Stefan Zweig, Çeviren: İlknur Özdemir, On Birinci Basım: Kasım 2017, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul
Arka kapak yazısında şöyle deniyor: "Gestapo tarafından aylarca sorguya çekilen avukat Dr. B., tesadüfen eline geçen bir kitap sayesinde satranç öğrenir ve zamanla ustalaşır. Bütün oyunları ezberler, gecesi gündüzü satranç olur. Serbest kaldıktan sonra Arjantin'e gitmek üzere bindiği gemide dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic de vardır. Ve düello kaçınılmazdır./ Stefan Zweig'in başyapıtı sayılan Satranç, dünya edebiyatının klasikleri arasındadır."
*
Güzel bir anlatım.
*
Hiç inandırıcı olmayan ve üstelik de gayet sıradan olan bir konunun sürükleyici bir şekilde anlatılması... yazının şehveti bu olmalı!
*
Böyle bir kitapçığın klasik sayılması, Türkiye'de bile on bir baskısının yapılması... apayrı bir yetenek gerektiren apayrı bir başarı değil mi?
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Gestapo... Önemli bilgi ya da para sızdırmayı umdukları benim kategorimdeki insanları toplama kamplarına göndermeyip özel bir işlem için ayırdılar... Rotschild'in de bir toplama kampına... konulmadıkları... ayrıcalık tanındığı belli edilerek bir otele, Hotel Metropol'e yerleştirdiler, her birine ayrı oda verildi. Orası aynı zamanda Gestapo'nun da karargahıydı. Göze çarpmayan biri olduğum halde ben de ödüllendirildim" 45, 46
-"Ama en kötüsü sorgulanmak değildi... sorgudan sonra kendi hiçliğime dönmekti, aynı masanın, aynı yatağın, aynı lavabonun, aynı duvar kağıdının bulunduğu aynı odaya... Ve çevremde hep masa, dolap, yatak, duvar kağıdı, pencere oluyordu sadece, dikkatimi yöneltebileceğim ne bir kitap, ne bir gazete, ne bir yabancı yüz, ne yazı yazmak için bir kurşunkalem, ne elimde oynayabileceğim bir kibrit vardı, hiç, hiç, hiçbir şey yoktu. Bu otel odası yönteminin ne kadar şeytani bir mantık yürütmenin ürünü olduğunun, psikolojik açıdan ne kadar öldürücü olduğunun farkına şimdi varıyordum... burada insan hep aynı şeyle çevriliydi, hep aynı şeyle, korkunç Aynışey'le. Burada dikkatimi düşüncelerimden, sanrılarımdan, hastalıklı yinelemelerimden başka tarafa çekebilecek hiçbir şey yoktu. Onların amacı tam da buydu... Hiçliğin bu korkunç baskısı altında sinirlerimin nasıl gevşemeye başladığını giderek hisseder oldum.../ Aslında tarife sığmayan bu durum dört ay sürdü... Aynı mekansız, zaman dışı bir yerde zamanın ne kadar sürdüğünü kimse anlatamaz, ölçemez, açıklayamaz, ne bir başkasına ne de kendine ve insanı saran bu hiçliği ve hiçliği ve hiçliği, sadece masa ve yatak ve lavabo ve duvar kağıdı ve hep sessizlik olmasını; insanın suratına bakmadan yemeği içeri süren hep aynı nöbetçiyi; insan aklını kaçırana kadar hiçlikte dönüp duran hep aynı düşüncelerle çevrili olmanın kişiyi nasıl kemirdiğini ve mahvettiğini kimseye açıklayamaz. Aklımın karıştığını küçük işaretlerden anlayarak huzursuz oldum.../ Artık bu sıkıntıya dayanamaz hale gelmiştim ki hiç beklenmedik bir şey oldu... O perşembe günü, 27 Temmuz'da beni özellikle uzun beklettiler, yargıcın bekleme odasında, tam iki saat ayakta beklettiler... işkencecilerimizin paltolarının asılı olduğu bir portmanto... Ansızın bir şeye takılı kaldı bakışlarım. Paltolardan birinin yan cebinin biraz kabarık durduğunu fark etmiştim. Yaklaştım... Bir kitaptı! Dizlerim titremeye başladı: Bir KİTAP! Dört aydır elime kitap almamıştım... Kafamdan şimşek hızıyla şu düşünce geçti: Çal o kitabı!.../.../ Hemen kitabı çıkardığımı, incelediğimi, okuduğumu sanırsınız herhalde. Kesinlikle öyle olmadı! Önce, yanımda bir kitap olmasının keyfini sürmek istedim, çaldığım kitabın nasıl bir şey olduğunu hayal ederek okuma anını erteleyecektim ve bu keyif sinirlerimi muhteşem bir biçimde gerecekti... Ama sonunda... kitabı ellerim titreyerek çekip aldım./ Bakar bakmaz hayal kırıklığına uğradım, hatta sinirlenip öfkelendim... kitap, yüz elli ustanın oyununun toplandığı bir satranç kitabından başka bir şey değildi... Belki, diye düşündüm, hücremde satranç tahtasına benzer bir şey yapabilirim... ekmeğimden artırdığım kırıntılardan satranç taşlarını, şahı, veziri filan hazırlamaya koyuldum... satranç kitabında çizimleri bulunan oyunları aslına uygun kurmayı başardım... İlk günlerde sürekli her şeyi birbirine karıştırıyordum; aynı oyuna beş kez, on kez, yirmi kez yeniden başlamam gerekiyordu. Ama yeryüzünde benim gibi hiçliğin esiri olan biri kadar kullanılmamış ve yararsız zamana sahip kim vardı, kim bunca sınırsız hırsa ve sabıra sahipti? Altı gün sonra oyunu sonuna kadar kusursuzca oynuyordum... Aradan on dört gün daha geçtikten sonra kitaptaki her satranç partisini ezbere -ya da doğru terimi kullanırsam, gözü kapalı-, kolayca oynayacak duruma gelmiştim; küstahça giriştiğim hırsızlığın benim için ne kadar hayırlı olduğunu yeni yeni anlamaya başlıyordum. Çünkü bir anda bir meşguliyetim olmuştu -anlamsız, yararsız deyin isterseniz, ama çevremdeki hiçliği yok etmişti, o yüz elli turnuva oyunuyla, mekanın ve zamanın insanı boğan tekdüzeliğine karşı harika bir silah edinmiştim. Bu yeni meşguliyetimin büyüsünü kesintisiz korumak için o andan başlayarak günümü bölümlere ayırdım: sabahları iki oyun, öğleden sonra iki oyun, akşam da hızlı bir tekrar. Böylece eskiden pelte gibi yayılan günümü dolduruyordum, yorulmadan meşgul oluyordum, çünkü satrancın harika bir yararı var, zihin gücünü dar sınırlar içine hapsediyor, düşünürken zorlanan beyinleri bile yormuyor, bilakis kıvraklığını ve esnekliğini biliyor. İlk başta şampiyonluk oyunlarını sadece mekanik bir biçimde tekrarlarken sonraları giderek içimde sanatsal, keyifli bir anlayış uyanmaya başladı. Hücumdaki ve savunmadaki incelikleri, tuzakları ve sertlikleri anladım, önceden düşünmenin, birleştirmenin, karşı hamlenin tekniğini kavradım, çok geçmeden de her satranç ustasının bireysel oyunundaki kendine özgü tarzı yanılmaksızın tanımaya başladım, tıpkı bir şairin şiirini daha ilk dizelerde tanır gibi... düzenli çalıştığım için de düşünce yeteneğim sarsılan güvenini yeniden kazandı... o andan sonra sorgularda hiç açık vermedim, hatta Gestapolar bana gitgide saygıyla bakıyor gibi geldi.../ O kitaptaki yüz elli oyunu her gün sistematik bir biçimde tekrarladığım o mutlu dönem iki buçuk-üç ay kadar sürdü. Sonra hiç tahmin etmediğim bir ölü noktaya geldim. Birden kendimi yeniden hiçlikte buldum. Her bir oyunu yirmi ya da otuz kez oynadıktan sonra yeniliğin, sürprizin cazibesi siliniyor, ilk başta heyecan uyandıran, teşvik eden gücü tükeniyordu... bu çılgın yolda tek bir çözüm vardı: Eski oyunların yerine yenilerini bulmalıydım. Kendi kendimle ya da daha ziyade kendime karşı oynamayı denemeliydim./... Tesadüflerden tümüyle bağımsız bir düşünce oyunu olan satrançta, kendine karşı oynamayı istemenin mantık açısından saçmalık olduğunu anlamak için uzun boylu düşünmek gerekmez. Satrancın çekiciliği, sadece stratejisinin iki farklı beyinde iki farklı biçimde gelişmesinde yatar, bu akıl savaşında siyah, beyazın manevralarını bilmez ve sürekli tahmin etmeye, onu baltalamaya çalışır, öte yandan beyazsa siyahın gizli emellerinden kurtulmaya ve onları başından savmaya uğraşır. Siyahla beyaz aynı kişiyse, aynı beynin aynı anda bir şeyi hem bilmesi hem de bilmemesi gerekir ve beyaz oyuncu olarak oynarken, bir dakika önce siyah oyuncu olarak isteyip amaçladığını bir komutla tümüyle unutması gerekir ki, bu da çok saçmadır. Bu tür bir ikili düşünüş aslında bilincin tümüyle ikiye bölünmesini, beynin işlevselliğinin, mekanik bir cihazda olduğu gibi, istendiği anda açılabilip kapatılabilmesini şart koşar.../... öyle umarsızdım ki, bu olanaksızlığı, bu saçmalığı aylarca denedim. Cinnet geçirmemek ya da aklımı kaçırmamak için bu saçmalıktan başka seçeneğim yoktu... beni kuşatan korkunç hiçliğin altında ezilmemek için siyahla beyaza bölünmeyi en azından denemeliydim./.../... bu yeni meşguliyet beynin mutlaka epeyce çabalamasını gerektiriyordu... gerçek bir satranç tahtası başında bu saçmalığın bile ufacık bir şansı olabilirdi, çünkü gerçek bir satranç tahtası yine de belli bir mesafeye, somut bir dışlanmaya izin verir... düşünmek için ara sıra mola verebilirsiniz, masanın bir bu yanına bir öbür yanına geçebilir ve böylece durumu bir siyahın, bir de beyazın açısından tartıp biçebilirsiniz... Hayal gücünün soyut ortamında... oynanan bu oyunda beyaz olarak da siyah olarak da dört beş hamle sonrasını hesap etmek zorundaydım, oyun ilerlerken ortaya çıkan bütün konumları adeta iki beyinle, beyazın ve siyahın beyniyle, önceden planlamalıydım... Önceki haftalarda ustaların oyunlarını tekrarlamıştım yalnızca ve bu yaptığım ne de olsa sadece onları yeniden üretmekti, belli bir malzemeyi tekrarlamaktan ibaretti ve bu bakımdan şiir ezberlemekten ya da yasa maddelerini ezberlemekten daha zor değildi, sınırlı, disiplinli bir işti, bu nedenle de mükemmel bir zihin idmanıydı... Bu etkinlik sadece bu yüzden bozulmuş sinirlerime iyi gelmiş, beni sakinleştirmişti, çünkü başkalarının oyunlarını tekrar ederken oyuna katılmıyordum; siyahın mı beyazın mı kazanacağı umurumda değildi... Kendime karşı oynamayı denediğim andan itibaren farkında olmadan kendime meydan okumaya başladım. Her iki kimliğim, siyah ben ve beyaz ben, birbirleriyle yarış ediyorlardı, ikisi de kendi adına hırsa kapılıyor, galip gelmek, kazanmak için sabırsızlanıyordu; siyah ben her hamleden sonra beyazın ne yapacağını düşünüp telaşlanıyordu. Öbür ben hata yaptığında bu ben hem seviniyor hem de kendi beceriksizliğine sinirleniyordu./... böyle bir bilinç bölünmesi normal durumdaki normal bir insanda düşünülemezdi. Ama... ben normallikten zorla çekilip alınmıştım, suçsuz olmama rağmen tutukluydum, aylardır yalnız bırakılıp ince ince işkence görmüştüm, biriken öfkesini herhangi bir şeye boşaltmak isteyen bir insandım. Elimde kendime karşı oynadığım bu saçma oyundan başka bir şey yoktu, bu yüzden öfkemi, intikam arzumu çılgınca bu oyuna aktarıyordum. İçimde bir şey, hakkına sahip çıkmak istiyordu, ama içimde sadece o öteki ben vardı, onunla mücadele edebilirdim; böylece oyun sırasında neredeyse çılgınca bir heyecana kapıldım... Beyaz ben bir hamle yapar yapmaz siyah ben hemen coşup saldırıya geçiyordu... Bir saplantı haline gelmişti, kendimi engelleyemiyordum; sabahtan akşama kadar fillerden, piyonlardan, kaleden, şahtan ve a, b, c'den, mattan ve roktan başka bir şey düşünmüyordum... Oynama sevinci, oynama keyfine dönüşmüştü, oynama keyfi de oynama baskısına, sadece uyanık olduğum saatleri değil giderek uykumu da ele geçiren bir manyaklığa, çılgın bir öfkeye. Aklımda sadece satranç vardı... Sorguya çağrıldığımda bile sorumluluğuma veremiyordum dikkatimi... Bedenimde tek hissettiğim şey, korkunç bir susuzluktu; herhalde sürekli düşünmenin ve oynamanın verdiği hararetten olmalıydı... kazanmak, galip gelmek, kendimi yenmek için duyduğum hırs giderek bir tür öfkeye dönüştü, sabırsızlıktan tir tir titriyordum, çünkü içimdeki ben'lerden biri ötekini hep yavaş buluyordu. Biri ötekini acele ettiriyordu... bu halimin... patolojik bir şekli olduğunun bugün... farkındayım, bu duruma... bir adın dışında ad bulamıyorum: Satranç zehirlenmesi. Sonunda bu saplantı sadece beynimi değil, bedenimi de eline geçirmeye başladı. Kilo kaybettim, uyku düzenim bozuldu, huzursuzlaştım... ama oyuna başlar başlamaz delice bir güce kavuşuyordum.../... bir sabah her zamankinden farklı uyandığım. Bedenim adeta benden çözülmüştü, yumuşacık ve rahat bir yerdeydim.../... Bir hastanedeydim./.../... Serbest bırakıldım... belki artık Gestapo'nun gözünde önemim kalmamıştı, çünkü Hitler o sırada Bohemya'yı istila etmişti ve Avusturya konusunu kapanmış sayıyordu... Görünüşe bakılırsa beynimizde garip bir biçimde ayarlama yapan güçler var, insanın ruhuna ağır gelen, tehlikeli olan ne varsa otomatikman devre dışı bırakıyorlar, çünkü ne zaman hücrede geçirdiğim zamanı düşünmek istesem beynimin içindeki ışık azalıyordu; ancak haftalar sonra... başıma gelenleri düşünecek cesareti buldum./... Satranç tahtasının başında oturan arkadaşlarınızı gördüğümde sigara salonundan tesadüfen geçiyordum... arkadaşınızın yanlış hamlesi kalbime bıçak gibi saplandı. Ona engel oluşum tamamıyla içgüdüseldi" 50-72, 75, 77-79
*
18.7.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder