Hulusi Üstün, 2017, Çınaraltı Yayın, İstanbul
Roman tadı var mı?
*
Daha ziyade ülkemizdeki yaşama ilişkin görüşler anlatılmış.
Kurgu olmaktan çok, belli bir bakış açısının yansıtılması...
*
Belli bir açıdan, bir envanter sayılabilir!
*
Hoş tespitler de var!
Ama bazı konulara, elbette, farklı açılardan da bakılabilir!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... dilinden göçmenlik akan yaşlı site bekçisi akşamdan kalma bir dünya kafa ile selamladı.../.../... Esat selama el kaldırıp karşılık verirdi babası onu da etmezdi" 7
-"Elinden her iş gelen kimsesiz bir göçmendi işte. Seksen dokuz göçünde Bulgar eşini bırakıp Türkiye'ye gelmişti" 9
-"Yılın son inciri bu. En sona kalan her şey gibi tazeliği bitmiş, dışı pörsüyüp solmuş..." 11
-"O böyle tatlı bir hayret ifadesiyle sorardı sorularını... etkisi her geçen gün şiddetlenen bir trajedinin her geçen gün biraz daha eskiyen, yıpranan kahramanıydı Güzide Hanım... Öyle olmasa Murat Bey gibi cirmi büyüklüğünde bir Arnavut biberinin hanımı olarak kalabilir miydi?/... İnsanlığın ulaştığı bütün erdemleri şahsında topladığını düşünen zor bir adamın eşiydi. Gençliğini bu adama ihtiyacı olan saygıyı göstermekle geçirmiş, ihtiyarlık çağında da onun bakıcılığını üstlenmek zorunda kalmıştı" 14, 15
-"Kombine etmenin daha kolay olması açısından gardırobu birbirinden farklı renklerle doldurmamak gerektiğini babasından öğrenmişti" 18
-"İnsanın değişikliği larvaların evrilişine benzemiyordu demek. Görüntü aynı kalsa da gönül evriliyordu. Yirmi yıl önce bu aynaya bakan delikanlı, heyecanlı öykülerin kahramanı olmak arzusundaydı, şimdi aynaya bakan adamın ise unutmaya çalıştığı öyküleri vardı" 19
-"... iki sıcak çay ısmarladı" 24
-"Ne ki öleceğini bilerek yaşıyordu insandan gayrisi... tehlike karşısında insan kadar pervasız olmayışlarının sebebi buydu belki. Ölüm olduğuna göre kuşlar sadece uçmalıydı.../... ölüm yokmuşçasına hızlı ve coşkulu yaşayan şehrin.../.../... Kuşlar uçar, balıklar yüzer, Vasat Kadir eleştirirdi" 26, 27
-"Herkesin her şeyi bildiği bir çağdı bu" 28
-"'Ömür bir musikidir.../.../... adamın yüreğinde.'" 29, 30
-"... kırılgan... herkeste kendisini kıracak bir takım özellikler buluyordu" 31
-"Şimdilerde kitaba da yazıya da küstüğünü biliyorum. Kimse ile görüşmüyor.../.../... artık toplumun gerçeğiyle ilgisi kalmamış edebiyatı, çarkı paslanmış hukuk alemini konuşuyoruz" 33
-"İnsanlar birbirine ihtiyaç duymuyor sanki. Eskiden manevi bir ihtiyaçtı bu.../.../... sorunlarından kaçtığımız, birlikte oturup kalkmadığımız, acıyı sevinci paylaşmadığımız arkadaşlarımız. Vefamız yok hatıralarına, özlemiyoruz, varlıklarına ihtiyaç duymuyoruz. Gürcü kızı da öyle" 34
-"İnsan otuzundan sonra dost olamıyor, dost bulamıyor. Pazarlıksız çağların meyvesi dostluk dedikleri... Şimdilerde kurduğumuz her yeni ilişkide menfaatler var. Hoş bana kalsa... atardım geçmişte vefa duyduğum her şeyi.../.../ -Yurtdışında kalmayı düşünmedin mi?/ -Düşündüm, ama yapamayacaktım./ -Neden?/ -Yetmiş iki millet ve onların bileşenlerinden oluşan insan kalabalığının arasında hiçbir hükmüm olmayacaktı. Ekabir yetiştirildik belki.../.../... insanın... Görüşmese de yakınında tanıdığı kadim dostları olacak, çevresinde hangisi iyi hangisi kötüdür bildiği birkaç kişi bulunacak... Anadilini konuşacak. Taş yerinde ağır... Kaybolup gitmekten korktum. Oysa ben burada zaten bir kayıp adammışım.../.../ -Döndüm her şey değişmiş. Her şey değişmek üzere benim gitmemi beklemiş. İstanbul'un ruhunu bir başka halde buldum. Kasaba bambaşka bir yer olmuş. Siyasi değişiklikten bahsetmiyorum. Dünyanın bu tarafında bir çağ kapanıp bir başka çağ açılmış.../.../... en büyük değişikliğin Sovyetlerin yıkılması olduğunu sanırdık./.../... On yıl önce babam felç geçirdi... Alzheimer'e teslim oldu.../.../ -Ya... Aile dediğin kalabalık olmalı. Alternatifinin olmadığını bilince ana babana... hastalığınız sebebiyle hayatımı değiştiremem diyemiyorsun. Onların yanındayım. Her türlü iddiadan, hedeften soyutladım kendimi. Ne dünyayı kurtarmak, ne ünlü bir bestekar olmak hatta ne de evlenmek... Şimdi kendi halinde bir kasabalıyım ben... iki bin kitabın arasında yaşayan, zihni akşam yemeğine kilitli bir adam./.../... Kırık dökük de olsa insanın ailesiyle olması güzel" 35-38
-"Alois Alzheimer adlı bir Alman doktor... tanımlanmadan önce... 'bunama' adı veriliyordu.../ Gençlerin inanmadığı bir hayaletin adıdır yaşlılık.../ Yaşıyorsak göreceğiz. Her yirmi insandan biri unutacak geçmişini. En iyi ihtimalle zaman olgusunu yitirecek" 41
-"İnsan soyu kaçınılmaz bir gerçeklik olan yaşlılığa merhametle karışık bir saygı duyuyordu! Tevrat yaşlıların bilgeliklerine dikkat çekiyordu. İncil tutuculuklarına... Kuran onlara 'öf!' demeyi bile yasaklarken evladına düşkünlüğü sebebiyle Yakup'un ödüllendirildiğini naklediyordu. Eflatun, insanların nasıl yaşlanacağını gençlik tutkularının belirleyeceğini söylüyordu./ -Babam, gençlikte çıktığı yolun son durağında... Başlangıçta anahtarı koyduğu yeri bulamazken şimdilerde anahtar denilen şeyin ne işe yaradığını anlayamaz hale geldi" 44
-"Sonuç olarak ne dede ne nine, ne dayı, ne amca, ne teyze, ne hala... Hepsi var ama hiçbiri yok... Bunların hiç birine sahip olamayacak bir çocuğu dünyaya getirecek olmaktan korktum" 47
-"Küçük ve sakin bir hayat... Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde en büyük korkumuzdu, şimdi en büyük özlemimiz.../.../... Keşke ortaokuldan sonra hiç okumayıp erken yaşta herhangi bir bakkal Mehmet Efendi'nin oğluyla evlenseydim. Geleceğinden endişe duymadan bir çocuk dünyaya getirseydim" 49
-"Derdi ki Murat Bey; 'Çocukluğun saltanatı analı babalı büyümektir. Gençliğin saltanatı iyi bir eğitim alıp gençliğe has heyecanları tatmaktır... Orta yaşın saltanatı bir kadının sevgilisi, bir ya da birkaç çocuğun babası olmaktır. İhtiyarlık çağının saltanatı ise ağrısız sızısız torun sevmek. Bundan başka sultanlık yoktur dünyada...'..." 50
-"Çevremdeki ne çok insan, hayatının orta yerine çöreklenmiş bir eksiklik hissinden şikayetçi... o doldurulamaz eksiklik hissi" 52
-"... aynı mahallenin çocuklarıyken farklı cephelerin savaşçıları olmuştuk değil mi?.../.../... Politikanın zavallı kobaylarıyız aslında. Üzerinde her türlü deneyin yapılmasına razı olmuş küçük sevimli ve zavallı kobaylarız. Kobaylar siyah ya da beyaz... Biz Türk ya da Kürt... Alevi ya da Sünni. Dinli ya da dinsiz... Binlerce yıllık tecrübeye rağmen başına geleceklerden habersiz, kullanılan, birbirine kırdırılan, dönüştürülen, başka bir şey olmaya zorlanılan zavallılarız./... Politika bizi savaşan kobaylar haline getirdi ve her şey tehlikeye dönüştü. Dün baharat için, altın için, onur için, sonra milliyetçilik için, sonra emek için, sonra kendi kaderini tayin için, anadil için... ve tüm zamanlarda din için savaştığını sanan kobaylar.../ Şimdi bizimkiler özgürlük savaşının faili olduklarını sanadursunlar. Faili oldukları savaşın faili değil, mef'ulü, hatta Mefailün'ü olduklarını fark ettiklerinde hiçbir şeyi geri döndüremeyecekler o başka" 62, 63
-"'Wilson prensipleri, self determinasyon, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı... Bütün bunlar tabaktaki bifteği küçük parçalara ayırmak kabilinden bir parçalama işlemi...'/.../ Politika yerin dibine batsa, herkes sussa, şairler konuşsa.../... Beş duyu beş milyar insanda aynı işe yarıyorsa... biz birbirinden farklı şeyler değiliz./ Aynı gurmenin tabağında bifteğiz, balığız, böceğiz" 64, 65
-"Çünkü Maro geçmişi olmayan bir yaşlıydı. Eskimiş hiçbir şeye saygı duymazdı. Hatıraları yoktu. Bilinçli bir şekilde unuturdu geçmişi... eskiye dair hiçbir şeye tahammül edemezdi.../... eskiye dair tek şey... Maro'nun vücuduydu.../.../... yalnız kalmıştı bu Ermeni kadın./ Murat Bey... babasının, Sivas'ın Gemerek'inden gelmiş olduğunu söylerdi.../.../... 'Kuyrik', Ermenice 'abla'ydı./.../ Maro'nun mutfağında hiçbir şey işlenmeden, emek verilmeden sofraya gelmezdi... malzemeler birleşip yepyeni bir başka malzemeye dönüşürdü./.../... yaşlı ev sahibinin merak ettiği tek şeyin, içinde bulunduğu zaman olduğunu anlamıştı" 66-71
-"Eskiyenin yeri çöplüktür. Karı muşmulaya dönünce kaldırıp atacaksın. Adam turşuya döndüyse yenisine bakacaksın.../.../ -Yahudi gibi eski meraklısı olmayacaksın. Yaşamak varken hatırlamak niye? İyi ne hatıranız var da hatırlamak derdindesiniz. Bir kuşak öncesi savaş, açlık, yokluk, sürgün... Ne yapacaksın İstanbul'un eskisini? Sefalet içinde mezbelelik bir yerdi. Eski Ermenileri ne edeceksin? Ölüp gittiler hepsi... Eskimiş savaş hatıralarını da boş ver? Adamlar ölüyor, karıları orospu oluyor, çocukları aç kalıyordu. Bak şimdi Bosna var Bosna... Orada dökülen kan hala sımsıcak... Ağlayacaksan Bosna'ya ağla" 75-77
-"Günün birinde hatırlamayı sorgulayacağı aklına gelmezdi. Hatırlamak insanı daha iyi bir insan yapmalıydı" 81
-"Sanat Müziğini anlamak için belli bir yaşamışlık gerekiyor./.../... İyi müzik dinleyicisini ölçüsüz sesler rahatsız edermiş" 83
-"Sıcak bir köy somunu gibi esmer bir yüz..." 87
-"Kullan-tüket çağı gelmemişti henüz. Ayakkabı alınır ve bir mevsim giyilirdi" 90
-"Komünist Erkan mütevazı da değildi, alçakgönüllü de. Duruşundan, yürüyüşünden, sesinden kibir akan bir Çerkesti. Komünistten ziyade şövalyeydi. Küçük sahil kasabasının büyük dava adamıydı hepsi o. Eşitlik, özgürlük, dürüstlük, erdem" 92
-"Yokluk en çok çıplak ayaklarda görünmüyordu. Yokluk öylesine derin bir hiçliktir ki insan onu baktığı yerde göremez... gittiği yere onunla birlikte gelen eksiklik hissinin adıydı yokluk./.../... Kürtçe ağıda dönüşüyordu sesleri.../ -Barış Korsakov olmuş, dedi Ayla./ Korsakov... Uzun süreli açlığa bağlı bilinç kaybı... Zaman mekan kavramlarının karışması. Yön algısının bozulması... Beyin fonksiyonlarında karmaşa.../.../ -Açlık grevi... Barış, hapishanede ölüm orucuna yatanlardandı. Ölmedi ama zihninin kilidini orada bıraktı./.../ Hatıralar mermer heykellere dönüşünce hatırlamak azap oluyordu... Hatıralar zihninde ömür boyunca önünde saygı ile durulması gereken mermerden diktatör heykellerine dönüşünce, insan geleceğini yitiriyordu.../ Seksen yılın zihnine diktiği mermer heykelleri kırmaya çalışan zavallı topal bir kadında Kuyrik Maro... Unutmakla avunuyordu. Esat kırkından sonra ona hak vermişti./ Bir sürgünün mağduruysan, soyun sopun dünyanın dört bir yanına dağıldıysa... ve sen yaşamak zorundaysan; unutacaksın./ Hatıraların mermerden heykellerini kıracaksın./ Kıramıyorsan yok sayacaksın.../ Eski olan hiçbir şeye kıymet vermeyeceksin, dünün olmayacak, hatıralarından kaçacaksın" 94-96
-""Beyoğlu burası.../ Muhteşem bir senfoninin şehre, caddeye, sokağa, binaya, duvara, vitrine dönüşmüş hali.../.../... Bu semt, iktidarın zaafı, ihtişamın seyirgahı, ibadetin rüyasıdır... doğu ile batının hiç kocamayan uçarı oğludur Beyoğlu..."/.../... Söz böylesine efsunluydu işte, kalem böylesi bir sihirbaz sopası" 97-99
-"Binlerce yabancının işgal ettiği harap bir mülteci kampına dönüşmüş kalbinde gençliğin acemi hassaslığı ile sakladığı güzel bir şeyler kalıp kalmadığını yokladı Esat" 106
-"Benim uğruna başımı koyduğum bir savaşım var. Bundan sonra ben esnaflık yapmak üzere kasabama dönemem. Bir gün bu şehirden gittiğimi duyarsan bil ki dağlardayım.../... babası ona Barış adını vermişti işte... Bu neyin savaşıydı?/.../ -Molla mı oldun Esat? diye sordu" 108
-"-Barış bu... Bir gazeteye ne yazabilir ki?... ben kopya vermeyecek olsam geçer not alamazdı. Bırak yazı yazmayı konuşamazdı.../... bir yıl cezaevinde kaldı... İnsan orada ne kadar çok kalırsa öfkesi o kadar fazla büyür, bilenir keskinleşir... hapisten çıktığında kınından sıyrılmış bir kama gibiydi./.../... Örgüt hiyerarşisinde yükselmişti./... Ankara kasabasının başkent olduğu yıllarda inşa edilen o bahtsız yapının içinde çekilmiş acıların hatırası... ölümsüzleştirilmiş bizden önce./ Bu yapının içinde ömür çürüten Nazım, Necip Fazıl, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif ve daha nice şairler şiirden heykellerle acıyı ölümsüz kılmışlar. Fakir Baykurt romandan, Yılmaz Güney filmden... Ömrüyle birlikte hatırası da kaybolanları kimse bilmiyor.../ Ulucanlar burası.../ Sağır koridorun sonundaki iki hücre Hilton... Necip'in alnını öpen seccade buraya serilmiş, Ecevit burada ciğerlerini vermiş" 110, 111
-"Esat gibi düşünenler öyle uygun görmüştü. Suç işlediyse canı yanacak... Suç dedikleri neydi oysa. Öldüren ölsün, çalan ödesin, namusa değen acı çeksin tamam ama şairler neylesin.../... Korkulanı kontrol altına almak ve zararından emin olmak amacıyla başvurulduğu düşünülen bu yöntemin en büyük sakıncası mahkumun mazlum olma ihtimaliydi... mahkumun gerçekte masum olması durumunda zararın nasıl telafi edileceğine dair bir fikir geliştiremedi.../ Bir başka sakınca ise... içeride kendilerine göreceli bir özgürlük alanı oluşturuyor olmalarıydı... Adli suçlular 'ağalık' düzeni oluşturuyorlardı. Önceden belirlenmiş bir hiyerarşi içinde yaşanıyordu... ilkel bir feodaliteydi bu.../ Siyasi suçlular eğitim kampına dönüştürüyordu cezaevini.../ Dini düşünceleri yüzünden özgürlüğü elinden alınanlar ise cezaevine 'Medrese-i Yusufiye' derlerdi. Kaderin Peygamber Yusuf'u bile düşürdüğü bir okuldu burası... büyük bir metanetle girerlerdi hapse. Gündüz oruç, gece secde... Her geçen gün arşın arşın eksilirdi metanetleri. Her gece cenneti görmek ümidi ile başlarını yastığa koyar, rüyalarında özgürlüğü görürlerdi" 112, 113
-"İsa'nın doğumunun iki bininci sene-i devriyesine doğru birileri 'bu böyle gitmez!' dedi... cezaevine düşenleri iki gruba ayırıp tehlikeli... başka cezaevi sistemi bünyesinde tutmak gerek... kontrol edilemez özerk durum dağıtılmış olacak.../ Bu proje memleketin dört bir yanındaki cezaevlerinde toplu bir direnişe çarptı... Eylemci mahkumların insanlık dışı yöntemlerle öldürülmeleri kolay söndürülemeyecek infiallere yol açtı./ Kandıra Cezaevi... üç tutukludan esmer olanı -... Barış...-... düzgün konuşması, kendisini rahat ifade edişi ve görmüş geçirmiş haliyle komünist bir militandan çok İstanbullu bir burjuva çocuğuna benziyordu... itaatsizlik eylemine başlayıp sabah sayımına katılmayı reddetmesi... karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi./... Barış'ı... nakletmek üzere içeri giren on kadar gardiyan beklenmedik bir direnişle karşılaştı. Burjuva çocuğu... saldırıyor, küfürler ediyordu... Karga tulumba yeni hücresine nakledilmek istenen Barış direnmiş, gardiyanlar onu ancak kaburgha kemiklerini kırmak suretiyle hücresinden dışarı çıkarabilmişlerdi./... İki günden sonra burnunda tampon, gözleri şiş, dudağı patlak ve iki kaburgası kırık olduğu halde yeni hücresine tıkıldı. Artık gülümsemiyor, küfür etmiyor, söylenmiyor, susuyordu. Akşamları sadece bir parça su alırken birkaç gün sonra onu da bıraktı. Büyük bir iradeyle susuyor, yemiyor ve içmiyordu./ Barış ölüm orucuna başlamıştı./... Açlık zor olsa da kısa sürede ölümcül olmuyordu. Vücudu ve zihni ayakta tutan yakıt kesildikten bir süre sonra ölüm oruçlusu bütün öfkesinden sıyrılıp iftar bekleyen bir mümin sabrı kazanıyordu. Kızgınlıktan, kinden, şehvetten kurtulmuş bir bedenin hafifliğini hissediyor ve sabrı artıyordu... değişen süreler içinde güçleri tükeniyor, halüsinasyonlar görmeye başlıyor ve sayıklıyorlardı. Bir süre sonra uyku da terk ediyordu bünyeyi./... hızlı bir kilo kaybı yaşanacaktı. Bir süre sonra beyin hücreleri tükenmeye başlayacak... adeta kendi kendisini yiyecekti./.../ Barış teorik olarak bildiği bu sürecin etkisini kendi vücudunda gözlemliyor... ya ölümle ya da taleplerinin kabul edilmesi suretiyle sonuçlanmasını ümit ediyordu. Mahkumların tecrit edilmesine izin vermeyeceklerdi.../... Bu berbat dünyanın bir de sonrasının olması gibi ürkünç bir ihtimali düşünmüyordu. Bir şeyleri düzeltmek uğruna kırıp döktüğü her şey burada kalacaktı" 114-117
-"Hiç kimseyi incitmeden yaşamak üzere yetiştirilmiş bir adamın kaburgalarını kırmışlardı demek... 'Suçlu acı çekmeli' diyenlerden miydi onlar da./.../... o olaylar esnasında... birçok insanın beyin fonksiyonlarında hasar oluştu. Onlarca insan 'Korsakov Sendromu' adı verilen hastalığa yakalandı ve yarım adamlar olarak hayatlarını devam ettirmek zorunda kaldılar... bu insanlar Cumhurbaşkanının affıyla geçici olarak tahliye edildiler... Barış da bu kapsamda tahliye edilenlerden ama ailesi tedavisiyle ilgilenmek istememiş" 119, 120
-"... her rüzgarın içine girebildiği bir kafese benzeyen genç zihninde... İstiklal Mahkemeleri hakkında konuşuyor olmasın. 'Binlerce insan bu mahkemelerde asıldı, binlercesi hapislerde çürütüldü, binlercesi sürgün edildi...'.../.../... Konuşmacı... anlatıyordu yetmiş yıl önce olup biteni. Mahkemeler adildi, verilen idam kararları birkaç istisna dışında uygulanmamıştı.../.../... Cevat Şakir'in... Yazdığı bir yazı dolayısıyla İstiklal Mahkemelerinde yargılanışını anlatırken sanıkları savunmak üzere gelen avukatların vekaletlerinin kabul edilmeyip sanık tarafına alındıklarını yazıyor. Bu mahkemelerin temyizinin olmadığı.../... Bir provokasyonla karşılaştığını düşünen konuşmacı, Beşiktaş'ta bir başka programa yetişmesi gerektiğini söyleyerek çantasını kapatırken dinleyici grubundan birkaç genç Esat'a doğru 'Sen devrimin ruhunu anlayamamış bir zavallısın!' diye bağırıyordu" 132-134
-"Mesude'nin... nefretleri de aklında kalmıştı. Tanrı'dan, dinlerden, peygamberlerden, kutsal olan her şeyden, ezandan, çandan, devletten, bayraktan, Türklükten, Atatürk'ten, anayasadan, hukuktan, Yunus Emre'den, erkek egemenliğinden, feodaliteden, aristokrasiden, paradan, zenginlerden, sanat müziğinden, sebzeden ve daha birçok şeyden nefret ettiğini söylerdi. Her fırsatta bu nefretini bir vazife şuuruyla belli eder, nefretiyle yaşardı. Uzağından bir polis geçse yanındakinin duyacağı bir sesle söverdi. Ezan okunduğunda duymamak için ya kapı pencere kapatırdı, ya müziğin sesini sonuna kadar açardı. Televizyonda adı geçen on siyasetçiden dokuzu hakkında hakaretler sıralardı./... Çevresindeki herkes onun ölçüsüz öfkesi ve nefreti karşısında saygı duymaktan başka hiçbir şey edemiyordu./ Faruk ve Barış'ın kumaşı önce onun eline geçmiş, Mesude o kumaşı ölçmüş, biçmişti... Önce Faruk kayboldu ortadan.../.../ 'İstanbul'da polisle çatışmaya giren örgüt üyesi ölü olarak ele geçirildi...'/ Faruk'un cenazesi kasabaya sessiz sedasız getirilip gömülmüştü" 138, 139
-"... meşhurdu artık... İstiklal Mahkemesi Konferansındaki sorusundan sonra birkaç gün içinde bir sürü yeni arkadaş edinmişti... birbirine benzeyen çocuklar... Onları birbirine benzeten şey her ne ise dinginlik veren, saygı telkin eden, karakterlerini, beğenilerini, kılık kıyafetlerini, saç tiplerini şekillendiren bir şeydi... Tertemiz yüzlü, çoğunlukla sessiz, çoğunlukla ciddi, çoğunlukla durgun çocuklar.../ O gün konferansın olduğu salon karıştığında Esat'ı kolları arasına alıp dışarı çıkartan öğrenciler Çemberlitaş'ta nargile kokulu bir çayhaneye davet edip akşama kadar sohbet etmişlerdi Esat'la... hiçbirinin Mavi Sürgün'ü... okumamış olmasına şaşırıyordu.../ Diğerleri farklı kitaplardan farklı yazarlardan, farklı şairlerden bahsediyorlardı... Bediüzzaman da kimdi, Ali Şeriati kim? Necip Fazıl işittiği bir isimdi ama bu kadar önemliyse nasıl kaçmıştı dikkatinden? Benna, Mevdudi, Gazali... yaşına göre oldukça fazla okuduğunu düşünen Esat'ın duymadığı isimlerdi bunlar" 140-142
-"Tarlabaşındaki hür kuşların yuvasında mutluydu Esat. Kendisinden başka hiç jimsenin kural koyamadığı bir dünyaydı burası.../ Her günü birbirine benzeyen kasabadan çıktıktan sonra rengin ve sesin envai çeşidinin birbirine girdiği, karıştığı dönüştüğü caddede yürümek Esat için bir filmin içine girmekten, bir romanın içinde dolaşmaktan farksızdı" 159, 160
-"Güzel ama bizden değil.../.../-Türkçe şarkılarda türkülerde öyle güzel sözler var ki.../.../... Ama sizin ağıtlarınız bu topraklara ait. Dili başkaysa da ruhu aynı" 165
-"-Ya İran... Baştanbaşa hüzün İran... Neşeye dair hiçbir şeyin olmadığı İran... Bizim memlekette tar bin dört yüz yıldır 'Ah Hüseyn' diye ağlar. Ney bin dört yüz yıldır 'Ali' diye inler" 166
-"İstanbul'un ezanları okunmaya başlamıştı. Önce uzaktan uzağa yükselen bir ses iken yakın semtlerden katılan seslerle birlikte genişleyen, birleşerek daha farklı bir ahenge bürünen bu büyüleyici çağrıyı bin bir çeşit hayalin içine batıp çıkarak dinledi... 'Her neye bakarsam sen varsın orda...'/ '... Eğer aşk bu değilse ne?'.../.../... karşılaşacağı görüntü... sarstı" 169, 170
-"-Benim bir vatanım olmadı. Bugünlerde bu eksiklik içime batıyor. Her yerde yabancı hissediyorum kendimi. Oysa memleket duygusu üzerinde yakın zaman kadar hiç düşünmemiştim. Şuralı ya da buralı olmayı önemseyenleri anlayamazdım. Öyle değilmiş... Keşke kuşaklar boyu aynı yerde yaşasaydık... Sen şanslısın... Buradaydın, burada kaldın./-Evet her şey vatanında güzel. Çiçek açamadığın, boy atamadığın yer vatan değildir.../.../-Oradan başka bir yerde gelecek aramaman gerek. Dehan zincire vurulmamalı. Üretemediğin yer vatan değildir, takdir edilmediğin yer vatan değil. Kendini geliştiremediğin, becerilerinden, yeteneğinden ötürü saygı görmediğin yer vatan değil.../... Daha önce hiçbir yere olmadığı kadar Beyoğlu'na ait hissediyordu kendisini. Geldiği yerde kökü olmadığını düşünüyordu" 174, 175
-"... sandalyeye oturup bacaklarını üst üste attı" 177
-"Ama saz gibi taşralı değil... Gitar kasabalı... kalabalık bir orkestranın içinde de gitarı fark edemezsin... Onunla dertleşeceksin" 183, 184
-"Bu şehirde amaçsız da olsa yürümenin keyfini fark etmişti Esat.../... fark etti ki Esat kalabalıkların içindeyken rahatlıyordu... içinde çöreklenmiş oturan yalnızlık hissi kalabalıkların arasında olduğu zaman canını acıtmıyordu" 191
-"Bizim zamanımız insanların davasının olduğu zamanlardı. Vücudumuzda iki kol olduğu gibi önümüzde de iki yol vardı. Biri sağ, biri sol... İlerleyeceksen, büyüyeceksen ikisinden birine sapacaktın. Oysa bu bir zorunluluk değilmiş. Bak politika ne şekillere evirildi.../.../ Her şeyin cevabını bildikleri yaşlardı, kendilerinden emindiler.../-Yaşadık, savaştık ve gördük, diyordu Ayla. Lenin'den daha devrimci dostlarımız kurdukları reklam ajanslarında insanları kapitalist mabetlere çağırıyor. İşçiler için eylem yapanlar işveren oldu... Anadil için vuruşanlar başkasının dilini koparıyor... Mümin yüzlerdeki maskeler düştü. Keşke bıraksalardı da kendi hayatımızı yaşasaydık. Başkalarının savaşçıları olmasaydık./.../... O yıllarda sigara içmek, karın doyurmak gibi bir şeydi. Öyle sıradan, öyle doğal.../ Öğrenci evindeki akşam sohbetlerinin birinde bu alışkanlığın İslam'daki yeri hakkında da konuşmuşlardı. Bir fetvaya göre sigara nafaka hükmünde kabul edilirmiş... hiçbir dinsel sakınca görmeyenler, sakınca görmekle birlikte yasaklamayanlar, sakıncalı olduğu için yasaklayanlar ve kesinlikle haram olduğunu düşünenler varmış.../.../... Sen ne yapıyorsun? Varsa yoksa hocaların kitapları... Bu kitaplar dini içinden çıkılmaz hale getiren safsatalarla dolu... Kimin sermayesi yoksa din satıyor... dinci tayfasına bak bir kere... Hangi konuda fikir birliği edebiliyorlar? Birinin ak dediği öbürünün kitabında kapkara./... bütün eski arkadaşları... din konusunu sorguluyorlar, dindarların uygulamalarını eleştiriyorlardı. Duyduğu her türlü eleştiri onun ulaştığı doğruları güçlendiriyordu. Masallardaki yedi başlı ejderhaya benzetiyordu doğrularını. Kesilen her başın yerine yedi yeni başı çıkan ejderhalar gibiydi. Murat Bey onun doğrularına vurdukça tam da o eleştirdiği yerin güçlendiğini... hissediyordu" 197-201
-"... her gelene olmasa da 'selamün aleyküm!' diyen, birbirine benzer, tanıdık taşralı çocuklara açıktı bu evin kapısı da. Hiçbirisi Halikarnas Balıkçısını okumamış, Fakir Baykurt'u duymamış... Esat'ın o güne dek farkına varmadığı bir dünyanın sırlarını konuşuyorlardı./... Esat için yepyeni bir okul olmuştu. Evin sakini gençlerin hepsi din eğitimi veren okullardan gelmişlerdi. Taşralı dindar ailelerin çocuklarıydı. Ders ve ibadet dışında zamanlarını alan bir uğraşıları yoktu... Okulda ya da camide değillerse evdeydiler. Evin içinde küçük çocuklar gibi neşeli, dışarıda yaşlılar gibi sessizdiler.../ Esat'ın... görmediği... tiplerdi bunlar... düşünmediği konularda fikir sahibi oluyordu. Konu genellikle dindi... Din konusunun bu kadar derinlik taşıdığını görmek Esat'ı heyecanlandırıyordu. Ona kalsa... en derin konu müzikti./.../ Evdeki dört gençten biri olan Fevzi... Esat'a itici gelen bir tarafı yoktu. Doğduğunda yıkanmış ve insani olan her türlü zaaftan temizlenmişti sanki. Öylesine aklı başında, öylesine dengeli, öylesine olgun.../... Fevzi, Esat'ın can yoldaşı olmuştu... bu inançlı delikanlıya karşı saygıyla karışık bir hayranlık duyuyordu./.../ Fevzi önüne düşüp Beyoğlu'ndan çok farklı bir dünyaya, Esat'ın daha önce görmediği, girmediği sokaklara götürüyordu... Esat İstanbul'da birbirine farklı gezegenler kadar yabancı birçok dünyanın olduğunu görüyordu./ İşte böyle bir akşam yolculuğunda Suriçi'nin... iki katlı eski bir binanın kapısı önünde durdular... mescit görünümlü odaya girdi... yirmi otuz kadar insan... şişmanca adamı dikkatle dinliyorlardı. Esat... Fevzi'nin yanına oturup vaizi dinlemeye başladı" 205-208
-"Yaptığınız işi adam gibi yapacaksınız ihvanlar.../.../... İlle sadakat ihvan... İlle sadakat.../ Esat... dinledikleri onu büyülemişti. Farklı bir dünyanın içine girdiğini anladı... Beyoğlu'nun da kendine has kavramları vardı fakat sanki orada bütünü oluşturan her ayrıntı, beş duyuyla algılanabilirdi. Belki de algıladıkları yüzünden korkmuştu Beyoğlu'ndan. Şimdi içinde bulunduğu, duvarları okuyamadığı Arapça yazılarla dolu bu küçük dergahta... bir hava vardı. O hava Esat'ın başını döndürdü, kendisini bu büyülü alemin ortasına bıraktı./... komut sesli zikri başlattı... Keyifli bir orkestraya gitarıyla katılır gibi yavaş yavaş... Sanki su olmuş ve akıp giden başka sulara karışmış, çağlıyordu. Her hu sesinden sonra kayalara çarpan dalgalar gibi içinde bir şeylerin patlayıp dağıldığını, sonra yeniden serin bir enginliğin içine düşüp rahatladığını hissediyordu./ Dakikalarca süren zikir, sohbeti yapan görkemli yaşlının işaretiyle bittikten sonra tefler eşliğinde söylenen ilahiler başladı. Esat söylenilenlerin çoğunu anlamıyordu... yüreğinin... bir tüy gibi sakinleştiğini hissediyordu. Eller duaya kalktığında Esat'ın aklına Tracy Chapman vardı. O kara yüzlü ak yürekli kadın, ruhunu böyle kanatlandıracak yöntemi bilseydi keşke... Esat onun da günün birinde bu hissi yaşaması için dua etti./ Esat yerini bulmuştu... tekkede daha önce hiçbir yerde olmadığı kadar huzurluydu... bir dinginlik vardı bu tekkede.../ Haftada en az iki akşam uğradığı tekkede tespih çektiği bir gün fark etti ki o güne dek gittiği her yere götürdüğü öksüzlüğünü buranın kapısından içeri girerken dışarıda bırakıyor... Tekkenin hacı yağı ve rutubet kokulu atmosferi o güne dek tanımadığı bir sıcaklıkla içeri alıyor onu. Anne gibi sarıyor, sarmalıyor. Esat burada kendisini öksüz bir çocuk gibi görmüyor. Elleri başkalarının ellerine karışıyor, gönlü başkalarının gönüllerine... Haftada iki akşam geldiği tekkenin mescit olarak kullanılan geniş odasında dinlediği sohbet, onu üç boyutlu olmayan bir dünyaya taşıyor. Duyduğu hiçbir şeyi zihni reddetmiyor, sorgulamıyor... Öğrendiği her yeni bilgi, zihninin o güne dek boş kalmış bir köşesine bir yapboz parçası gibi yerleşiyor ve bir şeyleri anlamlandırıyor. Sohbetten sonra kıyamı dakikalarca süren namazlar kılınıyor, sonra on beş dakika ile yarım saat arası zikir yapılıyor. Esat bu zikir meclislerinde kendinden geçiyor.../ Zikrin sonunda yaşadığı kısa süreli dinginlik onu pili çıkarılmış bir oyuncağa dönüştürüyor. Dervişler ellerini açıp duaya duruyor... Herkes yanındaki için istiyor önce... Herkes önce diğerleri için iyilikler diliyor. Nasıl dua etmesi gerektiğini bilmeyen Esat, gözlerini kapayıp mırıldanan bir dervişten duyuyor bunu.../ Duadan sonra Esat, doğduğu günden beri içinde biriken her türlü sorgudan kurtulmuş, bütün soruların cevabını bulmuşçasına rahatlamıştı... Kendisini bir birey olarak değil, ancak kendisiyle birlikteyken anlam ifade eden bir bütünün parçası olarak görüyordu. Daha önce tatmadığı tazecik, yabancı bir huzur duygusuna teslimdi artık./.../... Değişmişti Esat. Bir gayretin sonucu olarak değil, aniden. Bilinçli bir tercihle de değil, rastgele. aradığını değilse de başka bir şeyi bulmuştu. Belki kaçarken sığınmıştı" 210-214
-"Sokak şarkıcılarıyla gezip dolaştığını duyarken birden bire bambaşka fikirlerle çıktın karşımıza. Dindar bir adam oldun.../.../... Sokaklarda şarkılar söyledik, barlarda sabahladık. Fakat onlara benzemiyordum. Bir sürü kural ile yetiştirilmiş bir kasaba çocuğuydum. Arkadaşlarım bana 'kasabalı burjuva' derlerdi. Onlardan birisi olamayacağımı anlayıp yanlarından ayrıldım. O günlerde muhafazakar arkadaşlarla tanışmıştım... Genç gruplarının arasında keskin sınırların olduğu bir dönemdi. Ya o tarafta olacaktım, ya da bu tarafta... Ben bana şefkat vaat eden tarafı seçtim" 216, 217
-"İşin salt duadan, ibadetten, esanstan, muhabbetten ibaret olmadığını fark etmeye başlamıştı Esat. İslamcı gençlik her biri birbirine farklı mesafelerde duran onlarca gruptan oluşuyordu. Sayıca en kalabalık olanlar ağırlıkla kumaş pantolon giyen, tertemiz ve özenli görünen, istisnasız hepsi kısık bir ses tonuyla konuşan, dini düşüncelerini ulu orta dile getirmeyen, içine kapalı bir gruptu. İnanıyor olmaktan dolayı utanıyor gibiydiler Her ne kadar kendilerini gizleme çabası içinde olsalar da en çok görünen, en çok fark edilen onlardı... O gruptan tanıdığı arkadaşları kendisini bir akşam 'maklube' adını verdikleri etli pilav yemek üzere evlerine davet etmişlerdi./.../ Bir öğrenci evinin sahip olabileceği en üst konfora sahip bir yerdi burası... hepsi tuhaf bir şekilde birbirine benzeyen, temiz yüzlü çocuklar ayaklarını toplamış, tüneme pozisyonunda oturuyorlardı.../ Dışarıda kısık sesle konuşan delikanlılar evlerinde son derece özgüvenliydiler.../... yemeğin ardından kitap okumak üzere suskunlaştılar.../... geldiği evin Fevzi ile birlikte kaldığı eve göre daha disiplinli olduğunu fark etmişti. Gençlerin belli bir hiyerarşi içinde hareket ettikleri anlaşılıyordu... Banyo kapısına yapıştırılmış bir kağıtta içeri girmeden önce ve sonra okunması gereken dualar yazıyordu.../.../ 'Hocaefendi' dedikleri kişi... Dünyanın sonuna doğru yeryüzüne gelip Müslümanları kurtaracak olan seçilmiş kişiydi... Devletin, rejimin ortadan kaldırmak istemesine rağmen Allah'ın koruması sayesinde her türlü tuzaktan kurtulan büyük bir insan... bu uğurda evlenmemiş... Öğrencilerden birisi Hocaefendi'nin, Atatürk'ün yaşadığı çağda doğmamak için vakti geçmesine rağmen doğmayıp ana rahminde beklediğini, ancak Atatürk'ün ölümünden sonra dünyaya geldiğini söylüyordu./ Demek Atatürk yaşadığı çağı bile kirleten bir kişilikti bu insanların gözünde.../.../ Tüm bu gördükleri Esat'a bu öğrenci evinin görünmeyen bir gardiyanın kontrolünde olduğu hissini vermişti... ağlamaklı bir yüz ifadesiyle boynunu büküyor olsa da yüzünden ihtiras akan bir yaşlı gardiyandı bu./... bu evde kendisini rahat hissedemeyeceğini anlamış.../ Bu grubun dışında kendisine 'Nurcu' denilen üç beş farklı grup daha vardı... Aynı kitapları okumakla birlikte her biri diğer grubun lideri konumunda olan kişiyi 'devletin adamı' ya da 'Süfyan' olmakla suçluyorlardı./ Ayrıca her biri yaşayan en mukaddes insanın kendi şeyhi olduğunu iddia eden irili ufaklı sayısız tarikat grubu... mezhepleri reddeden Selefiler, Türk İslam devrimi düşüncesinde olan Kaplaniler... Hepsi birbirine farklı mesafelerde duruyordu. Birçoğu diğerlerini gerçeği görmemekle suçluyor, açıkça ya da gizli düşmanlık ediyorlardı.../ Ortak noktaları okuyor olmalarıydı. Bu grupların hepsi kendi içlerinde son derece disiplinli bir şekilde okuyorlardı... ille okumaları gereken kitaplar ile asla okumamaları gereken kitaplar ayrımı yaptığını da görüyordu.../.../... Tarihi, kendi cemaatlerine mensup çoğu ilahiyat kökenli adamlardan öğreniyorlardı. Sosyoloji, edebiyat, estetik ise birçok cemaat mensubu öğrenci için ana çizgileriyle üst üste konmuş birkaç başlık bilgisinden ibaretti./ Esat kimi zaman bildiklerinden dolayı utanıyordu onların yanında. Bununla birlikte yeni girdiği gruptaki herkesin okuması gereken kitapları okuyamıyor, okunmaması gerekenlerden kendisini alamıyordu.../ Bu karmaşanın içinde okul çıkışı koşa koşa camiye gitmenin, vakti geçmeden namazını kılmanın telaşı, sınırsız bir keyif veriyordu ona. Camilerin loş ışıklı, esans kokulu atmosferi, tekkenin kalabalığı zikir heyecanı... Bütün bunlar yeni hayatının lezzetleriydi" 218-225
-"Esat artık bir gayrimüslimin yaptığı yemeğin yenilip yenilmeyeceği konusunda ikircikleniyordu. Maro'nun dolabında üç beş cins içki eksik olmazdı. İsa'yı Musa'yı dilinden düşürmezdi. İnsanların dindar tavırlarını eleştirmeye de bayılırdı... Maro'yu hayatından tamamen çıkarmaya karar vermişti. Sadece bu yaşlı kadını değil, Müslüman olmadığını bildiği herkesi..." 227
-"Murat Bey Arnavut, annen değil... 'Almazsan milletinden ölürsün illetinden' derlerdi o zamanlar. Şimdi ne güzel... Herkes birbirine karışıyor" 234
-"-Babam iyi adamdı çocuğum... Sivas'ın Gemerek'indendi aslında. İttihatçılar Ermenileri sürmeden önce okumak için İstanbul'a gelmiş. O buradayken Gemerek'teki ailesini çöle sürmüşler. Ölen ölmüş, kalan üç beş kişi Halep'e, Beyrut'a, Paris'e dağılmış. Amerika'da bile var bizimkiler. Babam o yıllarda İstanbul'da olduğu için kurtulmuş.../.../-Yirmi yaşımdaydım, benim gibi Ermeni desen değil, Türk desen değil bir adamla evlendim.../.../... dünyaya bir daha gelecek olsam hiçbir şeyin mevsimini kaçırmazdım" 236, 237
-"Diyordu ki Üstün:/ 'Fatih üst üste elbiseler giyinmiş bir eski zaman adamına benzer.../.../ Ne barbar narası yaralamıştır bu semti, ne Latin istilası, ne fetih, ne işgal... Son yirmi yılda memleketin dört bir yanından gelip bu şehrin taşında toprağında altın arayanlar kadar.../... Güzel olan her şey eskidir bu semtte. Yeni olan her şey iğreti.../ Fatih ağırdır... Genç Osman'ın şehadetine yas tutulur burada... Cumhuriyet tenkit edilir./ Fatih bugünün içindeki dündür, metropole küskündür.../... dünyanın son gününde de burada ezan okunacaktır.'..." 241-244
-"Hedefi olacak adamın... Kabiliyeti, istidadı doğrultusunda belirlediği bir hedefi olacak... Kendin için bir şey yapıp bu hukuk ilk mektebini bırak. Edebiyat oku edebiyat. Allah sana kalem vermiş" 247
-"Şimdikilerin melalden anladıkları ergen kaprisi... Savaş mı gördü, muhacir mi oldu, aç mı kaldı, işgal mi edildi, sürgün mü yaşadılar... Yok... En son Necip'te vardı melale ilişkin tahattur. Onun da ne kadarı kibir, ne kadarı hezeyan... Ayırana aşk olsun.../.../... Şair şevk verir, gayret verir o kadar... Ama şair sözünden ideoloji olmaz.../... Büyük Doğu ideolojisinin kurgulayıcısı da şairdi.../-Büyük Doğu mu? Onu kurgulayan, ayağı yere basan bir düşünür olsaydı, doğuda hiçbir şeyin büyük olmadığını bilirdi. Adamın gördüğü en yüksek irtifa Paris'in kaldırımı... Gideydi Amerika'ya bir porsiyon yemeğin ebadını görüp büyüğün ne olduğunu anlardı. 'Büyük Doğu'ymuş... Mağlup doğunun kendisi için uydurduğu bir tesellidir bu... Doğu yanılsamadan ibaret.../.../... Senin ihtişam dediğin, medeniyet değil iktidar... Ya hu bin beş yüz senedir rebap sesi caiz mi, kadına selam verilir mi, resim yapsan günah mı, satranç oynamak haram mı sorularına cevap verememişsin medeniyetten bahsediyorsun. Büyük doğu'ymuş... Halt etmişsin sen halt.../... Vasat Kadir'in öfkesi ıstırabındandı besbelli... Mesude'nin nefretine benziyordu bu ıstırap. Mesude devletten, milletten, polisten, bayraktan, Türkçe'den, dinden, kutsal olan her şeyden, Tanrı'dan, peygamberden, kitaptan, Amerika'dan, Yunus Emre'den nefret ediyor, Vasat Kadir ise tüm bunlardan bahsederken ıstırap duyuyordu./-Senin 'Büyük' dediğin Doğu, bin yıldır aynı kaval havasıyla aynı yerde otlayan koyun sürülerinin yurdu. Her bir sürünün başında kaval çalmaktan başka marifeti olmayan bir cahil çoban... Bu sürünün içinden bin yıldır hür akıl sahibi on kişi çıktı mı tartışılır. Otur ağla doğunun haline otur ağla.../.../... Vasat Kadir onlara doğuyu anlattı... konuyu Sultan Hamid'in devrine getirdi. Uğradığı yenilgi karşısında can havkiyle köklü çözümler arayan Osmanlı fikir adamlarının acizliğinden dem vurdu. Filozof Rıza Tevfik ile Abdullah Cevdet'e sövdü, Tevfik Fikret'i yerden yere vurdu. Hamit'e hakaret etti. Akif ile Ömer Seyfettin'i gözleri dolarak andı.../... ayrıldılar... Üstün onlara Vasat Kadir'i anlatıyordu./-Bu adam böyledir. Üç lafından biri 'Vasat' diğer ikisi 'ifrat' ile 'tefrit'... Gençliğinde verdiği samimi mücadelenin neticesi olarak bir yerlere gelmek, bir şeyler sahibi olmak ümidindeyken yaşlanıp bir hiç olduğunu anlayınca böyle olur insanlar./ Fevzi.../-Oysa davanın mükafatını Allah'tan beklemeliydi... Necip'in dediği gibi 'bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük'./.../... Esat hayranlıkla baktı onun hafif bir sakalla çevrilmiş pırıltılı yüzüne. Davası olmak böylesine güzel kılıyordu demek insanı./ Dava deyip gençliğimizi ıskaladık Esat, diyordu Ayla. Kimi sağda, kimi solda vuruşup düştü... Aynaya baktığımda kaybetmiş bir kadının yüzünü görüyorum. Sahip olduğu zaman zengin olabileceği her şeyi yitirmiş zavallı bir mağlup kadın./... aynısını geçen kış Üstün'den duymuştu. Öfke yüzünün ifadesi olup kalmış, her halinden yorgunluk dökülen, internet sitelerinde elektronik kitap paylaşmaktan öte sosyal hayatı kalmamış bir adamdı artık Üstün. Yirmi yıl önce kendisine tanıştırdığı Vasat Kadir'e dönmüştü. Şu farkla ki o, insanlara bir şeyler anlatmak ihtiyacı duymuyordu... 'Deli avukat' diyorlardı onun için. Akrabaları bile selamı sabahı kesmişlerdi bu münzevi adamdan. Her haline anlayış gösterip saygı duyan birkaç kişi dışında çevresinde hiç kimse kalmamıştı.../-Esat! demişti, Esat! Mağlup olduk... Dünyaya sulh ve selamet getirmek üzere yola çıkmışken kalabalığın içinde kaybolduk. Yüzümüz ışıklıydı karardı, sesimiz şiirdi böğürtüye döndü. Gönlümüz küçüldü, karnımız büyüdü... Olgunlaşmak derdindeydik çürüdük. Fikriyat kokuştu, masumiyet fahişeye döndü. Nereden geldiğimizi de unuttuk. Bir kayıp kuşağız Esat... Bizim dramımız ne bir maceraperestin emriyle Birinci Dünya Savaşına girip adını bilmediği diyarlarda kumlara karışan gençlerin dramına benziyor, ne de altmış sekiz kuşağına... Biz kendi içimizde kaybolduk Esat... Kendi elimizle söndürdük kandilimizi. Ne mutlu gafil olana... gaflet bu devirde bir insanın sahip olabileceği en büyük servet.../... Gençlikleri nerede ziyan olup gitmişti. Ayla nerede hata yapmış, Esat nerede heba olmuştu. Üstün ne zaman hastalıklı bir yazar olup çıkmıştı" 248-254
(Soru işareti gerekmiyor mu?)
-"Hani senin memnun oldum deyip elini uzattığında tutmayan Taşkışlalı Fevzi.../... Müftü kızı gibi utangaç, sakin, sessiz bir çocuk.../.../... Fevzi ile tanıştıkları ilk günlerden beri hiç ayrılmamışlardı... Esat zihninde oluşan her türlü sorunun cevabını ondan alırdı.../ Bakana ibadet için ellerini birleştirip kıyama durmuş bir dervişi hatırlatan bu genci... ailesiyle tanıştırmış... kendisiyle ilgili sırrı anlatmıştı. Güzide Hanım'ın öz annesi olmadığını... öğrendiğinde Fevzi'nin gözleri dolmuştu.../-Peygamberimiz de öksüzdü, demişti./.../... Fevzi için müzik, küçük günah niteliğinde boş bir işti" 255-257
-"Vasat Kadir bana eleştirel bakmayı, sorgulamayı, kıyaslamayı öğretmiştir, dedi" 258
(s. 270'teki, Ömür bir musikidir, şeklinde başlayan uzun paragraf, üçüncü kez yazılmış)
-"Hak Teala sesi... bir nimete dönüştürsün sen haram mıydı helal miydi diye kavgaya dur. Turp sıkayım senin aklına. Yahu insan zihninin ürünü olan en iptidai öğreti bile böylesi basit bir tartışmaya girmedi. On dört asır boyunca sen otur kendine yasak uydur, haram uydur ondan sonra aklına yatmayanı dinden çıkar. Ya hu fıtratında teganni var senin... Musiki nasıl haram olur?/... birisi.../.../... malayani iştir be Kadir Hocam./-Malayani olan senin şahs-i gayrimühimmendir... musikiye lüzumsuz diyen adamın İstanbul'da ne işi var arkadaş. Git hangi dağın otuysan orda bekle hazanı... Allah Allah... Yahu musikisiz medeniyet olmaz. Hatta medeniyet, musikide bir inkıta kabul etmez.../... Kadirciğim hızını düşür.../ Bu kez itiraz eden... bir editördü. Kadir sadece ondan aldığı komutları dinliyordu./-Evet, haklısın... Arapların dediği gibi... Her adamın zamanı, her zamanın da adamı var.../ Yaşlı editör.../.../-Zeki, bütün unsurlarıyla birlikte redd-i miras edilmiş bir medeniyetin yangın yerinde yetişmiş bir bülbül.../ Vasat Kadir... arkadaşının sözünü kesti./-Ümmü Gülsüm olmasa çıkacağı en yüksek makam Çakıl Gazinosu'nun sahnesi olurdu.../... editör.../-Doğunun onca fikir adamına... hakaretler eder ondan sonra Mısırlı bir şarkıcıya övgüler düzersin.../-Efebdi... yanlış yerden bakıyorsun... Şarkın mütefekkirleri hakiki vasıtalar üzerinden yola çıkarak üretmediği için, her şarklının fikri tenkide muhtaç... Tarih, geçmişi ululamak için değil bugüne sağlıklı bakmak ve yarını sağlam inşa etmek için öğrenilir.../.../-Hakikati hakiki vasıtalarla arayacaksın... Batı buna pozitif ilim der... Allah bize görünen alemi reel ve matematik verilerle değerlendirip anlamlandırmak vazifesi varmiş, aklını kullanacaksın hayalini değil. Aklını kullanmanın sınırı da 'haddini bilmektir' Müslüman bu noktada Müslüman olmayandan ayrılır. Hasılı o sebepten bugünün Müslüman'ı doğrularını gerçek verilerden yola çıkarak oluşturmamış. Hayatın gerçeğine aykırı bir sürü kural getirmiş. Dini cinsel güvenlik tedbirine indirgemiş. Telefona 'alo' demeyi haram sayan, evine gelen konuğa hoş geldin diyemeyen, kendisine uzatılan eli tutamayan kadın, bu tefekkür aleminin ürünü. 'Hoparlörle kılınan namaz olmaz' diye fetva veriyor adam... Ben hakaret etmiyor, eleştiriyorum. Bu ümmetin eleştiri mantığı yok. Bütün dava o./.../... Tasavvufa ne dersiniz.../ Vasat Kadir... başladı./... buz gibi hadisattandır./.../... yani sonradan olmuş, ahiren şekillenmiştir.../... Yaşlı editör/... bu durum onu dindışı kılar tabii./-Kılmaz efendi... Her dinin tasavvufu var... İnsanoğlu hangi hususta kendisine verilenle yetindi ki Allah'ın koyduğu dini kurallarla yetinsin... İlle kendisi de ihdas edecek. Ama tasavvufun şeriat dışında kaldığını düşünmüyorum. Sonuç olarak insanoğlunun buradaki yetinmezliğinin gerekçesi yaratana vasıl olmak, onun kudretinden daha fazla haberdar olmak, onu anlamaktır.../.../... Ne diyor şair burada... Sufilerin zikir için oturup oluşturdukları halka, gök kapısını çalmaya yarayan kapı halkasına benzer. Ey tasavvufun boş iş olduğu iddiasındaki adam, Tanrı'yı anmanın verdiği zevki gel de benden sor.../.../... halk... Kutsal kitabının dilini bilip anlamayınca kendisine göre bir özleşme yolu geliştirmiş. Şimdi kalkıp çöle mi atacaksın bu samimi uğraşı... Tasavvufu kaldıracak olan edebiyat dediğin Karacaoğlan'ın koçaklamasıyla Nedim'in kucaklamasından ibaret kalır... Bundan beş asır önce yaşayan Anadolu köylüsü anlamını bilmeyip ezbere okuduğu üç beş ayet ile nasıl huşu koyacaktı kalbine, nasıl ihlas ve iman sahibi olacaktı tasavvuf olmasa.../.../-Bununla birlikte cahili kuyumcu yapan mücevheri hiç eder, altını cüruf eder. Her sanat ustasının elinde şahesere dönüşür. Tasavvuf da cahilin elinde haddi hududu belirsiz bir safsata salatasına döner. Kemalat ehli başka, cehalet ehli başka./ Tabii insanoğlunun kendisine verilenle yetinmemesi dedik ya... Bu yetinmezlik başına iş açmıştır hep. Naapacaksın sen Birinci Cihan Harbine dahil olup... Atomu parçalayıp ne edeceksin... Dünyanın suyu mu çıktı da uzaya adam göndereceksin... Had bilmezlik bunlar, boş işler.../.../ Tasavvuf hakka vasıl olma yoluyken olmadık vesait soktular güzergaha... Hind'in riyazeti orda, Sind'in rezaleti, Arab'ın ataleti, Mısır'ın kehaneti... Hasılı kulak asma. Nasıl dünya gibi bir cennet-i naim'i zindan-ı cahim'e çevirdiyse insanın ihtirası, aynı yetinmezlik duygusu tasavvufun tertemiz yolunu eğrelti otlarıyla doldurdu vesselam.../ Fevzi.../-Mübarek! dedi. Anlattıklarınızdan istifade ettik... Ama... Gördüğüm kadarıyla İslami kimlikler içinde Müslüman kimliğini en güzel taşıyan, en teslimiyet ve muhabbet ehli olanlar mutasavvıflar. Benlik yok, şiddet yok, tevazu var.../ Vasat Kadir... susturdu Fevzi'yi.../-Şimdi senin onlarda görmüş olduğun tevazu ve teslimiyet İslamiyet'ten midir, mahrumiyetten midir tartışılır aslında. O tevazu abidesi dervişleri makam koltuklarına oturtup bakmak gerek... Onları şu an mahrum oldukları dünya nimetlerine gark edip ne yapacaklarını izlemek gerek... Mevcut ahval içinde derviş kanaat etmeyip ne edecek, tevazudan başka ne gösterecek? Hele bir de altın nesil var... Dünyadan bihaber yığınlar... İktidar olsunlar da gör panayırı... Adem denen nesneyi iyi bilmek gerek derviş Fevzi... Onun bir yüzü vardır ilahi, bir yüzü vardır hayvani. Terazi dediğinin hangi kefesine ağırlık koyarsan orası ağır basar.../.../ Esat ve Üstün... konuşuyorlardı./-Bu megolaman yaşlının baktığı pencereden görünen manzara beni şaşırtıyor, diyordu Üstün.../-Fevzi'nin penceresinden görünen manzara da beni etkiliyor, diye karşılık verdi Esat. Şimdiye dek tanımadığım ölçüde kesin doğruları var onun... inanmış ve bütün soruların cevaplarını bulmuş./-İnanmak güzel, ama sorgulamak da bir sorumluluk... İnsan sadece yürekten ibaret değil ki... Zihin de var... Onlarca tarikat, yüzlerce metot, belki binlerce farklı yol var. İnanç bu insanları yoldaş kılmıyorsa bir yerlerde eksiklik yok mu sence?/ Esat... baktı./-Sen onların yoldaş olmadıklarını mı düşünüyorsun?/-Tabii ki değiller. Birbirini doğrulayan iki grup görmedim ben. Varsa yoksa kendi doğruları, kendi cemaatleri... Adamların ortaya koyabildikleri bütün birikim, diğerleri hakkında yaptıkları reddiyelerden ibaret... Tanrının meramı bu olabilir mi? Tanrı bizi kendisinin birliği zemininde bir araya gelmeye çağırıyor. Karşıtlıklarımız değil ortaklıklarımız önemli... Ben sorgulamaktan yanayım./.../... siyasi sorgulamalar bana bir kör dövüşü gibi geliyor. Biz neyiz Esat? Niye varız bu alemde? Ne için yaşıyoruz ve bizden istenen ne? Bu sorunun cevabını politikacılar biliyor olamaz. Evren'i tanımak, doğayı tanımak, insanı çözmek, kültürden, şehir hayatından haberdar olmak gerek./.../-Hepsini öğrenip bir yere varmak değil önemli olan, öğrendiğimizin yettiği menzil de güzel./.../-Bir yanda Galata bir yanda Fatih... Dünyanın başka hiçbir yerinde doğu ve batının binlerce yıldır böyle yan yana durduğu bir şehir gösteremezsin. Burada doğu ve batı birbirine el verir... Demek bu kadar kolay ve bu kadar güzeldir birlikte yaşamak... Dünyanın çekirdeğidir bu şehir Esat. Hani İstanbul'u kuran Trak kabileleri Kadıköy yakasına 'Körlerin ülkesi' dermiş... Bunca güzel, bunca korunaklı, bunca hoş havalı bir tepe varken Kadıköy'de yerleşim kurdukları için ayıplarmış onları... Bu şehirde yaşayıp şehrin farkında olmamak da böylesi bir körlük değil mi? Körler artık bu şehrin içinde" 270-281
(Adamların ortaya koyabildikleri bütün birikim, diğerleri hakkında yaptıkları reddiyelerden ibaret.-SOL da aynı değil mi?)
-"Aşık olamayacak kadar adanmış biriyse anlayamaz. Davası olan insanlar aşık olamıyor dostum./.../-Farklı davaların adamlarıyız Esat. Ben tarihe, kültüre, dile, edebiyata, şiire tutkunum. O devrime./.../... Kendisini Proletarya Devrimine adamış bir kasaba kızına aşığım Esat" 283
-"Oluru olmayan bir sevda, şairin gıdasıdır" 284
-"Ayla./-Ben geçmişten, olup bitmiş her şeyden kaçmak istiyorum. Mümkün olsa bir süngerle sileceğim zihnimi. Çıkarıp atmak mümkün olsa beynimdekileri kaldırıp atacağım... hilafsız bir itirafta bulunmak... Tertemiz bir kalbin vardı... Kirlenmediğini görüyorum./... Esat.../-O kalp öğrenmenin hesabını kirlenerek ödedi, diye karşılık verdi./-Hepimiz öğrenmenin bedelini bir şekilde ödedik.../-Öyle.../-Yoruldum Esat... Bu küçük kasabaya çekilmek istiyorum. Burası bile korkutuyor beni... Beni eşimden başka hayata bağlayan bir şey kalmadı. Başımı çevirdiğim her taraf enkaz.../ Esat susturmak istiyordu Ayla'yı. Eşi olan, evi olan, nereden geldiğini bilen ve nereye gideceği konusunda fikri olan bu kızı susturmak... Onun başını çevirdiği her tarafta gördüğü enkaz, Esat'ın altında kaldığı enkaz ile kıyaslandığında kümes yıkıntısı sayılırdı. Davalar altında kalmıştı Esat. Sevdalar altında, dünahlar altında. En kötüsü de silkinememekti... 'Ben buradayım' diyememekti. Yardım isteyecek olsa kimsenin gelemeyeceğini bilmekti. Sesi boğazında düğümlenerek konuştu. Yalan söyleyecekti işte. Gerçek olduğu konusunda bir ömür kendisini inandırmak zorunda kaldığı granit gibi sert bir yalan./... Bir yerlere kaçma isteği bende de var ama ailem burada. Aile değilse de sorumlu olduğum insanlar.../-Benim yok... Anne babamla yıllar önce bağlarımız koptu. Onlar bir Kürt'le evlenmiş olmamdan dolayı kızgınlar bana. Eşimin ailesiyle benim ailem bir kez bile yan yana gelmedi desem inanır mısın?/.../... Okuryazar, görmüş geçirmiş onca insanın son zamanlarda adam yiyen vahşiler gibi düşündüğünü görmüyor musun?... Kanımda bir damla Türk kanı olduğu ispatlansa benimle selamı sabahı kesecek akrabaları var eşimin./ Esat.../-Herkes ne kadar meraklı... kendisini diğerlerinden ayırmaya.../.../-İşte böyle. Dünyanın bu tarafında, Ortadoğu'da, Balkanlar'da, Kafkasya'da çok masum kavramlar giyotin gibi, eroin gibi, iki yanı keser bıçaklar gibi kullanılabiliyor. 'Halklar,' diyorlar. Bu masum kavramı safça dile getiren insanların ne kadar art niyetli bir anlayış tarafından yönlendirildiğini görüyorum artık. Onlara 'Halkların Özgürlüğü' dedirtenler aslında insanları iki farklı safa çağırıyor. 'Sen o isen ben buyum.' Halk mı kalmış ortada? Bin senedir kim bilir kaç çeşit halk birbirine karışmış da ulus olmuşuz, diyen yok. Ellerinden gelse hücrelere ayıracaklar. Mümkün olduğunca küçük, mümkün olduğunca özgür... Çünkü savaşacak kadar aptal olmak için olabildiğince küçük ve olabildiğince özgür olman gerekir. Küçük kavgacı böcekler ne yerse yesin sonunda onları kuşlar yiyecektir./ Esat hayretle dinliyordu Ayla'yı./.../-Bu söylediklerim hastalığını yüzlerce kez doktorlara anlatmak zorunda kalmış bir hastanın beyanı. Tıpta buna anamnez diyorlar. Hastanın öyküsü... Sadece dünyaya aynı pencereden baktığınız için sevdiğin insanla gençliğinde bir evlilik yapıyorsun ve sırf o senin halkından olmadığı için ailen tarafından dışlanıyorsun. Onun ailesi seni oğullarını kandırmış bir ecnebi olarak görüyor. Bu dışlayıcı durumun içinde yirmi sene boyunca yaşadığını düşünsene.../-Onlar seni ne sanıyor? Alman mı? diye zoraki güldü Esat./-Saçlarım sarı, fiziğim Avrupalı... (2018 yılında, bir öğretmen, Muş'ta, sarı saçlı görünce, Çerkes misin, diye soruyor, acaip ayrımcılık yapıyorlar, demişti) /Eşime soracak olsan ben Osmanlı'nın kılıç zoruyla Müslüman yaptığı Slavlardanım... Doğuda polise atmak üzere molotof hazırlayan on yaşında öfkeli çocuklar gördüm. Akrabalarım arasında Kürtlere karşı nefret duyan, artık onlarla aynı ülkede yaşamak istemeyen bir sürü insan var. Eşimin akrabaları arasında da bu ülkenin idaresini ele geçirip diğerlerine efendilik edecekleri günü bekleyenler... Evlilik onları akraba kılmaya yetmiyor. Ama soracak olursan onlar halkların kardeşliğini istiyorlar. Oysa bir şekilde ait olduğumuz halkın adından başka hiçbir ayrı gayrımız yok. Hırka da yama da aynı kumaştan... Neyse ki biz birbirimizi seviyoruz./-Bu yeter aslında./-Yetiniyoruz... Ama nereye ait olduğumuz, kimlere ait olduğumuz belli değil. Görüştüğümüz bir yakınımız ya da akrabamız yok. Doğduğumuz büyüdüğümüz diyarda değiliz. Bana kalsa bir evlat edinmek isterim. Bari bir insan yetiştirmiş olalım, onun için yaşayalım. Yakininiz olmasa da yakınımızda dursun. Fakat bizim olmadığını bildiğimiz bir çocuğun sorumluluğunu yüklenmek eşimi korkutuyor./.../ Memduha'nın bir çocuğu vardı. Onu bambaşka bir insana dönüştüren, şen sahil kasabası kızını bir anne kedi gibi eve bağlayan bıcır bıcır bir çocuk.../ Oğlu beş yaşındayken Memduha... kasabaya dönüp annesine sığındı. Kolu bacağı morluklar içinde, korkudan titreyerek anlattı Fevzi'nin kendisini çocuğunun gözleri önünde dövdüğünü. Üstelik ciddi bir sebep yokken, üstelik araları bu kadar iyiyken, öldüresiye.../... Bir daha o adamın yanına dönmeyeceğine, yüzünü görmeyeceğine yeminler ederek ağlıyordu./ Güzide Hanım, kızının anlattıklarını hayretler içerisinde dinliyordu... Murat Bey dünya üzerinde daha önce gerçekleşmemiş bir olayla karşı karşıya kalmışçasına şaşkındı... Söyleyecek hiçbir şey bulamıyor... Memduha... ağlıyordu./-Onun gücü karşısında kendimi öyle aciz hissettim ki anne. Rezil bir duygu bu... Kendimi işe yaramaz kirli bir çaput gibi hissediyorum. Şu çocuk olmasa canıma kıyarım, diyordu./... İlk defa Esat'a bu kadar çok ihtiyaç hissediyordu. O yurtdışına gitmeseydi, yanlarında olsaydı Fevzi böylesine pervasız davranamazdı belki./ Sabah çalan telefondaki Fevzi idi. Güzide Hanım'a... güvence verip yeminler etti.../ Bir gün sonrasının sabahında çalan kapıyı Güzide Hanım açtı... sinekkaydı tıraşlı damat, kadıncağızdan özürler dileyerek eşini götürmeye geldiğini söylüyordu... Memduha gözyaşları içinde söz aldı. Söz veriyordu Fevzi... Yeminler ediyordu. Bir daha yapmayacaktı./.../ Esat Amerika'dan döndüğünde olayı öğrenmiş ve duyduklarına inanamamıştı... eski arkadaşını bir plazanın en üst katındaki ofisinde buldu... kalem gibi bir sekreter, Fevzi'ye konuğunun geldiğini haber verdi.../.../ Esat duymaya alışkın olduğu 'mübarek' hitabıyla karşılanmadığından şaşkındı... Birlikte aynı öğrenci evinde kaldıkları gençle alakası olmayan bir Fevzi idi karşısındaki... O güne de hep sakallı görmeye alıştığı yüzü sinekkaydı traşlı... bir Fevzi bu.../.../... Odanın, arkadaşının ruhunu hiç yansıtmadığını aklından geçirerek,/-Hoş bulduk, dedi./ Fevzi şendi. Sesinden, elinin ayağının hareketinden enerji saçıyordu adeta.../.../ Uzay üssünü andırır bir tarzda döşenmiş bu odada da çay içilmezdi ki... Esat'ın aklına Baba Deniz'in alkol konusunda söyledikleri geldi önce... İstanbul'un her semtinde insanı başka hallere sokan alkol... Daha sonra Fevzi ile birlikte gittikleri kıraathanede içtikleri çay... İstanbul'un her semtinde başka türlü duygularla içilen çay... Bu ofiste şimdiye kadar çay içilip içilmediği sorusu zihnini yoklayıp geçti./.../ Esta'ın tanıdığı Fevzi yakın arkadaşlarına rica etmez, lütfen demez. 'Estağfurullah mübarek... Baş üstündesin!' derdi. Bu Fevzi'nin dili, edası, kelimeleri bile farklıydı.../-Çay lütfen.../ Fevzi, Esat'ın tahmin ettiği üzere bu isteği misafirine layık görmemişti.../.../ Fevzi... Esat'ın sadece Amerika'dakilerin üslubu sandığı türden geniş bir şekilde oturdu.../.../... Öğrencilik yıllarındaki İstanbul, içindekilerle birlikte bir cadının hışmına uğrayıp başkaldırmıştı. Rengiyle, siluetiyle, insanlarıyla farklı bir şehirdi artık... Fevzi... konuşuyordu. Memleket eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir gelişim sürecine girmişti. Yıllarca bu milleti yoksulluğun kader olduğuna inandıran eski kafalı siyasetçilerden kurtulduktan sonra memleket hafiflemişti işte. Bundan sonra Türkiye'nin önü açıktı.../.../... gece sohbetlerinde Bosna'ya gidip şehit olmak arzusundan bahseden sırtı gri hırkalı, ayağı siyah mestli Fevzi... nafile namazlar kılan derviş Fevzi... mümin Fevzi. Akşam yemeklerini tek çeşit yiyen, müzik dinlemeye haram diyen, kızlarla toka etmeyen takvalı Fevzi.../.../-Fevzi! Memduha nasıl?/.../... Şer'an da hukuken de onun sizinle ilgisi yok. Kadınlar eşlerinindir Esat... Karı koca arasına girilmez./.../-Kendi haline bırakın... O çocuklarıyla birlikte mutlu. Dinini yaşıyor. Birçok hayır cemiyetiyle bağlantısı var. Öksüze yetime koşuyor. Öğrenci okutuyor. Kuran derslerine gidiyor. Artık sizin ailenizden gelecek herhangi bir yönlendirme onu mutlu etmez./.../ Fevzi İstanbul'un dört bir yanına heyula binalar diken bir inşaat şirketinin sahibi şimdilerde... Ona bakan, kıyamda ellerini birleştirmiş namaz kılan bir derviş görürdü eskiden. Artık bir boğa güreşçisini çağrıştırıyor.../.../... Sadece ona değil, vaktiyle tavizsiz dindarlar olan arkadaşlarımın hepsinin dönüşümüne şaşırdım... hepsi vazgeçti ideallerinden./-Ben şaşırmıyorum çünkü benim bulunduğum yerden başından beri apaçık görünüyordu onların hali. Hiç hesap etmedikleri iki düşman tarafından tarumar edildi İslamcılar. Servet ve iktidar... En az iki asır önce kaybettikleri bir şeydi bu. Ele geçirdiklerinde bütün ideallerini unuttular. Ortalığa bak... Bize yıllar önce nefretini aşıladıkları Kapitalizm'in bugünkü mağduru onlar. Servet aktıkça nasıl da teker teker düştü yüzlerindeki masklar.../ Ayla bunları anlatırken Esat bir an için... düşledi... anlatıyordu Vasat Kadir./-Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, modernizm, feminizm... hikaye bütün bunlar... hayata hakim bir tek ideoloji bilirim... onun adı E-go-i-zim... Nerede Kızılordu'nun süvarileri? Kime yenildi de dağıldı onlar? Yeniçeri nerede? İttifak güçlerini dağıtan neydi? Nerede İtilaf birliğini kuranlar? Ya Almanlar? Egoizmin kurbanı değil mi bunlar? Tarih böyle yazıyor. Fabl okur gibi okursan anlayamazsın... o sebepten dinin ideolojisi olmaz. Din senin egonu sigaya çeker. Elini bağlar, dilini bağlar, belini bağlar... İktidar, kendisini elinde tutana sağladığı imkanlarla onun elinin bağını çözer, dilinin bağını çözer, belinin bağını çözer... Egonla baş başa kalırsın" 285-303
-"Ve Bosna Marşı... Dünyanın her yerinde ezilen Müslüman onuru korumak üzere Bosna'da verilen savaşın ezgisi... Müslüman gençler bu marşla heyecanlarını canlı tutuyorlardı.../.../ Fevzi Bosna'ya aşıktı. Günlük gazetelerden öncelikle Bosna haberlerini okurdu. Masanın üzeri Bosna ve Bosna Savaşı hakkında yazılmış kitaplarla, makale kesikleriyle doluydu. Yatağının başucunda mavi zemin üzerine altı zambaklı bayrak ve Boşnakların bilge lideri Aliya İzzetbegoviç'in posteri asılı dururdu. Bosna için düzenlenen gösterilerde en önde olurdu Fevzi. Günün birinde orada şehit olmak en büyük arzusuydu./ Bunların dışında birkaç marş kaseti daha vardı... İslam gelecekti... Başörtülü kızların gözyaşları dinecek ve zalimler susup kabuğuna çekilecekti. Yeryüzünde ağlayan hiç kimse kalmayacak, savaşlar sona erecek, terör bitecekti.../.../ Fener'deki yarı bodrum dairede gece yarına kadar süren çay sohbetlerinin tek konusu davalarıydı.../-Dava bu, diyordu içlerinden birisi. Türkiye sathının dışında da dişe diş savaş cepheleri olan bir dava. İslam dünyası parçalanmış bir kağıt peçete, ipi kopartılmış bir tespih... Türkiye ipi kopartılıp dağıtılmış bu tespihin imamesi... Ayağa kalkmasın diye otuz yılda bir beline asker postalıyla darbe vurulan aile reisi. Şimdilerde kızlarının başındaki örtüye izin vermeyerek onun onurunu kırıyorlar./.../... Hiçbir yönetim, hiçbir iktidar elini bireylerin kalbine uzatmadı... devletin çekildiği topraklarda yaşayan insanlar her şeylerini bırakıp dinlerini, imanlarını yanlarına alıp bunun için mi şu sınırın içine sığındılar? Kızının başörtüüsüne izin verilmeyeceğini bilseydi gelmezdi o insanlar buraya. Gavurun içinde kalırlardı. Küfür değil bu düpedüz münafıklık.../.../ Gençti Esat... Bir ömür öğrendiğinin bir dakikada cahili olacak kadar, bir ömür boyu talim edilse öğrenilemeyecek bir bilginin bir dakikada alimi olacak kadar genç.../ O güne dek ne anlam ifade ettiği konusunda hiç kafa yormadığı başörtüsünün memleketin en büyük derdi haline geldiğini üniversiteye başladığında görmüştü. Gün geçmiyordu ki Beyazıt Meydanı... eylemlere sahne olmasın. Sınıfta az sayıdaki başörtülü kız kampus kapısında bekleyen polisler tarafından içeri alınmıyor, bir şekilde içeri girenler sınava sokulmuyor, ellerinden kağıtları alınıyor, adeta hırpalanarak dışarı çıkartılıyorlardı./ Esat bu muamelelere defalarca şahit olmuştu.../.../ Gördükleri Esat'ın canını acıtıyordu. O da öfkeleniyordu. Bu zavallı kızlar mı değiştirecekti rejimi, bunlar mı devleti yıkacaktı?... Esat mazlumlardan yanaydı.../.../... başörtülü birkaç kız... tanışamadıkları arkadaşlarıydı. Esat bu durumu garipsiyordu aslında. Abartılı bir tavırdı bu. Ona kalsa kızlarla hayat tercihlerinin zorluğu hakkında sohbet etmek, başörtü davasında yanlarında olduğunu bildirmek, onlara saygı duyduğunu söylemek isterdi. Ama başörtülü öğrenciler buna izin vermeyecek kadar uzak duruyorlardı erkek arkadaşlarından. Adeta küs idiler./ Çoğunun gülümsediğini bile görmüyordu Esat. Sadece kendi aralarında konuşuyorlar... Kendi aralarında sayısız gruba ayrılıp kimi zaman birbirlerini reddeden İslamcı öğrenciler ise onlara hangi cemaate, hangi cemiyete ait olurlarsa olsunlar kız kardeşleri gözüyle bakıyorlardı. Erkekler arasındaki farklılıklar kızlar söz konusu olduğunda ortadan kalkıyordu. Taşralı öğrenciler onlardan bahsederken 'bacılarımız' diyordu./ Cemile farklıydı... Bir Anadolu kasabasından gelmişti. Kız yurdunda kalıyordu. Sağdan ve soldan arkadaşları vardı. Özgüvenliydi, enerjik, canlı bir kızdı... Erkek arkadaşlarına hal hatır sorar... sohbet ederdi. Başörtüsü eylemlerinde en önde o olurdu. Kız öğrencileri örgütler, erkek öğrencilere kız öğrencilerin hareket planlarını anlatırdı. Bosna için yürüyen, başörtüsü için el ele veren... görevli polislere güllü lokum dağıtan Cemile'ydi hep./.../ Esat... Kolkola girdiği sakallı, ışıltılı yüzlü gençler ve başı örtülü kızlarla aynı saftaydı... bir protestoda... cop darbeleriyle canı yanmak ona bir davaya ait olmanın sarhoş edici keyfini yaşatmıştı. Böyle bir bedel ödemiş olmanın ruhunu yücelttiğini düşünüyordu./.../... Cemile... Esat onu hep koyu renkli pardesü ve başörtüsüyle görmüştü. Bu kasvetli renkler, yüzü ve ellerinden başka hiçbir yeri görünmeyen bir kıza nasıl olup da bunca cazibe katardı? O içeri girerken, gittiği her yere hayat götüren, geçtiği yerde gençliğin kokusunu bırakan Saka aklına geldi. Cemile öyle değildi. Girdiği yere davasını götüren, geçtiği her yerde vakar bırakan kutsal bir savaşçı gibiydi. Ne var ki Cemile'nin ve Saka'nın birbirinden apayrı birbirine hiç benzemeyen tavırları Esat'ın yüreğinin aynı yerine değiyordu./.../-Bir süreliğine başınızı açsanız, dedi Esat./.../-Bunu nasıl teklif edersiniz? dedi Cemile./.../... Allah'ın emrini çiğnememi, kişiliğimi oluşturan en önemli özelliğimden bir diploma uğruna fedakarlık etmemi mi teklif ediyorsunuz?/.../-On beş yaşından beri benim saçımı kimse görmedi Esat, dedi Cemile. Üniversite onların olsun. Doğrularım bende kalsın./ Esat'ın yanındaki arkadaşı.../-Vay anasını... Sizi üniversiteye sokmayan zihniyetin istediği de tam olarak bu işte. Üniversite onların... Biz pes edip okulu bırakacağız. Okul onların olacak, devlet onların olacak. Başörtülü bişr kadın ancak onların temizliğini yapmak, ayak işlerine bakmak hakkına sahip olacak. Bak başardılar./(Kulağa çok mantıklı gelen bu anlatım haksızlık değil mi? Bile bile yapılırsa da yalan olmaz mı?)/... Hani balık sanıyorduk kurbağa larvalarını. Değişip kurbağaya dönüştüklerinde şaşırıp kalıyorduk. Öyle bir dönüşümü beceremem ben. İzin verin geldiğim gibi gideyim bu dünyadan. 'Ne oldu?' derlerse, 'yaşadığım gölde su bitti' diyeyim. Başımı açmam arkadaşlar, başımı açamam.'/ Sözün burasında sesi titredi Cemile'nin.../-Dün gece birlikte kaldığımız kız arkadaşlarla karar alıp saçlarımızı kazıttık. Bizim saçımız yok artık. Başımızdan örtümüzü çekip çıkaracak olsalar da görmesinler diye saçlarımızı kazıttık, dedi./ Yanındaki kız utançla başını eğdi. Cemile mağrurdu.../.../ Ertesi gün Cemile'yle yaptıkları görüşmeyi... arkadaşlarına aktardılar. Herkes Cemile'nin gerekçesine hak veriyordu. Onlar bu konuyu konuşurken yan masadaki gençler 'okulda hamam böceği bırakmadığı için' rektöre teşekkür etmeleri gerektiğini yüksek sesle dile getiriyordu./ Cemile okulu bıraktı, dedi Esat./.../... Mızrakçı adlı adamın dergahına gidiyordu. O cemaatten birileri kızcağızı kendisinden yaşça çok büüyük, evlenmiş ayrılmış, çocuksuz bir esnafla evlendirdiler. Bir süre o adamla evli kaldıktan sonra ayrıldı.../.../-Korkunç... Demek o muhteşem zeka köyüne döndü ha.../-Evet... Fakat tabii ki orada yapamadı... Yıllar sonra afla okula döndü. Sanırım fakülteyi bitirdi. Bir eczacıyla evlendi. Yüksek Öğretim Kuruylunun açamadığı başını evlendikten sonra kendi isteği ve iradesiyle açtı.../ Ayla acı acı gülümsedi./... Bu kadar mı acımasız davrandı hayat ona./-Acımasız olan hayat değil, insanlar. Biz... Onun yaşadığı gölün suyunu kuruttuk. Cemile de kelebeğe dönüştü. Kül rengi, mahzun bir kelebeğe/.../ Saka'nın sevdasının oluru olmadığını anlıyordu artık. Tıpkı Üstün'ün Ayla'ya olan aşkı gibi onun aşkının da oluru yoktu. Bu kabullenişin onun algılarını törpülediğini, hassasiyetini azalttığını yüreğini katılaştırdığını fark ediyordu. İçinde sevda varken ne kadar sıcaktı yüreği oysa.../ Bir vize döneminde kovdu o kuşu.../.../... Taksim'e yaklaştıkça... Ruhunun bu semte yabancılaştığını hissediyordu. İçinde yürüdüğü kalabalığın İsrafil'in sura üflemesi üzerine ayağa kalkmış mahşer halkı olduğunu sandı.../.../... Her akşam evine dönecek yol parası bulamadığını söyleyerek dilenen yaşlı kadınla göz göze geldi.../... o zarif Saka kuşu hiçbir zaman Esat'ın olmayacaktı./.../ O gece Esat, yüreğindeki Saka kuşunu kovmaya karar verdi./ Bu kolay olmayacaktı./.../... dergaha gidiyordu her seferinde... 'hu!' diyordu.../... Sigara içerken Beyoğlu'nun sokak şarkıcılarına benziyordu dervişler.../.../-Aşkı saklayamazsın, dedi adam... Ben de sencileyin bir aşk acısını paslı çivi misali senelerce yüreğimde taşıdım. Halim derbederdi... Herkes anlıyordu./.../-Yüreğinin şartını şurtunu bozmayacak insan dediğin... Her eşya bir hizmete tahsislidir... Kalp de böyle. O sevdaya özgülenmiştir. Sevdan ölçüsünde işlerlik kazanır, bir gün sevda kalmazsa orada, kalbin dipsiz bir kuyuya döner. İçine ne atarsan at dolduramadığın bir kuyu gibi senin baş belan olur. Kalbin çırpınır ama hissetmezsin. Lavaboda kullandığın kaba döner, artık içinden su içemezsin... O sebepten kalpte sevda olacak genç adam. Hak onu aşk denilen ummanı saklamak üzere yarattı. İçinden sevdayı eksik etmeyeceksin. Amma eğer orada bir ölümlünün sevdası olursa, gün gelir biter. Ölür, ölmezse çürür, çürümezse ihanet eder, ihanet etmezse bayağılaşıp gider. Seveceksin ama ölmeyeni, çürümeyeni, ihanet etmeyeni, bayağılaşmayanı..." 304-325
-"Amerika onu bir mağara gibi sıkmıştı. Farklı bir diyarda yeni bir yaşam kurma çabasını daha fazla sürdüremeyecekti... dönmeye karar verdi./ O aynıydı... Gittiği yere kendisini götüren bir eski zaman dervişi gibi ıstırabıyla gitmiş, ıstırabıyla dönmüştü. Çok şey değişmişti o yurtdışındayken... Fevzi parayı bulmuştu, İstanbul onundu artık. Kalkan balığının erkeğini yemek gerektiğini öğrenmiş, kızarmış patates ve yağda yumurta yemekten vazgeçmişti. Artık gülyağı sürünmüyor, pahalı parfümler kullanıyordu... Eşe dosta Odesa'da yemek yenilecek yerleri, Şarm el şeyh de yaşadığı dalış tecrübesini anlatıyordu.../ Memduha ikinci çocuğunu bekliyordu. Başörtüsünü Esat'ın yanında bile çıkarmıyordu.../ Üstün, evlenip kasabaya dönmüş, hasta babasıyla ilgileniyordu. Biri kız biri oğlan iki çocuğu vardı ve artık İstanbul yazıları yazmıyordu... Çevresinde onun taşkınlıklarını kabullenip büyük saygı gösteren birkaç kişiye de kendisi saygı duymuyordu.../.../ İstanbul, hele İstanbul bambaşka bir hal almıştı.../... Fatih'teki bodrum katı dairenin sakinleri ve ziyaretçileri sağda solda genel müdürdü, başkandı, koordinatördü. Kimisi siyasette yol almıştı, kimisi ticarette. İstisnasız hepsi semiz, temiz ve bakımlıydı. Bir kısmı adeta ibadet etmekten yorulmuşa benziyordu. Karşılaştıkları yerde eskileri konuşmaktan çekindiklerini belli ediyorlardı. Çoğu evlenmek için başörtüsü yasağını protesto eden örtülü kızları tercih etmemişlerdi./ Esat'ın tanıdığı kızlar da değişmişti. Hiç biri öğrencilik yıllarında olduğu gibi pardösü giymiyordu. Başörtüsünü omuzlarından aşağıya sarkıtan da kalmamıştı. Başlarına zarif bir şekilde sardıkları ipek örtüler inancın gereği değil, şıklığın gereğiydi besbelli. Ayaklarında gençliklerinde giymedikleri pantolonlar, sırtlarında vücut hatlarını zarifçe saran elbiseler.../ Esat, Amerika'dan döndüğünde böylesi bir değişimin içinde buldu kendisini. Yedi uyuyanların uykudan uyanıp şehrin pazarına gönderdiği Yemliha gibi gittiği her yerde karşısına çıkan akıl almaz değişikliği hayretle, şaşkınlıkla ama sessizlikle, çaresiz bir kabullenişle izliyordu./.../... göğüsten, bacaktan, saçtan ibaret birkaç kadın ile içi kırpık dolu oyuncaklara benzeyen, fikirsiz ve aciz erkek tipleri birbirleriyle konuşup duruyorlardı.../.../... Memduha iki çocuğuyla birlikte yan odada bir daha Fevzi'nin yüzünü görmeyeceğine dair yeminler ediyor, Güzide Hanım ağlayarak dinliyordu onu. Demek Fevzi'nin bir eşi daha var... Demek Fevzi'nin o çiğ suratlı, soğuk tavırlı Rus kadından olma bir çocuğu daha var... Demek bütün bunları yıllardır saklıyor Memduha'dan.../-İşte buraya kadarmış Allah korkusu... Az buçuk para bulunca Allah korkusu da Allah rızası da iki çocukile saçını süpürge etmiş bir kadın da görmezmiş adamın gözü.../.../-Senin sağlıklı bir hayat algın olmasını çok istedim. İmkanlarım ölçüsünde hiçbir şeyi esirgemedim. Sen ise babanın haklı olabileceğini hiç düşünmedin. Şu duruma bak! Evlendiği kızı alıp örtülere saran adam kim bilir kaç kişinin şehvetini teskin etmiş bir kiralık kadından çocuk sahibi oluyor. Şu duruma bak" 331-336
-"Üşümem endişe etme. Memleketimin havası bana dokunmaz./-Atatürk gibi konuştun be abla, diye şaka yaptı delikanlı. Krala demiş ya, memleketimin toprağı elimi kirletmez" 341
-"On yıldır babama bakıyorum. Hasta olmasının sorumlusu benim. On yıl önce, ilk felç geçirdiğinde babama söz verdim. Annemin yanında olacağım./-Evlenmek onun yanında olmana mani değil ki.../... "Beni büyüten, bana duyduğu sevgi ve sorumluluk hissinin azalmaması için içindeki kuruntuyu yıllarca yok sayan, bir babadan daha fazla baba olan mukaddes bir adamın önüne gerçeği bir leş atar gibi attım. Ona ihanet ettim. Ömrünü, aşkını, babalığını hükümsüz kıldım bir tek sözümle. Ona yüzüme bak dedim."/.../ Ayla.../-Yapma, dedi. Çok önemsememelisin geçmişi. Hayat dediğin rüyadan başka bir şey değil. Kabus, karabasan yahut malihülya. Bir rüyadan geriye ne kalırsa yaşanmışlıklardan geriye de o kalacak. Dün temiz ve saf olmak önemliydi, bugün yaşanmışlıklar ve pişmanlıklar... Ömür dedikleri gelecek zamandır aslında" 343, 344
-"Bırakamazdım... Günahıyla birlikte... çekip gitmiş annenin... İçimdeki şüpheye kulaklarımı... tıkamayı tercih ettim.../.../ Ağustos ortasında önce arıkuşları kımıldanır. Arkasından... leylek sürüleri... dokuz gün sürer... bu dokuz güne 'Leylek Fırtınası' der eskiler./ Sonra kısa süreli sıcaklar olur... derken Eylül'ün ilk haftası poyrazın savurduğu bıldırcın sürülerinin karartısı kaplar gökyüzünü. Cemreler çekilir suyun içinden. Artık deniz mevsimi biter... İkinci haftası çaylak fırtınası, üçüncü haftası yağmur, dördüncü hafta kestanekarası.../ Ve eylül biterken göç yolunda sona kalmış turnalar görünür gökyüzünde.../ 'Turna Fırtınası'dır bu... İncirlerin tadı kalmaz artık. Sıcak esintiler yerini vakti belirsiz lodosa bırakır... Sevdiğine küsmüş bir ergen kız gibi sarı saçlarını savurup döner gider yaz.../.../-Dün gece yarısı bakım evinden aradılar. Baban vefat etmiş, dedi" 350-352
*
31.7.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder