9 Mart 2018 Cuma

Yersiz Yurtsuz

ANILAR
Edward W. Said, Çeviren: Aylin Ülçer, İkinci Basım: Kasım 2014, Metis Yayınları, İstanbul

Arka kapak yazısında şu ifadeler var: "... zamanımızın en önemli düşünürlerinden Edward Said... samimi bir otobiyografi... Hayatının ilk yıllarında yaşadığı kimlik karmaşasının, kendi deyişiyle "budalalık derecesinde" İngilizvari bir adla Araplığı su götürmez bir soyadına sahip olmanın, Hıristiyan bir Amerikan vatandaşı olarak Filistin, Lübnan ve Mısır'da, ardından bir Arap olarak Amerika'da yaşamanın Said'in kimlik ve aidiyet konusundaki görüşlerini nasıl biçimlendirdiğini görmek de mümkün. Hepsinden önemlisi, Said'in "ülkeden ülkeye, şehirden şehre, evden eve, dilden dile, ortamdan ortama sürüklenişler" sonucunda gelişen "yersiz yurtsuzluk" haliyle barışıp, mezhepleri ve ülkeleri aşan entelektüel aidiyetini bulmasının hikayesi olarak okunabilir bu anılar./ Arka planda Ortadoğu'da yaşanan siyasi olayların... aktarıldığı... bir eser."
*
Hastalık ortaya çıkınca başlanan ve sadece çocukluk ve ilkgençlik yıllarına dair olan anılar...
Biraz fazla uzun cümleler, ama güzel bir anlatım!
Ortadoğu'ya ilişkin renkli bir tanıklık...
Öğretici değerlendirmeler!
Keşke devamı da olsaydı!
*
Yersiz Yurtsuz'luk...
*
Hoş.
Yararlandım.
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... farklı bir dilde biriktirilmiş olan deneyimlerimi sürekli tercüme etmeye çalışarak dile getiriyor olduğum hissi... Herkes hayatı belli bir dilde yaşar; deneyimlerini bu dilde kazanır, bu dilde hazmeder ve yine bu dilde anımsar. Benim yaşamımdaki temel çatlak, anadilim olan Arapça ile... İngilizce arasındaydı. Bu nedenle de kendi anlatımı(nı) başkasının dilinde kurmaya çalışmak... karmaşık bir uğraş oldu" 16
-"Bütün aileler ana babalarını, çocuklarını icat ederler... Benim icat edilişimde... bir terslik vardı... Kimi zaman büsbütün uzlaşmaz bir tavır alıyor... Bazı zamanlar ise kendimi handiyse büsbütün kişiliksiz, ürkek, kararsız, iradesiz buluyordum. Her koşulda, bunların tümüne baskın çıkan his, kendimi bildim bileli yersiz yurtsuz olduğumdu... katlanamadığım... tanışma anlarında, karşımdaki insanların yüzlerinde beliren o kulaklarına inanamaz, sorgular ifadeydi: Edward? Said?/ İşin ucu dile gelip dayandığında... daha da karmaşık bir hal alıyordu. Önce Arapçayı mı yoksa İngilizceyi mi konuştuğumu, dahası bu dillerden hangisinin kuşku götürmeyecek şekilde benim olduğunu hiçbir zaman bilemedim" 21, 22
-"Babamın... Osmanlı ordusuna katılmak zorunda kalmaması için kendisine Filistin'i terk etmesini telkin eden, babası olmuş anladığım kadarıyla. 1911... Babamın, Bulgaristan'daki Osmanlı ordusunun Filistinli kurşun askeri olmak yollu bir yazgının dehşetinden nasıl kaçtığını gözümde canlandırabiliyorum" 27
-"Melia ve kırklı yıllarda yanımıza taşınan anneannem Münire... olmasa Kahire'de yapayalnız bir aileydik" 37
-"Ben olmak yalnızca asla tam olması gerektiği gibi olmamak demek değildi; asla huzurlu olamamak, sürekli sözümün kesilmesini, düzeltmeyi beklemek ve mahremiyetimin ayaklar altına alınması, kararsız kişiliğimin ezilmesi demekti aynı zamanda. Babamın dokuz yaşımdan itibaren beni tutsak eden sıkıyönetim rejimi ve hayat terbiyesi bana ne bir soluklanma fırsatı, ne de onun kurallarının ve kalıplarının ötesinde bir ben duygusu bıraktı. Müebbeden yersiz yurtsuzdum artık./ Böylece "Edward" olup çıktım -her gün katlanmak zorunda oldukları, dışarıdan görünenden farklı olmasına farklı, yine de dışarıdakinin kaderini değiştirmeye gücü yetmeyen bir iç benlik tarafından gözlenen bir anne-baba yaratısı. "Edward" öncelikle oğul, sonra kardeş ve nihayet okula giden ve tüm kurallara uymaya (ya da onları görmezden gelmeye ve esnetmeye) çalışıp başaramayan çocuktu. Onun yaratılmasını zorunlu kılan gerçek şuydu ki, anne-babası da kendi kendilerini yoktan var etmiş iki kişiydi: Sömürge Kahiresinde bir sürü başka azınlık grubu içinde Hıristiyan bir azınlığın üyeleri olarak yaşayan, birbirlerinden başka destek alabilecekleri kimseleri olmayan, savaş öncesinden kalma Filistin adetlerinin tuhaf harmanı sayılmazsa, bir şeyler yaparken kendilerine örnek alabilecekleri bir öncelden yoksun olan, geçmişleri, yaradılışları çarpıcı bir biçimde farklı iki Filistinli; kitaplardan, dergilerden, bir de babamın on yıllık tecrübesinden gelişgüzel edinilmiş, daha doğrusu bir ucundan yakalanmış Amerikan öğretisi (annem 1948 yılına dek Amerika'ya gitmemişti bile); misyonerlerin etkisi; yarım kalmış eğitimlerinin ortaya çıkardığı tuhaflıklar; hem lordları hem de onların hükümranlığındaki halk kitlelerini temsil eden İngiliz sömürge tavırları; nihayet annemle babamın Mısır'da, bu örneklerden yola çıkarak kendi özel koşullarına uyarlamaya çalıştıkları yaşam tarzı, "Edward" bu koşullarda yersiz yurtsuz değil de ne olacaktı?" 41, 42
-"1947 yılına kadar, Filistin... "büyük" aile buluşması niteliğindeydi... Mısır'da ise durum tamamen tersine dönüyordu; gerçek anlamda bir bağımız bulunmayan bu mekanda bir başımıza olduğumuzdan aile olarak birbirimize daha sıkı kenetleniyorduk... Filistin benim gözümde kıymetini bilemediğim yer, anavatanım, ailemin ve arkadaşlarımın nedenini nasılını uzun boylu düşünmeden, sorunsuzca varoldukları (geriye dönüp bakınca böyle görünüyor) yerdi" 43, 44
-"Filistin... Sonraki yıllarda... yaşamımı bir karabasana dönüştürecek yalnızlığı her zamanki kadar şiddetli hissetmiyordum orada" 45
-"Oynamak onu daha fazla konuşmaktan kurtarmanın yanı sıra ciddi anlamda duygusal herhangi bir külfete de sokmadığından olsa gerek, kağıt oyunları babam için saplantılı ve görünüşe bakılırsa da onu hayatta tutan bir alışkanlık olup çıktı... endişelerinden arınabilmesini sağlayan bir yöntemdi onun gözünde; insanların, işlerin ve sorunların her çeşidiyle yüzleşmesini engelleyecek bir kaçış" 55
-"... kuralları bozan ya da beni annemle babamın belirlediği sınırların dışına çıkarabilen şeyler... gizli bir zevk alır oldum.../ Okumanın bana sağladığı keşif olanaklarının cazibesine kapılmam uzun sürmedi" 57
-"Mrs. Bullen'ın, karşısında duran soyu sopu belirsiz bu çocuk güruhundan duyduğu bariz tiksintiyi, çirkin İngiliz dişleri ve zalim dudakları arasından sözcüklere döktüğü... nutuğu izlerdi... krallarla ilgili metinler okurduk. İngiliz dili hakkında yeni yeni bir şeyler öğrenmeye başlayan küçük bir Arap çocuğu olarak, bu dili yaratmalarına duyduğum hayranlık dışında, doğrusu bu krallar aleminin pek kafama yattığı söylenemezdi" 65
-(Cezire Hazırlık Okulu -GPS-) "Böylece kabahatli Edward olup çıktım; tembellik, aylaklık ve cezalandırılası başka yığınla suçu olan... çocuk... Okul bir öğrenme yeri olarak ilginç değildi, ama gerek öğretmenlerinin gerekse bazı öğrencilerinin tepeden tırnağa İngilizlikleri, sömürge iktidarıyla kurduğum ilk kapsamlı temasa önayak oldu. Okul dışında İngiliz çocuklarla herhangi bir temasım yoktu; görünmez bir duvar, onları kapıları bana kapalı olan başka bir dünyanın ardında saklıyordu... farklı olduğunun fena halde farkındaydım... benim gözümde ev demek onlar demekti ve kelimenin en derin anlamıyla "ev", dışında bırakıldığım bir yerdi... GPS öğrencilerinden bazıları Mısırlı olduğumuzu düşünüyordu, ama bizde (özellikle de bende) "yanlış" olan, "iğreti" duran bir şeyler vardı" 70
-"... babamın... İlk gençlik çağından üniversite eğitimimin sonuna dek bana bıkmadan yönelttiği eleştirilerden biri de asla yeterince ileri gitmeme, bir şeyleri sürekli teğet geçme, "elimden geleni" yapmama eğilimimdi" 80
-"Hamlet... "Ne borç ver, ne borç al" dizesini..." 81
-"Mısır'da belirsiz... bin parçaya bölünmüş, yersiz yurtsuz bir kimliğe sahip bir yabancı..." 93
-"Üzerimde denenen en uzun soluklu ve en başarısız ıslah teşebbüsü... kambur duruşumun düzeltilmesine ilişkindi. Bu çabanın en uç noktası ise, 1957... bir göğüs korsesi almak üzere New York'taki bir korseciye götürmesiydi. Bugün... beni üzen tarafı, babamın... beni boyunduruk altına almasını yirmi bir yaşımda hiç sesimi çıkarmadan kabullenişimdir " 97
-"Babamın... Benim tamamen bağışlamayı başaramadığım asıl şey, vücuduma yönelik mücadelesinin, öngördüğü ıslahı gerçekleştirme ve fiziksel cezaları uygulama biçiminin, içime yaşamım boyunca üstesinden gelmeye çabaladığım derin bir genel korku hali salmış olmasıdır. Şimdi bile... bir ödlek olarak düşünürüm kendimi" 99, 100
-"... nasıl konuşulması gerektiğine dair ne kadar kural varsa hepsini de çiğniyordum" 103
-(Kahire Amerikan Lisesi -CSAC-) "Kahire'nin savaş sonrası döneminde hissettiğim ilk farklılık, çehresi enikonu değişmiş olan toplumsal dokuydu. Görünürdeki en büyük değişiklik, eski imparatorluğun yerini yeni imparatorluğa bırakmış ve İngilizlerin yerini savaştan galip çıkan Amerikalıların almış olmasıydı... CSAC törenine... Mısır... yetkili... Ghorbal'ın davet edilmiş olması, katıksız sömürgeci yaklaşımla Amerikan yaklaşımı arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyordu. Biz Amerikalılar Mısırlıların ortaklarıydık. Mısır Parlamentosu'nun açılışı... gibi vesilelerde -doğal olarak GPS'nin hiç aldırış etmediği olaylardı bunlar- Mısırlıları konuşturmayacaktık da kimi konuşturacaktık? Oysa GPS'de, "Görkemli ve güzel olan her şey" görkemli ve güzel İngiltere demekti.../... Sınıf öğretmenimiz, hayatımın astığı astık kestiği kestik ilk sadisti olan ve bana yönelik kararlı zulmüyle zaten yeterince sallantıda olan benlik duygumu iyiden iyiye yaralayan Miss Clark diye bir kadındı... Otuzlu yaşlarının ortalarındaydı ve yanılmıyorsam... kuzeydoğulu bir WASP'tı. O alemin karnı tok, sırtı pek insancıklarının bütün özelliklerini kendisinde toplamıştı gerçekten de: Dürüsttü, dindardı, kendinden emindi ve çoğunlukla herkese tepeden bakar bir hali vardı.../ Hele de o katı mı katı ve hiyerarşik İngiliz eğitim sisteminden sonra, Amerikan okulu her yönüyle gayriresmi geldi bana" 119-121
-"... otoriter İngilizlerle, Mısırlılara kendileri olmaları yönünde demokratik bir fırsat tanımaya daha hevesli görünen cömert Amerikalılar arasındaki fark..." 123
-"Bir iş üzerinde yoğunlaşamama, kendimi hiçbir işe doğru düzgün verememe kusurum ve doğru olanı yapmaya ilişkin ezeli kabiliyetsizliğim.../... oğlanlar arasında... güce, dayanıklılığa, atletik başarılara dayanan gizli... ancak herkesçe oybirliğiyle kabul edilen bir hiyerarşi vardı" 126
-"Kahire o sıralar, kültürel yaşantısı... Avrupalıların egemenliğinde olan uluslararası bir şehirdi bilebildiğim kadarıyla" 139
-"Canlı izlediğim ilk opera... Andre Chenier'siydi... dayanılmaz bir gece... Başlaması dokuz buçuğu bulan, hiç ara verilmeksizin geceyarısından epey sonra sona eren bir Ümmü Gülsüm konseriydi bu; kadının sakız gibi uzayan tek perdeden melankolisi, dermansız hüznüyle benim için bir kabusa dönüşen tekdüze icrası, geçmek bilmez bir mide spazmıyla kıvranan birinin ağlanıp sızlanmasını andırıyordu daha çok" 140
-"1947 yılının büyük kısmını... bir daha dönmemek üzere terk ettiğimiz Filistin'de geçirmiştik... Kudüs.../... Şehir İngiliz ordusu tarafından bölgelere ayrılmış... polis kontrol noktalarıyla donatılmıştı. Ailemdeki yetişkinlerin tümü, girmeye izinli oldukları bölge ya da bölgelerin belirtildiği yol tezkereleri taşıyorlardı yanlarında... konuşmalarımız Arapçaydı; İngilizce konuşmanın teşvik edildiği Kahire yaşantımızın aksine Kudüs'teki ailemizin bir aidiyeti vardı ve anadilimiz her alanda... ağır basıyordu" 151, 152
-"Batı Kudüs... Doğduğum... bir şehrin hele bu bölgelerinin Polonyalı, Alman ve Amerikalı göçmenlerin eline geçtiğini, Kudüs'ü adeta fethettiklerini... kabullenmek bana halen zor geliyor. Eski sakinleri 1948 ortalarında sonsuza dek sürgün edilmiş bulunan Batı Kudüs bugün tamamen Yahudileşti./... Kudüs... düzenli bir şehirdi. Manda yönetimini ellerinde tutan İngilizler 1948'de... aniden çekilmişlerdi. Öncedense her tarafta İngiliz askerleri vardı... derli toplu evleri, düzenli trafiği, bitmek bilmez çay saatleriyle şehir fazlasıyla İngiliz bir mekan izlenimi bırakıyordu... Filistin hükümetinin gerçekte ne demeye geldiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu... Kudüs'ün temelde Filistinlilerden oluşan nüfusu Kahire nüfusuna göre çok daha homojendi" 156, 157
-"Bedias... 1948 yılı olaylarının bir simgesi.../... Halil Bedias... İlkin Kudüs Rus Sömürge Okulu'nda eğitim görmüş (el-Moskoviya adlı bu okul günümüzde... bir sorgu ve gözaltı merkezi), ardından Rus Ortodoks Kilisesi'nin himayesinde eğitimini doğrudan doğruya Rusya'da sürdürmüştü. Yüzyıl başlarında Filistin'e döndüğünde... edebiyat seminerinde katılımcı olarak boy göstermişti. Dostoyevski'den Berdayev'e varıncaya dek tüm 19. yüzyıl Rus Hıristiyan kültürel nasyonalistlerinden aldığı yepyeni fikirlerle nihayet Kudüs'e dönmüş ve... romancı ve edebiyat eleştirmeni... ünlenmeye başlamıştı. Yirmili ve otuzlu yıllarda... bir Filistin ulusal kimliğinin oluşturulmasına katkıda bulunmuştu... ülkesinin elden gidişini görmeden göçüp gitmişti.../ Bugün beni asıl kahreden şey, ailemizin ve dostlarımızın... durmaksızın sürüklenmelerine neden olan sürgünlükleridir; o sıralar... dünyadan habersiz bir tanığıydım bu sürgünlük halinin... Kahire'de, yüzlerine ve yaşantılarına sinen hüznü, yokluğu görüyordum görmesine.../... Hepimiz asla geri dönemeyeceğimizi düşündüğümüz Filistin'den umudu kesmiş... özlemekle yetiniyorduk" 159-161
-"Filistin... unutturmayan... Nebiha halamdı... Şubra'daki mülteci aileleri... için oturma ve çalışma izni koparabilmek uğruna taş gibi duygusuz hükümet yetkililerinin başının etini yemekle, mültecilere para yardımı sağlayabilmek için... koşuşturmakla geçen... çilesini anlatırdı bize./ Annemle babamın, kuşaklar boyu yaşamlarımızı kıskacına alan, tanıdığımız bildiğimiz hemen herkesi etkilemiş olan, dünyamızı böylesine altüst eden Filistin meselesini, az buz değil yitirilen koskoca bir yurdun acısını bu denli içlerine atmalarının, tartışmaktan, hatta üzerinde konuşmaktan dahi kaçınmalarının izahını bir türlü bulamıyorum... birer muska misali taşıdığımız Amerikan pasaportlarımız bizleri Filistin üzerinden oynanan siyasi oyunlardan sakınıyordu... annemin Amerikan pasaportu yoktu./... pasaport kontrolünden geçebildiğimizde, annemin utanç verici bir belgeyle doğrulanan bu aykırı durumunun iç yüzünde, adına vatansızlık denen o müşterek kabusun yattığını açıklamaya ise gerek duymazlardı bana" 164, 165
-"Mısır hükümetinin, savunmasız, evsiz, çoğunlukla da felaket yoksul olan Filistinlilere karşı sürdürdüğü bu yıldırma politikası halamda bir saplantı haline gelmişti... En az on yıllık bir süre boyunca da bunları her hafta bize tekrar tekrar anlatmayı sürdürdü./.../... İnsanın geri dönebileceği bir yerinin yurdunun olmayışının, ulusal iktidarın ya da kurumların güvencesinden yoksun olmanın, geçmişe dönüp bakınca acıdan, yararsız bir pişmanlıktan başka bir şey görememenin, şimdiki zamanın ise her yeni günle birlikte insanın sırtına daha büyük bir ağırlıkla çullanan iş bulma gailesinden, yoksulluktan, açlıktan ve aşağılanmadan başka bir anlam taşımaz oluşunun getirdiği perişanlığı görmemi sağlayan da yine oydu" 166, 167
-"Halam... bir ümitsiz vakadan diğerine soğukkanlılıkla geçiyor... para dağıtıyor... sorunlar... bürokratik engeller... yol gösteriyor... işlere yerleştirilmesine yardım ediyordu. Ta on üç buçuk yaşımdayken şahit olduğum... Filistinli olmanın yarattığı acıların üstesinden gelmeye çalışmanın ne demek olduğunu o zaman öğrendim; halam aracılığıyla kavradığım, yardım, ilgi ve maddi destek bekleyen o mültecilerin sefaleti ve acziyle, uyandırdıkları öfkeyle ete kemiğe bürünen bir kimlikti bu./... ardı arkası kesilmeyen acil sağlık sorunları... destekleyen bir devlet dairesi... olmaksızın... Filistinli mültecilerin birçoğu ise, vatanlarıyla birlikte sağlıklarını da kaybetmiş gibiydiler... Mısır... mültecileri doyurmak şöyle dursun gitgide daha çok tüketiyordu... o sıralar beni asıl ilgilendiren... sağlıksız insanların yaşadığı bariz mutsuzluktu... Halam siyasi görüşünü benim yanımda telaffuz etmezdi bile... önemli olan Filistin halkının çektiği acının en ham, neredeyse hayvani haliydi ve halam da gece gündüz demeden kendini bu acıyı dindirmeye adamıştı. Asla nutuk atmaz, insanları kendi tarafına çekmeye çalışmazdı" 168, 169
-"Doktor Haddad... İsveçli-Alman ssıska bir kadın olan karısı IDA, günümüzün İsa çılgınlarının ilk mahsullerindendi... Lübnanlı mülteci olan Frida Kurban, Bayan Haddad'ı oldukça yakından tanıyor, bu yarı kaçık geçgin İsveçlinin Şubra sakinlerinin (ki tamamı Müslümandı) birçoğunu Hıristiyan olmaya ikna etme girişimlerini bize... anlatıyordu. IDA, Şubralı fakir Müslümanları... evine davet etmiş... Hıristiyan öğretisi minvalinde... onlara ikramda bulunmuş. Bu esnada, geçkin İsveçlinin onlardan yana bakmadığını fark eden sıkıntıdan patlamış, şaşkına dönmüş yabancılar da yükte hafif pahada ağır ne bulurlarsa... yüklenip... çıkmışlar.../... bu altın kalpli doktorun... en büyük oğlu Ferid de o sıralar komünistlikten hapisteydi... Ferid birkaç ay sonra salıverildi... Tıpkı babası gibi... özveriyle çalışıyor... Kırk yıl sonra öğrendim ki komünist partiden arkadaşları dahi... kendisine bir aziz gözüyle bakıyorlardı./... bilgilerim arttıkça, Abdünnasır döneminin ilk yıllarına damgasını vuran kargaşanın ve ortalığı kasıp kavuran milliyetçilik dalgasının bir kurbanı olarak Ferid'in neler yaşadığını az çok tahmin edebilir hale geldim.../... 1959... emniyet... götürüldüğünde... "... Ferid'i mahalledeki karakoldan almamı söylediler... tabutunu..."... "... Tabutu açmanız ya da soru sormanız yasak.".../... 1973 yılında Paris... temsilci, Ferid'in hapiste dövülerek öldürüldüğünü iddia eden Mısırlı iki eski komünistle tanıştırdı beni... Kendilerine sorsanız "kaynakları sağlam"dı: dönemin o ahmak Üçüncü Dünya kasıntılığının, ketumluğunun ve kibrinin kanıtı olan bir tabir. Yirmi yıl sonra... Ebu Seyf adında ihtiyar bir Kıpti.../... Ferid'in hikayesini anlatmaya koyuldu: "Doğruca hapse götürüldü -gördüm onu- ve hepimiz gibi o da çırılçıplak soyuldu... gardiyanlar tarafından sopalarla, bastonlarla dövüldük sonra... sorguya aldılar... Sorgu memuru küfürler yağdırarak Ferid'in başına vurmaya başladı. On saniye kadar sonra her şey bitmişti. Ferid cansız olarak yere yığıldı."/... Mısır Komünist Hareketi'nin çok sayıdaki Yahudi üyesi..." 170-174
-"1951... Mısır'da yaşayan, doğdukları yere dönme şansından büsbütün yoksun olan yabancılar olarak derinlere kök salmış bir uyumsuzluğun acısını çekiyorduk hepimiz... 1948, 1949 ve 1950 yılarında Mısır'daki İngiliz etkinliği büyük ölçüde azaldı. Temmuz 1952 Hür Subaylar Darbesi'yle birlikte, Mısır toplumunun büyük çoğunluğu tarafından hoş karşılanmayacak zengin ve yabancı bir aile olarak yaşamsal çıkarlarımız da doğrudan tehdit altına girmiş oldu" 177
-"Amerikan elçiliği henüz kurulmamıştı: Kahire'de giderek azalan varlıklarına rağmen İngilizler hala daha nüfuzluydu" 180
-"Atina, Napoli, Cenova, Marsilya... Biraz olsun yüzümüzü güldüren tek şehir... Napoli'ydi" 182
-"En büyük güçlük, annemin sağlam bir Amerikan pasaportu edinebilmesi için Amerika'da ikamet etmek zorunda oluşuydu ki buna kesinlikle karşı çıkıyordu.../... 1956... Lübnanlı olmak birdenbire potansiyel terörist olmakla eş tutulur olmuş... annem... 1987 yılında Maryland... bir daire aldı ve sürekli yenilediği turist vizeleriyle... kalmaya başladı... 1990... bilincini yitirmiş bir haldeyken bu vizelerden birinin süresi dolduğunda... son günlerini yaşayan annemin sınırdışı edilme duruşmaları... Seksenine merdiven dayamış komadaki bir kadını sınırdışı etmeye çalışmaları yüzünden Göçmenlik ve Kabul Bürosu'nu enikonu topa tutan hiddetli bir yargıç sayesinde dava nihayet düştü neyse ki./... Amerika'da... ikamet etmeye... yanaşmayan annem... sevmediği... o ülkede ölüp o ülkenin toprağına verildi sonunda" 183, 184
-"New York... Cetvelle çizilmiş gibi dümdüz uzayıp giden caddeler, yüksek binalardan oluşan cangıl, gürültülü ama hızlı metrolar, New York yayalarının genel aldırmazlıkları ve kabalıkları, kısacası her şey yılankavi sokakları ile Kahire'nin telaşsız, belki çok daha düzensiz ama insana gözdağı vermeyen tarzıyla tezat oluşturuyordu... kimsenin bize aldırış ettiği yoktu" 185
-(Amerika'da kamp) "... bir yüzkarası olduğumu hissediyordum. Uyruğum, geçmişim, gerçek kökenlerim ve geçmişte yapıp ettiklerim, bunların tümü sorunumun temelini oluşturuyordu.../... Amerika'da kendime temiz bir sayfa açarak... sorulmadığı sürece... kökenlerimden söz etmemeye... karar verdim... arada kaynayıp gidecek, adsız sansız biri olarak sürdürecektim yaşantımı" 189
-"New York caddelerinde... yetkin ve yardımsever polislerin (annemlerin dediğine göre Kahire'deki polisler çiftçilikten gelme delikanlılarmış, zaten görevli oldukları caddelerin adını dahi bilmeyişlerinin başka türlü bir açıklaması da olamazdı) ayartıcılığına sığınıyordum. New York'un o muazzam uçsuz bucaksızlığı... beni bütün bunlar karşısında ne gibi bir değerim olabileceğini sorgulamaya itiyor.../ Filistin... bir anlığına belirip... kayboluveriyordu. Başkan Truman'ın siyonizme arka çıkan sözlerini ilk kez o yaz... duymuştum. O günden sonra da Truman'ın adı doğaüstü kötücül bir güç olup çıktı gözümde... Rockefeller Merkezi'ndeki gençlerin, "Bir dolar bağışla, bir Arap öldür" yazılı pankartlar altında para topladığını... .../ Amerika'nın İsrail'le ilişkisi konusunda, bir yandan onu halis muhlis bir Siyonist iktidar olarak tanımlarken diğer yandan kendi çocuklarını Amerikan üniversitelerine yollamakta, Amerikan şirketleriyle çalışmakta bir sakınca görmeyen, böyle yapmakla içine düştükleri çelişkiyi kabul etmeye yanaşmayan Filistinli çağdaşlarıma göre çok daha fazla bocaladığımı söyleyebilirim. 1967 yılına dek Amerika... İsrail'e verdiği desteği, Amerika'da kariyer yapan, Yahudi arkadaşları ve meslektaşları olan bir Amerikalı olduğum gerçeğinden bir biçimde ayrı tutmayı başardım kafamda... anavatanımızın yıllar yılı yaşamlarımızdan silinip gidişi... Amerika'daki ilk yıllarımda uzak anılarda kalmış bir Filistin'in, dinmek bilmeyen bir hüznün ve olanları kavramaktan uzak öfkenin fersah fersah uzağında kalmama olanak tanıdı. Truman'dan her zaman nefret ettim, ama bu nefretim Eisenhower'ın 1956 yılında İsrail'e karşı koyduğu kararlı tavra duyduğum şaşkınlıkla karışık hayranlıkla dengeleniyordu. Eleanor Roosevelt ise Yahudi devletine hararetli bir biçimde arka çıkmasıyla beni kendisinden iğrendirmişti; o öve öve bitirilemeyen... sözümona insancıllığının birazını olsun bizim mültecilerimize göstermeyişini asla affedememiştim. Aynı şey... 1967... İsrail'in kazandığı zaferi öylesine coşkuyla karşılamasına akıl sır erdiremediğim... Martin Luther King için de geçerliydi" 192-194
-"... suikast haberleri ve ortadan kaybolan insanlara ilişkin raporlar o dönemin Kahiresini iyiden iyiye çalkalandırıyordu... on beş yaşıma basacak olmama... vaktimin çoğunu evde geçirmem yolunda beni uyaran annem... Oysa canlanmış bir cinsel açlık, beni Kahire'de yapmak istediğim şeylere dair gittikçe çılgınlaşan hayallerin kucağına itiyordu" 200
-"... gayrimenkul yatırımlarına kuşkuyla yaklaşan... babam.../... bir köy yaşantısı... 1949 yılına dek radyodan dahi mahrum kaldık... 1949... BBC... Strauss'un ölüm haberini verdikten sonra... yayını kesişi... Kahire'de okumaya pek az zaman bulabildiğimden bana sunduğu sınırsız boş vakit sayesinde gözümde değerli bir soluklanma süresi olup çıkan Dur tatilleri, kitap... dalmamı sağlıyordu" 205, 206
-"Nicola... elinde bir fincan Türk kahvesi..." 207
-"... iki sıradan bisküvi arasına sıkıştırılmış tadımlık Türk lokumundan oluşan tatlı..." 214
-"... annem... Başkalarınca belirlenen birtakım adetlere uymayı bir zorunluluk olarak görüyor..." 215
-"O güzelim coşkunluğu ve serin köpürmesiyle yılın geri kalan kısmı boyunca aklımdan çıkmayacağını iyi bildiğim Akdeniz'e bir türlü doyamadığımı hissediyordum daima" 217
-"... içimi kaplayan heyecan bir tedirginlik duygusuyla gölgelenir.../... Başlıca konumuz, hakkında hiçbir şey bilmediğim "felsefe"ydi" 221
-"Yaşamımın annemle babam tarafından tasarlanan ana temalarından biri, her şeyin babamın itibar ettiği ve gözde özdeyişlerinde somutlaştırdığı kalıpların içine sıkıştırılmak zorunda oluşuydu... "Ne borç ver, ne borç al"... "Edward" bunlar üzerinde yükselmek zorundaydı. Yalnız annem arada bir beni bu sınırların ötesini keşfetmeye yüreklendiren bazı girişimlerde bulunuyor, ama her zamanki tutarsızlığıyla bunları açıkça sahiplenmeye da asla yanaşmıyordu. Babamın terbiye reçeteleri kendisine ters geldiğinde dahi... onun arkasında duruyordu çoğunlukla... On beş yaşımda, anneme... okuduğum Budala'dan söz ettiğimi anımsıyorum. Mışkin'in saf iyiliğinden epey etkilenmiş olan bir Dostoyevski okuru olarak Suç ve Ceza'yı da okumamı tavsiye etmişti hemen ve okumuştum" 222
-"... on dört on beş yaşıma geldiğimde farklı kitaplar, farklı düşünceler arasında, yaşımdan beklenmeyecek rahatlıkla bağlantılar kurabiliyordum artık. Sözgelimi Dostoyevski'nin, Balzac'ın yapıtlarında büyük şehrin oynadığı rol üzerine kafa yoruyor... Tanrı vergisi en büyük yeteneğim olan görsel hafızam kitaplardaki çeşitli bölümleri olduğu gibi hatırlamamı... sağlıyor, böylece hayalimde farklı farklı sahneler, kişiler canlandırabiliyor... çeşitli biçimsel örneklemeleri, cümleleri, kelime gruplarını bulup çıkardığım bu anlar içimi mutlulukla dolduruyordu... ilişkileri son derece ayrıntılı bir biçimde kavrayabiliyordum" 223
-"Profesör Zeyn... Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Bonapart, İsmail Paşa... sürükleyici hikayeler anlatmıştı bana... 1975-90 arasındaki Lübnan İç Savaşı'nda lafını esirgemeden Müslüman ve Filistin karşıtlığına soyunduğunu.../ Remzi... Dur'un çorak ortamında dahi mutlu ve huzurlu olmayı başaran bir doğa çocuğuydu o. Yazlığın çekilmezliğine umulmadık, felsefi bir boyut katıyordu" 225
-"Yerel halktan farklı giyinme ilkemi.../... Lübnan hakkında... bu denli az şey öğrenebilmiş olmamız... bir konuşmadan, bulunduğumuz köyün Maruni, Ortodoks veya Dürzi köyü olduğunu çıkarırdım; ne var ki Lübnan'ın ilkin ellili yılların ortalarında farkına vardığım din ve mezhep hizipleşmesi o sıralar henüz su yüzüne çıkmamıştı" 227
-"Annemin... kuzenleri ve dayıları... bana kalırsa İslam'ın ahlaksız ve yoz bir din olduğuna ilişkin Amerikan görüşlerini savunan kimselerle dirsek temasına girerek onlarla fazlaca özdeşleşmeleri yüzünden kendilerini Protestanlığa giderek daha çok kaptırmışlardı./ Yine de bu İslam düşmanlığının ilk işaretleri, Dur'daki aile toplantılarının mutlu ortamında alttan alta da olsa kendini sezdirmeye başlamıştı. En yoğun tezahürleri ise... sorgusuz sualsiz bir Hıristiyan aşkıydı. Lübnan'da "Edward Said" olarak Hıristiyan muamelesi görecektim, oysa bugün dahi, her iki tarafa ağır kayıplar verdiren o uzun iç çatışmanın ardından sözümona İslam tehdidi altındaki bir Hıristiyanlık fikriyle özdeşleşebilmekten uzak olduğumu itiraf etmem gerekir" 228
-"1947... Aynu'n-Nas... öğle yemeği... Lübnan'ı bekleyen toplumsal patlamalardan ve 1948'den önceki son mutlu aile toplantımızdı belki de bu. Herkes arak içiyor" 229
-"... avcılığı ruhsuz ve sıkıcı bulmuştum" 231
-"... derse yeterince kendimi vermeyişimden, elimden geleni yapmaktaki isteksizliğimdem..." 232
-"Söylediklerimi sonradan bana karşı kullanacağını gayet iyi bilsem de ona açılmaya ihtiyacım vardı" 233
-"... başka yaşamları, başka hikayeleri keşfetmek, annemin baskısına alternatif oluşturmanın bir yolu oldu benim için" 234
-"O sıralar Mozart'ın Linz Senfonisini daha yeni keşfetmiş gerek berrak üslubu, gerekse pürüzsüz zarafetiyle bu bestenin müzikal ifadede ulaşılabilecek son nokta olduğuna kanaat getirmiştim... anlatmaya çalıştığımda, Mozart'ı "hafif" ve düşünsel anlamda yüzeysel bularak geçiştiren bu büyük oğlanlar dediklerime burun kıvırmakla yetindiler. Öte yandan Brahms'ı, ne demeye geldiğini tam olarak anlayamadığım gibi o güne dek bir kez olsun telaffuz etmediğim "engin" sözcüğüyle göklere çıkarıyorlardı. Engin, derin, karanlık, kafa karıştırıcı, heyecan verici, mühim: İşte Brahms'ın Birinci Senfonisi bu sözlerle niteleniyordu... Nassarlar... Dedikleri hiçbir şeye verebilecek bir yanıtım yoktu.../... beni dostça karşılasalar da, onlara ait olduğu ölçüde bana ait olmayan bir Arapça lehçesinde aralarında şakalaşmaya... koyulduklarında işin rengi değişti. Dilin iletişime bir engel oluşturduğunu hissettiğim ilk anlardan biriydi bu ömrümde; üstelik konuşulanları anlamıyor da değildim. Onlar Lübnan Arapçası konuşuyorlardı, benim dilim ise belli belirsiz Filistin lehçesine çalan Mısır Arapçasıydı. Onların Beyrut'u, hasbelkader Münir'le birlikte oluşum dolayısıyla benimdi... Sonraları anneme, onları sohbet ederken dinlediğimde kapıldığım yalnızlık duygusundan söz etmiştim. Annemse, "Ne konuştuklarını, neden seni aralarına almadıklarını sordun mu peki onlara?" diyerek üstüme gelmiş, çekingenliğim yüzünden kendimi daha beter hissetmemi, aynı zamanda da hızır gibi yetişerek kendimi daha iyi hissetmemi sağlamıştı bu sözleriyle" 236-238
-"Tenis sayesinde annemin göz hapsinden kurtulmuş, ailemden büsbütün bağımsız bir yaşam sürme olanağına kavuşmuştum Dur'da nihayet" 239
-"... gelecek" hayallerimizi üzerine kurduğumuz Kahire'nin uzun vadedeki evimiz olamayacağının pekala farkındaydık. Çoğunluğu tanınmış, seçkin ailelerden gelen, birbirinden güzel eşlere sahip adamların başına musallat olan esrarengiz suikastlere ve kaçırma olaylarına ilişkin haberler, gece pusularının yanı sıra uzun Avrupa tatilleriyle de ülkeyi sarsan açgözlü ve şehvet düşkünü bir kralın nüfuzuna işaret ediyordu... Müslüman Kardeşler'in ani sivrilişleri, ne Mısırlı ne de Müslüman olan bizim gibileri tedirginliğe sürükleyen bir belirsizlik ortamı yaratıyordu. İngiliz güçlerinin yeniden müdahale ettiği Süveyş Kanalı Bölgesi'nde yabancılara karşı sürdürdükleri dur durak bilmez gerilla savaşı sayesinde kahraman ilan edilen fedailer... daha gerilimli bir hale gelmesine yol açıyorlardı" 240, 241
-"Okul Elkitabı... bizi bir kalemde "yerli" kategorisine sokuyordu. I. Kural, son derece keskin bir ifadeyle, "Okulun resmi dili İngilizcedir. Başka dillerde konuşurken yakalanan öğrenciler ağır bir biçimde cezalandırılacaktır." diye buyuruyordu... Görünürde İngiliz iktidarının gülünç bir biçimde anlamsız, zalim bir simgesinden başka bir şey olmayan (ki şimdi bundan eskisinden de çok eminim) I. Kuarl'a bir başkaldırı olarak, daha az konuşacağımıza daha çok Arapça konuşuyorduk" 246
-"İngiliz yaşam tarzını... öğreniyorduk. Victoria Koleji'nde Arap olmak ve Arapça konuşmak suç sayılan eylemler olduğundan kendi dilimize, kendi tarihimize, kültürümüze, kendi coğrafyamıza yönelik doğru düzgün bir eğitimden geçmiyorduk. İngiliz çocukları için tasarlanan sınavlara sokuluyor.../.../... bir baş belası konumuna yükselmiştim; bu tavrın İngilizlere bir başkaldırı olduğunu düşünüyordum. Oysa diğer yandan bir dolu başarısızlık kaygısıyla boğuşuyor, bir anda fazlasıyla erkekleşen bedenimden güvensizlik duyuyor, bastırılmış cinselliğimin ceremesini çekiyor, her şeyden çok da alay konusu olmanın ve başarısızlığa uğramanın sürekli korkusunu yaşıyordum" 248-250
-"... bir Arabı aşağılama fırsatını en iyi biçimde değerlendirmeye çalıştığından ( bir keresinde yemeğin suyuna ekmeğini batıran bir Ermeni öğrenciye, "Ne mange pas comme les Arabes" derken duymuştum onu) gerçek anlamda gaddarca bir iş çıkarmıştı" 251
-"Yapman gerekenlerin hepsini, derhal yapılacakmış gibi bir seferde düşünürsen kafayı yersin. Her şeyi sırasıyla, arkadan gelen işi düşünmeksizin yapmak gerekir" 252
-"... sürekli tetikte bekleyen bir farkındalık halinde yaşıyordum; eski korkularım ve kaygılarım sabah sisi gibi yavaşça kalkarak toplumsal ve... siyasal... bir manzarayı gün yüzüne çıkarıyordu" 253
-"Hintli bir çocuk... Lübnanlı... Arnavut kökenli babası aynı zamanda Kral Faruk'un da kuzeni olan yarı Amerikali Ali Halim; Maadi'de oturan Bülent Mardin adında bir Türk çocuk..." 254
-"... babamın vücudumun kusurlarına ilişkin olarak aklıma düşürdüğü kuşkular ve tereddütler yüzünden bir türlü kendime güvenip düşlediğim atılımı yapamıyordum" 255
-"Zeka, bilgi namına neyim varsa hepsi, öğretmenlerin, öğrenci başkanlarının ve zorba öğrencilerin elinde kurtulma, evdeki ölümcül özel ders programını ve okuldaki uzun mu uzun günleri sağ salim atlatma yolunda verdiğim yeterince karmaşık mücadele uğruna güme gidiyordu. Michel Şalhub'un (sonradan Ömer Şerif adıyla ünlendi) Bayan Hardcastle'ı... canlandırdığı... temsili izleme fırsatını kaçırmamıştım ama... Mısır popüler kültürüyle ve porno neşriyatla tanıştım ardından. Ancak kültürel veya öğretici olan her türlü şeye metanetle direnmeme karşın, ergenliğim boyunca oldukça çekinden ve cinsel anlamda aç bir çocuk olmaktan kurtulamadım" 257
-"Asıl istediğim, bir biçimde yakalanmak, günahlarımla yüzleşmekti sanırım; cinsellik anlamında her türlü hamleyi imkansız kılan ailemin bana ayak bağı olmadığı sahici bir dünyada sahici maceralar yaşayabilmek için onları böyle safdışı bırakabilirdim ancak.../... 1950... gazino, ömrüm boyuncaa görüp gördüğüm en erotik sahneyi seyretme zevkine eriştiğim yer oldu. Gecenin yıldızı... Tahia Carioca'ydı... yüzünde gördüğüm gülümseme, dünya dursa bana mısın demeyecek bir hazzın anlatımıydı... Yaklaşık kırk beş dakika dans etti.../... meşhur Hays yönetmeliği uyarınca göbek, tahrik edici görüntü olarak fişlenmişti" 258, 259
-"... fazlasıyla donuk Filistin ortamı, hem de babamın giderek çığrından çıkan briç sevdası... Renee Dirlik, yarı Lübnanlı yarı Mısırlı bir babanın ve Ermeni bir annenin kızıydı. Loris de Ermeni ve Türktü.../ Ama tıpkı bizim gibi onlar da, bir süredir cazibesini kaybetmeye başlayan Kahire'nin keşmekeşinde yitip gitmeye mahkummuş meğer. Mısır sınırlarında hepimiz Şavamdık; özümüze sinmiş bir yitikliği... unutkanlığa sığınarak bir an için hasıraltı eden melez Levanten yaratıklardık olsa olsa. Kırklı yılların sonlarına gelindiğinde artık yalnızca Şaavam değil havagat olarak da anılır olmuştuk; yabancılara biçilmiş bu saygın unvaan, Müslüman Mısırlıların ağzına düştüğünde belli belirsiz bir düşmanlığı da anıştırıyordu daima. Doğuştan Mısırlı gibi konuşmama... rağmen bir şeyler beni ele verir gibiydi. Arap da olsam onların gözünde bir yabancı olduğumu içten içe bilmeme rağmen, beni bu şekilde dışlayan insanlara içerliyordum... Dirikler bizden de beter durumdaydı... Annemin beni hayatta daha girişken olmaya yüreklendirmek üzere her fırsatta dile getirdiği sıfat... girişken... Haavaga... giderek benimser olduğum Filistinli kimliğim... bu aşağılayıcı yaftayı kendine yediremediğinden... fena halde güceniyordum buna" 260, 261
-"Aile dostlarımız... bir diğer çift de Fransızca dışındaki hiçbir dilde doğru düzgün iletişim kurmayı beceremeyen François ve Madeleine Ghorra'ydı... başka dünyalara -Madeleine Suriye-Lübnan yüksek burjuvazisindendi sözgelimi- ait olduğundan olsa gerek, Ghorraları... büyüleyici buluyordum... Bir keresinde, unvanları papa tarafından onaylanmış Zogheib ve Çedid ailesiyle tanıştığımı hatırlıyorum evlerinde... Mısır'la ya da Mısır'a özgü şeylerle bir bağları olduğu havasını yaratmamasıydı.../ Okulun dışında tuhaf mı tuhaf bir yaşam sürüyor, yakışıksız, manasız bir lüks içinde yüzüyorduk. Yakınlığımız olan ailelerin hepsi... bir hizmetli ordusu barındırıyordu... tıpkı Tolstoy romanlarındaki emektar hizmetkarlar gibi bize ait oldukları hissini uyandırıyorlardı.../... Fransızca konuşmakta ısrar ediyorduk. Annemin... Arapça konuşmasından gurur duyuyordum, çünkü onca tanışımız içinde... kullanmaktan da gocunur görünmeyen tek insan oydu... esas dilim İngilizce olarak belirlenmiş olmasına rağmen, bu dili kullanabileceğim doğal ya da ulusal bir konumdan yoksun olmak gibi tuhaf bir duruma düşmüş buldum kendimi... On dört yaşlarımda, bu üç dil fazlasıyla hassas bir konu olup çıktı gözümde. Arapça hem yasaktı hem de ayaktakımına yakıştırılıyordu; Fransızca daima benim değil "başkaları"nın diliydi; İngilizce... serbestti ama nefret edilen İngilizlerin dili olduğundan makbul değildi./ O zamandan bu yana, zihnimde bu üç olasılık arasında otomatik olarak geçiş yaparken dillerin bu son derece karmaşık işleyişi beni daima büyülemiştir... altmışımı devirdikten sonra kendimi bu anlamda biraz daha rahat hissediyor... Arap dilinden tat almayı başarabiliyorum./... 1949... Tefvikiye Kulübü, Fransızcamı kullanma olanaklarımı arttırmıştı. Cezire Kulübü'nün İngilizliğinin tersine, Rum, Fransız, İtalyan, Müslüman, Ermeni, Lübnanlı, Çerkez ve Yahudi üyelerden olma kafa karıştırıcı bir Levanten karışımını çatısı altında barındıran Tevfikiye'nin bu çeşitliliği... küçük bir yere doluşmuştu... görünürdeki neşeli havanın... gerisinde, Mısır'ın yeni çehresine yönelik bir azınlık huzursuzluğunun filizlenmeye başladığını da sezinliyordum. Ve Mısır'ın yeni çehresinde de, yabancı konukseverliğinin, hele de ne Araplıkla ne Müslümanlıkla bağdaşan... dışadönük bir hayatın... özgürce yaşandığı Tevfikiye gibi kurtarılmış bölgelere yönelik hoşgörünün hiç mi hiç yeri yoktu. Kulüp sınırları içinde duyduğum yegane Arapça... sofracılara yağdırılan emirlerden ibaretti./ Huzursuzluk... Mısır'a bir biçimde düşman gözlerle bakan bir his. ellili yıllar... Times gazetesi... İsrail planı... Derken bu cemaatin üyeleri yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı... Levanten cemaatlerin yürekler acısı dağılışı... başlamış oldu; Süveyş ve 1967 Savaşları yüzünden geride kalanlar da çok geçmeden beş kuruşsuz bir halde ülkeyi terk etmeye zorlanacaktı zaten./... hazcılığın, İngiliz eğitiminin... aldatıcılığına kapılmış gidiyorduk ve Arap milliyetçiliği, Nasırcılık ve Marksizm gibi söylemler henüz hayatımıza girmemişti. Kahire hiçbir zaman o zamankinden daha kozmopolit olmamıştı" 263-267
-"Okulun son günü... İngiliz kodamanları... yanı başında... seyretmek dışında bir daha da Şalhub'u gördüğümü hatırlamıyorum... Yaptığı bana kalırsa yalakalıktan başka bir şey olmayan Şalhub kürsüye çıkmış... İngilizlere yağ üstüne yağ çekiyordu... Şalhub'un adını bir daha duyduğumda aradan on yıl geçmişti; o artık Ömer Şerif'ti.../ Annemle babam okuldaki gamsızlığımı... dert ediyorlar... bin türlü endişeyle boğuşuyorlardı. Bense apayrı bir havadaydım" 269
-"O sıralar... ailemin diğer fertlerine... karşı kan bağından... değişmez sevgiyi... pek duymadığımı fark ederek.../... annemle aramızdaki... sevgi-nefret ilişkisi... Okuldaki yüzeysel yaşantımla... karmaşık, en önemlisi de kendini ifade etmekten aciz içsel yaşantım arasındaki handiyse kesin ayrığın farkına... varmaya başladım... bu benliklerin birbirine özgürlük tanıması yolundaki beklentilerim süresiz olarak ertelenmek zorundaydı sanki... bir çeşit serseri çetesi olup çıktık.../... dalaşacak birini gözümüze kestirme peşinde... İngiliz olmayan, beyefendi hiç olmayan, bir şeyler öğrenebileceği düşünülmeyen ikinci sınıf insan malzemesi hükmü yediğimiz hissine kapılıyordum sık sık. Benim açımdan bu, tuhaf bir biçimde rahatlatıcıydı, çünkü nihayet daha iyi olmak için uğraşmaksızın... neysem o olabiliyordum... Sonuç... gamsız bir yaşantı oldu. Victoria Koleji'nde geçirdiğim onca yıl içinde ne öğretmenlerle ne de kendimden büyük öğrencilerle kişisel tek bir sohbete girdiğimi hatırlamam" 270, 271
-"Bir sınıf -orta beş- olarak bizi birbirimize bağlayan şeyin aile ya da toplumsal sınıf bağlarına hiç mi hiç dayanmadığı gerçeği beni bugün dahi etkiler" 272
-"... ancak geçer not... alabilecek kadar başarılı bir öğrenciydim. Yıllar sonra... isim yaptığımda... "Bu Said bizim Said mi yahu?..." ortam... sokak düzeyinde kalmaktan öteye geçemeyen, ne aile terbiyesinden, ne dinden, ne de eğitimden zerre kadar nasiplenmemiş bir popüler kültürden kotardığımız bayağı mı bayağı, son derece sığ alemlerin egemenliğindeydi" 274
-"Ümmü Gülsüm'ün uzadıkça uzayan iç bayıltıcı konserleri..." 275
-"Yeni kampüsümüz yalnızca görkemli görünmekle kalmıyor, bir İngiliz kurumu olarak üstünlüğünü dünya aleme ilan etmek isteyen bir gösteriş ve kibir abidesi gibi yükseliyordu" 276
-"... yeni kampüsün... daha nitelikli bir eğitim ortamı sağlamaktan çok öğrencileri göz hapsinde tutmak üzere tasarlanmış olduğu hissine kapılır oldum giderek. Bu yeni okulda kendimi sürekli diken üstünde hissetmeye başlamamsa bir aydan uzun sürmedi: Büyük öğrenciler koridorlarda yolumuzu kesiyor... Yalnız öğretmenler değil... büyük öğrenciler de, görünüşe bakılırsa en ölümcül günahlar arasında sayılan kurnazlık ve densizlikle suçlayıp duruyorlardı bizi./.../ Aynı yıl Noel'de, annemle... o marazi ıssızlıklarıyla Eski Mısır'dan ebediyen tiksinmeme neden olan Krallar Vadisi, Karnak... bir geziye çıkmamız kararlaştırıldı... Annem o sıralar allah vergisi girişkenliğinin giderek daha çok farkına varmaya başladığından..." 277, 278
-"Ömrümde hiç bu denli tehlikeli bir biçimde özgür, bu denli amaçsız hissetmemiştim kendimi" 281
-"Griffiths... GCE diplomamı (İngiliz okulları mezunlarına verilen lise diplomasıydı bu) alarak Oxford'a veya Cambridge'e... başvurmaya karar versem bile bana vereceği tavsiye mektubunun muğlak olmaktan öteye gitmeyeceğini ima etmişti. Ben hiçbir şeyden habersiz Victoria Koleji'ne geri döndüğümde, babam çoktan Amerika Birleşik Devletleri'ne gidişimi planlamaya koyulmuştu kuşkusuz... Babam sayesinde... Amerikan vatandaşı olarak görünmekle birlikte orada doğmamış olduğumdan, anlaşılmaz bir göçmenlik kanunu gereği vatandaşlığımın geçerlik kazanması için yirmi bir yaşıma gelmeden en az beş yıl süreyle Amerika'da ikamet etmek zorunda olduğum söyleniyordu.../.../ 1951... kayıp olan amcam David'den bir kartpostal aldık... 1929 yılında babam tarafından Mısır'dan ayrılmaya zorlanmış, Brezilya'ya sürülmüş... Babamda üstü kapalı bir biçimde öteden beri sezinlediğim (ama hiç tanık olmadığım) Dostoyevski derinliği, David'de apaçık görülüyordu: Melankolikti, konuşkandı, mutluluktan uçmaktan bunalımların en derininde dibe vurmaya varıncaya dek her türlü ruh haline teşneydi" 282, 283
-"Dört bir yana dağılmış haldeki ailesinin enkazıyla hayata sarılmaya çabalayan Nebiha halamın son günleri, Vergilius'u aratmayacak bir keder içinde geçti... anıları dahi, Amman'da... fayda etmedi... Kemal Nasır'ın Beyrut'ta İsrail suikastine kurban gittiği aynı gün o da vefat etti. David'de olsun, Nebiha halamda olsun, babamda olsun hayat namına tanık olduğum şey, arapsaçına dönmüş bir ayrılıklar, sürgünlükler ve kısa süreli geri dönüşler silsilesinden ibaretti... babamın ailesini iyi yaşatma... korumacılıkla bilinçli bir Viktorya dönemi kararlılığının umutsuz karışımını kendi kişiliğinde birleştirmeye yönelik inadı... "Bir şey eğitimine katkıda bulunuyorsa, yap," derdi bana. Ömrüm boyunca bu "bir şey"in ne olduğunu kavramaya uğraştım; bu kitap da bu yolda verilmiş uğraşın bir çetelesinden başka bir şey değildir. Ve bana bıraktığı mirasın... iki yüzünü -birbirine açılan baskı ve serbest bırakmayı- ölümünden ancak onlarca yıl sonra görmeyi başarabiliyorum./.../... ben de artık Mısır'ın Müslümanlara özel bir çeşit dini mabet olup çıkmış olan bir zamanlarki Eton'dan, tam otuz sekiz yıl sonra bir kez daha atılmayı başarmış oldum" 284, 285
-"1991... Filistinli ...leri Madrid Barış Konferansı arifesinde bir araya getirmeyi hedeflediğim bir seminer için Londra'da bulunuyordum... dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan Filistin dünyasından geliyorduk hepimiz. Seminerden çıka çıka koca bir hayal kırıklığı çıktı ne yazık ki. Dilimize doladığımız beylik görüşlerin durmaksızın tekrarlandığı, kolektif bir hedefe odaklanma yönündeki beceriksizliğimizin, kendimizden başka görünürde hiç kimseyi dinlemeye tahammül gösteremeyişimizin bir kez daha ortaya çıktığı bu buluşma, Filistin'in Oslo'da alacağı büyük yaranın uğursuz bir provası olmaktan öteye gidemedi" 286
-"Gücümü yitirdikçe... düzyazı aracılığıyla kendime ait bir var etme, kurma alanı sağlayan bu kitaba daha çok sarılır oldum. Yazmak da hastalıkla savaşmak da ayrıntılı süreçlerden oluşuyordu: Yazmak sözden söze atlamaksa, bir hastalığın acısını çekmek de sizi bir evreden diğerine sürükleyen sonsuz sayıda küçük aşamadan geçmektir" 288
-"Altmışlı yılların başına dek, geçmişimi, özellikle de farklı nedenlerden dolayı hepten ulaşılmaz olmuş Kahire ve Kudüs günlerimi düşünmeyi dahi tahammül edemediğim uzun bir dönem yaşadım. Kudüs'ün ulaşılmazlığı, Filistin'in yerini İsrail'in almış olmasındandı. Kahire ise... yasal nedenlerle kapılarını bana kapatmıştı... oradaki yaşantımın erken dönem anılarını serpiştirdim anlatıma (büyük ölçüde kırpılmış, New York yaşantımda hissettiğim amansız yabancılaşmanın aksine sıcaklık ve huzur yayan bir havayla dolu anılardı bunlar)... Bu kitabın... uykunun yerini tutmuş olan bilinçli bir anımsama ve aktarma ihtiyacından ibaret olduğunu dahi düşündüğüm oldu aslında... Hastalığımla baş etme biçimi olarak verdiğim başlıca tepkilerden biri olan bu kitap... beni kamçılayan yepyeni bir hevese dönüştü./ Hikayemde belirleyici olan... gizlenmiş olan ikinci bir benliğin belirişi ve giderek artan sayıdaki göçlerin çocukluk yıllarımdan itibaren yaşamımı nasıl allak bullak ettiğiydi. Bunca yıl boyunca beni sürekli hareket halinde tutan ülkeden ülkeye, şehirden şehre, evden eve, dilden dile, ortamdan ortama sürüklenişlerden daha acı olabilecek hiçbir şey bilmediğim gibi, başka hiçbir şey de hayatımı nedense onsuz da yapamadığım ve sürekli peşinden koşup durduğum bu göçerlikten daha iyi özetleyemezdi bana sorarsanız... yolculuğa çıktığımda yanıma hep gereğinden fazla şey alma alışkanlığında olduğumu... Bunun altında yatan nedene inmeye çalıştığımda, içimde gizli ama asla silinmeyen bir geri dönmeme korkusu olduğu sonucuna vardım" 289, 290
-"İnzivaya çekildiğim haftalarda... birkaç Rus romanında, fırtınalı olmasına fırtınalı ama önünde sonunda kendine yeten, gündelik gerçekliğin getirdiği kaygılara karşı zırh oluşturan bir dünya keşfetmiştim. Sözgelimi Karamazov Kardeşler'in sayfalarında, o sıralar... iyiden iyiye ısınmaya başlayan, babam, yeğeni ve halam arasındaki ailevi çekişmeye dair bir açımlama bulduğumu düşünür olmuştum" 294
-"Kendini... gerçekleştirmek: Hiçbir zaman açıkça söylemese de sanırım annemin en derin gereksinimleriydi bunlar... 1951'den 1990 yılındaki vefatına dek... bütün arkadaşları içinde bir tek kendisinin evlat hasretine... katlanmak zorunda olduğu gerçeğine esef etmekten bir an bile vazgeçmedi annem... onu terk etmiş olmaktan dolayı suçluluk duyuyordum kendi payıma./ 1951 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne göçmemin vahameti bugün dahi beni hayrete düşürür... Amerika'ya gelmekle her şeye sıfırdan başlıyor olduğumu... biliyordum... bunca zaman sonra dahi halen evimden uzakta olduğumu hissederim... halen bir ölçüde pişman olduğumu söyleyebilirim... Otuz yedi yıllık mazimize rağmen New York'ta kendimi halen iğreti hissediyor olduğum gerçeği de, göçümün avantajlarından çok, içimi giderek daha fazla kemiren o yolunu yitirmişlik duygusunu pekiştiriyor aslına bakılırsa" 296, 297
-"New York yolculuğumuz olaysız geçti. Yolculuk boyunca, "Amerika'dan da Amerikalılardan da nefret ederim," dedi annem... babam... Amerika'da bir ev alma düşüncesiyle içten içe heyecanlanıyordu. Bense... annemle babamın çatışan ruh hallerinden uzak durmaya gayret ediyor.../... annem ilk iş olarak babamı Washington'daki kuzeni Eva Malik'i görmeye gitmemiz konusunda ikna etti... tam yetkili Lübnan elçisi sıfatıyla bulunan Charles Malik... San Francisco'da bulunduğundan... birkaç gün boyunca Eva teyze bütünüyle bize kaldı... hem annemin hem babamın... huzursuz olmaya başladıkları... İkisi de Araplara özgü düşünme biçimleriyle, birine "yük" olmayı... kabalık sayıyordu... hiç değilse daha "hafif" bir yük olmaya gayret ediyorlardı" 298, 299
-""Emeğin değeri"ni telkin eden düsturlarıyla Başkan Mao'nun küçük kırmızı kitabını önceden muştulayan Moody kuralları gereği, her öğrenci haftada on ila on iki saat amelelik yapmak zorundaydı.../ Gündelik programımız insafsızca ağır... ve tekdüzeydi; şehirden de uzak olduğumuzdan Kahire'deki alışageldiğim kentsel kaçamakların hiçbirine olanak vermiyordu. Mount Hermon.../... Kat görevlileri, yaş... ders... başarılardan değil de adına "liderlik" denen şeyle -ilk olarak Mount Hermon'da duyduğum bir sözcüktü bu- ilgili esrarengiz nedenlerden bu konuma getirilmiş öğrencilerdi" 301, 302
-"Neden bunca uzağa, allahın unuttuğu bu berbat yere gönderildiğimi sorduğumu anımsıyorum kendi kendime o sessizlikte.../... Alexander... tek Kahire bağlantımdı... Ortak anadilimiz... Arapçaya döndüm... lafımı keserek sağ elini kaldırdı, "Olmadı kardeşim," dedi... "burada Arapça konuşmak yok. O sayfayı kapattım ben. Burada hepimiz Amerikalıyız.".../... Silk'in sözümona "antrenörlüğü", İngiliz karşıtlığı namına içimde kalan kısa fitili yeni baştan ateşlemişti. Silk liste başı olmaya hak kazanmama rağmen beni ikinci sırada tutuyor.../ Alexander'in tutumu, babamın Amerika ... nde insanın Araplardan uzak durması gerektiğine ilişkin korkutucu gözleminin ne denli sağgörülü olduğunu göstermeye yetiyordu da artıyordu. "Senin için kıllarını kıpırdatmazlar, aksine insanı sürekli aşağı çekmeye çalışırlar," derdi babam... Hem Alexander... hem de Silk... Mısır okullarında olsun Filistin okullarında olsun, çoğunlukla amansızca üstüme gelen İngiliz iktidarıyla cebelleştiğim yıllarda yaşadığım manevi baskının çok daha kurnazca bir biçimi olarak kendini gösterdi. Orada hiç değilse, onların düşman olduğunu bilirdik. Hermon'da ise geçerli olan "ortak ya da paylaşılan değerler", öğrenciye yönelik ilgi ve özen, liderlik ve iyi vatandaşlık gibi manevi değerlerin önemsenmesi, cesaret verici sözler, nasihat çekmeler... Victoria Koleji'nde hayalini bile kuramayacağım bir titizlikle... övgülerdi. Amerika... yargılanmak sürekli bir durumdu. Ne var ki yargı... ahlak anlayışlarından süzülerek usulca devşirilen yuvarlak laflardan ve deyişlerden olma tüylü bir kılıfın altına gizlenmişti bu kez./... Bir gün mükemmel olabilir, ertesi gün tıpatıp aynı biçimde davranmış olduğunuz halde suçlu ilan edilebilirdiniz.../... Hermon'da.... kendi başıma olduğumu kesin olarak anladım çok geçmeden. Dersler anlamında işler nispeten daha kolay, hatta bazen gerçekten de eğlenceliydi... eldeki malzemenin anlaşılmasını kolaylaştıran... dilbaz... Baldwin, oyun kişilerinin kişilik tahlilleri, onları harekete geçiren güdüler, oyunda başvurulan diksiyonlar, oyundaki yazın dili ve olay örgüsü üzerinde bir ay boyunca... durarak Macbeth'i okumamızda ve çözümlememizde bize yol göstermişti... bu konu başlıkları en sonunda, her biri oyunun anlamını özetleyen bir ya da iki paragrafla açılan bir defter dolusu kısa denemeye dönüşmüştü. Önceki okullarımda karşılaştığım yöntemlerden bin kat daha akılcı ve özenli olan bu sistemin, hele de bizden beklenen tek şeyin sınırları fazlasıyla dar çizilmiş olan birtakım "doğru" cevapları vermemizden ibaret olduğu Anglo-Mısır tarzı yazın metni incelemelerine kıyasla beni çok daha fazla cezbettiğini... söyleyebilirim./... "Kibrit Çakmak" üzerine bir deneme yazmamızı istedi bizden... kutladı. Neden sonra, "Ama sence kibrit çakma eylemini ele almanın daha ilginç yolları olamaz mı?" diye soruverdi. "Ya o kibriti çakan kişi bir ormanı yakmaya ya da bir mağarada mum yakmaya ya da mecazi olarak söylüyorum, yerçekimi gibi bir gizemi aydınlatmaya çalışıyorsa? Düşünsene tıpkı Newton gibi..." Hayatımda kelimenin tam anlamıyla ilk kez olarak bir öğretmen anında ve heyecanla kendimi kaptırdığım bir konu açıyordu benim için... bastırılmış, boğulmuş olan bir şey uyanmıştı o anda; entelektüel keşfin... o karmakarışık süreci o günden itibaren bir daha kesintiye uğramadı... her bakımdan yersiz yurtsuz olduğum gerçeği, beni toplumsal olarak değilse de entelektüel aidiyetimi bulmaya itmişti" 304-308
-"Amerikalıların derinlikten, samimiyetten yoksun olduklarını hissediyordum kendi payıma... Amerikalı okul arkadaşlarımda eksikliğini duyduğum şeyin, diğer diller, en çok da benim açımdan İngilizcenin yanı sıra bir düşünme, hissetme ve yaşama dili olan Arapça olduğunu hissediyordum sürekli. Onları... güdük buluyor... birörnekliğin... gündelik yaşamın alengirli ilişkilerini... bir asgari düzeye indirgediği Amerikan yaşam tarzının o inanılmaz homojenleştirme gücünden ileri geliyordu bu da" 311
-"... mezhep farklarını hiçe sayan... bin türlü vaaz... dolu korkunç toplantılar.../... canım da sıkılıyordu, yalnızdım da" 312
-"Ama asıl acısını çektiğim şey Mount Hermon'ın sosyal kısırlığıydı. Hayatımın tamamı, ikisi de zengin, kalabalık ve tarih tortusu yoğun metropoller olan Kudüs ve Kahire'de geçmişken birden el değmemiş ormanlar, elma bahçeleri... vadisi ve... tepeler dışında her şeyden mahrum olarak bulmuştum kendimi. En yakındaki kasaba... uzun yıllar Orta Amerika'nın zorunlu ıssızlığını simgeledi benim için" 313
-"Tek bir yakın arkadaştan bile yoksun bir halde... birçoğu üzerinde son derece başarılı olmuşa benzeyen Amerikan tektipleştirme... harekatına direnen bir anlayış geliştirmeye... çabalıyor... gün geçtikçe daha da başarılı oluyordum./ Ayakta kalmamı sağlayan şey Kahire'ye duyduğum özlem değildi; Arap olmayan çocuk, Amerikalı olmayan Amerikalı, İngilizlere İngilizce okuyup yazarak meydan okuyan savaşçı, bir yanda itilip kakılan bir yanda üzerine titrenen evlat olarak Kahire'de öteden beri hissetmiş olduğum iğretiliğin anısı unutamayacağım ölçüde yakındı henüz. Bir özlem değildi ayakta kalmamı sağlayan: Yüzme havuzunda elli tur yüzdüğüm sırada... içimde sezinlediğim yepyeni, bağımsız bir gücün filizlenişiydi... bir itkiydi... edilgen "Ed Said" olmayı reddedişimin başlangıcıydı bu" 314, 315
-"... haber filmi (o günlerde gündemdeki son olaylara dair kısa film gösterimlerini gün boyu izleyebilirdiniz) ve tekrar gösterim izliyordum.../... Arap Protestan kilisesi... o günlerde "Suriye" cemaati olarak anılan Arap kökenli Amerikalıları aynı çatı altında topluyor... Arap kökenli Amerikalıları... kafayı ticaretle bozmuş, halı, bakkaliye ve eşya satmaktan başka bir şey düşünmeyen tipler olarak gördüğümden şahsen istemeye istemeye eşlik etmiştim Abie'ye... İngilizce cümlelerinin orasına burasına 1920'lerden kalma Arapça sözcükler sokuşturuyor, koyu vatanseverliklerini her fırsatta dile getirerek Amerikancılık taslıyorlardı. "Sam Amca" tabiri dillerinden düşmüyor, sözgelimi İsrail'den söz edecekleri yerde, daha çok "komünizm tehdidi"nden söz ediyorlardı... Kadınlar rüküş... mutsuzdular. Kızları ise... moda maymunlarıydı" 317, 318
-"Kahire'de bazı isyanlar çıkmış, şehrin büyük bir kısmı yakılıp yıkılmış.../... Boston Globe gazetesi... babamın adını görerek afalladım./... "... Said adlı bir Amerikan vatandaşına ait Standart Kırtasiye Şirketi'ni kundakladıktan sonra... İngiliz Binicilik Kulübü'nü de yerle bir etti..." Haberde adı geçen diğer tanıdık yerler... Tümü de çağdaş sömürge şehrinin tam göbeğinde bulunan, lüks ve tabii ki yabancılara ait mekanlardı... Müslüman Kardeşler tarafından çıkarıldığı anlaşılan 26 Ocak 1952 yangınından kalan tek iz... bir dizi yangın sonrası fotoğrafıydı" 321-323
-"1952... artık elimi kolumu bağlayan yalnızlık duygumu... askıya almış, ayaklarını yere daha sağlam basan, daha duygusuz bir kimliği ön plana çıkarmıştım. Kırk yıl sonra, lösemi teşhisinin konması üzerine... buna çok benzeyen bir süreç yaşadım. En büyük kaygım... ailemden... ve hayatımdan ayrılmanın ne kadar korkunç olacağıydı... beni felce uğratan bir engel olarak dikildiğini anladıktan sonra... bu engeli... hiç değilse bilincimin merkezinden çekebildiğimi fark ettim; bunu bir kez başarınca da... somut şeylere odaklanabilir oldum... Hermon'da duyduğum... huzursuzluğu... atamadımsa da... üzerimdeki etkisini en aza indirgemeyi öğrendim... keyif alabildiğimi fark ettiğim etkinliklere balıklama daldım./ Bu etkinliklerin... çoğu entelektüeldi. İlk yılımda, bizleri dindar insanlar yapmayı hedefleyen saçma sapan bir derse... girme zorunluluğumuz vardı... Eski Ahit'in... en bağnaz tefsiri yapılıyordu. Metinlerin... salt kelime anlamlarıyla tekrar tekrar açıklayıp duruyorduk... son yılımda... iyi bir adam... Peder Whyte'ın verdiği seçmeli İncil IV dersini alabildim. Henüz on yedi yaşında olmama rağmen pederin açık fikirliliği... sayesinde, Platon ve Aristoteles'ten başlayıp Aydınlanma Çağı'na... nefis bir klasik felsefe dersi görmüş oldum./... sporcu kimliğimle pek varlık gösteremedim... maçlar kazanmama rağmen, gerçek rekabet beni bedenen hasta ediyordu çoğunlukla... Son yılımda sıralamadaki konumum birincilikle ikincilik arasında değişecekti... beni okula geri göndermemeleri için yalvararak geçirmeme engel olmamıştı... Okula dönmemle çamaşırhanedeki gömlekleri ütülemek gibi iğrenç mi iğrenç bir işi üzerime yıkmaları bir oldu... biraz da akademik başarım sayesinde kütüphanede göstermelik bir işe alındım./... ikinci yıl... Kahire'ye hiç değilse yakın bir gelecekte dönmemin söz konusu olmadığının da bilincindeydim artık. Kahire'de... kız kardeşlerime imreniyor, bir arada ve evde oluşlarının rahatlığına, belirsizlikten azade yaşantılarının... o güven duygusuna -tabii benim fikrimdi bu- gıpta ediyordum... Hür Subaylar Devrimi Temmuz 1952'de gerçekleşmişti ya... siyasal manzaranın eskisinden pek de farklı olmadığı izlenimine kapılıyordum... lüks hayatlar süren küçük Şavam cemaatimiz... hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyorlardı... Mısır günlerini... handiyse gerçekdışı bir deneyim olarak yaşadım yaz boyunca; oysa Amerika'daki hayatım... daha sağlam, daha bağımsız bir gerçeklik kazanıyordu giderek./ 1953... hem Princeton'a hem de Harvard'a kabul edilmiş olduğumu öğrendim... Bir anda, olabilecek en tuhaf ve -şimdi düşünüyorum da- sudan gerekçelerle... Princeton'a gitmeye karar verdim... bir Kahire yansıması olarak düşlüyordum Princeton'ı./.../ Hermon... iki yıl... her şeyde sivrilmiş olmama rağmen bir çeşit ucube, herkes tarafından soyutlanmış bir garip oğlan olarak kalmaktan kurtulamadığımı düşünür oldum... yüzme... tenis... parlak bir öğrenci... piyanist olup çıkmama karşın okul genelinde kabul görmemi sağlayacak o ahlaki mertebeye... ulaşmaktan acizdim görünüşe göre... okulun ortak yaşamının bir parçası değildim tam anlamıyla. Eksik olan bir şey vardı ve bu da, sonradan öğrendiğime göre, adına "doğru tavır" denen şeydi./... benim tersime hiçbir aykırı yanı olmayan öğrenciler vardı: Kimseyi gücendirmiyorlardı, herkes tarafından seviliyorlardı... bende kusursuz bir biçimde uyumlu oldukları izlenimi bırakıyorlardı. Okuldaki her türlü itibarlı işin ve konumun... doğal adaylarıydılar uzun lafın kısası. Bunun, üstün zekalı oluşlarıyla... bir ilgisi yoktu. Yine de bir çeşit "seçilmişliğe", bende besbelli eksik olan bir haleye sahip oldukları su götürmezdi.../... Fisher.../... mezuniyet töreninde açılış konuşmasını benim yapacağımı söylediler... Hak etmiş olmama rağmen bu onura layık görülmediğim duygusu içimi kemiriyordu ya, asıl böylesi bir onura layık görülmemin yersiz olacağını, işin doğrusunun aslında bu olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyordum. Duygularım incinmişti; ne yapılan haksızlığı kabul etmek geliyordu elimden, ne de... bu karara itiraz etmek ya da onu anlayabilmek... Ne yaparsam yapayım yabancı olarak kalmaya mahkum olduğumu anladım o anda./... o mezuniyet konuşmasına dek ırksal kökenimle ilgili bir bilinç geliştirmeksizin kendimi renksiz saymıştım; oysa o olay, tam da Arap dünyasındaki siyasal gelişmelerin Amerikan hayatında giderek daha büyük bir rol oynamaya başladığı bir dönemde kendimi marjinal, yabancı, soyutlanmış ve damgalanmış biri olarak görmeye itmişti beni. O sıkıcı mezuniyet töreni... düşmanlığa dönmesi an meselesi olan bir kayıtsızlıkla izledim onları: Bu onların günüydü, benim değil... izlemek için ta Kahire'den gelmiş olan babam koltukları kabarmış bir halde oturuyor" 324-330
-"Dur artık... Eva İmad'dan başka bir şey getirmez olmuştu aklıma.../ Sezilemez bir biçimde, usul usul kapılmıştık birbirimize... Muhafazakar bir Arap ailenin yetiştirdiği bir genç kız olarak Eva ketum ve ölçülüydü... sıradan bir arkadaşlık ilişkisinin ötesine geçebilecek bir eylemde bulunamıyor, bir söz olsun söyleyemiyordum./ Aramızda fiziksel, hatta sözel bir şey geçmeksizin ona böylesine yakın olmaktan yasak bir haz duyuyordum.../... annem... oldukça ihtiyatlı yaklaşmıştı ilişkimize... Neden sonra, tavrı giderek sertleşti" 332, 333
-"Annem... Hünerini konuşturmuş, Eva'nın işini bozmayı başarmıştı.../... içimi biraz olsun ferahlatmıştı bir yandan" 338
-"Zincirlerimi kırma fırsatına bu denli yakınlaştığım bir noktada, neden babamın ölümünü böylesine korkunç... bir felaket olarak görüyordum peki?" 341
-"... yapabildiğim yegane şey, annemi ünlü bir İngiliz cerrah... acil bir konsültasyon için Londra'dan getirtmeye ikna etmek oldu. Burunlarından kıl aldırmayan birkaç Lübnanlı doktor bu fikrimden pek hoşlanmamış olsa da... kararımızı vermiştik bir kere... Beyrut'a vardığında, aynen tahmin edildiği üzere, babam çoktan iyileşmiş, büyük doktora da... hafta sonunun tadını çıkarmaktan başkaca bir iş düşmemişti... Babamla aramızda olduğunu hissettiğim bağın kahredici derinliği beni allak bullak ediyordu./... Onun o tahakküm edici külhanbeyi tavırlarının ve duygularını dile getirmede güdüklüğünün benim kendime acımamla ve sürekli savunmada olmamla birleşerek bizi birbirimizden böylesine uzaklaştırmış olmasıydı beni kahreden... babamla aramızdaki uçurum yıllar yılı aşılamayan bir sessizlikle mühürlenmişti... Bütün beceriksizliğiyle, tek oğluna gösterdiği hoyrat olmasına hoyrat ama inkar edilemez özenle babamı başka bir gözle, bir anlamda günahlarından arınmış olarak görmemi sağlamıştı bu yüzleşme./... Cemal Abdünnasır'ın halkı için yaptığını iddia ettiği şeylerin ruhu ve söylemi, gününü gün etmeye bakan babam dışında hepimizin içine işlemişti. Özellikle annem Nasır milliyetçiliğinin ateşli bir destekçisi olup çıkmıştı... Dur'da... dinleyicilerini ürküten son derece abartılı bir söylemle ve hararetle dile getiriyordu. Oysa Lübnan'daki siyasal dayanışma odakları -ki bu odaklar mezhepçi, entrikacı ve çoğun da görünmezdi- biz fark etmesek de Nasır'ın bir Arap süper kahramanı olarak yükselişine tepki göstermeye başlamıştı ve Dur'daki küçük Hıristiyan çevremiz Nasır'a, sanki Kahire'nin değil Mekke'nin bağrından çıkmış, yalnız İsrailli Yahudiler değil Hıristiyan Lübnanlılar için de şeytani emelleri olan bir Pan-İslamcı gözüyle bakar olmuştu./ 1958 yazında Lübnan'da... küçük çaplı bir iç savaş patlak verdi... Dur... tepeler... Chamon'un destekçilerinin "Batı yanlısı" saflarını sağlamlaştırmak üzere John Foster DUlles tarafından oraya gönderilmiş olan Amerikan birlikleriyle doluydu ve... söylentiler... Moskovalı Marksist-Leninist ajanlara karşı savaşıyor olduğu yönündeydi... Lübnan'da... Müslüman-Hıristiyan düşmanlığını da... Arap-Lübnanlı çatışmasını da hissetmediğimiz sonucuna varmıştık. Dahası, bizim de Hıristiyan olduğumuz gerçeği işleri iyiden iyiye karıştırıyor, hal böyleyken Pan-Arapçılık taslamamız... Lübnanlı akrabalarımız tarafından... vefasızlık olarak algılanıyordu./... annemin... sağcı Hıristiyan saflarındaki kuzenleri ve dostlarıyla taban tabana zıt bir konuma düşmesi uzun sürmedi. Nasır'ın... vaaz biçimindeki tezleriyle arada bir beni dahi çileden çıkarır olmuştu... Annemin... bir çeşit sosyalleşme çabasıydı sanırım... 1958'den sonra Dur eskisinden de beter bir yabancılık hissi yaratır oldu... yabancılığımız da daha göze batar bir hal almıştı.../ Charles Malik'in muhalif ve karizmatik kimliği de yine bu dönemde ön plana çıktı... dışişleri bakanıydı... Dulles'dan Amerikan birlikleri talep etme... konumunda olduğu anlamına geliyordu... ezici bir kişiliği vardı. Yetmişli yıllara gelindiğinde... Araap ve daha çok da Müslüman Ortadoğu'ya yönelik her türlü uç önyargının, ihtilafın ve uyuşmazlığın bir simgesi ve lafını esirgemez entelektüel sözcüsü olup çıkmıştı. 1940'lı yılların sonlarında Filistin'in Birleşmiş Milletler çatısı altındaki Arap temsilcisi sıfatıyla atıldığı siyaset macerasını, Lübnan İç Savaşı sırasında İsrail'le Hıristiyan Lübnan cephesi ittifakının Filistin karşıtı mimarı olarak sonlandırmıştı... onu... hayatımın en tatsız dersi olarak görüyorum./ Malik'le ilk karşılaşmam, dul annesinin oturduğu savaş zamanı Kahiresindeydi... felsefe profesörüydü... Annemle babama oldukça düşkündü... O sıralar Malik çiftinin saf, henüz taşralılıktan sıyrılamamış bir tarafı vardı... gerek parlak zekasıyla gerekse dini konulardaki istidadıyla daha o yıllarda "ilahi Charles" lakabını almıştı bile. Doğuştsn Rum Ortoduks, kendi seçimiyle de Katolik'ti... bir Protestan papazının torunu olan Eva, Charles'la evlenirken... Katolik olmuştu./... Washington... Lübnan büykelçiliğine getirildi... Dur'a gelir oldu... Kitaplar ve düşünceler üzerine yaptığı yorumlara sinmiş olan o tuhaf nüktedanlığı hissetmem de o döneme rastlamıştı... "Dostoyevski büyük bir romancıydı çünkü aynı zamanda büyük bir Hıristiyandı"... öğretmence bir yol gösterme... algılıyordum onda./ Nasır... reformlarına beslediğim hayranlığın gerekçelerini kendisine anlatmam için kışkırtmıştı beni. Söylediğim her şeyi dinledikten sonra... şöyle demişti: "Dediklerin ilginç tabii. Mısır'da kişi başına düşen yıllık gelir şu anda seksen dolar, Lübnan'da ise dokuz yüz dolar. Bu reformların hepsi başarılı olursa... Mısır'da kişi başına düşen yıllık gelir olsa olsa ikiye katlanacak, o kadar." Charles amcadan... dini inancın cazip yanlarını, şüphe edilemez hakikat, çürütülmesi olanaksız otorite anlayışının ne demek olduğunu öğrendim... bir dolu şey öğrendim... Eleanor Roosevelt ile birlikte İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi üzerinde çalışıyordu... İnanılmaz bir dil hakimiyeti vardı. İngilizceyi, Arapçayı, Almancayı, Yunancayı ve Fransızcayı kusursuz birer silah gibi kullanıyordu... Kırklı yıllarda ve ellili yılların başlarında, Malik'in Tanrı'ya olan sarsılmaz inancı içimize umut salıyor, Tolstoy'un kendisiyle aynı dünyada yaşıyor olduğunu bildiğinden daha huzurlu uyuduğunu söyleyen Gorki'ye benzer hisleri paylaşmamı sağlıyordu./ Malik... yükseldi, ama... Dur'a geri döndüler: Bir çeşit... anayurt gibiydi onlar için bu köy... Babama beslediği... duyguyu hep korudu: "Ömrümde onun kadar halis bir işadamı görmedim," demişti bana bir keresinde.../... ne Hıristiyan bir Lübnan ne de tamamen Amerika saflarında yer alan Arap Lübnan fikrini... hazmedemeyenlere karşı önyargılı bir tutum izlemeye ve küskünlük duymaya iten de... o ruhani karizması olmuştu... Malik'in Dur'daki gayriresmi varlığı... o güne dek hayatımda entelektüel yönüyle sivrilen bir öğretmen olmadığı gerçeğini fark etmemi sağlamıştı. Bu sağaltıcı etki ne zaman sona erdi peki? Bir zamanlar açıklık, cesaret ve özgün düşünce temelleri üzerinde yükselen bu ilişki ne ara yerini bütün bunlara taban tabana zıt bir karşıtlığa bıraktı?/ O sinsi, en nihayetinde sahte kırsal büyüsüyle Dur'un hepimizi bir yanılsamaya ittiğini; çoraklığın böylesinin, gerçekte yapay müdahalelerle canlı tutulan bu sade köy yaşantısının bir Hıristiyan ittifakını zorunlu kıldığı gibi bir safsataya inanmamıza yol açtığını; bu anlamda Dur'un yerlilerinin ve sonradan da Malik'in uç noktalarda gezinen siyasi görüşlerinin bir biçimde payı olduğunu düşündüğüm zamanlar oldu... o mahur "dünyadan uzaklaşma" vaadi de kendi Araplığının inkarından başka bir şey değildi bana kalırsa. Sömürge döneminin üzerinden yıllar geçmişken, etrafımızda olup bitenlere gözlerimizi yumarak Avrupa'daki sayfiye kasabaları gibi şekillendirilmiş yapay bir yaşam sürebileceğimize, bunun mümkün olduğuna inandırmıştık kendimizi topluca. Annemle babam Kahire'deki kozamızın bir benzerini Lübnan dağlarında örmeye çalışmıştı... Kraliyet sonrasında Mısır'ı kasıp kavuran kargaşalar ülkeyi gözümüzün önünde harabeye çevirirken, bunların etkilerini Dur da dahil olmak üzere gittiğimiz her yere taşıyıp durduk. Hıristiyan Lübnan'ın Arap milliyetçiliğinin dümen suyuna girmesini reddedişiyle, Soğuk Savaş'a Amerika Birleşik Devletleri'nin yanında katılma kararıyla, Nasır'ın kitleleri peşinden sürükleyen nidalarını hazmedip göklere çıkarmaktansa uzlaşmaz bir tutum benimseyip savaşmayı yeğ tutuşuyla Malik, burada direnişimizin simgesi oldu./ Arap dünyasının 1967'de uğradığı bozgun... Charles'dan... Araplara... bir yol göstermesini istemek gibi belirsiz bir düşünce vardı kafamda yalnızca... Asıl hazırlıksız yakalandığım, kendinden beklenmeyecek ölçüde edilgen yanıtı oldu: Bunun doğru bir zaman olmadığını... söyledi özetle... hayret etmiştim. Lübnan İç Savaşı sırasında Hıristiyan Sağ'ın entelektüel öncülerinden bir haline gelen Malik 1988 yılında öldü... yollarımızı böylesine keskin bir biçimde ayıran ideolojik uçurum ve... büsbütün kopmamıza neden olan Arap siyaseti denen o cadı kazanının içinden çıkılmaz keşmekeşi halen derin bir üzüntüye boğar beni./ 1975 yılında başlayan... Lübnan İç Savaşı... Dur... bir uçurumun kenarında sallantıda duran yalancı bir cennette yaşıyorduk. Bundan da tuhafı, babamın Dur'u, Nasır Mısırındaki iş hayatının giderek çoğalan dertlerinden bir kaçış, bir tür sığınak olarak düşünebilmesiydi. 1971 yılının başında ölümü yaklaştığında bize Dur'da toprağa verilmek istediğini söylemişti, ama kasabalıların hiçbiri bize... bir karış toprağı olsun satmaya yanaşmadığından bu asla mümkün olmadı... bu yöreye... duyduğu sevgiye rağmen onların gözünde bir ölü olarak bile topraklarına kabul edilmeyecek ölçüde yabancı sayılabiliyordu halen. Kendimizce tadını çıkardığımızı düşündüğümüz o idealize edilmiş kırsal varoluşun, kasabanın kolektif hafızasında gerçek bir yeri yoktu belli ki./.../... bir yere ait olma... çabasıydı. Dur'a kendine özgü kimliğini veren çekişmelerden ve kan davalarından bütünüyle kopuk yabancılardık biz... 1997... halen Suriye ordusunun müstahkem yeriydi.../... 1948'den sonra artık Beyrut'tan uçakla dönüyorduk Kahire'ye" 345-358
-"Mezuniyetimin ardından Kahire'ye döndüğümde... istikrar... niteliğiyle bağdaşmadığını fark ettim. Yeni bir belirsizlik vardı ortada... Cemal Abdunnasır... eskiden "bizim" olan bu memleket bundan sonra "onlar"ın olacaktı... "onlar"... varlıklarını siyasal anlamda yeterince umursamadığımız Mısırlılardı.../ Princeton'da... ailemin de, Kahire ve Lübnan'daki dünyamın da artık uzanabileceğim bir yerde olmadığını anlamıştım çoktan. Amerika... geçirdiğim yıllar... Aksanım ve giyinme biçimim giderek değişiyordu... radikal bir değişime uğruyordu.../... 1953... Princeton'a taşındım. İki yıl öncesine göre çok daha bağımsız, çok daha becerikliydim.../ Ellili yıllarda Princeton tepeden tırnağa erkek okuluydu... cumartesi günleri haricinde... kadınların girmesi de yasaktı... öğrenci nüfusu büyük ölçüde homojendi. Tek bir siyah öğrenci bile yoktu.../... hemen herkes aynı giysileri giyiyor... aynı şeyleri yapıyordu... hepimizi kapana kıstıran akla zarar, iğrenç bir kulüp sistemi vardı... herkes... bir kulübe üye olmak zorunda kalıyordu.../.../... kulüp temsilcilerinin gözünde kafa karıştırıcı bir aykırılık olduğumu fark ettim... üç kulüpten davet aldığım, oda arkadaşımınsa hiç davet almadığı ortaya çıktı./... üye olursan, seninle birlikte oda arkadaşını da kabul ederiz diyordu... kabul ettim, ama kulüpten asla hazzetmedim... insanları böylesine aşağılamasına karşın açıktan açığa teşvik edilen bu üniversite ritüelinin adaletsizliğine kurban gittiğimi düşünüyordum.../... ağulu sosyal ortama panzehir olabilecek elimdeki avucumdaki tek şey okuma ve yazma tiryakiliğimdi... yazın eleştirmeni... Çağdaş şiirdeki ve kurmaca yazın metinlerindeki anlamı katman katman eşeleyerek gün yüzüne çıkarışındaki keskin dehayı... kendi payıma düpedüz büyüleyici bulduğum... bir yazar ve okutmandı kendisi. Onun sayesinde, yeniden dile getirme ya da açıklama çabasının ötesinde bir şey olarak bakmayı öğrendiğim metin yorumlamanın gizli hazlarını tadar oldum.../... diğer şahsiyet... felsefe profesörü... öğrencilerin gözünde entelektüel yaşamın canlı timsali... saygısız sorular sorar.../... ders programının son derece geniş kapsamı, ne yapmakta olduğumun hiç de farkına varmadan bütün öğrenme alanlarını araştırma fırsatını verdi bana. Ama bu öğrendiklerim ancak Szathmary'nin kışkırtıcı eleştirileriyle ya da Blackmur'un düşsel takviyeleriyle yoğrulduktan sonra daha derinlere iner, resmi akademik kazanımların ötesine geçer, bir biçimde tutarlı ve bağımsız bir düşünce yapısı inşa etmeye başlar oldum. İkinci yılımın ilk birkaç haftasında, çapraşıklığın ve kestirilemezliğin -özellikle yazma ve konuşmada ön plana çıkan ve halen beni büyüleyen çok katmanlı çapraşıklığın ve belirsizliğin- büyüsüne kapılmaya başladığımı fark ediyordum.../ Entelektüel anlamda ne denli çiğ olduğumun fazlasıyla farkındaydım... son iki yılımda... içki muhabbetlerinden ibaret olan hafta sonu sosyal hayatıyla kendimi bağdaştıramayarak enikonu yalnızlaştım. Ama... entelektüel anlamda verimli günler geçiriyordum. Çoğu birbiriyle ihtilaf halinde olan, beni birbiriyle uzlaşması olanaksız, farklı farklı yönlere çeken bir dizi gizli akıntıyı harekete geçirmişti Princeton. Ne Kahire'ye dönme fikrinden ne de babamın işinin başına geçme düşüncesinden vazgeçebiliyordum; bir yandan da... akademisyen olmak istiyordum.../ Ellili yıllarda Princeton, dünyada olup bitenlere hepten ilgisiz, kendini beğenmiş, apolitik bir kurumdu... 1956... Süveyş İşgali'ne dek... siyasetle olan bütün ilişkim... lisanüstü öğrencisi olan Arap arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerle sınırlı kaldı. Yine de... Nasır Mısırı'nda olup bitenlere ilişkin gün geçtikçe artan kaygılarımı paylaşabileceğim... kimsem yoktu. Ama Süveyş Krizi sırasında, iki yıl boyunca habersiz olduğum bir şeyi keşfettim: Oda arkadaşlarımdan Tom Farer... Yahudi olmasına rağmen ne İsrail'i ne de İsrail'in yaptıklarını destekliyordu... kimsenin McCarthy'yi ciddiye aldığı yoktu... solun hiçbir türünün varlığından dahi söz edilemezdi. Marx neredeyse hiç okunmuyor.../.../... Makalem, 1967... yayımlandı.../... siyasi akımlara ve meselelere ilk kez, Princeton'da okuduğum sırada eğildim. İdeoloji... Doğu'yla Batı... ne demek olduğunu Malik'in ağzından yine o günlerde dinlemiştim. Malik daha o zamanlar... Dulles'a yakın duruyor... Üniversiteler onu fahri doktorluklara boğuyordu... Sonradan anladım ki Malik'in derdi aslında, Nasır'ın, Müslüman olduğu yetmiyormuş gibi bir de Sovyetler Birliği'yle yakınlaşmasıydı... söyleminin ardında komünizm ve İslam'la hesaplaşması yatıyordu.../ Malik'in... "biz"e yönelik bir tehdit olarak algıladığı... dış mihraklara ilişkin ısrarı yüzünden cemaate ve samimi ilişkilere dair anlayışlarımızın sürekli karşı karşıya gelmesi... canımı sıkıyordu... sözünü ettiği o mihrakların varlığını hissedemiyor, Hıristiyanlar sıfatıyla kendi konumumuzu korumanın bir yolu olarak toplumsal değişimlere karşı koymamızın ya da çoğunluk kültürünü karşımıza almanın gerekliliğine inanmıyordum... ayrı bir konumumuz olduğunu bile düşünmüyordum... kabilelere, mezheplere, ülkelere duyulan kör sadakat arasında oldum olası var olmuş olan uzlaşmazlık ilk kez Washington tartışmaları sırasında zihnimi meşgul etmeye başladı ve halen de eder... önceliğin... entelektüel bilinçte olması gerektiğini düşünmüşümdür hep.../ Kahire yıllarımın o amansız gündelik temposu, Princeton'da aynı derecede yoğun bir mecburiyet duygusuna bırakmıştı yerini... okul etkinliklerine gömülerek... boş vakit bırakmamanın bir yoluydu.../... elinden hiçbir iş gelmeyen, iki arada bir derede bocalayıp duran, bin parçaya bölünmüş biri (Arap, müzisyen, genç entelektüel, yalnız ve ayrıksı insan, ödevini bilen öğrenci, siyasi uyumsuz) olduğuma dair hissim... çarpıcı bir biçimde yüzüme vuruldu.../... her an onun yanında olmak istediğimi fark ettim... aşkımın peşinden koşar oldum... Bu çekici Amerikalı kadın... bir Artemis'ti" 359-371
-"1959... Harvard'da yükseklisans öğrencisiydim ve Nasır'ın sosyalist kanunlarıyla, millileştirme harekatıyla, yurtdışı hesapları yasadışı ilan edişiyle -ki işimiz bu hesaplar üzerine kuruluydu- iyiden iyiye köşeye sıkışan baba işinden yakamı henüz sıyırabilmiş değildim. Havaalanından çıkıp şehre girdiğim an, doğrudan bir tehdit hissettim üzerimde; öylesine derin bir güvensizlik hissiydi ki bu, bir aile olarak bu topraktan kökünden koparılıyor olduğumuz gerçeğinden başka hiçbir açıklaması olamazdı. Tabii Mısır'daki kökümüz ne kadar kökten sayılırsa... Bundan sonra nereye gidecektik peki?/ Birkaç gün sonra şehrin her zamanki temposu... ruhumu teskin etmişti. "Burası Doğu"... Ani değişiklikler olmaz. Sürprizlere yer yoktur. Gelin görün ki her yeni günle birlikte yürürlüğe konulan "Arap sosyalist" kanunlarının haddi hesabı yoktu... babamın işine gitme düzenine girmiştim. Oysa... burada yapabileceğim gerçek bir iş filan yoktu.../... yükseklisans öğrenimimi tamamlayıp Columbia'da çalışmaya başladım ve ilk eşimle evlendim" 373, 374
-"Babam... müdürlüğe terfi ettirdiğini açıkladı... Sözünü ettiği mukavele... imzalanmıştı... söz konusu mukavelenin dünyadan habersiz imza sahibi sıfatıyla aslında kambiyo denetim kanununu çiğnemiş bulunuyordum ve sırf bu mukavele yüzünden sonraki on beş yıl boyunca Mısır'a dönemeyecektim.../ Bu gelişmelerle birlikte Kahire dünyamız... artık yalnızca imtiyazlı sınıfları değil... solcu muhalifleri de... hedef alan Nasırcı saldırılarla birlikte gerçek anlamda unufak olmaya başladı... (1959-60)... Mısır'ın yabancı uyruklu sakinleri sıfatıyla sürdüğümüz hayatın sonunun gelmekte olduğunu da biliyordum artık. Aile çevremizde elle tutulur bir endişe ve bunalım havası hakimdi ve dostlarımızın çoğu Lübnan'a ya da Avrupa'ya taşınma planları yapıyordu (çoğunluğu taşındı da)/ Harvard'da edebiyat yükseklisansı yaptığım beş yılım (1958-63)... Princeton'ın entelektüel bir devamı niteliğini taşıyordu... doymaz bilmezcesine kitap okuduğumu anımsıyorum... en ufak bir kıpırtı dahi yoktu... çabalarımıza hayat veren entelektüel bir örnek olmadığından, hepimiz bu kurumda iğretiydik, huzursuzduk. Kendi entelektüel keşiflerim... sayıları bir elin parmağını geçmeyen... özgün isimlerin açtığı ufuklar doğrultusunda gerçekleşti. Ortadoğu'nun düşüncelerimden gitgide uzaklaştığı bu dönemde... benim açımdan kayda değer...Vico'nun Yeni Bilim'i, Lukacs'ın Tarih ve Sınıf Bilinci... tezimi biçimlendiren isimler olacaktı.../... beni en çok etkileyen müzisyen, Kahire'ye otuzlu yılların ortalarında yerleşen Polonyalı cüce piyanist... Ignace Tiegerman'dı" 380-382
-"1967 yılında ayaklarımızın altından bir şeyler daha kayıp gitti... 1967'den sonra eskiden olduğum kişi değildim artık; o savaşın sarsıntısı beni olduğum yerden kaldırıp bütünkayıpların başladığı noktaya, yani Filistin mücadelesine götürmüştü gerisingeri. Böylece ilkin Amman'da kurulan... Beyrut'ta da örgütlenen Filistin hareketinin bir parçası olarak yeni yeni biçim değiştirmiş olan Ortadoğu manzarasına balıklama daldım. Bu, eski yaşantımın heyecanla tetikte bekleyen, büyük ölçüde saklı kalan yanını, otoritarizm karşıtlığımı, dayatılmış, zorla kabul ettirilmiş bir sessizliği kırma ihtiyacımı ve her şeyden çok da uzlaşmaz taraflarımı budamaya çalışmak yerine sahiplenerek haksız bir kurulu düzeni yıkma ve bertaraf etme ihtiyacımı cezbeden bir deneyimdi. Annem... "Edebiyatçıysan edebiyatçılığını bil; Arap dünyasında siyaset, senin gibi dürüst ve iyi insanları mahvediyor" gibi sözlerle beni paylamaya koyulurdu./ Annemin kardeşler arası ilişkilerimize... yaptığı her şey... aramıza dikilen yaralayıcı engellere dönüştü bir bir... bazılarının yerlerinden kımıldatılması artık mümkün değil... şuna daha çok ikna oluyorum ki, babam bir erkek olarak benim için tek umudun gerçekten de ailemden kopmam olduğuna inanmıştı. Özgürlük arayışım, içimdeki alt kimliği ya da... gizlenen kişiyi keşfetme sürecim ancak böyle bir kopuşla başlayabilirdi. Bu yüzden de, yıllar yılı çektiğim yalnızlığa, mutsuzluğa rağmen bu ayrılığın aslında talihli bir dönüm noktası olduğunu düşünür oldum. Artık ne "doğru" olmak ne de yerli yerinde (sözgelimi evde) olmak önemli, hatta arzulanır geliyor bana. Yersiz yurtsuz dolanıp durmak, bir eve sahip olmamak, bundan böyle hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmak daha iyi. Hele de ölene kadar kalacağım New York gibi bir şehirde.../ Hayatının son birkaç haftasında annem uyuyamamanın verdiği ıstıraptan yakınır olmuştu sık sık... Kemoterapi görmeyi reddediyordu... "O işkenceyi çekmek istemiyorum." Bense yıllar sonra bu işkenceye vücudumu harap eden bir dört yıl boyunca katlanıp hiçbir sonuç alamayacaktım" 386-388
-"Yaşamımdaki bunca uyumsuzluktan sonra, tam olması gerektiği gibi olmamayı, yersiz yurtsuz olmayı yeğlemeyi öğrendim aslına bakılırsa" 389
*
10.3.2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder