun acı çekmesini ya da ölmesini istemekten daha masum değildir. Belki de ben başkalarına yönelik her türlü dileği ancak bir saldırı olarak algılayabiliyordum. Korumak arzusu ile hükmetmek arzusu arasındaki sınırın nasıl çizilebileceğini bilmiyordum" 65
-"Yalnızlığın, tek başınalığın, boşluğun, karanlığın, yarılmanın bir simgesiyim" 75
-"Göl kıyısındaki patikada kendi infazıma gidermiş gibi yürüdüm" 77
(Nasıl, yani?)
-"Bedensiz bir yolcu. Artık hiçbir şey canımı acıtmıyor, hiçbir şey beni korkutmuyor. Çünkü korku etin içindedir, arzu gibi. Arınmışım, kutsanmışım" 82
-"Ay batmak üzere, içimde nedensiz bir ölüm korkusu..." 83
(Hani az önce, s. 82, korku yoktu; aynı yazının sonunda korku... Nasıl, yani?)
-"Cenevre'nin... Paki semti... adını, buraya otuz yıl önce yerleşmiş ilk göçmenlerinden, Pakistanlılardan alır. Bugünse kimler yok ki burada!... işbilir Araplar; kebap ve eroin tekelini kimseye kaptırmayan Türkler..." 84, 85
-"Kaçmanın ağır cezasıdır sürgün, geçmişini bir kez terk eden, ona bir daha hiç geri dönemez" 86
-"İsviçre'de sokak köpeği yaşamaz... benim için bu toplumun varsıllığının, abartılmış bireyciliğinin ve yalnızlığının simgesi... Kadının karanlıkta bir hayalet gibi yalnızca bir anlığına gördüğü adamla yatmak zorunda oluşu içimi burkuyor. Bu batık sokakta, hiç ama hiç kimse onurunu su yüzünde tutamıyor./.../ Karşı kaldırımda, göçmen Türklerin buluşma yeri kebapçı... polisler içeriyi süzüyor. Ne de olsa bu sokaktaki uyuşturucu ticaretini Türkler ve Araplar yönlendiriyor. Bir keresinde, tam bu köşede çocuğunu yere yatırmış, tekme tokat döven bir Türk kadını görmüştüm... yağmur yağıyordu... kız... trafiğin vızır vızır işlediği kavşağa doğru koşmaya başlamıştı. Yanımda yürüyen Sergio, onu yakalamak için atıldıysa da... durdurdum./ "Bırak! Biz Türkler böyle büyüyoruz işte..."/ Neden böyle davrandığımı anlayabilmiş değilim... Ona, iyilikseverlikle dünyayı değiştiremeyeceğini kanıtlamaya çabalamış da olabilirim, ama sonuçta Sergio o gün benden ilk kez korktu, hatta bir bakıma umudu kesti./ Paki semtinin ikinci nesil göçmen çocukları, İsviçreli çocuklar gibi giyinseler ve konuşsalar da gerçekte onlardan çok farklıdırlar... sessizliğe tapan İsviçre'de polis asla siren çalmaz... Kendilerini istemeyen yabancı topraklarda yabani tohumlar gibi büyürler... Ne yaparlarsa yapsınlar, küçümsedikleri babaları gibi işsiz kalacaklarını, horlanacaklarını, aşağılanacaklarını sezerler. Sezerler ama gene de direnirler./ Bu çocuk göçmenleri iki kültür arasındaki bocalayışları, biz yetişkin göçmenlerden daha derin, fırtınalı ve can yakıcıdır... On yaşındayken, elli yaşın eskimiş gözleriyle izlerler dünyayı.../.../ Bu nefret sokağında barınan herkes henüz atılmamış bir çığlıktır" 87-89
-"(Çünkü insan yüzleri yalandır, sözleri de, özellikle de sözleri. Dostum, yazılmış ya da yazılmamış her sözün artık güç isteminden başka bir şey olmadığının farkında değil misiniz?).../... Kızgınlığı, nefreti tam olarak bilmiyorum sanırım" 99
-"... bir çocuğun elinde korumaya çalıştığı gizemli, mucizevi bir kar tanesi gibi" 104
(Nasıl, yani?)
-"Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek... Ölmek. Olmak.../.../... yürüyorum... bedenin diplerinde saklı ölüme doğru" 110
-"İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur" 112
-"Gökyüzü yaşayanlarınsa, toprak ölülerindir.../ Buralarda... bir zamanlar bir kabile yaşardı... Yazgıları olan ülke gibi serttiler, akıllı ve korkusuzdular. Bir ağaç kadar bağlıydılar toprağa... (Denmiştir ki -düşmanları ve yok edici tarafından- bu küçük kabile yeryüzünün en usta ve tehlikeli savaşçılarından oluşuyormuş.)... şarkılar söylerlerdi. Ölülerini koydukları mağaraları, gözden yitene dek taşlarla örter, ölenden bir daha asla söz etmezlerdi. Böylece inanmazlardı ölüme... ardı arkası kesilmeyen savaşlardan birinden sonra, "yok olmanın onurunu öğreneceğiz."..." 122, 123
-"Bir anı geçmişe uzanan bir köprüdür.../.../... Dağınık cümlelerimdeki henüz boyun eğmemiş, çiğ acıyı, şokun uyuşturduğu ıstırabı şimdi kolaylıkla görebiliyorum" 127
-"Gurur! Cesaret!... Yalnızca yaşamın sözlüğünde yer alabilirler, ölümün değil" 128
-"Alpler... Juralar... kasım başında... kente en dayanılmaz armağanlarını getirir: SİS... Cenevre'yi her gün yeniden kucaklar... Kışın gökyüzü yoktur bu kentte... Üzerine atlasan yere düşmeyecekmişsin duygusu verecek denli yoğun... dev bir bulut.../... Cenevre'nin geniş, bakımlı caddelerini... Bu çok zengin, düzenli, uluslararası kent, bu, bana bütünüyle yabancı kent... alkol ve para kokusu... suçun ve yoksulluğun var olmadığı ya da ustaca hasır altı edildiği bu Orta Avrupa kentinde kendi geçmişimi arıyorum.../... "Geçim Sıkıntısı Çekildiğinde Okunacak Dua" başlığını ve Latin harfleriyle yazılmış Arapça sözcükleri seçtim.../... Üsküdar... Balıklarla, aç ama gururlarına toz kondurmayan rıhtım kedilerinden başka hiç kimse ilgilenmiyordu" 130-132
-"Hayatımın hep bir kaybetme korkusu ile dolu olduğunu şimdi anlıyordum. Nesnesi olmayan bu ezici kaybetme duygusu, gerçek kayıplardan çok daha fazla acı vermişti çünkü neyi kaybettiğimi ya da neyi aradığımı bir türlü bilememiştim. oysa artık içimdeki mutsuzluk ırmağını akıtabileceğim gerçek bir felaket bekliyordu beni... bütün anlatıcılar gibi gerçeği ıskalıyordum./.../... Kızdığı insanlarla, haksızlıklarla, onları yok sayarak baş ediyor olmalı" 134
-"Sıkı sıkı yapışabileceğim, bağlanabileceğim bir şeyler aramıştım sürekli. Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde... bu acınası, saf, tehlikeli inançla koştum durdum... Yaşamı bütünüyle ıskaladım. Mutsuzluğumun hiçbir ödülü, değeri, avuntusu olmadı. Yalnızlığımla yaşamayı hiç öğrenemedim" 135
-"Dostoyevski okuyan yeniyetme bir genç kızdı henüz.../.../... Çevresinde akıp giden hayata daha şimdiden sırt çevirmiş, tavır koymuş gibi bir hali vardı" 136
-"Yakınlığın olanaksızlığını ve olasılığını aynı anda belirten bir gülümseme. Sertliğin, hırçınlığın ardına gizlenmiş ürkek yabaniliğini, şefkat gereksinimini hemen sezmiştim" 137
-"Nesnelerle de, gerçek hayatla da bir türlü baş edemezdi; pencereleri, kapıları, konserve kutularını açmayı başaramaz, tuvaletlerde kilitli kalır, ikide bir ekmek bıçağıyla parmaklarını keserdi" 138
-"... bu dünyada başka bir gezegenden gelen bir konuk gibi kendi hayatına bile çok fazla aldırmadan yaşardı" 139
-"Birbirlerine şefkatten çok yarı gizli bir cinsel çekimle sokulan acemi nişanlılardı komşularım; biraz sahte bulduğum gülümseyişlerine beklentilerin sinsi gölgesi sinmişti... Dakota kabilesinin kadınları, sevdikleri ölünce parmaklarını keser" 143
-"'Cheyenne Sonbaharı'nda, silahsız, atsız, yanlarında çocukları ve okları, peşlerinde Amerikan süvarileriyle topçuları, ülkenin yarısını kat eden üç yüz Cheyenne, mağaralarda intihar etti. Meksika... Apaçiler kendi çocuklarını boğazladılar... İnkalarla bir cennet yitirildi" 144
-"Ümraniye... Bulgurlu, adını hak edercesine taşradır. Bu mahalledeki her şey dar, yoksul, incelmemiş bir yaşam içindir, sürekli çalışmayla, baskıyla, duyumsuzluklarla harcanan bir sözde-yaşama adanmıştır" 146
-""Yuvayu diş kuş yapar" özdeyişine sığınanlardan değildim ama ataerkil Türk erkeği olma korkumun alabildiğine sömürülmesine de karşıydım" 147
-"Bir duble daha... son bir tane daha... Artık susar, hüzünlenir, kabuğuna çekilirdi. Birdenbire yürüyemez... durumda olduğunu fark ediverirdik... "Hayat bu kadar hüzünlüyken insan sarhoş olmalı," derdi... en az on yıl boyunca, her sarhoş olduğunda bu cümleyi tekrarladı" 148
-""Ağzını topla orospu!"/ Bu son sözcüğü özellikle seçmiştim. Onu ne kadar hırpalayacağını... iyi biliyordum... çıldırmıştı... hiçbir şey onu durduramaz, korkutamazdı artık... öfkesi, benim eften püften kızgınlığımı bir anda ezip geçmişti.../.../ Ümraniye... Bütünüyle gri, griden başka bir rengi olamayacak bir semt... yollarda lağımlar akıyor... Sadece camiler... özenle yapılmış... Yarısı Tanrı'ya, yarısı insana ait bir semt burası, her adım başında bir cami, yaşamsız insanlara sonsuzluk vaat ediyor./... dört polis... iki adamın üstünü arıyor, sonra da ellerini kelepçeliyor. Bir peygamber kadar masum olsalar da en az pazartesi sabahına dek karakoldalar. Yorgun, yaşam yorgunu, tükenmiş bu insanlar, ama ölüme de aldırmıyorlar. Çamurların içinde debelenerek kendilerine biraz daha yaşam alanı açıyorlar./ Sokakları çamur ve kan kokan Ümraniye... yoksulluğun kokusu... küfür, aşağılanma ve koşuşturma dolu bir yaşamın kokusu" 149, 150
-"Yaşam korkunçluklarla, iğrençliklerle doluysa eğer, yaşamaya değmiyorsa, ölümü daha kolay kabullenebiliriz, değil mi? Alçakça, sinsice bir barış antlaşması imzalamaktayım" 151
-"... sadece benim okuyabileceğim çapraşıklıktaki el yazısının kan kırmızı harfleri üzerime mızraklar gibi saldırdı" 152
-"Ona güvenli bir uzaklıktayken ölüm beni büyülerdi... yüce değilmiş" 153
-"Canlı canlı gövdesini kestiği hayvanın hala atan kalbiyle burun buruna gelen bir biyolog gibiydim-olmalıydım" 154
-"Geri dönmek zorunda olmadıkça çekip gitmek hiç de zor değilmiş.../.../...Yoksa sonsuza dek mi yitirdim? Bir kadını? Bir şehri? Geçmişimi?" 158
*

15.10.2017   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder