31 Temmuz 2018 Salı

BENİM ADIM 1864

ÇERKES HİKAYELERİ

Elbruz Aksoy, 3. Baskı, 2018, İletişim Yayınları, İstanbul

Çerkes hikayeleri, hikayeleştirilmiş!
Duygusal hale sokulmuş!
*
Çerkes...
Ermeni...
Rum...
*
Vurgular farklı olamaz mıydı?
*
Eski olaylar, belli bir bakış açısından yansıtılmış.
*
Herşeye rağmen yazılması iyi olmuş!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Merc-i Sultan'dan çıkarken peşinde sadece altı atlı vardı, bu adamlar 1907'de otuz kişilik birliğe, 1915'te ise Karaçay ve Çeçenlerin de katılımıyla adeta bir askeri birliğe dönüşmüştü... Sivas'tan, Maraş'tan gelip Abu Şapsığ'ın çetesine katılan Çerkes delikanlılar bile vardı" 127
-"Cemal Paşa idaresindeki Suriye'de Çerkesler ayrılıkçı birçok ayaklanmanın bastırılmasında etkin rol üstlenmişlerdi. Şam'ın güneydoğusunda yer alan Jebel Düürüz sancağındaki Dürzi ayaklanmaları da Çerkeslerin müdahil olmasıyla biraz durulmuştu. Güney Lübnan'daki Dürzi köyleri ile Jebel Dürüz sancağı arasına bir bıçak gibi yerleştirilen 17 Çerkes köyü, Qunaitra kasabasıyla birlikte Dürzileri ikiye ayırmış, Şam rahat bir nefes alabilmişti./ Şam'daki kalabalık Çerkes mahalleleri, Jerash'a iskan edilen Çeçenler ve Amman'daki kalabalık Çerkes köyleri de dikkate alındığında bölgede dengeler Osmanlı Devleti'nin lehine değişmişti. Fakat Osmanlı orduları İngilizler karşısında varlık gösteremeyip bölgeden hızla çekilmeye başlamışlardı. Şimdi Amman'da, Golan'da, Şam'da ve Tiberia'da oturan Çerkeslerin bir karar vermesi gerekiyordu.../.../ Chataw İsmail... kararlıydılar, eğer Osmanlı Devleti buralardan çekiliyorsa Çerkesler de göçmeliydi onlarla birlikte. Ona göre, "Çerkes demek Osmanlı, Osmanlı demek ise Çerkes demekti. Saray'da ve Harem'de Türk'ten de Arnavut'tan da çok Çerkes vardı. Hele ordudaki paşalara ne demeli, bu kadar çok Çerkes paşa Mısır Memlüklülerinde bile olmamıştı!".../... son altı senesini Abu Şapsığ'ın peşinde... geçirmişti. Ne Şam'daki Arap milliyetçileri, ne Dürziler ne de Ermeniler onlardan yakalarını kurtarabilmişti. Devletin istikbali mevzubahis olduğunda Hızır gibi yetişmişlerdi her sancağa. Başarılarını takdir etmek isteyen Cemal Paşa, Abu Şapsığ ve adamlarına Şam'daki konağında ziyafet vermiş" 135, 136
-"Huduttan bir tek Bedevinin, Dürzinin geçmesine müsaade etmeyen Çerkes jandarmalar, Çerkes kaçakçıları ikramlar ile karşılayıp uğurluyorlardı" 138
-"Chataw İsmail... kendilerini bir anda ateş altında bulmuşlardı. Ateş kesilince karşıdan gelen bozuk şiveli Arapçadan bunların Çerkes olduğunu anlayıp, onlara Çerkesce bağırmıştı.../ Adamlar da kendilerine Çerkesce karşılık verilince onlara yanaşmış, silahlı adamlar birbirini görünce çok şaşırmışlardı... Chataw İsmail'in çerkeskasında Fransız bayrağı, onlarınkinde ise İngiliz bayrağı dikilmişti./ 1921 Ağustosu'nda İngiliz Çerkesler ile Fransız Çerkesler ilk kez bir araya gelmişti" 139
-"Kadınefendi... 1876'da böyle bir gemi ile gelmemiş miydi Abhazya'dan?.../.../ 1878... 93 Harbi bitmiş Abhazya da Rus orduları tarafından tamamen işgal edilmişti.../... Marşan Prensi Hasan Bey ve Adler Prensesi Fatima Aredba 93 Harbinde Ruslar tarafından katledilmişlerdi. Nazikeda on iki yaşında... yetim ve öksüz kalmıştı.../.../ Şehzade Vahideddin Kandilli Sarayı'nın bahçesinde gördüğü Nazikeda'ya aşık olmuş.../ Sultan Abdülmecid'den olma, Çerkes Gülistu Kadınefendi'den doğma bu şehzade 1861 senesinde İstanbul'da doğmuştu. Anne ve babasını küçük yaşlarında kaybedince, çocukluğunu Çerkes Şayeste Hanım'ın yanında ve ağabeyi II. Abdülhamid'in korumasında geçirmişti.../... 1885 tarihinde... nikahlanmıştı aşkı Marşan Emine Nazikeda'yla./ Marşan, üç kız çocuk vermişti Şehzade Vahideddin'e... 3 Temmuz 1918'de, elli yedi yaşında Osmanlı tahtına çıktığında, devlet çoktan yıkılmıştı aslında.../... Nazikeda, Osmanlı Devleti'nin son başkadınefendisi olarak tarihe geçeceğinden habersiz taşınmıştı saraya.../ Kadınefendi... bitişikteki Şehzade Seyfettin Efendi Konağı'nın onlarca adam tarafından yağmalandığını görebiliyordu. Üstelik bu soygun polis ve bekçilerin himayesinde gerçekleşiyordu./... 5 Mart 1924'ün bu soğuk gecesinde sanki sözleşmiş gibi herkse kör, herkes sağır olacaktı./... Kadınefendi çakmak gibi çakan gözleriyle ona, "Ey Şükrü Efendi, Halife'nin biçare haremini bu çakallara mı açıyorsun?" diye haykırıyordu.../ Ne de olsa bir emir eriydi ellisindeki bu bekçi, sonunda kendi elleriyle sarayın dış kapılarını açarak onları içeri almıştı.../.../... Kadınefendi... "Annem! Annemin mızıkası bu!" diyebilmişti sadece. Mızıka son bir çığlık atıp iki adamın elleri arasında parçalanmıştı.../.../ Halim ve Başkadınefendi 5 Mart 1924 gecesinde Feriye'nin üst salonunda karşı karşıyaydı artık. Biri Kafkasya'dan diğeri Rumeli'den kopmuş bu iki muhacir, Feriye'nin çatısı altında bir araya gelmişti.../.../ Halim, belki de hayatında ilk kez çektiği bir bıçağı kana bulamadan geri koymuştu belindeki kuşağa... Kadınefendi kuşağında sakladığı en kıymetli mücevherini nihayet düşürmüştü yere. Seneler önce Abhazya'dan ayrılırken annesinin ona verdiği gümüş kabzalı ufak kamaydı bu. "Önce Allah'a sonra bu kamaya emanetsin," demişti annesi.../ Adamların gölgesi Feriye'nin merdivenlerinde kaybolurken; bir asil Marşan, bir Nazik Eda yıkılmıştı can yoldaşı kamanın yanı başına" 145, 147-152
-"1985 Türkiyesi'nde yeni askeri darbe olmuş, nasıl soracaktın hiç tanımadığın birine Abaza mı, Adige misin diye?/.../ "Bendeniz kızım, Şubat 1913'te kalabalık bir Çerkes ailesinde geldim dünyaya... Babam... Wubıh... Annem... Abaza..."/.../... bu asilzade, Kainat Kraliçesi Keriman Halis Ece'dir./... meğer 1932 Dünya Güzeli, Keriman Halis'miş... senelerdir sanki bir inzivadaydı... kaç kişi biliyordu acaba... Çerkes olduğunu?/.../... usulca açmıştı tam yarım asır önce Çankaya'da mühürlenmiş eski bir hikayenin kapısını./.../ Aranan Türk milletinin ne kadar güzel bir ırk olduğunun dünyaya kanıtlayacak, milli şuur sahibi, güzel bir hanımefendiydi.../.../ "Kızım, biz cumhuriyetin tesisinden çok evvel çağdaş bir hayat sürerdik İstanbul'daki Çerkes taifesi içinde..."/.../ Atatürk... 3 Ağustos 1932'de Cumhuriyet gazetesine özel bir demeç vermişti... gazete kupürünü seslice okumaya başladı.../ "Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz... Kerima Ece... Bu güzel 'Türk kızımız', ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya... tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır./.../... Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin Dünya Güzeli intihap edilmiş... olmasını çok tabii buldum..."/... bu Kraliçe nasıl olur da bu demeçten sonra çıkıp diyebilirdi ben Türk değil, Çerkesim diye!/... nasıl olur da yeni Cumhuriyet bir Çerkes kızını kendini temsilen Belçika'ya gönderirdi?/.../ "Paris'teki davette kimler yoktu ki... Bizim Mısırlı Çerkes asilzadeleri o kadar sahiplenmişti beni, Kahire'de balo tertip etmişlerdi onuruma. Ceride'ye verdikleri davetiyede yazmasınlar mı: 'Çerkes Prensesi Kainat Güzeli Seçildi!' diye, bir fırtına koptu ki bundan sonra hiç sorma.../ Ben on sekizinde saf bir kraliçe, haberim yok olan bitenden, paldır küldür yarıda kesildi Avrupa seyahatimiz..."/ Bu yarışma sayesinde Cumhuriyet kendini güzellik alanında da ispatlamanın sevincini yaşıyordu adeta.../.../... Bir güzellik yarışması nasıl olmuştu da siyasetin ağzına sakız olup çıkmıştı bir anda.../ Ethem Bey bahanesiyle hain ilan edilmişken tüm bir Çerkes milleti... nasıl olmuş da bu kız Türkiye güzeli diye Belçika'ya gönderilmişti?/ Anlaşılan İstanbul doğumlu bir Müslüman kızın Türk olmama ihtimali kimsenin aklına gelmemişti. Her şey Kahire Sefiri'nin Ankara'ya çektiği acil başlıklı telgrafta gizliydi. Kahire Çerkes Cemiyeti'nin Keriman Halis onuruna düzenleyeceği balo ve davetiyede vurgulanan "Çerkes Prensesi" ifadeleri Çankaya'yı tedirgin etmeye yetmişti./ Keriman Halis alelacele çıkarılmıştı huzura.../... ne olup bitmişti Çankaya'da kapılar ardında. Keriman Hanım derin bir nefes alsa da konuşmamış, yutkunup sükut etmeyi tercih etmişti son anda./.../ Önce bu muhteşem netice sebebiyle övgü ve takdirlere mazhar olmuş, ardından buz kesmiş olmalıydı Çankaya. On sekizinde genç bir Kraliçe Keriman, "Emredersiniz Efendim!" demekten başka ne diyebilirdi ki onun huzurunda. Hayatının sonuna kadar "Ece" soyismiyle bir Türk kızını oynayacak ve siyaseti millye sebebiyle reddedecekti Çerkesliğini.../ Peki, hangi "milli sır" ilelebet gizli kalabilirdi ki? Cumhuriyet'in ilk ve tek Kainat Kraliçesi bir nevi müebbet hapse çarptırılmayı hak edecek hangi suçu işlemişti?" 157-166
-"Buradan Karadeniz'e kadar tüm köyler Çerkesmiş!... bunların Müslümanlığı dahi şüpheliydi!... Dinsizliğin tüm memleketi kavurduğu 1939 Türkiyesi'nde ben de vazife aşkıyla gelmiştim işte bu Çerkes köyüne./... "... Çerkes köylerinde kaz ne yetiştirilir, ne de yenir," demişti./.../... Az mı çektim Pontus dönmelerinden, Laz ve Gürcülerden, hele o Hemşinli Ermenilerden!/.../... Belli ki elleri açık... bir milletti bu Çerkesler, lakin aşçılıktan pek anlamıyorlardı.../.../ Meğer bu iki göz oda köyün misafir eviymiş... evin isminin "Haçeş" olduğunu söylemişti.../.../... başladım ilk vaazımı vermeye. "Ya cemaat, Ümmeti bölmeyin..."... hala aralarında o acaip Moskof dilini konuşuyorlardı. "Ya cemaat! Mübarekler... Yeter artık cami içinde bu kefere dilini kullanmayın!... günah... Allah'ın gazabını bu köye çekmeyin!" demiştim gözlerinin içine bakarak./.../ "Kefere dili ya! Şu Moskof lisanı ile camide konuşanın vallahi de, billahi de tallahi de namazı kabul olmaz! Benden söylemesi..." Onlar bana şaşırmış halde bakarken... devam etmiştim. "Siz İslam memleketine hicret ettiniz, Halife Efendimiz size topraklarını açtı... siz hala Moskof dilinde ısrar edersiniz. Olmaz ya cemaat olmaz! Nifak sokmayın bu ümmete... bundan sonra camide ya Türkçe konuşun ya da susun!" demiştim.../ Aslında konuyla alakalı ne bir ayet ne de bir hadis vardı, benim kafam da bu mevzuda hayli karışıktı, lakin devrin siyaseti gereği ben vazifemi icra edecektim.../... devletimizin istikbali uğruna böldürmeyecektim ümmeti!.../.../... Tsey Adnan:/ "... Çerkesceyi de diğer tüm dilleri de Allah yaratmadı mı? Çerkesce konuşmak günah ise, zamanında Halife Efendimiz neden bir fetva vermedi...".../ "... sen kim oluyorsun da... bizim dilimizi kefere dili ilan ediyorsun?" diye bana çıkışmıştı aklınca./.../ "Tsey Adnan, sen... cahil birisin... Halife Hazretleri... ehemmiyetini bilseydi emin ol bir fetva verirdi, ihtimal bu yüzden koca Devlet-i Osmani'ye çöktü gitti," demiştim./... Tsey Adnan, münakaşaya devam etmeden sallayıp başını yürümeye devam etmişti./.../... Çerkeslerin Müslümanlığından ben de şüphe etmeye başlamıştım./... çıkışmıştım: "Ya cemaat, siz nasıl Müslümansınız? Kızlarınız namahrem adamların arasında raks ederken sen kıldığın namaz kabul mu olacak sanırsın?...".../.../... onları ıslah etmeye karar vermiştim!... bunlar hakikaten zıvanadan çıkmış bir milletti.../.../... Altı ay sonunda tüm cemaat mescitte o kefere dilinde konuşmayı bırakmış, gelmişti hizaya.../.../ "... Dedelerimiz buraya geldiğinde buralar hep bataklık ve sazlıkmış sıtmadan bir senede gelenlerin yarısı kırılmış..."/.../ Kulaklarıma inanamıyordum, sırf Çerkes olmadığım için köylerinden arsa alıp yerleşmeme karşıydılar. Hangi devirdeydik, bunlar hala başımızda Halife Sultan Efendimiz mi var sanıyorlardı!.../.../ "Tsey Adnan, hak hukuk demeden at koşturduğunuz günler eskide kaldı. Artık jandarma var, kaymakam var, hükümet var, hepsinden de öte İstiklal Mahkemesi var ki sallandırıverirler ipin ucunda..." demiştim./.../... ben artık eski İmam Dursun değildim; abim, yeğenlerim ve deli dayım ile ensesi kalın bir Ofluydum... evimiz hazırdı./.../... hutbede esip durmuştum... Çerkeslerin cahiliyeden kalma tüm adetlerinin altından girip üstünden çıkacaktım... aynı konuyu işleyecektim. Ta ki tüm köy bu Çerkeslik sevdasından boşanana kadar.../.../... komşu kızıyla evlenmiştim bir solukta... ilk kez bir yabancıya kız veriyorlardı yetmiş sene sonunda./.../... kız vermeyen Çerkesler ya göçüp gittiler ya da kayboldular aramızda. Şimdi köyün yarısı bizim Karadenizlilerle doludur.../ "Devletimiz sağolsun, sonunda bu Çerkes köylerinin tam ortasına dikti kale gibi karakolu.../ Saltanat bu topraklardan göçeli hissederdin ensende her daim askerin soğuk nefesini. Zordu elbet ıslah etmek bu Çerkes milletini; komutan bir yandan, öğretmen bir yandan çekip çevirdik dillerini, adetlerini./ .../ Oflu Dursun deyip sen de hafife alma sakın bizi; ne komutan ne öğretmen hiçbiri beceremedi imamların bunlara ettiğini..."..." 170, 172-174, 176-179, 182-187
-"Küçük kız... kara tahtanın önünde bir saattir tek ayak üstünde bekliyordu... bu kabus gününü hiç unutmadı./... Guru abidesi Goşe sınıfın önünde ağlayıp da öğretmen karşısında mağlubiyeti kabul etmemişti./ Sabiha öğretmen, tayin olduğu bu okulda devrim nesilleri yetiştirebilmek için aşkla, şevkle çalışıyordu. 1948 Türkiyesi'nde herkes Türkçe konuşacaktı!.../... sınıfta da okulun bahçesinde de Türkçe dışında bir dil konuşulmasını yasaklayarak işe başlamıştı. Kim ki arkadaşını gelip ihbar ederse lokumu kapacak, Çerkesçe konuşan da kızılcık sopasını yiyecekti./ Sabiha öğretmen, çocuklar onu anlamadığında hemen sinirlenip "Ethem'in Dölleri," diye bağıran bir ideolojinin kasabadaki temsilcisiydi... Cumhuriyete iman etmiş Sabiha'ya göre muasır medeniyetler seviyesine bu ilkel dillerle ulaşılamazdı. Ona göre Çerkesçe de ilkel bir dildi, onu konuşan Çerkesler ise öye ilkel bir milletti ki mutlaka devşirilmeleri gerekmekteydi./ Sabiha öğretmen henüz on ikiş senedir bir soyadı sahibiydi fakat karşısında en az iki bin senedir soyadı taşıyan bu ilkelleri çağdaşlaştırma derdine düşmüştü.../.../ Goşe... tüm sınıfın önünde altına kaçırmıştı.../... Artık Havza'sa da kalamazdı, koşa koşa köyüne dönmüştü./ Ekim 1948'de bir daha ayrılmamak üzere kendini köyüne hapsetmişti.../.../... İpek okula her sabah dedeleri ile gelen arkadaşlarını gördükçe içindeki boşluğun artık onu acıtmaya başladığını da fark etmişti./ Oysa o kadar çok isterdi ki pamuk gibi bir anneannenin kollarında hikayelerin en güzelini dinlemeyi.../... İpek akrabaları ile tanışmak istiyordu, dedesi ve anneannesini ondan daha fazla nasıl saklayabilirdi ki?/ iyi de yedi sene önce onlara bir not bırakıp kaçtığı baba ocağına hangi yüzle dönecekti. Annesi; "Vermem seni o öğretmene, ölürüm de vermem!" dediğinde, aşkı uğruna her şeyi göze alıp kaçan bu deli kız nasıl olup da geri dönecekti?... nasıl diyecekti "affet beni, haklıydın anne...".../.../... Setenay annesini hatırlamıştı yine. Hatırlamak da laf mı, zaten hep aklındaydı Goşe.../.../... Setenay: "Şuaşe, deriz biz bu kıyafete," demişti. Şuaşe... İpek tekrar etmeye çalışıyordu ilk kez duyduğu bu kelimeyi. "Biz kimiz anne?" deyivermişti bir anda annesine. Setenay... "Çerkesiz kızım..." dersin, deyip çıkmışlardı birlikte evden./.../... "... benim de bir dayım varmış," diye sevinçle Sinan'ın boynuna sarılmıştı İpek./... Sinan: "Seni bugün anneannene götüreceğim, benimle gelmek ister misin?" dediğinde, dünyalar İpek'in olmuştu sanki.../.../... anneannesinin evine yanaşmışlardı... beyaz tek katlı bir evdi burası.../.../ Goşe... "Ben, benim senin anneannen," diyememişti bir anda.../.../... Sinan ona anneannesinin Türkçe bilmediğini söylediğinde İpek şaşırmış, "Anneannem dilsiz mi?" diye sormuştu" 189-194, 197-199
-"Devlet-i Ali, bir bildiği olsa gerek, doksan küsur Çerkes köyü kurdurmuştu Uzunyayla denen Anadolu eşiğinde. "Benizleri sarı, yedikleri darı, giydikleri deri istemezuk al gayrı," diye İstanbul'a şikayetler yağsa da saray bildiğini okuyup devam etmişti onları bu bozkıra yerleştirmeye... Düşman dayanınca kapıya, erkeklerin çoğu da asker, jandarma olup düşmüştü harp yollarına. Hacı dedesi de Hamidiye Alayları'nda bir çavuştu ki köylü onu Sultan Hamid'den daha çok sayardı./ Hacı dedesi bir gün elindeki kamayla toprağa kaba bir harita çizip göstermişti ona nerede yaşadıklarını. İki büyük taş koyup toprağa, Kuzeydekine Yıldızeli, güneydekine de Göksun kasabası demişti. İkisinin ortasına çakıl taşları dizmiş, boylu boyunca bir set yapmıştı adeta. Yüzden fazla küçük taş yan yana kenetlenmişti iki büyük taş arasında. Dedesi ona dönüp, "İyi bak, bu iki büyük taşın arasındaki küçük taşlar Çerkes köyleridir ki, Sultan Abdülaziz bizi Anadolu kapısını tutalım diye oturtmuştur buraya. Bu taşlar yerinden oynamadan da Anadolu'ya giremez hiçbir düşman," demiş, vermişti çakıl taşlarını ona. Dedesine dair birçok şeyi unutmuş olsa da bu taşları her daim hatırlar saklardı dolabın köşesinde./.../... Thamade, "Sen nasıl bir Çerkessin! Sülalene yakışır mı köle çocuklarıyla gezip tozmak..." diye kızmıştı./.../ Dedesi... "Sizi gidi köle tohumları! Asil bir Çerkes ile oynamak sizin ne haddinize..." demişti kendi kendine./.../... Anadolu'nun diğer Çerkes köylerinde de fazlasıyla köle sülaleleri vardı.../... 1864'te Kafkasya'dan sürüldüklerinde getirmişlerdi bu köleleri peşlerinde... Ne şeyhülislam fetvaları ne kanunnameler, hiçbiri köleliği kaldıramamış. Cumhuriyet ise topyekun tüm Çerkesleri yok saymıştı. Arşivlerde Çerkes köle ticaretinin 1909'de Sultan Reşat fermanı ile yasaklandığı yazsa da takvim yaprakları 1959'u gösterdiğinde kölelik Uzunyayla'nın bazı köylerinde hala kaldırılamamıştı./... Köleydiler işte, dedesine sorsan Çerkes bile değildi bunlar. Babası ise, "Çerkesler ama bizim gibi asil değiller," derdi.../... Köylerde de Aziziye'de de durum aynıydı, asiller düğün dernek gezer, köleler görürdü her bir işi.../.../ "... Demirci'nin köleleri... köyü terk edip gitmişler... Demirci utancından evinden çıkamıyor," deyivermişti ona./... başlamıştı konuşmaya: "Kaçmışlar mı? Nereye gideceklermiş, kim bakar onlara. Bu köydeki rahatı hangi fabrika köşesinde bulacaklar acaba?"... "... Sultan Hamid'in yıkamadığı köleliği, ihtimal İstanbul'un fabrikaları yıkacak..." deyip.../ Canları sıkılmıştı, zira köleler ekip biçiyordu tarlaları, onlar güdüyordu davarları, koşuyordu tüm kısrakları. Köle diye hor gördükleri söylüyordu woredleri, çalıyordu pşinenin en hasını.../... Tek gördüğü, hocanın karşısına diz üstü oturmuş huşu ile vaazı dinleyen Kel Musa'nın ta kendisiydi./... omuzlarından tuttuğu gibi başlamıştı onu camide sürüklemeye. "Köle Musa, kırk yaşına geldin hala yerini öğrenemedin mi bu köyde? beylerin, asillerin oturduğu bu ön safta oturmak senin ne haddine!..." diye... onu en arka saflara doğru sürüklüyordu. Zavallı Musa... neye uğradığını şaşırmış.../... çoktan göz göze gelmişti ikinci kattan onu izleyen oğluyla... Camide bir kişi kalkıp da karşı çıkmamıştı bu thamadenin babasına yaptıklarına./.../... Musa, bu camiden cansız bedeninin çıkacağını bilse de ayağa kalkmış, bakıyordu etrafını saran bu Adige ve Abazalara!... "Haynape..." diyordu cemaat ihtimal Kel Musa'nın be beye diklenişine!.../.../... Kel Musa, kırk senelik köleliğinden azat etmişti artık kendini, kalabalık ailesini de alıp çıkmıştı Kayseri yoluna./.../... selamlıyordu Haydarpaşa'da yeni hayatını" 202-209
-"Maraş biberlerinden de bolca atmıştı.../.../... Eşikte kusan iri yarı adam ise kalkmış kızların yattığı odanın kapısını zorluyordu.../.../... annelik duygum beni ayyaşlarla dolu o eve geri sokmaya yetmişti./.../... elimdeki satırı adamın sırtına sapladığımda koca adam oracıkta yere serilmişti.../.../ Altı sene sonra... sanki öz anneleri gibi sarılmışlardı.../ Sabaha karşı Osmaniye'nin bu dar sokaklarında nereye gittiğimizi bilmeden koşuyorduk.../.../... meraklı kadına Çerkes olduğumu ve dayımların yanına gitmemiz gerektiğini söyledim.../ Kadın, "Çerkez, bu halde Adana'ya varsanız da... hepinizi dağa kaldırırlar..." demişti.../.../... elinde bir kumaş yanıma gelmişti, kara çarşaftı bu kumaş, "Çerkez, genç güzel bir kadınsın sen de bunu giy, yolda da kimse ile konuşmadan Adana istasyonuna gidin..." deyip geçirmişti çarşafı bana./... Önce Allah'a sonra da bu satıra emanettik 1964'ün Adanası'nda.../ Kadın... minibüse bindirmişti bizi.../... gidecek hiçbir yerim yoktu benim./.../ İlk ve aslında son sevdiğimdi Aslan... Ama Aslan köle sülalesindendi.../.../ Biz ise asil bir sülaleden geliyorduk... Babam... bir köleye kaçmam söz konusu olduğunda beni üç öküze hiç tanımadığı bir adama nikahlayıvermişti.../.../ Anneme yalvardım... O yine susmayı tercih etti... "gelinlik" yapmaya devam etmişti.../ Sonunda Aslan'dan haber gelmişti... kaçıracaktı beni... ortalık kan gölüne dönerdi... Reddettim... istetin beni dedim.../ Belli ki Hamdi Amca bizim eve gelip aşağılanmaktansa gelmemeyi tercih etmişti... babam... Köydeki karakol komutanının Osmaniye'de oturan bir akrabasına beni bir anda nikahlamıştı./ Ablalarım bile kasabaya gelin gidiyorum diye neredeyse beni kıskanacaklardı!.../.../... tek duyduğum; "Sakın sülalemize leke sürecek bir şeyle karşıma çıkma!" olmuştu./... Karakol komutanı bizim ailemizi temsilen beni Osmaniye'ye kadar getirmişti.../... beni ilk eşi vefat etmiş, üç kızı ile birlikte kalan ayyaş bir adamla nikahlamışlardı!/.../... o öksüz kızların hatırına çektim altı sene bu sarhoşun kahrını... 1964 kışına varmıştık. Artık sadece sarhoş olmuyor eve de meyhanede tanıştığı it kopuk ne varsa toplayıp getiriyordu. Kızları bu adamın merhemetine bırakamazdım, kabullenmiştim onlara "analık" yapmayı. Çerkez Ana aşağı.../ Kölelik işte bırakmadı peşimi.../ Neredeyse iki sene olacaktı, kapı çalınmıştı bir gün. Açtım ki karşımda... babam duruyordu.../... babam, "Kızım, Nesime isminde bir gelin arıyorum, bu evde mi kalıyor?" diye sormasın mı! Babamı daha önce hiç bu kadar şaşırmış halde görmemiştim... elini öpüp, sarılmıştım sıkıca.../ İki sene sonra ilk kez Çerkesce konuşuyordum" 212-220
-"1970'in karlı soğuk mu soğuk bir Şubat sabahıydı. Tekirdağ yolu üzerinde zincirleme trafik kazası olmuş, yol da bu yüzden kapanmıştı.../.../... doksanlı yaşlarda uzun boylu zayıf bir adamı tutarak anneannemin yanına getirmişti./ Anneannem onu görünce: 'Çerkes Beyim!' diye bağırarak arabadan inmiş, ayakta zor duran bu yaşlı adamın ellerine sarılmıştı.../ Araksi, 1910 senesinde Sivas'ın Yıldızeli kasabasına bağlı bir Ermeni köyünde üç çocuklu bir evde dünyaya gelmişti. Beş yaşına geldiğinde köylerini terk etmek üzere toplanmışlardı ki köy büyük bir kıyıma uğramıştı. Annesi can havliyle onu nasıl kurtaracağını bilememiş, sonunda mutfaktaki küçük toprak sobanın içine sokmuştu onu./.../ Araksi'nin ailesi ile alakalı hatırladığı son şey annesinin onu zorla o sobaya soktuğu anmış.../ Bir müddet sonra sobanın kapağı açılmış. Araksi, annesinin onu almaya geldiğini düşünerek çıkmak istemiş, oysa karanlıkta tek seçebildiği yabancı bir çift yeşil gözmüş. Bir tereddütten sonra kapak sertçe yüzüne kapanmış Araksi'nin. Ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş ki aniden tekrar açılmış kapak; bu sefer bir el onu sobadan çıkarttığı gibi atının terkisine atmış.../.../... uyandığında ise kendini yine bir sobanın yanında, fakat başka bir ailenin içinde bulmuş.../ Burası, Çerkes Beyim dediği onu ölümden kurtaran ikinci babasının eviymiş. Araksi, Uzunyayla'da bir Çerkes köyünde ve artık güvendeymiş. Ailesini kaybettikten sonra Çerkes Bey'i ve Nan ona sahip çıkıp bu yetim kızı büyütmüşler. On bir sene kalmış Çerkeslerin arasında Uzunyayla'da; Çerkesçe ise artık ana dili olmuş Araksi'nin.../... 1915'in Anadolusu kavruladursun bu yetim Ermeni kızı belki de olabileceği en güvenli yerde boy atmış.../ Bir sabah Çerkes Beyi Araksi'yi karşısına alıp ona, "Araksi, kızım biliyorsun sen Ermenisin, bize ait değilsin, seneler önce seni bulduğumda kendime bir söz vermiştim, büyüdüğünde seni İstanbul'a götürecek ve akrabalarına teslim edecektim, artık vakit geldi, hazırlan," deyip.../ Araksi bir kabus görürcesine, Çerkes Beyi'nin dizlerine kapanıp, ağlamış, yalvarmış, lakin ne dediyse de onu ikna edememiş. "Nan beni yollama buradan, ne olur Nan birşeyler söyle!" diye analığına koşmuş.../ Çerkes Beyi bu, dinler mi kimseyi, o kendine verdiği sözü tutmak için başlamış hazırlıklara. 1926'nın baharında İstanbul'a doğru yola çıkmışlar. Araksi evden ayrılışını, kardeşlerinden ve Nan'dan koparılışını hiçbir zaman unutamamış, senelerce Nan'dan duyduğu şarkıları sayıklayıp durmuş./... bir zabit onları Kadıköy'de bulunan Surp Ermeni Kilisesi'nin kapısına getirip bırakmış. Çerkes Beyi en iyisinin Araksi'yi bir kiliseye emanet etmek olduğuna inanmış ki son çare çalmış büyük kapıyı./.../... yaşı büyük olduğu için Yetimhane'den çıkartılıp, İstanbul'un seçkin bir Ermeni ailesine gelin olarak verilmişti. Araksi yeni dahil olduğu bu Ermeni cemaati içerisinde, artık müreffeh bir şekilde sürdürecekti kalan hayatını./.../ 1970'in bu karlı gününde kaza yapan araçlar Araksi ile Çerkes Beyi'ni son bir kez daha bir araya getirmişti.../.../ Çerkes Beyi, titreyen bir sesle, "Bende bir emanetin var kızım, onu sana vermeden Allah benim canımı almayacak," demişti... yaşlı Çerkes başlamıştı konuşmaya:/ "Araksi, kızım iyi dinle beni. Sana vereceğim emanetim aslında en büyük sırrımdır. Seneler önce seni kurtardığım o köyde babanı ve anneni ben..."/ "Babam Sus! Ne olur sus! Sus..."/ "Araksi kızım! Affet beni, affet..."" 224-229
-"Nan, altmış yaşlarına dayanmıştı çoktan, on yaşında kaybettiğim babamdan sonra evden de köyden de uzaklaşmıştım aslında. Celal Amcam beni alıp İstanbul'a getirdiğinde hiç aklımda yoktu asker olmak.../ Türkçeyi öğrenebilmek uğruna yediğim dayakları hiç unutmam... Üsküdar'da Selimiye Kışlası'nı gören iki katlı küçük bir evde iki buçuk sene geçirmiştim. Amcam, Türkçeyi öğrenebilmem için benimle hiçbir zaman Çerkesçe konuşmamıştı. Beni Sancaklı'dan çıkarttığında bana dönüp: "Kemal iyi dinle, bundan sonra Çerkesçeyi unutacak ve Türkçeyi iyice öğreneceksin, başka şansın yok!" demiş bir daha da benimle asla Çerkesçe konuşmamıştı./ Ah amcam nur içinde yat, sen olmasaydın ben ne bir asker olabilir ne de ülkeme hizmet edebilirdim.../... O da geldiğinde benim gibi Türkçe bilmiyormuş, çok zorluk çekmiş olmalı ki Çerkesçeden de Çerkeslik'ten de istifa etmişti adeta./.../ Celal Amcam, Vehbi Amca'nın tanıdıkları vasıtasıyla beni Deniz Harp Okulu'na yazdırmayı başarmıştı... Vehbi Amca... "... bir Kafkas Türkü olarak askerlik mesleğinde muvaffak olmak istiyorsan tarihimizdeki büyük şahsiyetleri örnek almalı... Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" demişti./ Haklıydı Vehbi Amca, ben bir Kafkas Türküydüm... Türkçeyi sonradan öğrenmiş bir Türk olmak kafamı karıştırıyor olsa da tarih öğretmeni olan Vehbi Amca'dan daha iyi bilecek değildim ya! Demek ki Çarşamba'dakiler yanlış biliyorlardı, biz Çerkes değil aslında Kafkas Türküydük... Artık içim rahatlamıştı, "Çerkes" kelimesini bir daha anmamak üzere o küçük bahçeye gömüp çıkmıştım bir uzun sefere.../.../... Yedi senedir görmediğim annem mezuniyet törenime gelecekti.../.../ Celal Amcam yol boyu onları uyarmıştı, Çakır Mehmet'ten başkası ağzını açıp konuşmayacaktı Harp Okulu'nda... anneme: "Yasak, Çerkesçe konuşmak Yasak! Vallahi Kemal'i atarlar okuldan..." diye tembihlemişti... nihayet kavuşacaktım hasretle yolunu gözlediğim anama./.../ Zavallı anam bana kavuşmanın heyecanı ile amcamın telkinlerini unutmuş olsa gerek bana dönüp Çerkesçe... (Ne diyorsun oğlum anlamıyorum seni. Canım oğlum... güzel konuş oğlum...) demesin mi! Dokuz sene sonra ilk kez Çerkesçe duyuyordum, tüylerim diken diken olmuştu bir anda. O an amcam... dik dik bakıyordu bana.../... amcam müsaade etmemişti iki çift laf etmemize./ Nan benden bir cevap alamamıştı... inkilap tarihi hocamız Tonguç Albay... "Beni ailenle tanıştırmayacak mısın Kemal?" dediğinde... Celal Amcam karışmıştı lafa: "... ben Kemal'in amcası Celal... sayenizde bu öksüz çocuk devletine hayırlı bir asker oldu..." deyip eline sarılmıştı./ Tonguç Albay onun iltifatları karşısında mest olmuş bir şekilde, "... ellerinden öpmek isterim," deyip bir anda ellerine sarılmıştı annemin./... ellerinden öpmüştü... amcam sertçe annemin kolundan çekip lafa girmişti:/ "Komutanım Kemal'in annesi dilsiz, konuşamaz!"/.../... Amcamın bu lafı bana da dokunmuştu ama ona hak verip susmuştum komutanın yanında 1956 baharında.../ "Ah Nan, ne vardı bir iki kelime Türkçe bilseydin de beni orada mahcup etmeseydin,yüzümü düşürmeseydin komutanlarımın arasında," diyerek annemi kalabalık meydandan hızla çıkartıp çekmiştim ıssız bir ağacın altına. Kimselerin etrafımızda olmadığından emin olduğumda... hasret gidermiştim... yedi sene sonra ilk kez bu yasak dili konuşuyordum, ne kadar da özlemiştim aslında.../.../... kokusunu alıyordum iste kurutulmuş Çerkes peynirinin; bir büyük günah işlercesine gizlice yemiştik onu harp okulunun kuytusunda.../ Nan, 1908 kışında Çarşamba'da ama başka bir köyde dünyaya gelmiş, kimsesiz kalınca büyütmüş birileri, sonrasını bilmem, nasılsa gelmiş işte bizim köye... Kemikliçınar'da herkes ona Mana derdi. Zaten köydeki kadınların çoğunun ismi böyle acaip isimlerdi... nüfus cüzdanı çıkartması gerektiğinde nüfus memurları, "Mana diye isim mi olurmuş," deyip, Macide ismini vermişler ona. Bir de torbadan çektikleri soyadı ile bir kimlik sahibi olmuştu o da. Annem Macide Öztürk ancak 1938'de Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna kaydolmuş, olmuştu halis muhlis bir Türk!/... 1938'in kışında ben gelmiştim dünyaya... nüfus memuru, "Kemal olsun," deyip uzatmıştı kimliğimi babama.../.../ Mezuniyetten dört sene sonra Vehbi Amca beni yeğeni Seval ile evlendirmeye karar vermişti... kıracak değildim ya!.../... Kemikliçınar derdik... hükümet bu ismi silip, Sancaklı demişti köyümüze./.../... artık doya doya Çerkesçe konuşabiliyordum anamla.../ Şu anadil ne ilginç şeymiş, kaç sene konuşmasam da bir başlayınca ardı geliyormuş rahatça.../ Annem, "Oğlum söyle, nereli benim gelinim?" dediğinde... Çerkes mi değil mi onun derdindeydiler aslında... "... Mersinliler," demiştim usulca. Annem hiç istifini bozmadan, "Mersin'de Çerkes olduğunu bilmiyorduk," deyip koyulmuştu şıps-pastayı yapmaya./.../... ne annem ne de eşim alışamadılar, anlaşamadılar aslında.../... 1974'ün soğuk Ankara sabahında ablamdan gelen telgraf... Nan çok hastaydı... Samsun Devlet Hastanesi'ne kaldırmışlardı.../... Onları alıp hemen Ankara'daki askeri hastaneye gitmeye karar verdim; devletin asker ailelerine sunduğu bu imkandan annem de bir kez olsun faydalansın istemiştim./.../... "... İyi bir asker oldum ama bir oğul olamadım be sana..." demiştim.../ Ankara'da müşahade altına almışlardı annemi, neredeyse on gündür ağzını açıp da tek kelime etmemişti... hemşire... "... Anneniz tüm gece hiç susmadan saatlerce konuştu durdu, odadaki tüm hastalar rahatsız oldu, doktorlara da şikayet ettiler," diye söylenmişti.../... neden şikayet ettiklerini anlayamamıştık. Hemşire, "Komutanım, anneniz yabancı bir dil konuşuyor anlamıyoruz," diyordu ki... "Annem Çerkes, dert etmeyin, şimdi ablalarım söyler size ne istediğini," demiştim./.../ Nan konuşuyordu, birşeyler anlatıyordu ama biz de anlamamıştık onun konuşmasından.../ Hemşire, "Komutanım, yaşlı hastalarda sıkça rastlanan bir durum bu. Ölüm anı yaklaşınca hastalar çocukluk günlerine gider ve o günlerde konuştukları dilde konuşmaya başlarlar..." diye çıkışmıştı bize./.../ Başhemşire yüksek sesle:/ "Şikayet var komutanım!/ Rumca konuşan annenizi hastanemizden derhal almanız gerekiyor!" demişti" 231-241
-"... sanki neyimize yetmiyordu ki Cemilbey'in çorağı... 69 baharında biz de köyde ne varsa satıp göçtük Çorum'un bu kuytusuna.../... bir de altmış yaşından sonra Türkçe öğrendim bu Alevi karıların arasında! mahallede bir Çerkes yoktu ki iki laf edesin.../.../... Kim bulursa bir çuval un yoğurup kızartırdı bişileri, yerdik hep bir arada. Bizim Şelame dediğimize onlar bişi derler, işte ancak o kadar fark vardı aslında aramızda.../... iki teker Çerkes peynirini görünce misafir çıkınında, mal bulmuş gibi sevinirdik vallaha.../.../... karılar Haluj Hala dediler bana.../... Bir tek ablam vardı, on iki yaşındaydı kaçırıldığında, kayboldu gitti bir anda.../... ablam aslında bir beslemeydi yanımızda... Bilmem ki Çerkes mi, Alevi mi yoksa Ermeni miydi?... Harb-i Umumi zamanı etraf geçilmezdi ki bu yetimlerden.../ Bizim Çerkeslerde ise hiç anlamazdın zaten kim öz kim besleme diye!... sanki hepimiz besleme gibiydik aynı damın altında.../.../... Bilirim kimin kaçırıp, kaç paraya sattığını lakin anlatmam, yeminliyim işte... en iyiisi Allah'a havale etmek herkesi.../... ben de anlatmasam kimse bahsetmez sana seksende ne oldu bu Çorum'da./ Biz 69'dan 78'e kadar kaldık Milönü'de... Çorm sakindi, lakin yetmiş yedi kışında semaver misali başladı ortalık fokurdamaya. Biz Milönü'ye taşındığımızda başka Sünni aileler de vardı ama ne oldu anlamadık, varı yoğu satıp çıkmaya başladılar birbiri ardına.../ Hiç aklımıza gelmezdi bizim de bir gün buradan ayrılacağımız, benim saf oğlan uyup bi itin aklına satıverdi evi bi anda!... Neymiş Çorum çok karışmış, millet birbirini boğazlıyormuş! Bu halde biizim ne işimiz varmış Alevilerin arasında!/... sonunda biz de göçtük Milönü'den usulca.../.../ İki sene geçmek bilmedi... tüm Çorum öyle bir karıştı ki... adamlar dahi sokağa çıkamaz oldu... sanki geri geldi Harb-i Umumi günleri.../.../... ben 1909 doğumlu bir kocakarıyım.../.../ Yavrum eğer benim anam da Cennetlik değilse inan kimse girmez oraya... Biz Harb-i Umumi devam ederken göçtük buraya, babam bizi Cemilbey'e yerleştirip çıkmıştı adamlarla dağa. Askere gidecek değildi ya kırk beş yaşında!.../ Bir sabah... benim ahretlik... yanında iki Alevi karı daha çıkıp gelmişler bana.../.../ Seksen kışı elbet zor geçti... Esas fırtına Temmuz sıcağında koptu... Salih eve girdi bağırarak... 'Alaaddin Camii bombalandı!..." diye haykırıyor.../.../... On yedi yaşındaydı Salih, karıştı mahallenin serserilerine çıkıp gitti belinde koca silah, memleket kurtarma hevesine!/... Babama sorsan o da memleketi kurtarıyordu sırtında tüfek Ermeni eşkiyaların arasında.../ ona bu tüfeği verip sırtını sıvazlayanlar, işleri bitince babamı da vurmaya kalktılar şu Kırklar Dağı'nda. Ya... Sadece babam mı, civar Çerkes köylerinden nice adamlar da silahlanıp kalkmıştı memleketi kurtarmaya. Ne oldu bilir misin? 'Hain' deyip Kırkdilim uçurumlarına attılar cesetlerini.../.../... sonra duyduk ki bombalanmamış Alaaddin Camii, iftiraymış tüm haberler... Çorum'da öldürülenler çoktan elli olmuştu... Akşama doğru... benim ahretlik çıkıp gelmiş beni görmeye... perişan bir halde.../ Meğer bunun köyden okumaya gelen yeğenini bizim Salih yakalamış tutuyormuş bir yerde.../ Mecbur söz verdim, bakıp bulacağız Hasan'ı dedim... yazıp adresi de tutuşturdu elime, meğer nerede olduklarını da biliyorlarmış ikisinin de... benim oğlan gelince eve, anlattım tüm olan biteni ama ikna edemedim oraya gitmeye. Bir de kalkıp bana, 'Memleketi kurtarıyorlar, bırak biraz askercilik oynasın!' demesin mi.../.../ Kılıç artıklarından sonra şimdi de sıra Alevilere mi geldi! Daha bir asır olmuş bu topraklara yerleşeli, askere alet olup sen de dedenler gibi itip kakacak mısın buradaki kadim milletleri!.../ Neyse sora sora sonunda dayandım o metruk binaya... açtı nursuzun biri kapıyı!.../.../ Bizim bağrışmalarımızı duymuş olacak, geldi benim Salihim belinde tabanca, sanırsın Gazi Paşa var karşında!... 'Nenej gelemem, memleket bizden vazife bekler,' demesin mi!... 'Sana mı kaldı memleketi kurtarmak a Çerkes,' deyip çektim kolundan.../.../... elim boş döndüm eve.../ Alamadım ellerinden Hasan'ı... Asker ihtilal yapıncaya kadar olaylar bir türlü bitmedi.../ Asker, eliyle koymuş gibi yakaladı tüm iti kopuğu, bizim saf Salih'i de attılar hapse tabi... dört sene yattı Ankara'da... Hasan'a ne oldu inan utancımdan gidip soramadım ahretliğime.../.../ Sana da garip gelmedi mi evdeki besleme kız kaçırıldı diye anamın verem olup ölmesi.../ Yoksa besleme bildiğim ablam öz, ben miydim besleme o evde?" 243-251
-"Boğaz'a tepeden bakan bu Aşiyan Mezarlığı'nın sırtları.../.../... 2012'nin Mayıs güneşi.../.../... "Aslında annem Çerkes babam Abaza...".../.../... artık bank sadece Ethem'i değil, Janserey'i de ağırlıyordu" 253-255
-"Nevval, Şam'a gelin geldiğinde on yedi yaşındaydı... Dokuz senedir Şam'da yaşıyordu... Arapça öğreneceğine onlara Çerkesçe kelimeler öğretmeyi başarmış muzip bir kadındı.../ Eşi Fuad Bey ise ağır başlı, efendi bir adamdı; Ezher'de edebiyat okuyup Şam'a geri dönmüş Quneitralı bir Kabardey'di. Maarif Nezareti'nde müfettiş yardımcılığına kadar yükselmiş işine aşık bir eğitimciydi. Yazları Quneitra!da geçirir, Arapça bir kelime dahi bilmeyen bu Çerkes kızlarına Kur'an öğretmeye çalışırdı. Son derslerden birinde ise Nevval'i görüp tutulmuştu bu haylaz kıza.../... cami de bir anda karışmıştı; birbiri ardına patlayan silahlar ise avluyu çoktan kana bulamıştı./.../ Nevval hiç durmadan koşup Hamidiye çarşısına dalmıştı, burası da karışmış, her yer Muhaberat'ın silahlı adamları ile dolmuştu.../ Kudsiyye, Şam'daki kalabalık Çerkes mahallelerinden biriydi.../ Aslında bu ateş, 2 Şubat 1982 günü başlayıp tüm Suriye'yi yakacak büyük Hama Katliamı'nın ilk kıvılcımıydı.../... hala bir cevap bulamıyordu olan bitene. Bugün nelere şahit olmuştu Emeviyye Camii'nde; ya silah sesleri.../.../ Komşuları o gece Quneitra'ya da haber vermiş... Akşama doğru misafirler anca gelebilmişlerdi Kudsiyye'ye; 80 km'lik yolu on bir saatte geçebilmişlerdi. Her yerde çevirme vardı, kimse ne olduğunu bilmiyordu ama televizyonda sürekli Arap kahramanlık marşları çalıp duruyordu.../.../... "Fuad dün Muhaberat tarafından iş yerinden alınıp götürülmüş, tek bildiğimiz bu," demişti... bayılıp kalmıştı oracıkta.../ Zira Suriyeliler arasında "Muhaberat" kelimesinin tek bir anlamı vardı: Ölüm... Hem bu sefer tarihe Hama Katliamı olarak geçecek şanlı bir ölüm. Bir ayda yirmi binden fazla insanın öldürüleceğpi, üç yüz binden fazla insanın yurtdışına kaçmak zorunda kalacağı 1982 Hama Katliamı yaşanıyordu ülkede.../... kimse Fuad Bey'in ne suç işlediğini... ona ne olduğunu öğrenememişti. "Bir gün oğlum olursa ismini Jabağ koyacağım," diyen Fuad Bey'in tek vasiyeti yerine getirilmişti.../.../ Jabağ, kalabalık bir akraba çevresinde Kudsiyye ve Quneitra arasında gide gele büyümüştü... en güzel anılarının geçeceği Bareqa köyü... Golan Tepeleri'nde işgalden kurtulmuş son iki Çerkes köyünden biriydi... sırtını İsrail hududuna dayamış ormanlık bu güzel köy Jabağ için Kafdağı'ndan farksızdı./ On iki, on üç yaşına geldiğinde.../ Aşağı mahallenin çocukları okuldaki kızların aşık olduğu bu ukala Çerkes'i fena benzetmişlerdi... onları Nart kurtarmıştı. Nart... tam bir Şam serserisiydi.../ Nart, Jabağ ve Adnan'ı alıp evlerinin üstündeki çatıya çıkartmıştı... dayak yemiş bu iki sıskanın tiplerine bakıp gülmüştü.../... aşağı mahallenin Arap çocuklarından da en yakın zamanda intikamlarını alacaklardı... parmağını kesip akan kanı da Jabağ'ın alnına sürmüştü, Jabağ da aynısını yapıp Adnan'ın alnına sürmüş, Adnan da Nart'a sürmüştü... kan kardeş olmuşlardı./... Şerakes Fid-Dem (Kanlı Çerkesler) çetesi 1993 Ekimi'nde böyle kurulmuştu./ Üç kafadar, nihayet Kudsiyye'nin aşağı mahallesindeki çocuklara kan kusturabilmişlerdi... liseyi bitirdiklerinde on beş kişilik bir sayıya ulaşmıştı.../.../ Üç kafadar 2001 senesinde ayrıldıklarında kimse bir daha ne zaman görüşeceklerini bilmiyordu.../.../ 2009... Bareqa ile Berajem köyleri arasındaki Çerkes yürüyüşünde tanıştığı Sinemis ile kaşen olmuştu... üç ay içerisinde de evlenmişti.../ Fransız Edebiyatı bölümünü bitiren Jabağ, Şam'daki bir Fransız firmasında kolayca işe girmişti.../.../ 2012 Aralık ayında Suriye iç savaşının sürdüğü en kanlı günlerden birinde Adnan, Amman'dan telefon etmişti ona... hemen Suriye'den ayrılmaları gerektiğini tekrarlayıp duruyordu./ Adnan'ın dayıları Ürdün istihbaratında çalışıyordu ve dediklerine göre de bu iç savaş uzun sürecek, milyonlarca kişi yerlerinden olacak ve çok kişi de ölecekti.../... Jabağ... kalan arkadaşları ile Şerakes Fid-Dem cemiyetini yaşatmayı başarmıştı. Bu iç savaşta onlar da ilk defa ciddi bir iş yapıp, ihtiyaç sahipleri için ilaç toplamaya başlamışlardı.../... Oysa nereden bilebilirlerdi aylardır Muhaberat tarafından takip edildiklerini. Nihayet 21 Mart 2012 günü sabaha karşı Muhaberat ve Şebbihalar Çerkes mahallesinde büyük çaplı bir operasyon başlatmışlardı./ Evlerinin kapısı kırıldığında hepsi derin bir uykudaydı. Eve bir anda yirmiden fazla Şebbiha doluşmuş.../.../ O gece Kudsiyye'den yirmiden fazla Çerkes delikanlısı götürülmüştü.../.../ Jabağ elleri arkadan kelepçelenmiş... kamyonlar onları Cebel-i Şeyh dağına çıkartıyordu.../.../... onlarca Şebbiha tarafından öldüresiye dövülmüşlerdi.../.../ Çaresiz kadın... Hicaz meydanındaki Muhaberat binasına gitmişti tek başına. Yalvarmıştı demir kapıda... bağırıp atmışlardı onu yol kenarına./.../... tüm mahalleli kapının önüne bırakılmış büyük bir çuvala bakıyordu./ Nevval... çökmüştü kapıdaki çuvalın başına... kokusunu almış; "Jabağ! Oğlum, ay parçam," diye haykırmıştı... kucağına yıkılmıştı Jabağ'ın cansız ve çıplak bedeni.../.../ "... artık intikam isterim!" diye bağırıp durmuştu.../... Jabağ'ın iki eski dostuysa peşine düşmüştü bu işin.../ Çok geçmemişti ki muhalifler dört kişiyi yakalayıp gizlice haber etmişlerdi Kudsiyye'ye.../... Jabağ'ın katilinin yakalandığını duyunca koca kadın bayram etmişti gün boyu.../.../... Adamların arkasında yüzünü duvara dönmüş bir de genç vardı. Nevval hınçla onu da çekmişti önüne, adam yüzünü gizlemek isteyince... zorla çevirmişti suratını./.../ "... Nart bu! Jabağ'ın kadim dostu Nart!..."/ Nevval tıkanmış konuşamıyordu, karşısında başı önde elleri arkadan bağlı halde Nart duruyordu... "Oğlum bu Nart... hata ediyorsunuz..." diye bağırmıştı... Delikanlılar... "Annem... bu bir Şebbiha, bir ihbarcı, kendi kardeşini satmış bir hain! Jabağ'ın da diğerlerinin de tutuklanmasını sağlayan bu," demişlerdi.../.../... Jabağ'ın arkadaşı, "Annem bunların hepsi de suçlarını itiraf ettiler; kısasa kısas gerek! Ama son söz senin, söyle bize ne yapalım bunları?" diye sormuştu./.../ Nart, "Annem affet beni, ne olur affet," diyordu kapı üzerlerine kapanırken" 273-287
*
31.7.2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder