16 Temmuz 2025 Çarşamba

ÇEÇENLERE DAİR 5: OSMANLI'YA ÇEÇEN GÖÇÜ

Göçmenlikle ilgili 2000’li yıllarda dünyada yaşanan acılarla dolu bazı olayları gördükçe Çeçenler geçmişteki göçleri sırasında neler yaşadılar acaba, diye gelir aklıma!

Çeçenlerin çoluk çocuk günlerce yürüyerek sürdürülen göç yolculukları sırasında tarifsiz acılar yaşadıkları ve bu acıların sonraki dönemde de uzun yıllar sürdüğü kuşkusuzdur. Öncelikle açlık ve her türlü yokluk yaşanmıştır. Elbette dil bilmemek de başlı başına bir sorun oluşturmuştur.

Ancak bu insanlık faciası sırasında yaşananlar ne yazık ki doğru bir şekilde tespit edilip günümüze yansıtılabilmiş değildir.

*

Türkçede, Çeçen göçmenlerin en çok sorun yaşadığı bölge esas alınarak, “Diyarbakır’da Çeçen Muhacirler ve Sebep Oldukları Asayiş Olayları, By Erdal Taşbaş” başlığıyla bir çalışma yapılmış, çeşitli Osmanlı yazılarında Çeçen göçmenler için, çeşitli olumsuz ve hakaretamiz ifadeler kullanılmış, ancak bu göçmenlerin yaşadığı çok acılı olduğuna kuşku olmayan süreç, Çeçen göçmenlerin muhtemelen en az sorun yaşadığı bölgelerden biri olana Çukurova yöresini konu alan kurgusal eserinde Yaşar Kemal’in bir değinmesi dışında, neredeyse hiç kayda geçirilmemiştir.

Ayrıca, Çeçenlerin bugünkü yerleşim yerlerine nereden, niçin, nasıl, hangi koşullarda geldikleri ve geldiklerinde nelerle karşılaştıkları konusunda günümüze yansıyan pek fazla sözlü anlatım da bulunmamaktadır. 

*

Yine de merak eder, bilmek isterdim: Çeçen atalarımız bugünkü yerleşim yerlerine nereden, niçin, nasıl, hangi koşullarda geldiler ve geldiklerinde neyle karşılaştılar, diye.

Sözlü anlatımlara göre geldikleri yer belliydi: “Deeğıstın”dı orası. 

Çocukluk dönemimde benim için “bizler” için ulaşılamaz bir masal diyarı!

Ancak zamanla “orası”nın bugünkü Çeçenistan olduğunu öğrenecektim, çeşitli kaynaklardan!

Peki ne zaman, niçin, hangi güzergahtan, hangi koşullarda gelmişlerdi?

Benim ulaşabildiğim genel anlatımlar dışında pek tatmin edici bir sözlü anlatım yoktu!

Oysa atalarımızın gelişleri pek eski de sayılmazdı. Genelde çok çok dört-beş kuşak vardı, arada. Anne ve baba tarafından nine ve dedelerimin ebeveynleri ya da nine ve dedeleriyle onların yaşıtlarıydı gelenler. Onlardan bazılarını çocukluğumda ben bile görmüştüm. Mesela bunlardan biri 1970’lerin ilk yıllarında kendisiyle benim de konuştuğum memleketinden çocuk yaşta genç bir kızken ayrılıp geldiği belirtilen 100’lü yaşlardaki “Covhır nine”ydi. Onların yani doğrudan oradan gelenlerin çocukları ya da torunları olan iki taraftan nine ve dedelerimle 20’li yaşlarımda dahi bir arada da bulunmuştum.

Kısacası unutulması mümkün olmayacak denli önemli olan göç olayını içinde barındıran ve hatırlanması mümkün bir geçmiş olduğu halde o geçmişle ilgili genel bazı anlatımlar dışında bizlere aktarılan tatmin edici bir sözlü anlatım ve dolayısıyla merakımızı giderecek yeterli açıklama yoktu!

Durum en  azından benim ve çevremdeki bazıları için böyleydi, ama elbette herkes için öyle olmamıştır!

Sözlü bilgi eksikliğinin yanısıra konu hakkındaki ulaşabildiğimiz yazılı bilgiler de yetersizdi ve dolayısıyla biz de eskiden bu yana bildiklerimizi yeterli görmez, merak eder, sorar, bilmek isterdik.

İlk gençlik yıllarımda, 1960’lı, 1970’li yıllarda, sayıları az da olsa ilk gelen kuşaktakilerin çocukları olan bazı büyükler hala aramızdaydı, yaşıyorlardı, onları ziyaret edip konuşurduk. 

Ama sorularımıza yeterli olacak doyurucu açıklamalar bulamazdık, aklımızda hep cevapsız sorular kalırdı.

Şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki, bizler de doğru soruları sistemli bir şekilde doğru kişileri bulup sorarak cevaplarını tespit etmeyi kendi kültürel donanım yetersizliğimiz yüzünden bilememişiz ve dolayısıyla konu hakkındaki asıl ana bilgi kaynaklarından yeterince yararlanamamışız.

Diğer yandan bizim yetersizliklerimize ilaveten garip bir suskunluk da vardı, sanki!

Sanki bilinçli bir suskunluk!

Sanki bu tür konular büyükler arasında konuşulmamaktaydı ve geçmiş unutulmaya terk edilmekteydi!

Bu yüzden ek sorular üşüşürdü aklıma: Bu suskunluk, bu hafızasızlık, nedendi?

Zamanla başka bir soru daha oluşmuştu: Acaba söz konusu suskunlukta “Vatandaş Türkçe Konuş!” anlayışının da bir dahli var mıydı?

“Kafkasya’dan Anadolu’ya büyük ve kitlesel bir göçü simgeleyen 1864 yılı  Türkiye’deki genel kamuoyunda -bizzat Kuzey Kafkasya kökenliler ve konuya özel ilgi duyanlar dışında- neredeyse hiç bilinmez.” “Ayrıca homojen bir ulus yaratma düşüncesine sahip Cumhuriyet idarecileri, nüfusu oluşturan farklı etnik gruplara “ana yurtlarını” ve “etnik kökenlerini” hatırlatacak konuları ön plana çıkarmanın pek işlevsel olmayacağını düşünmüş de olabilirler”, “bir Türk ulusu yaratmak adına tarih konusunda muhtemelen bilinçli olarak “cahil” kalmak tercih edilmiş olabilir.” (Hacısalihoğlu)

*

Durum benim için daha çok 20’li yaşlar civarındaki ilk gençlik çağımda böyleydi.

Zaman içinde ülke gündemine ve yaşam şartlarına bağlı olarak ilgi alanlarımdaki öncelikler değişti, epeyce bir süre önceliğim düzgün bir insan ve düzgün bir çalışan olmak oldu, geçmiş ikinci planda kaldı.

1994 yılında Çeçenistan’a silahlı Rus saldırısı başladığında öylece olduğu yerde duraduran geçmiş dolayısıyla ben de konuyla tamamen insani yönden yakından ilgilenmeye başladım.

2007 sonrasına kadar on yıldan daha uzun süren bu dönemde apaçık bir şekilde tüm dünyanın gözü önünde öyle insanlık dışı uygulamalar oldu ki, şahsen ben neredeyse pek tepki de görmeden bu çağda bu kadar insanlık dışı uygulamanın neden ve nasıl yapılabilmiş olduğunu anlayamadım ve anlayamıyorum. Ama yapıldı ve üstelik de 70 yıl insanı önemsediği varsayılan “sosyalist” bir düzen altında yaşamış olan bir toplum tarafından yapıldı ve çağdaş dünya büyük ölçüde sessiz kalırken zaman zaman insanlık dışı uygulamalara destek verenler de çıkabildi. Üstelik vahşete maruz kalan mağdurları en barbarlar olarak ve diğer başka sıfatlarla da niteleyerek!

Türkiye’de genelde “beyaz” Türkler Ruslarla iş yapıp çıkar sağlayan belirli sermaye gruplarının temsilcisi olarak Rus vahşetini destekler bir tavır içinde oldular. Bir örnek olarak beyaz Türklerin şefi konumundakilerden biri 2000’li yıllarda Putin adına Rus vahşetini aklama görevlisi olarak çalışan Yastrajemski Ankara’ya geldiğinde onunla görüşmek için özel olarak İstanbul’dan Ankara’ya gelip görüştükten sonra onun şaraptan çok iyi anlayan ne medeni bir insan olduğunu anlatan bir güzelleme yazısı da yazabilmişti, o zamanki Türk basınının “amiral gemisi”nde.

Türkiye’de ayrıca “sol” kesimden de Rus vahşetine neredeyse destek verenler çıkabildi!

Mesela Perinçek ve Yalçın Küçük gibi pek “keskin” solcuların yaptığı gibi!

Solumsu kesimin çok büyük bölümü bildiğim kadarıyla Rus vahşeti karşısında en azından büyük ölçüde sessiz kaldı!

Sanki insanlık diye bir şey yokmuş gibi!

O dönemde yaşanan insanlıkdışı Rus vahşetinden bazı örnekleri ve bu vahşet karşısındaki bazı çevrelerin tavırlarını 2005 yılında Çeçen Raporu adıyla bir dosya haline getirmiştim, yayınlanmamış bir çalışma olan o dosyaya bugün baktığımda da o kadar vahşetin nasıl yapılabildiğini ve dünya genelinde nasıl o şekilde sessizce karşılandığını gerçekten anlayamıyorum ve hala şaşırıyorum. 

Bu insanlıkdışı durumun etkisiyle o dönemde doğal olarak geçmiş de tekrar kendini dayattı ve öncelikli ilgi alanım oldu.

Yaşadığımız son dönemi ve özellikle de dünyanın 1991’den sonraki halini dikkate alınca atalarımızın göçünü daha çok merak eder hale geldim.

Merak ettiğim hususlarla ilgili olarak zaman içinde bazı yazılı kaynaklardan bölük pörçük bazı bilgiler edinebildim.

Ancak yine de benim açımdan çok bilinmez vardı!

Günümüzde televizyonlarda Akdeniz’de batan teknelerden denize dökülen insanları ve kıyıya vuran “Aylan bebek”in cansız vücudunu gördüğümde 1800’lü yıllarda neredeyse kelimenin tam anlamıyla döküldükleri Karadeniz’de yitip giden Çerkesleri hatırlayarak o dönemin Karadeniz’inin yerini şimdi Akdeniz almış der oldum.

İran sınırında donarak ölen göçmen haberlerini duyduğumda Kafkas dağlarını aşıp çoluk-çocuk demeden günlerce ve hatta aylarca yürüyerek gelen Çeçenleri hatırlayıp onlardan da böyle ölenler oldu mu acaba, diye düşündüm, sonra da ya geldikten sonra ne yaptılar, nelerle karşılaştılar, diye.

Onlar da bugün ülkemizde bulunan Suriyelilerin karşılaştığına benzer tepkilerle karşılaştılar mı acaba, diye sorar oldum.

Bu kapsam dahilinde araştırdıkça, bakıp düşündükçe atalarımızın göç ettiği zamanla bugünkü zaman arasında şaşırtıcı ölçüde benzerlikler de var, gibi geldi bana.

En başta politik anlayışta olmak üzere birçok hususta!

Yaşananları anlamaya çalıştım.

Okudum.

Öğrendikçe değerlerimizi tespit edip muhafaza etmede ne denli yetersiz olduğumuzu da farkettim.

Gerçekten de ülkemizde ne yazık ki sözlü de olsa Çeçenlerle ilgili varolan bilgilerin ve diğer bazı değer ve varlıkların kayda alınması ve muhafazası yeterli ölçüde gerçekleştirilememiştir, ki sözlü bilgilerin büyük çoğunluğu neredeyse hiç kaydedilmeden unutulup kaybolmaya bırakılmış durumdadır.

Değerlerimizin gereğince muhafaza edilmemesine yaşadıklarımızan iki örnek vermek isterim:

-Türkiye’deki en bakir Çeçen kökenli köylerden biri sayılabilecek bir köy olan doğup büyüdüğüm köyde o sırada hayatta olan en yaşlı kişilerle Temmuz 2022’de yaptığım görüşmelerde köy mezarlığına ilk gömülen Çeçen'in kim olduğunu bilen hiç kimse çıkmadı.

-Aynı köyün merkezi bir yerinde ve evimizin hemen yakınında benim 1950’li yıllardan itibaren görüp bildiğim, ancak epeyce daha eski olduğuna kuşku olmayan büyük bir çeşme vardı, üzerinde de “Musa Korkmaz Hayratı” yazılıydı, bence çok güzel bir çeşmeydi ve tarihi değeri veya en azından bir hatıra değeri de olmalıydı, ancak yine bence, maalesef pek fazla olmayan varlıklarımızdan biri olarak gördüğüm bu çeşme de muhafaza edilmedi, 1983 yılında bu çeşme yokedilip yerine YSE tarafından üstelik hiç de güzel olmayan farklı bir çeşme yapıldı, 2022 Temmuzundaki bir konuşmamızda o dönemin muhtarı o çeşmenin yenilenmesinin kendi talepleri üzerine gerçekleştirildiğini belirtti.

İlaveten 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinde de köyümüzdeki eski yapıların neredeyse tamamı yıkıldı!

Atalarımızın gelişinden sonraki 160 yıla yaklaşan sürede gelinen yerde yaşananlar ve bunlardan yansımalar da maalesef yeterli ölçüde kayda alınmış değil. 

Bu duygu ve düşüncelerle yaşananları merak edip anlamak istedim. Çok sınırlı olan öğrenebildiklerimi de Osmanlı’ya Çeçen Göçü adlı kitapta yazdım.

*

Kars sancağına gelen Çerkes muhacirleriyle ilgili Kasım sonları 1864’de yazılmış tahrirlerden muhacirlerin yerleşme yerleri, miktarları ve durumları hakkında bilgi almak mümkündür.  Belgede Çerkeslerden “terbiye ve medeniyete kabiliyetleri olduğu, yiyeceklerinin pak ve temiz olduğu, hayvanlarının gayet güzide olarak 500 atlı çıkarabilecekleri”şeklinde bahsedilmektedir. (Akyüz-Orat/Tanrıverdi)


Diğer yandan yerel yöneticilerle işbirliği içinde bulunan ve daha çok göçmenlere tahsis edilen arazilere sahip çıkmak istemeleri yüzünden göçmenlere düşmanca yaklaşan genelde yörenin eşrafı olan yerli halktan kimseler de göçmenlere günümüzde olduğu gibi çeşitli saldırılarda bulunmuşlardır.

Göçmenler hemen her yerde yerli halkın saldırıları karşısında çok büyük güçlükler yaşamışlardır. "Göçmenlerin yerleştirilme işlemleri tam anlamıyla bir çıkar, sömürü ve görevi kötüye kullanma aracı olarak" kullanılmış ve ”Çerkesler yerleştirildikleri tüm bölgelerde yerli halkın” saldırılarıyla karşılaşmışlardır. (Aydemir, s. 195, 196; Berzeg, s. 178)


Çerkeslere yapılan maddî yardımların yerine ulaştırılması veya uygun dağıtılması gibi konularda bir takım suiistimallerin olduğu da görülmüştür. (Polat-İhtilaf)

Yerel yöneticilerin rüşvet, kayırma, ihmal ve umursamazlıkları göçmenlerin hayatını daha da zorlaştırmıştır.

Bütün bunların sonucu ise yıllarca yokluk içinde süren çetin bir hayatta kalma mücadelesi olmuştur.

Anlaşılan, bir tek Osmanlı merkezi yönetimi, göçmenlerden ne gibi faydalar sağlanacağını iyi bildiğinden olmalı, canla başla göçmenlere sahip çıkıp olumlu yaklaşmaya çalışmış, ama o da  maalesef yerel unsurlara sözünü tam olarak dinletemediği için pek başarılı olamamıştır.

En olumlu yaklaşan merkezi idare de, göçmenlerin toplu olarak değil, serpiştirilerek yerleştirilmelerine özel bir dikkat sarfederek, onların ülkenin her bir noktasına kelimenin tam anlamıyla dağıtılarak iskan edilmelerini sağlamış ve böylece onların acılarının artmasına katkıda bulunmuştur.  

*

Zaman zaman çeşitli sözlü anlatımlardan duyduklarıma göre, iki adından biri Elbruz Dukx ve diğeri 1910’larda muhtarlık yapmış olduğundan olsa gerek buna ilişkin lakap eklenerek İsmail Kahya şeklinde söylenen ve nüfusta adı Elbustuk şeklinde kaydedilmiş bulunan babamın baba tarafından Mozurhxoy sülalesine mensup dedesinin çocuk sayılacak bir yaşta memleketinden ayrılıp gelerek en son Maraş’taki köyümüz Gücüksu’ya yerleştiği, daha sonra kendisiyle yaşıt olup aynı şekilde çocuk sayılabilecek bir yaşta memleketinden ayrılıp gelen nüfusta adı Büze şeklinde kayıtlı olan, ancak bizim adını Bazır olarak bildiğimiz eşiyle evlendiği, babamın anne tarafından adı Hafız İbrahim olan Şutoy sülalesine mensup dedesinin de yine çocuk sayılabilecek bir yaşta geldiği, komşu köy olan Çardak’a yerleştiği, Mısır’a gidip Ezher’de okuduğu, 1910’larda Osmanlı’da müderrislik yaptığı, annemin babasının Beyno sülalesinden adı Tuhx olan dedesinin de göçmen olarak gelip, Çardak’a yerleştiği, annemin annesinin Ekkiy sülalesinden varlıklı biri olup adı Salımbi olan babası ile adı Yahxa olan annesinin de aynı şekilde göçmen olarak geldiği, anlatılanlar arasındaydı. (Ve ayrıca, Bolat, s. 109)

*


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder