29 Aralık 2018 Cumartesi

II. ABDÜLHAMİT(D)'E DAİR

Ve, hatta, Vahdettin'e, de.

*

İslamcı tarihçiden özeleştiri: Bizim camia Akif'e hain damgası vurdu

Bahadıroğlu yazısında, “dindar camia”nın 2. Abdülhamit taraftarlığını abarttığını söyledi.


Karakter boyutu :

Atatürk'e hakaret eden isimlerden AKP'ye yakın Yeni Akit gazetesi yazarı Yavuz Bahadıroğlu “Sultan Abdülhamid muhalifleri ve Mehmed Âkif” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Bahadıroğlu yazısında, “dindar camia”nın 2. Abdülhamit taraftarlığını abarttığını söyledi.
“ABDÜLHAMİD HAN ALEYHTARLIĞI YAPAN HERKESE, ‘İHANET’ DAMGASI VURMAYA BAŞLADI”
Yavuz Bahadıroğlu şu ifadeleri kullandı:
“Bizim ‘dindar’ camia, Sultan II. Abdülhamid taraftarlığını öylesine abarttı ki, rahmetli Necip Fazıl’ın, ideolojik olduğu için de insafsız ve vicdansız saldırılara karşı çıkma adına geliştirdiği ‘Ulu Hakan-Cennetmekân’ tanımlamasının çoktan ötesine geçip, o dönemde Abdülhamid Han aleyhtarlığı yapan herkese, ‘ihanet’ damgası vurmaya başladı.
Mehmed Âkif de bu ‘ifratçı’ yaklaşımlardan nasibini aldı ve İstiklâl Marşı şairimiz, büyük meziyetlerine, ilmine, irfanına, imanına, faziletine, gayretine, vatanseverliğine rağmen, ‘kötü adam’ ilân ediliverdi.
Hayretim şu ki, biz Allah nezdinde ‘zerre kadar’ hayrın ve şerrin kaybolmayacağına iman etmiş mü’minleriz; nasıl oluyor da insanları böyle ‘toptancı’ bir mantıkla karalayabiliyoruz?
İnsanlar hakkında hüküm verme hakkı bizim midir? Hangi âmelin Allah nezdinde makbul olduğuna, kimin Cennete, kimin Cehenneme gideceğine biz mi karar veriyoruz?”
“DİNDAR YAZARLARIN HEMEN HEMEN HEPSİ ABDÜLHAMİD MUHALİFİDİR”
Yavuz Bahadıroğlu yazısında ayrıca şunları kaydetti:
“Hak ve hakikat adına önce şunu söylemem lâzım: Sultan II. Abdülhamid dönemini yaşayan dindar yazarların hemen hemen hepsi Abdülhamid muhalifidir. Kimi Batıcı, kimi Türkçü, kimi Kürtçü, kimi Sosyalist, kimi Müslüman, kimi Hıristiyan ve Yahudi aydınların ittifak ettiği tek nokta da Sultan Abdülhamid’e muhalefettir. Bu her yönden esen sert muhalefet rüzgârının en açık sebebi ise ‘istibdat’tır! Bunun dayanağı da Sultan Abdülhamid’in, Meşrutiyeti askıya alması ve seçimle belirlenen ‘Meclis-i Meb’usan’ı dağıtarak tüm dizginleri eline almasıdır.
Bugün aynı şey yapılsa, Mehmed Akif’e bu yüzden veryansın eden aydınlarımızın tavrı acaba aynı olmaz mı?
Kaldı ki, her döneme kendi şartlarından bakılır. Her şey olup bittikten, geçmişte yaşananlar tüm sonuçlarıyla birlikte ortaya çıktıktan sonra, hüküm vermek kolaydır, ancak süreç yaşanırken sürecin sonuçlarını görmek neredeyse imkânsızdır.”
“TARİHTEN DERS/İBRET ALMAYA DA İHTİYACI VAR”
Akit yazarı Bahadıroğlu yazısını şöyle noktaladı:
“Üstelik içeriden ve dışarıdan büyük bir maharetle yürütülen kampanyalar, algı operasyonları, yalan haberler, ‘Abdülhamid giderse Türkiye kurtulur’ inancını güçlendirmektedir. Öyle bir hava ki, Abdülhamid’e taraf olmak, baskıya, şiddette, istibdada taraf olmak, hatta ‘vatana ihanet’ etmek anlamı kazanmıştır.
Sultan Abdülhamid’in bazı zaruri uygulamaları da maalesef bu tür ithamları beslemiştir. Sürekli, etkili ve yaygın algı operasyonları sayesinde kafalar karışmış, fikirler hercümerc, istikamet tepetakla olmuştur. O dönemde Sultan Abdülhamid’e muhalefet, ‘istibdada muhalefet’ ve ‘hürriyete taraf’ olma anlamı kazanmıştır. Seçim ‘istibdat’ ve ‘hürriyet’ arasındadır. Yazarlar, mütefekkirler, şairler tabii olarak ‘hürriyet’i seçmiştir.
Âkif bunlardan sadece biridir. Önünde Namık Kemal, Ziya Paşa gibi ‘vatansever’ler, yanında Bediüzzaman, Süleyman Nazif, Rıza Nur, Ahmet İzzet Paşa (sadrazamlık yapmıştır) gibi mütefekkirler ve siyasetçiler vardır.
Yazarlara, düşünürlere ‘hürriyet’, Padişah’a ‘devlet’ lâzım! Bu mânada herkes kendi konumunun gereğini yapmış demektir. Bize düşen iki tarafı da anlamaya çalışmak olmalıdır.
Öte yandan bu isimlerin çoğu İttihad ve Terakki iktidarı ve sonrasını yaşarken, gerçek ‘istibdat’la tanışacak, Rıza Nur, ‘Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı? Hiç… Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalıştı. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor’ diyecek;
Ahmed İzzet Paşa,’Şöhret bulduğu derece zalim ve kahredici olmadı… Kimsenin hayatına, rızkına, istikbaline kastı yoktu. Saltanat zamanında işitilen isnadlar, Meşrutiyet’te hiçbir zorlukla karşılaşmadan yapılan araştırma ve soruşturmalar ile doğrulanamadı’ görüşüne gelecek;
Süleyman Nazif, ‘Hasret olduk eski istibdâda biz’ diyerek, Abdülhamid özlemini dile getirecek;
Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid’i, ‘Şefkatli Sultan- Veli Sultan’ diye yâd ederken, Mehmed Âkif Ersoy, ‘Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş/Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş’ diyecektir.
Bu milletin Sultan II. Abdülhamid’i anlamaya ihtiyacı olduğu kadar, dindar muhaliflerini anlamaya ve bu bağlamda tarihten ders/ibret almaya da ihtiyacı var.”
Odatv.com
*
29.12.2018


KOMÜNİST MANİFESTO

Karl Marx-Friedrich Engels, Çeviri: Celal Üster-Nur Deriş, 2008, Can Yayınları, İstanbul


O çok meşhur olan manifesto!
*
Cumhuriyet Gazetesi'nin hazırladığı bir kitapçık.
Kitapçıkta, manifestoya ilave olarak, bazı baskılar için yazılan önsözler, ve ayrıca, manifestonun Türkiye'de basılmasının hikayesi de var.
Parasız dağıtılmış.
Armağan.
*
Manifesto metni, 45-92. sayfalarda yer alıyor.
İlk kez Londra'da Almanca olarak 1848 yılında yayınlanmış.
Kısa bir metin.
Bir broşür.
Metnin, Marx ve Engels'in imzalarıyla ilk kez yayınlanması, 1872'deki Almanca baskıda olmuş.
Bu baskıdaki önsözde, anılan iki kişi tarafından, şunlar da söyleniyor:
"Uluslararası bir işçi örgütü olan ve o günlerin koşullarında hiç kuşkusuz etkinliklerini ancak gizli bir biçimde sürdürebilen Komünistler Birliği, 1847 Kasımı'nda Londra'da toplanan kongresinde, aşağıda imzası bulunanları, Partinin ayrıntılı bir teorik ve pratik programını yayına hazırlamakla görevlendirdi. İşte, elyazmaları Şubat Devrimi'nden birkaç hafta önce baskıya girmek üzere Londra'ya ulaşan aşağıdaki Manifesto böyle doğdu. İlkin Almanca yayımlanan Manifesto'nun Almanya, İngiltere ve Amerika'da bu dilde en az on iki değişik basımı yapıldı. İngilizcesi ilk kez 1850 yılında... yayımlandı, 1871 yılında da Amerika'da en az üç ayrı çevirisi basıldı. Fransızcası ilkin 1848 Haziran Ayaklanması'ndan kısa bir süre önce Paris'te... yayımlandı... İlk Almanca basımından kısa bir süre sonra Londra'da Lehçe bir çevirisi çıktı. Altmışlarda Cenevre'de bir Rusça çevirisi yayımlandı. İlk yayımlanışından kısa bir süre sonra Dancaya da çevrildi./ Koşullar son yirmi beş yılda ne kadar değişmiş olursa olsun, bu Manifesto'da ortaya konan ana ilkeler genel olarak bugün de o günkü kadar doğrudur. Yer yer kimi ayrıntılarda düzeltmeler yapmak gerekebilir... önerilen devrimci önlemler... bugün birçok bakımdan çok farklı yazılırdı... önce Şubat Devrimi'nde, sonra da daha da önemlisi proletaryanın siyasal iktidarı ilk kez iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü'nde kazanılan pratik deneyim göz önüne alınacak olursa, bu programın kimi ayrıntıları gününü doldurmuştur" 95, 96
*
Manifesto'nun ilk cümlesi şöyle: "Avrupa'ya bir heyula korku salıyor: Komünizm heyulası" 47
Sonraki ifadelerden bazı örnekler ise şöyle:
-"Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir" 49
-"Modern sanayi, Amerika'nın keşfiyle yolu açılan dünya pazarını kurmuş; bu pazar ticaretin, deniz ve kara ulaşımının olağanüstü bir biçimde gelişmesine yol açmış; bu gelişme de sanayinin yayılmasını sağlamıştır.../.../... burjuvazinin ekonomik gelişmesi açısından tipik ülke olarak İngiltere, burjuvazinin siyasal gelişmesi açısından tipik ülke olarak da Fransa alınmıştır. (Engels'in 1888 İngilizce basımına notu.)" 51
-"Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır./... tüm feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son vermiştir... katıksız çıkardan... başka bir bağ bırakmamıştır.../... bugüne kadar el üstünde tutulan... meslekleri... ücretli emekçisi yapıp çıkmıştır./.../... İnsan uğraşının neler yapabileceğini ilk ortaya koyan burjuvazi olmuştur.../ Burjuvazi... toplumun tüm ilişkilerini durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz... Burjuva çağını daha önceki tüm çağlardan ayırt eden özellik, üretimin durmadan değişip gelişmesi, tüm toplumsal koşulların aralıksız altüst olması, bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantıdır.../.../ Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerdeki üretim ve tüketimi kozmopolit bir niteliğe büründürmüş; sanayinin üstünde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından çekip alarak gericileri derin bir yasa boğmuştur. Eskiden kurulmuş olan tüm ulusal sanayiler ya yıkıldı ya da her geçen gün yıkılıp gidiyor.../ Burjuvazi... tüm ulusları, dahası en barbarlarını bile uygarlığın bağrına çekmektedir... kendi suretinde bir dünya yaratmaktadır./... köyleri kentlerin egemenliği altına sokmuştur... köyleri kentlere bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere, köylü ulusları, burjuva uluslara, Doğu'yu da Batı'ya bağımlı kılmıştır./.../ Burjuvazi, henüz yüz yılı bile bulmayan egemenliği sırasında, daha önceki kuşakların hepsinden çok daha büyük ve görkemli üretici güçler yaratmıştır" 52-55
-"Makinelerin yaygın kullanımı ve işbölümü yüzünden... İşçi makinenin bir uzantısı olup çıkmıştır; ondan istenen, en basit, en tekdüze ve en kolay edinilir bir beceriden başka bir şey değildir... emeğin fiyatı, onun üretim maliyetine eşittir.../... Emekçiler burjuva sınıfı ve burjuva devletinin köleleri olmakla kalmazlar; her gün, her saat... en başta da burjuva fabrikatörün kendisi tarafından köleleştirilirler" 57, 58
-"Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son vermek değil, burjuva mülkiyetine son vermektir.../ O yüzden, Komünistlerin kuramı tek bir tümcede özetlenebilir: özel mülkiyetin ortadan kaldırılması" 66
-"... feodal mülkiyet söz konusu olduğunda kabul ettiğiniz şeyi, belli ki kendi burjuva mülkiyet biçiminize gelince kabul etmeye yanaşmıyorsunuz./ Ailenin ortadan kaldırılması! Komünistlerin bu yüz kızartıcı önerisi karşısında, en köktenci kişilerin bile kan beynine sıçrıyor./ Peki, bugünkü aile, burjuva ailesi hangi temele dayanmaktadır? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile, tam anlamıyla gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi içinde vardır. Ama bu durum, ailenin proleterler arasında neredeyse hiç bulunmaması ve açıktan açığa fuhuşla bütünlenmektedir... sermayenin ortadan kalkmasıyla birlikte her ikisi de ortadan kalkacaktır./.../ Modern sanayinin etkisiyle proleterler arasındaki tüm aile bağları kopup parçalandıkça, proleterlerin çocukları alınıp satılan basit birer mala ve iş aracına dönüştükçe, burjuvazinin aile... ilişkin yapmacıklı övgüleri bir kat daha iğrençleşmektedir" 71
-"Aslında, burjuva evliliği, evli kadınların ortaklaşa kullanıldığı bir sistemdir; o yüzden, Komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanımını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırmak istemekle suçlanabilirler.../.../ İşçileri ülkesi yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan alamayız ki" 72
-"İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı ölçüde, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesi de ortadan kaldırılmış olacaktır" 73
-"... işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı egemen durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır" 75
-"Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmekte kullandığı örgütlü güçten başka bir şey değildir. Proletarya... koşulların dayatması sonucunda bir sınıf olarak örgütlenmek zorunda kalacağına, devrim yaparak kendini egemen sınıf kılacağına... göre... sınıf karşıtlıklarının ve genel olarak sınıfların varlık koşullarını da silip atmış ve böylelikle bir sınıf olarak kendi egemenliğine de son vermiş olacaktır" 76
-"Hıristiyan çileciliğe sosyalist bir çeşni katmaktan daha kolay bir şey yoktur. Hıristiyanlık da özel mülkiyete, evliliğe ve devlete karşı sesini yükseltmemiş midir?" 79
-"... on sekizinci yüzyılın Alman filozoflarının gözünde, birinci Fransız Devrimi'nin talepleri genel olarak "Pratik Aklın" taleplerinden öte bir şey değildi; devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin dile getirilmesini ise, katıksız iradenin, kaçınılmaz iradenin, genel anlamda gerçek insan iradesinin yasaları olarak görüyorlardı" 81
-"Alman sosyalizmi, buyruklarındaki rahipler, akıl hocaları, toprak beyleri ve bürokratlarıyla mutlak yönetimlerin, yaklaşan burjuva tehlikesine karşı dört elle sarıldıkları bir korkuluk olmuştur" 83
-"Alman sosyalizmi, Alman ulusunu örnek ulus, dar kafalı Alman küçük burjuvasını da tipik insan ilan etmiştir. Bu örnek insanın her alçaklığına, gerçek karakterinin tam tersi olan gizli, yüce bir sosyalist anlam yakıştırmıştır" 84
-"Almanya... gelişmiş bir proletaryayla gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bir burjuva devriminin eşiğindedir ve Almanya'daki burjuva devrimi hemen ardından gelecek bir proletarya devriminin yolunu açacaktır./.../ Komünistler, görüşlerini ve hedeflerini gizlemekten nefret ederler. Amaçlarına ancak var olan tüm toplumsal koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça duyururlar" 91, 92
Manifesto'nun son sözleri de şunlar: "Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!" 92
*
Epeyce burjuvazi övgüsü...
Ama, sonra, burjuvazinin devri bitti, sıra proletaryada, öngörüsü!
*
Manifesto'yu yazdıkları 1848 yılında, Marx 30, Engels 28 yaşında.
Bence, bugünden bakınca, biraz, çocukça bir metin.
Belli bir, doğru, istikameti işaret etmekle birlikte, öngörülerinin genelde tutmadığı, ve, yer yer abartılı olduğu, ya da, temenniden öte bir anlamının olmadığı, da söylenebilir.
Manifesto'nun epeyce uzun bir bölümünü oluşturan o günkü politik konumlanışa ilişkin yazılanlar ise, o günkü durumu bilmeyenler için pek anlamlı değil, ve ayrıca, geçerliliğini kısa sürede yitirecek türden ifadeler, ve, nitekim, yazarlar da, 25 yıl sonraki yeni basım için yazdıkları önsözde bu durumu açık bir şekilde belirtiyorlar.
*
Ama, metnin ve hikayesinin, tarihsel olarak, çok önemli olduğuna kuşku yok!
Hem tarihe müdahale, hem de tarihin seyri, anlatılıyor!
*
Manifesto'nun Türkiye'de basılmasının hikayesi ise, bence, Türkiye için, manifestonun kendisinden, çok daha, ilginç!
1848 yılından basılan ve Batı dünyasının her tarafında defalarca yeni baskıları yapılan bir broşürün yayınlanması, ısrarla ve inatla, yaklaşık 130 yıl süreyle, 1970'li yıllara kadar engelleniyor, sonra da 1990'lı yıllara kadar cezalandırmayla karşı karşıya bırakılıyor.
Bu da, güya, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedeflediği belirtilen bir ülkede oluyor!
Ne büyük direnç!
Yazıdan, kitaptan, emekten, korku mu?
Şaşılacak şey değil mi?
*
Bir de, solcuların bilerek çarpıtmaları yok mu?
*
Türkiye'deki basımın hikayesinden bazı huşular şöyle:
-Engels'in 1888 İngilizce basımına yazdığı önsözde şöyle denmiş:
"Bu arada, ilginç bir olaydan da söz etmek isterim: 1887'de Ermenice bir çevirinin elyazması İstanbul'daki bir yayıncıya teslim edilmiş. Ama adamcağız Marx'ın adını taşıyan bir kitabı basmaya cesaret edemediği için çevirmene kitaba kendi adını koymasını önermiş, gel gör ki çevirmen bunu kabul etmemiş..." 28, ve, 103, 108
 -"Türkiye Komünist Partisi'nin Mustafa Suphi'yle birlikte iki saygın önderinden biri olan Dr. Şefik Hüsnü, 1923'te Aydınlık Yayınları'nca yayımlanan Manifesto çevirisinin "Birkaç Söz" başlıklı önsözünde, yapıtın Ermeniceye de çevrildiğine değinmekte, ama bu çevirinin nerede yayımlandığı konusunda bilgi vermemektedir./.../ Manifesto'nun bilinen ilk Türkçe çevirisi 1919-20 dolaylarında... Mustafa Suphi tarafından yapılmaya başlanmış, ama... 28/29 Ocak 1921'de Karadeniz'de... öldürülmesi sonucu tamamlanamamıştır.../ Komünist Manifesto'nun Türkçedeki ilk eksiksiz çevirisi... Dr. Şefik Hüsnü tarafından yapılmıştır... bu çeviri, 1923'te... Aydınlık Külliyatı'ndan çıkmıştır. Şefik Hüsnü çevirisinin Şeyda Oğuz... çeviriyazısı, son olarak... Komünist Manifesto kitabında yer almıştır./... Şefik Hüsnü'nün, Mustafa Suphi'nin tamamlayamadığı çeviriyi devralıp tamamladığı izlenimi doğmaktadır" 28, 29
-"Kerim Sadi çevirisi, kendi kurduğu İnsaniyet Kütüphanesi Yayınları'ndan 1936'da çıkmış... aynı yıl, Bakanlar Kurulu'nun 29 Ağustos 1936 tarihli ve 2/4253 sayılı kararıyla yasaklanmıştır./... çevirilerden biri de... Süleyman Ege'nin 1968... Komünist Parti Manifestosu çevirisidir... çıktığı gün toplatılmasına karar verilmiş, toplatma emri yargıç kararından önce bütün valiliklere yıldırım telgrafla bildirilmiş... dağıtımcı depolarında dört bine yakın kitaba el konmuştur... yargılama sonunda Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 9 Nisan 1970'te oybirliğiyle aldığı kararla aklanmıştır. Bunun üzerine Ege, Ekim 1970'te... ikinci basımını yayınlamış, ne ki yargılama temyiz aşamasındayken 12 Mart 1971 darbesi gelince Yargıtay aklama kararını bozmuş, daha önce kitabın aklanmasını kararlaştıran mahkeme de bu kez mahkumiyet kararı vermiş ve Manifesto'nun "zoralımına" hükmetmiştir./... Ege, Mart 1976'da Manifesto'nun üçüncü basımını yayınlamış, 12 Eylül darbesi gelinceye kadar kitabın üç basımı daha yapılmıştır... 12 Eylül döneminde... Ege'nin deyişiyle "Türkiye'de yeniden eski ve uzun uykusuna dalmıştır". Ege... Kitabın Ateşle Dansı adlı kitabında anlatır" 31, 32
-"Uluslararası sol literatürün dilimize aktarılması konusunda... iki olgu... Belirli sol hareketlere bağlı kimi çevirmenler, kimi zaman, kendi hareketlerinin görüş ve siyasetlerini "doğrulamak" amacıyla Marxçı düşünür ve kuramcıların yapıtlarını saptırarak ya da çarpıtarak çevirme yoluna gitmişlerdir... işinin eri olmayan kimi çevirmen ve yayıncılar da... yetersizliklerinden ötürü... sol literatürün pek çok yapıtının Türkçeye yanlış, eksik ya da özensiz bir dille aktarılmasının sorumlusu olmuşlardır" 32, 33
(Bilerek yayını çarpıtandan kime ne hayır gelir?)
-"... bir başka Manifesto çevirisi de, Rekin Teksoy'un, Oğlak Yayınları'nca 2005'te yayımlanmış olan çevirisidir" 33
-"Yordam Kitap... çeviri... Nail Satlıgan..." 33
-"Burada anılanlar dışında... çeviriler de vardır" 34
-"... elinizdeki çevirisine gelince; bu çeviriyi 1978 yılında Nur Deriş'le birlikte yaptık ve kitap 1979 Martı'nda Aydınlık Yayınları'nca basıldı... kitap, 23 Mayıs 1979 günü... toplatıldı... 3 Ağustos 1984 tarihinde, Nur Deriş'in "7 yıl 6 ay ağır hapsine..."... karar verdi... Askeri Yargıtay... "hükmün onanmasını" kararlaştırdı" 34, 35, 39
*
Kitapçıktan diğer bazı notlar:
-"Komünist Manifesto... 1848 Şubat... Londra... basıldı. Almanca... (Komünist Parti Manifestosu) adıyla yayımlanan bu küçük broşür, o sıralar devrimci ayaklanmalarla çalkalanmakta olan Avrupa'nın dört bir yanına ulaşmakla kalmayacak, 1864'te kurulan Uluslararası Emekçiler Birliği'nin (I. Enternasyonal) ve daha sonraki... partilerin programlarının temelini oluşturacak, dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olacaktı" 23
-"Marx ve Engels'in adları broşürde ilk kez... 1872 Leipzig basımında yer alacak.../... Modern çağda başka hiçbir siyasal hareket, üslubunun gücü bakımından, Manifesto'yla kıyaslanabilecek bir metin ortaya çıkaramadı" 24
-"Marx ve Engels'in değişen koşullar karşısındaki tutumları, 1872 Almanca basımına yazdıkları önsözden on yıl sonra, Rusça basım için kaleme aldıları önsözde bir kez daha açık seçik gözler önüne serilir:/ Manifesto'nun kaleme alındığı dönemde, Rusya, "tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü"nü oluşturmaktadır. Birleşik Devletler, göçler yoluyla, Avrupa proletaryasının fazla güçlerini yutmaktadır. İki ülke de, Avrupa'ya hammadde sağlamakla kalmamakta, Avrupa'nın sanayi ürünleri için pazar oluşturmaktadır. O yüzden, o sıralar iki ülke de Avrupa'da var olan düzenin temel direkleridir./ Oysa 1882'ye gelindiğinde, "durum o kadar farklıdır ki!" Avrupa'dan göçler, Kuzey Amerika'yı dev bir tarım üretimi için elverişli kılmıştır; bu ülkenin rekabeti Avrupa'daki büyük ve küçük toprak mülkiyetini temelinden sarsmaktadır. Dev boyutlara ulaşan bu göç, Birleşik Devletler'in olağanüstü sanayi kaynaklarını, Batı Avrupa'nın, özellikle de İngiltere'nin o güne kadar süregelen sanayi tekelini kısa zamanda kıracak güç ve çapta kullanabilmesini olanaklı kılmıştır. Kuzey Amerika'da, bir yandan... toprak mülkiyeti dev çiftliklerin rekabeti karşısında adım adım çökmekte, bir yandan da sanayi bölgelerinde ilk kez bir proletarya kitlesi ve alabildiğine bir sermaye yoğunlaşması gelişmektedir. 1848 Devrimi döneminde Avrupa gericiliğinin başı olarak gösterilen Çar'ın Rusya'sı ise artık Avrupa'da devrimci eylemin öncüsüdür" 25, ve ayrıca, 97
-"1883 tarihli Almanca basımın ve 1888 İngilizce basımının.../.../... özelliklerinden biri de, Marx ve Engels'in, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşulların değişmesi karşısında Manifesto'nun kimi bölümlerinin gününü doldurmuş olduğunu açıkça belirtmekten kaçınmamış olmalarıdır" 26
-"... siyasal kitapların karşısına dikilen "yasal duvarlar"ın ötesinde, Cervantes'in 1605'te yayımlanan başyapıtı Don Quijote'nin dilimize ancak dört yüz yıla yakın bir zaman sonra, Dante'nin 1310-1321 arasında yayımlanan büyük klasiği İlahi Komedya'nın da yedi yüz yıla yakın bir zaman sonra... çevrilebilmiş olmaları... düşündürücü olsa gerektir" 31
-"Türk Ceza Kanunu'nun... 141.-142. maddelerinin de 1991'de yürürlükten kaldırılmasıyla... söz konusu maddelerin yerine Terörle Mücadele Kanunu'nun 6., 7. ve özellikle 8. maddeleriyle birlikte, düşünce, örgütlenme ve ifade özgürlüklerini kısıtlayan yeni maddeler eklenmiştir. Daha sonra Avrupa Birliği hukukuna uyum çalışmaları kapsamında TCK'da kimi değişiklikler gerçekleştirilmiş, örneğin propaganda suçlarıyla ilgili 8. madde kaldırılmıştır. Tümüyle değiştirilmiş yeni TCK... 2005'te yürürlüğe girmiştir" 39, 40
-"Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki tutucu ve baskıcı yönetimlerin varlığını korumak, devrimci güçleri bastırmak üzere 26 Eylül 1815'te kurulan Kutsal Bağlaşma'dan söz ediliyor. Bu bağlaşmanın kurulmasına Rus Çarı I. Aleksandr ve Avusturya Dışişleri Bakanı Prens Klemenss von Metternich öncülük etmişlerdi" 116
-"Komünizmin "kadınların ortaklaşalığı" ile bağlantılandırılması Eski Yunan'dan çıkmıştır. Platon (MÖ 428/427-MÖ 348/347), Devlet'te, öğretmeni Sokrates'in ağzından, insan soyunun geliştirilmesine ilişkin bir program savunuyordu. Bu program, çiftleşmenin denetlenmesini ve çocuklara ortaklaşa bakılmasını da içeriyordu... Kent devletinin bekçileri, aileyi ortadan kaldırarak, kendileri tek bir büyük aile oluşturacaklardı.../ Tertullianus (155/160-220'den sonra) gibi erken dönem Hıristiyan ilahiyatçıları, birbirlerine kardeş gibi davranmalarının ve her şeye ortaklaşa sahip olmalarının, kadınların ortaklaşalığını da kapsadığını yadsımaya zorlanmışlardır. Bu suçlama 16. yüzyıl Reform hareketi döneminde yeniden baş göstermiş... daha başka köktenci Protestan mezheplerine yöneltilmiştir... Luther'in öğretisinden ayrılan... 1524'deki Köylü Ayaklanması'nın önderleri arasına katılan ve sonradan Marxçılar tarafından sınıfsız toplum savaşımının habercisi sayılan Thomas Münzer'in, 1525'te tutuklandığında, işkence altında Anabaptistlerin her şeyin ortaklaşa kullanılması gerektiğine inandıklarını itiraf ettiği söylenmiştir./.../ Görüldüğü gibi, 1840'larda kimi burjuva ideologların komünistlere yönelttiği "Siz kadınları da ortaklaşa kılacaksınız" suçlaması, geçmişte, şu ya da bu biçimde kadınların toplumsal yerinin iyileştirimesini, dahası kadınla erkeğin eşitliğini savunan birçok düşünür ve siyasal harekete de yöneltilmişti./.../... Marx, 1852'de, kendi katkısının, 1) sınıfların varlığının üretimin gelişmesindeki bazı tarihsel evreler'e bağlı olduğunu; 2) sınıf savaşımının kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğü'ne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin, tüm sınıfların ortadan kaldırılışı'na ve sınıfsız bir toplum'a geçişten öte bir şey olmadığını göstermek olduğunu söylemişti. (Marx'ın Weydemeyer'e Mektubu, 5 Mart 1852.)" 118-120
-"1660'tan 1689'a kadar süren İngiliz Restorasyonu... 1814'ten 1830'a kadar süren Fransız Restorasyonu" 77
-"Fransız... Henri de Saint-Simon (1760-1825), Hıristiyan sosyalizminin kurucularındandır... rahiplerin yerini bilim adamlarının alması gerektiğini savunmuş... Ortaya attığı görüşlerle, temelde, Fransız Devrimi'nin ve Napoleon militarizminin kan dökücülüğüne karşı bir tepkiyi temsil eden Saint-Simon, son yazılarında görüşlerine bütünlük kazandırarak yeni bir din biçiminde somutlaştırmaya çalışmıştır" 123
-"Paris Komünü, 1871 Nisan-Mayısı'nda altı hafta sürmüştü... 750 kayıp veren hükümet birlikleri, Komüncülerden 20 bin kişiyi öldürmüşlerdi. Paris Komünü, Marxçılar tarafından tarihteki ilk sosyalist devrim denemesi olarak kabul edilmiştir.../.../... Manifesto'nun 1882'de Cenevre'de yayımlanmış olaan ikinci Rusça basımı... Engels... Plehanov'dan Manifesto'nun Rusça çevirmeni olarak söz ediyordu. Nitekim, Manifesto'nun 1900 tarihli Rusça basımında bunu Plehanov kendisi de doğrulamıştır" 127
-"Bakunin (1814-1876), anarşizmin 19. yüzyıldaki başlıca kuramcılarından biridir. 1842'de... "Yıkıcı tutku aynı zamanda yaratıcı bir dürtüdür." diyen Bakunin... 1868'de Cenevre'ye taşındıktan sonra I. Enternasyonal'e üye olan Bakunin ile Marx arasındaki anlaşmazlık, Bakunin ve arkadaşlarının 1872'deki Lahey Kongresi'nde Enternasyonel'den ayrılmalarıyla sonuçlanmış, bu anlaşmazlık Avrupaa devrimci hareketinde yıllarca süren bir bölünmeye yol açmıştır... Bakunin, var olan düzenin şiddet yoluyla yıkılması için çağrıda bulunmaktan hiç vazgeçmemiş; bununla birlikte... her türlü otoriteye karşı çıkmıştır. Tipik Alman özellikleri taşıdığına inandığı düşünce ve örgütlenme biçimlerini reddederek, bunlara karşı Rus köylüsünün içinde taşıdığına inandığı "özgür devrimci ruh"u savunmuştur. Bakunin'in anarşist görüşleri Marx'ın öngördüğü komünizmin karşısavı olarak son biçimini almıştır" 128
-"Marx'ın tersine, devrim aşamasının sona erdiğine, ancak yasal ve evrimci savaşım biçimleriyle başarıya ulaşılabileceğine inanan Lassalle, 1863'te, daha sonraki Alman Sosyal Demokrat Parti'nin öncüsü sayılan Alman Genel İşçi Derneği'ni kurmuş... umudunu yitirerek siyaseti bıraktığını açıklamıştır.../ I. Enternasyonal, 28 Eylül 1864'te Londra'da düzenlenen bir kitle toplantısında Uluslararası Emekçiler Birliği adıyla kuruldu... Marx, 32 kişilik geçici Genel Konsey'in üyeliğine seçildi ve başkanlığını üstlendi.../ I. Enternasyonal, kuruluş aşamasından başlayarak Marxçılık, Proudhonculuk, Blanquicilik ve... Bakuninci anarşizm gibi sosyalist düşünce akımları arasındaki çatışmalara sahne oldu. Merkeziyetçi bir sosyalizmi savunan Marx ile Bakunin arasındaki savaşım, Bakunincilerin 1872'deki... ayrılmalarıyla sonuçlandı. 1874'te de I. Enternasyonal'in resmen dağıldığı ilan edildi./... New York'ta... 1871... Manifesto'nun kısaltılmış bir çevirisi yayımlanmıştı" 130
-"1882 Rusça Basımına Önsöz/.../... Komünist Parti Manifestosu'nun, çevirisini Bakunin'in yaptığı ilk Rusça basımı 1860'ların başında Kolokol'un basımevinde yapılmıştı.../.../... 1848-49 Devrimi sırasında yalnızca Avrupa prensleri değil, Avrupa burjuvazisi de, yeni yeni uyanmaya başlayan proletaryadan biricik kurtuluşu Rusya'nın müdahalesinde bulmuştu. Çar, Avrupa gericiliğinin başı ilan edilmişti. Oysa bugün çar Gatçina'da devrimin savaş tutsağı, Rusya ise Avrupa'da devrimci eylemin öncüsüdür./ Komünist Manifesto'nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin kaçınılmaz bir biçimde yaklaşan çöküşünü açığa vurmaktı.../... günümüz Rusya'sındaki ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir" 97, 98
-"1883 Almanca Basımına Önsöz" 99
-"1888 İngilizce Basımına Önsöz/.../ Manifesto, ilk başta yalnızca Almanların yer aldığı, sonradan uluslararası bir nitelik kazanan ve 1848 öncesi... kaçınılmaz olarak gizli bir biçimde etkinlik gösteren işçi örgütünün, Komünistler Birliği'nin programı olarak yayımlandı.../... Prusya polisi, Komünistler Birliği'nin o sıralar Köln'de barınmakta olan Merkez Kurulu'nu ele geçirdi.../ Avrupa işçi sınıfı, egemen sınıflara karşı yeni bir saldırıya geçmek için yeterince güç kazandığında, Uluslararası Emekçiler Birliği doğdu... Enternasyonal 1874'te dağılırken, işçiler artık 1864'teki işçiler değildiler.../ Böylece Manifesto yeniden öne çıktı. Almancası 1850'den bu yana İsviçre, İngiltere ve Amerika'da birkaç kez yeniden basılmıştı. 1872'de New York... bir Fransızca çevirisi... Amerika'da... iki İngilizce çeviri... biri İngiltere'de yeniden... Bakunin'in yaptığı ilk Rusça çeviri 1863'te Cenevre'de Herzen'in Kolokol basımevinde, yiğit Vera Zasuliç'in yaptığı bir başka çeviri de 1882'de yine Cenevre'de... 1885'te Kopenhag'da... yeni bir Danca basımını, aynı yıl Paris... yeni bir Fransızca çevirisi... İspanyolca... 1886'da Madrid'de... Almanca... en az on iki yeniden basım... İstanbul... Ermenice çevirisi... gün ışığına çıkamamış... Manifesto'nun tarihi, modern işçi sınıfı hareketinin tarihini büyük ölçüde yansıtmaktadır... sosyalist... en yaygın, en uluslararası ürünüdür.../... kaleme alındığı sıralar ona Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847'de sosyalist dendiğinde, bir yandan çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları, yani her ikisi de çoktan birer tekkeye dönüşmüş bulunan ve son demlerini süren İngiltere'deki Owenciler ve Fransa'daki Fourierciler, öte yandan da sermayenin ve karın kılına dokunmaksızın her türlü toplumsal bozukluğu bin bir yoldan onarıp düzelteceklerini ileri süren cins cins toplumsal düzenbaz anlaşılıyordu" 101-103
-"1890 Almanca Basımına Önsöz/.../... Marx... işçi sınıfının... kaçınılmaz olan düşünsel gelişmesine güveniyordu... Marx haklı çıktı... 1874'teki işçi sınıfı ile... 1864'teki işçi sınıfı arasında dağlar kadar fark vardı. Latin ülkelerindeki Proudhonculuk, Almanya'daki kendine özgü Lassalllecilik can çekişiyor; o sıralar tutuculuğun başını çeken İngiliz sendikaları bile... 1887'de... "Kara Avrupası sosyalizmi artık bize korkunç gelmiyor," diyebileceği noktaya yaklaşıyordu" 106-110
-"1892 Lehçe Basımına Önsöz/.../... bu yeni Lehçe basım, Polonya sanayisinde belirgin bir ilerleme olduğunu göstermektedir... Rus Polonyası, Kongre Polonyası, Rusya İmparatorluğu'nun büyük sanayi bölgesi durumuna gelmiştir. Rusya'nın büyük sanayisinin dağınık bir biçimde... yayılmış olmasına karşılık, Polonya sanayi görece olarak küçük bir alanda toplanmıştır.../... Avrupa ulusları arasında gerçek bir uluslararası işbirliği, ancak bu ulusların her birinin kendi yurdunda tümden bağımsız olmasıyla mümkündür. Aslında proletarya bayrağı altında burjuvazinin işini proleter savaşçıların yapmasını sağlamaktan öteye gitmeyen 1848 Devrimi, vasiyet hükümlerini yerine getiren Louis Bonaparte ve Bismarck aracılığıyla İtalya, Almanya ve Macaristan'ın bağımsızlığını da sağladı; ama 1792'den bu yana devrime bu üç ülkenin tümünden daha çok yarar sağlamış olan Polonya, 1863'te kendinden on kat güçlü Rusya karşısında ezildiğinde yazgısıyla baş başa bırakıldı. Aristokrasi Polonya'nın bağımsızlığını ne koruyabildi ne de yeniden elde edebildi; bugün bu bağımsızlık burjuvazi için... önemsizdir. Ama yine de, Polonya'nın bağımsızlığı Avrupa uluslarının uyumlu işbirliği için bir gerekliliktir. Polonya'nın bağımsızlığı ancak Polonya'nın genç proletaryası tarafından elde edilebilir ve onun ellerinde güvende olabilir" 112, 113
-"1893 İtalya Basımına Önsöz/.../... 1848... İtalya, Avusturya imparatoruna bağımlı duruma düşmüş; Almanya da, tüm Rusya'nın çarının daha dolaylı, ama en az aynı ölçüde etkili boyunduruğu altına girmişti. 18 Mart 1848'in sonuçları hem İtalya'yı, hem de Almanya'yı bu onur kırıcı durumdan kurtardı. Eğer bu iki büyük ulus 1848'den 1871'e kadar kendilerini yeniden toparlayıp bir bakıma yeniden ayağa kalktılarsa, bunun nedeni, Karl Marx'ın her zaman dediği gibi, 1848 Devrimi'ni bastıranların kendilerine karşın bu devrimin vasiyet hükümlerini yerine getirmeyi üstlenmiş olmalarıdır./ Bu devrim her yerde işçi sınıfının eseriydi... Hükümeti devirirken açıkça burjuva düzenini yıkmayı amaçlayanlar, bir tek Parisli işçilerdi... sonunda devrimin meyvelerini toplayan kapitalist sınıf oldu. İşçiler, öteki ülkelerde, İtalya'da, Almanya'da, Avusturya'da, daha en başından, burjuvaziyi iktidara getirmek dışında bir şey yapmadılar. Ama ulusal bağımsızlık olmadan burjuvazinin iktidarı hiçbir ülkede mümkün değildir. O yüzdendir ki, 1848 Devrimi, ardı sıra, o zamana kadar birlik ve bağımsızlıktan yoksun kalmış uluslara birlik ve bağımsızlık getirmek zorunda kalmıştır; İtalya, Almanya ve Macaristan'ı Polonya izleyecektir./ Demek, 1848 Devrimi sosyalist bir devrim olmasa da, sosyalist devrimin yolunu açmış, ortamını hazırlamıştır. Burjuva düzeni... son kırk beş yılda... güçlü bir proletarya oluşturmuş; böylece, Manifesto'nun diliyle söyleyecek olursak, kendi mezar kazıcılarını yetiştirmiştir. Tek tek her ulusun birlik ve bağımsızlığı yeniden sağlanmaksızın, ne proletaryanın uluslararası işbirliği gerçekleştirilebilir, ne de ulusların ortak hedeflere yönelik barışçı ve anlayışlı işbirliği.../.../ Manifesto, kapitalizmin geçmişte oynadığı rolün hakkını tastamam vermiştir. İlk kapitalist ülke İtalya'ydı. Feodal ortaçağın sona erişiyle modern kapitalist çağın başlayışına görkemli bir adam damgasını vurmuştu; bu adam bir İtalyan'dı, ortaçağın son, modern çağın ilk ozanı Dante'ydi./ Bugün, 1300'de olduğu gibi, yeni bir tarihsel çağ yaklaşıyor" 114, 115
-"Manifesto'nun bu ikinci Rusça basımının çevirmeni gerçekte Vera Zasuliç değil, G.V.Plehanov'du. Vera İvanovna Zasuliç (1849-1919), Petersburg Valisi General Fyodor F. Trepov'u kurşunlayan Rus devrimcidir. 1878'de... jüri tarafından suçsuz bulunarak aklanmıştır. Bir aristokratın kızı olan Zasuliç... 1903'te... Menşevikleri desteklemiştir" 131
-"Uluslararası Sosyalist İşçi Kongresi, 14-18 Temmuz 1889'da Paris'te toplandı. Bu kongre, sosyalist parti ve sendikaların bir araya gelmesiyle oluşan ve Sosyalist Enternasyonal olarak da bilinen İkinci Entornasyonal'in kuruluş kongresiydi. 8 saatlik işgününün desteklenmesi amacıyla, her yıl 1 Mayıs'ın bütün ülkelerde toplantılar ve gösterilerle kutlanması bu kongrede kararlaştırıldı./.../ Napoleon Savaşları sonrasında Avrupa'nın siyasal coğrafyasını yeniden biçimlendiren Viyana Kongresi'nde (1814-15), Varşova Düklüğü'nden geriye kalan topraklar ayrı bir krallık olarak Rus Çarlığı'nın egemenliği altına sokulmuştu" 132
-"Otto von Bismarck (1815-1898), önce Prusya başbakanı (1862-71), daha sonra da Avusturya ve Fransa'yı yenilgiye uğratmasının ardından yeni kurulan Alman İmparatorluğu'nun ilk şansölyesi (1871-90) oldu. Yaşamı boyunca demokratik istemleri bastırmış olan Bismarck'ın bütün politikalarının temelinde, çökmesi kaçınılmaz olan eski düzeni demokratik güçlerin gelişmesine fırsat tanımadan yeni kurumlarla donatarak ayakta tutma amacı yatıyordu./.../ Marx, birçok yapıtında... 1848'den sonra gericiliğin devrimle alay ediyormuşçasına, trajikomik bir biçimde de olsa devrimin vasiyet hükümlerini yerine getirdiği, devrimin istemlerini ister istemez gerçekleştirdiği yolundaki görüşü ortaya koymuştur" 133
*
29.12.2018



.

28 Aralık 2018 Cuma

HUDU HATUN

TRT 1'de bugünlerde yayınlanan, taht oyunları konusunda, "Muhteşem Süleyman"ın pabucunu dama atacak nitelikte olduğunu düşündüğüm, İmparatoriçe Ki, isimli, Çin malı olduğunu sandığım dizideki, Hürrem Sultan'ın pabucunu dama atacak nitelikte olduğunu düşündüğüm imparatoriçelerden biri olan ve Moğol kökeni de bulunduğu anlaşılan bir kadının adı, bu, yani, Hudu Hatun.
İlginç geldi!
Hu du, şeklinde ayrıldığında, Çeçencede, ne var, anlamına geliyor.
*
Söz konusu dizideki bir başka isim de, Vang Yu.
Yu, da, Çeçencede, dişil olarak, var, anlamına geliyor.
*
Aynı dizide, veliaht namzedi bir bebeğin adı da, Maha.
Çeçenlerde, yaygın bir ad da, Maharbi.
*
Mah, diye telaffuz edildiğinde de, kuyruk yağı, anlamı var!
*
Dizideki, Hudu Hatun'un amcası olan saltanat naibinin adı, Bayan.
Bir diğer saltanat naibinin adı, Eltemur.
Bir bayanın adı da, Su.
İmparator adaylarından birinin adı, Bolat Temur.
*
Bir sahnede, iktidar savaşı için cenk eden Saltanat Naibi (Baygantur) Bayan'a, yeğeni general Alim Taltal, kılıcını saplıyor, Naib Bayan, neden, diye sorunca, Taltal şöyle cevap veriyor: "Hırsımdan gözüm dönmüş olursa, başkasından önce, beni sen öldür, demiştin!"
*
Söz konusu dizide, bence, saçmalamakta da sınır tanınmıyor!
Ve, hiçbir tutarlılık aranmıyor!
*

28.12.2018
*
NOT:
Çeçencede;
-Hu du, ne var, demek iken,
-Hu do, dendiğinde, ne yapıyor, anlamına gelmektedir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, Çeçencede, Do, yapıyor, anlamına geliyor, ve, özneye göre, çekimi oluyor.
Bilindiği üzere, İngilizce'de de, Do (okunuşu-du), yapmak, anlamında.
Buna göre, do/du, Çeçence ve İngilizce'de aynı, yapmak, anlamına sahip!
*
İngilizce'de şöyle bir ifade de var: yazılışı, who do..., okunuşu, hu du..., anlamı, kim yapar..., gibi!

*
BİR EK:

Yukarıda belirtilen dizinin bitiminden sonra, aynı yerde gösterilen, benzer nitelikteki, Kralın Kızı adlı başka bir dizide, bir prensin adı da, Cim Nu.
Cim, Çeçence'de, küçük demek.
*
21.1.2019
*

KIRMIZI PAZARTESİ

İŞLENECEĞİNİ HERKESİ BİLDİĞİ BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ
1982 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ

Gabriel Garcia Marquez, İspanyolca aslından çeviren: İnci Kut, 58. basım: Ekim 2018, Can Yayınları, İstanbul


Ülkeye sonradan gelmiş Türk diye anılan Araplardan olan Santiago Nasar'ın "namus" meselesi gerekçesiyle öldürülmesinin hikayesi.
İşleneceği bilindiği halde önlenemeyen bir cinayet.
*
Öykü sürreel, bence.
Ama, kurgu güzel.
Anlatım da hoş.
*
Kitap, hikayenin sonu "belli" olmasına karşın ilgiyle okunuyor.
Ama, asıl sürpriz, sonda.
*
Kitaptan bazı notlar:
-"... kilisenin debdebesi karşı konulmaz derecede büyülüyordu onu" 15
-"... öyle bir konuşma tarzı vardı ki, bir şey söylemekten çok, gizlemeye yarıyor gibiydi" 30
-"... kendisine sorulmayan soruları yanıtlıyor, kimsenin vermediği selamlara belli belirsiz karşılık veriyordu" 45
-"... hemen öldürmek için gereken hiçbir şeyi yapmamışlardı, tam tersine biri çıkıp da onu öldürmelerini engellesin diye akla gelebilecek her çareye başvurmuşlar ama bunu sağlamayı başaramamışlardı" 49
-""bunun Türklerin1 marifeti olduğu düşüncesi...".../ 1. Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu'dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır. (Ç.N.)" 73
-"İkizlerin duyduğu korku, sokaktaki insanların ruhsal durumuna da uyuyordu. Arapların misilleme yapabilecekleri olasılığı gözden uzak tutulmuyordu... Araplar, yüzyılın başlarında en ücra, en yoksul Karayip köylerine yerleşmiş barışçı göçmenlerden oluşan bir topluluktu... Birbirlerine bağlıydılar, çalışkandılar, Katolik olmuşlardı" 74
-"Ancak cinayeti engelleyebilmek için bir şeyler yapabilecekken yapmayanların çoğu, namus sorunlarının ancak faciada rol almış kişilerin erişebildiği kutsal alanlar olduğu bahanesiyle kendilerini avutmuşlardı" 87
-"... çiçeği burnunda mutlu bir devlet memurunun kibirli, coşkulu tavırlarını sergiliyordu" 88
-"Özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda hayatın edebiyatta bile görülmeyen onca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü" 89
-"İçinde yaşadığı dünyanın erdem taslama merakını biliyordu, ikizlerin ilkel doğalarının bu şekilde aşağılanmaya direnemeyeceklerini de biliyor olması gerekiyordu" 90
-""Parasının kendisine dokunulmazlık kazandırdığını sanıyordu," demişti bana. Karısı... "Buradaki bütün Türkler gibi."..." 91
-"... birisi bağırmıştı, "Hey Türk..."..." 102
-"... kıvırcık saçları darmadağınık olmuş Arap yüzünün her zamankinden daha yakışıklı olduğunu..." 106
-"Son basamakta tökezlemiş ama kendini hemen toparlamıştı. "Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi," dedi bana" 107
*
28.12.2018

25 Aralık 2018 Salı

TİFLİS

Serhat Öztürk, 1. basım: Haziran 2013, Can Yayınları, İstanbul

Tiflis'i anlatan yazılar.
Bir çok yönden.
Öğrendim.
Yararlandım.
*
Şiddetle alakalı bölüm ise, bence, ayrıca, önemli.
*
Yazarın, Halep ve Selanik, ile ilgili kitapları da varmış.
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Cumhuriyet'in kurucuları da... Atay'ın deyişiyle "yeni bir muhit içinde yeni bir elit yetiştirme"nin mekanizmasını bulma telaşı içindeydiler ve bunun için dekorlara ihtiyaçları vardı. Belki de... tepeden inme bir ulusal kimlik oluşturma çabasının olmazsa olmazıydı, dekor?/ Tiflis'teyiz!/.../... şehirdeki ilk iki gün... Rustaveli'nin kuşatması altındaydı" 16
-"... "içi beni yakar, dışı seni" dairelerin akibeti de farklı olmuyordu. Varsa yoksa Rustaveli ve onun sonsuz gözüken güzellikleri.../... İki gündür ahlarla vahlarla gezdiğimiz Rustaveli Tiflis'i, bir "fasad"dan ibaretti./.../ "Fasad"a çalıştım. "Fasad", Fransızca façade'den, "bina cephesi". İtalyancası facciate olmuş, "yüz, çehre" manasına. Oradan bizim argodaki "faça"ya gelinmiş. Façanın Latincesi facies; suret, yüz, demek. Kişi söz konusu olduğunda "genel görünüm, kılık kıyafet"/.../ Kentin, Rustaveli'den başlayarak düzeltilmeye çalışılan façasının anlamını arıyoruz... yoksullara bir kez daha sabırla kenarda durmaları buyrularak, binaların tadilatına girişilmiş... Öncelik, ulusal kimliğe, yabancı sermayeye, Tiflis'te janti bir yüz yaratmaya verilmiş./ Dekor, yüz, faça... Kimiz biz?" 18-21
-"Kimlik kavramı ilk kez XX. yüzyılın başlarında kullanılmıştı" 22
-"Karadeniz sahil yolu.../... 1900'lerin başında... Sahil bütünüyle kumsaldır.../... sahil yolunun yapılmasından sonra kumsal diye bir şey, hak getire.../ Zaten Rumların, zamanında Pontus Euxinos (konuksever) dedikleri bir denize, Karadeniz demişsen ve ondan hep ilençle söz etmişsen daha konuşacak ne var, onu da bilemiyorum... Büyüklük takıntısı, Karadeniz sahil kesiminin neredeyse özeti" 26, 27
-"Hopalılar da Lazistan'ın oradan itibaren başladığını, Trabzon, hatta Rize'nin Lazlıklaa bir ilgisinin bulunmadığını... yineleyip duruyorlar" 28
-"Gürcüler sonsuz ve geberinceye kadar içme kapasiteleriyle nam salmışlardır... Batum... Hopa'ya, arabayla 15 dakika uzakta bir yer" 29
-"Sarp sınır kapısından geçtik ve sihirbazın parmak şıklatması gibi görünüm bir anda değişti, doğayla uyumlu bir mimari peydahlandı etrafta" 30
-"Argonotlar da, milattan bir hayli önce... adına Argo (Süratli) dedikleri gemileriyle... Altın Post'u arıyorlardı, ama önce Medea'yı buldular... Doğrusu onları bulan Medea'ydı: Mitolojinin kanlı büyücüsü!" 33, 34
-""Kura"... Batılılar, Avrupa ile Asya arasında sınır olarak görmüşler bu nehri. Adını, Pers... Büyük Kyros'tan (... MÖ 590-529) almış. Kyros, Persçe Kuraş'ın (güneşe benzeyen) Grekleşmiş haliymiş. Babil'i ele geçirdiğinde kendi marifetlerini anlatmanın yanı sıra, kölelerin serbest ve özgür olmaları gerektiğiyle ilgili bugün British Museum'da bulunan bir silindir tablet yayımlamış bir kraldan söz ediyoruz./ Tiflis'in tarihçesi, 1500 yıl öncesine kadar uzanıyor. V. yüzyılda Kral Vahtang Gorgasal'ın av alanıymış... bir sıcak su kaynağı... Kurulan kentin adı da suyun sıcaklığına izafeten, ılık anlamına gelen tbili'den, Tbilisi olmuş.../ Tiflis Kalesi'nin yapılışı, kentin tarihindeki önemli anlardan biri. Kapadokya'dan gelip Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan rahibe de öyle... Gürcülerin "şehirlerin anası" dediği Tiflis... şehirdeki asıl büyük dönüşümün XIX. yüzyılda, Rusya'nın egemenliğindeyken gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz... Kentin bugününe damga vuran tarihi binaların çoğu bu dönemde yapılmış" 37, 38
-"Vorontsov Sokağı... Çar tarafından 1844 yılında atanan Kafkasya genel valisiydi. Çocukluk ve gençlik yıllarını Londra'da geçirmiş... Vorotsov, karargahını Tiflis'te kurmuştu. Ama gölgesi... bütün Kafkasya'da hissediliyordu... Sokağın yapımına 1850 yılında başlanmış ve bir yıl sonra tamamlanmıştı. 1854 yılında Genel Vali Vorontsov, ünlü deklarasyonu burada açıklamıştı. Buna göre 50 yıl önce Gürcü kralının ve soylularının hizmetinde olan Ermeniler, artık Rus patronajı altında tam teşekküllü kentlilere dönüşüyorlardı. Deklarasyona göre soylular, askerlikten muaf olacak, kelle vergisi ödemeyecek ve bedensel cezalarla cezalandırılamayacaklardı. Bu, kentin ve Ermeni burjuvaların tarihinde önemli bir noktaydı" 40, 41
-"Erivan meydanı... adını şehirde ve bu bölgede yaşayan yoğun Ermeni nüfustan değil, 1828'de Erivan'ın Rus birlikleri tarafından ele geçirilmesinden sonra almıştı" 42
-"1860'ların ikinci yarısında kentte, ihtişamları Batı Avrupa'dakileri aratmayacak beş büyük otel vardı. Grand Hotel ve London Hotel... en klası Kafkasya Oteli'ydi... başlıca rol, kentin dünyaca ünlü sülfat kaplıcalarıydı./ XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Avrupa'da bir kaplıca çılgınlığı yaşanıyordu... Prensler, kontlar, generaller merkezdeydi.../ Avrupa'da merkezler Carlsbad, Marienbad, BadenBaden'di" 43
-"O yılların Tiflis'i kozmopolit bir yerdi... İki Amerikalı.../... bellerinde hançerler, kılıçlarla, atlarının üzerinde dağ gibi yükselen ürkütücü dağlılar da oracıkta./ Sonra Çar'ın değerli piyonları, Almanlar vardı. XII. yüzyıl... Barbarossa biricik oğlunu Gürcülerin efsanevi Kraliçesi Tamar ile evlendirmeye niyetlenmişti. Gürcü-Alman ilişkilerinin başlangıcı buydu. İlk Alman gezginler, XIV. ve XV. yüzyılda Kafkasya'ya ayak basmıştı. 1762 yılında Çar, bir genelge yayımlayarak çeşitli ülkelerden yabancıları Rusya'ya davet etmişti. İki yıl sonra güney Volga kıyılarında, ilk Alman yerleşimciler görülmüştü. 1800'lerin başında bunları Bavyera'dan gelen ayrılıkçılık akımının mensupları izledi... ayrılıkçı topluluklar kıyametin yaklaştığını ve kurtuluşun Kafkasya ve Ağrı Dağı civarında olduğunu düşünüyorlardı... koloni kurmak için uygun yer baktılar... en önemlisi Çar, Kafkasya topraklarında kendine ait bir ada yaratmış olacaktı./ Gürcistan'daki ilk Alman kolonisi, 31 aileden oluşuyordu ve 181 kişiydiler. 21 Eylül 1817'de Tiflis'e geldiler... bir yıl sonra çok büyük bir dalga takip etti ve 500 aileden oluşan bir koloni Tiflis yakınına yerleşti. Bunların yerleşmesi için Ruslar 65.000 ruble altın harcamış... Ruslar, Kafkasya'ya gelen her Alman aileye 2.800 ruble vermişlerdi. Buna karşın İran'dan gelen Ermenilere sadece 25, Türkiye'den gelen Rumlara ise 10'ar ruble veriliyordu./.../ Bira yapımı da Alman kolonileri tarafından yürütülüyordu.../... Alman kolonilerinde özellikle tekerlek ve araba aksamı yapımı çok gelişmişti.../... Kırsal kesimde dağ gibi bir Gürcü nüfus vardı. Erkekler... ekmek parası peşinde Tiflis'e gelmeye başladılar.../ İşçilerin hali perişandı!... Sefalet... Halk arasında burası Nahalovka diye biliniyordu. Nahal sözcüğü Rusça'da "yüzsüz, arsız" anlamına geliyordu.../... ana caddenin adı Puşkin'di, biraz ileride Lermontov Caddesi... İlk klasik okul, Glovin Meydanı'nda açılmış... 1801'de 20.000 olan nüfus 1897'de 159.000'e çıkmıştı... 1865-1897 yılları arasında kentteki Rus sayısı... çıkmıştı. Ama 55553 kişilik nüfusuyla burası hala bir Ermeni kentiydi. Gürcüler, çoğunluğu ele geçirmek için 1970'leri bekleyeceklerdi.../... Bütün bu hercümerç içinde... Çar'ın temsilcilerine karşı bir öfke... kaçınılmazdı./ Beklenen patlama, 1905 yılında geldi... şehrin valisi... halkın Belediye Meclisi'ndeki görüşmelere katılmasını yasakladı. 25 Ağustos... kalabalık... kendi toplantısını yaptı... Ayın 29'unda Tiflis'in "kanlı pazar"ı gerçekleşti ve Kazaklar binayı basıp toplananların üzerine ateş açtı. En az 60 kişi öldü... genel ayaklanma başladı.../ 1905'in son aylarında, yıla başlarken görülen birlikten eser kalmamıştı... bağlar kopmuştu. Gerçi, Çar II. Nikolay'ın Ekim Manifestosu, tebasına yeni haklar bahşediyordu ama ok yaydan çıkmıştı bir kere. Manifesto, farklı kesimlerde farklı algılara yol açtı... Sağ kesimde... memnuniyet yaratmıştı... yirmi bin kişilik bir yürüyüş organize ettiler. Askerlerin koruduğu kortej, "Tanrı Çar'ı korusun!" sloganlarıyla şehre yaklaştığında bombalar patladı ve ateş açıldı. Askerler ateşe karşılık verdiler. 41 kişi öldü... Akabinde Çar'ın yeni anayasal düzenini uygulayacak ılımlı gruplar sahneye çıktılar" 44-50
-"Her şey olağanüstü bir imecenin ürünü. Şarap da kimsenin mülkünde değil işte, köyün ortak sarnıcında duruyor... erkekler... Tamada önderliğinde yiyip içmeye, şarkılar söylemeye başlayacaklar.../... Gürcü kimliğinin yapıtaşıdır şarap" 51, 52
-"Dukhan'ların geleneksel tabelalarından bir örnek./.../ Bütün tarihlerde ve mitlerde şarabın doğuş yeri olarak Doğu Anadolu gösteriliyor. Bilebildiğimiz kadarıyla bugün adına Gürcüler denen halkın bir kısmı Kimmerlerin peşinden güneye giden İskitlerden oluşuyordu; diğer kısmı da Fırat nehri civarında yaşarken Asurilerin sıkıştırmasıyla kuzeye göçenlerdi. Şarap kültürünü bu ikincilerin yöreye taşımış olmaları kuvvetle muhtemeldi. Belki Dionysos hikayesini de" 53
-"İnsan kendi kendine Hıristiyanlıkta şarabın İsa'nın kanı olarak sembolik bir değer kazanmasının arkasında, Dionysos'un yenilmez gücüyle uzlaşma arayışının rol oynayıp oynamadığını sormadan edemez. Yoksa bu uzlaşma, şarabın gücünün ehlileştirilmesi için midir? Kim bilir, belki de Gürcülerin içki sofralarındaki yerleşik tamada geleneği de bunun uzantılarından biridir. Belki de tamada geleneğindeki asıl amaç, içip dağıtma sürecini bir kurala bağlayarak ortaya çıkması muhtemel, insanın doğasına içkin şiddeti kontrol altında tutmaktır./... Gürcüler sofra kurmuşsa orada mutlaka bir tamada da vardır. Tamada sofrayı yöneten kişidir... tamada her sofranın en yaşlı, yaşam deneyimi en çok, en görmüş geçirmiş kişisidir... Kadehlerin her kalkışında erkekler, atlarını dörtnala süren savaşçılar gibi bardağın dibini görmek zorundadırlar. Tamada, bu konuda sık sık uyarıda bulunur. Kadınlar ise genellikle bir yudum almakla ya da dudaklarını ıslatmakla yetinirler... "düşmanı olmayan adam, adamdan sayılmaz" türünden veciz sözler de havada uçuşmaktadır. Derken kadeh kaldırma sırası Kraliçe Tamara'ya gelir, o aakla geldiği zaman, kraliçenin kuyruğu gibi, Gürcistan'ın büyük epik şairi Şota Rustaveli'de oracıkta şereflendirilmeyi bekliyordur.../ Bir Gürcü'nün dediği gibi bu sofralar Gürcüler için psikoterapi yerine geçer... Ne kadar... Eski Yunanlılar körkütük sarhoş olmayı, "İskit gibi içmek" deyişiyle tanımlarlarmış... Dumas.../... kişi başına beş-altı, bazen on-on iki şişe içtikleri olur... masadan ayık kalkmak da aşağılanacak bir şey olarak görülür" 54-56
-"... dukhan denilen geleneksel tavernalar..." 58
-"Derler ki, Tanrı dünyayı yaratmaya başladığında... Gürcü... demleniyormuş. Neden sonra huzura geldiğinde, "Çek geç kaldın!" demiş Tanrı ona... cevabı, "Arkadaşlarla sofradaydık," olmuş, "ama seni de unutmadık..." Tanrı... "Her yer doldu dolmasına ama şuracıkta kendime sakin bir köşe ayırmıştım, onu da sana vereyim bari," demiş./.../... kasım ayı... nar ve mandalina ağaçları.../.../... Gürcistan'ın ortası ve güneyi, kuzeydeki dağlardan inen yer altı sularının bet bereket kattığı bir vaha. Tabii Çar'ın sonsuz inayetini de unutmadan; çünkü turunçgillerin yetiştirilmeye başlanması, onun iradesiyle. Yoksa, Karadeniz'deki güzide üniversitelerimizden herhangi bir prof'un yarın öbür gün ispatlayıvereceği gibi, Yörüklerin bilinmeyen bir kolu, fi tarihinde buralara el atmış filan değil... Ufak bir ülke için büyük bir iklimsel çeşitlilik.../ Yoksulun yemeği hamur işidir, temel kuralı Kafkasya için de geçerli. Gürcistan'da... başköşe daima haçapuri'ye ayrılıyor. Bu, çok sayıda çeşidi olan bir tür peynirli pide aslında... hepsinden lezzetliydi" 63, 64
-"Gürcüler ile mısırı birbirinden ayrı düşünmek hemen hemen imkansız... sanki mısır, Latin Amerika'nın İlkçağ uygarlıklarından Kristof Kolomb tarafından alınıp getirilmemiş de hep buraya aitmiş gibi davranıyorlar. Mısırı Batı Akdeniz'den doğuya taşıyan Osmanlılardı oysa; yani Kafkasya'ya en erken XVII. yüzyılda gelmiş olmalı./... bir diğer hamur işi hinkali. Bir tür mantı... Hinkali, XIII. yüzyılda Orta Asya'dan gelen Moğollardan yadigar... soğuk birayla şahane gidiyor./.../ Kökeni büyük ihtimalle Küçük Asya olan ceviz ağacı buradan Çin'e kadar yayılmış... bereket ve doğurganlık simgesi olarak görülüyor. Gürcülerin cevizle yaşadıkları... tutkulu bir aşk ilişkisi.../... Abhazya kökenli acika sosu.../.../ Kafkasya denince insanın aklına öncelikle et ve et yemekleri gelir hep" 65-68
-"Gürcistan'ın Anası (Kartlis Deda) heykeli.../ Gürcülerin iki büyük kadın kahramanı var: Biri XII. yüzyılda yaşamış ve dönemi Altın Çağ olarak anılan Kraliçe Tamara... diğeri ise V. yüzyılda Kapadokya'dan buralara gelip Hıristiyanlığın yayılmasında başat rol oynamış olan Azize Nino... heykelin elindeki kılıcın Kraliçe Tamara'yı, kasenin ise Azize Nino'yu simgelediğini düşünüyorlar./... ikincisi... bir şair, onun aşkıyla yanıp kül olmuştu. Şairin adı Şota Rustaveli'ydi... Kaplan Postlu Şövalye'nin yazarı./... Gürcülerin İncil'den sonraki ikinci kutsal kitabı.../ Pertev Naili Boratav destanı, aristokratik zümrenin değerlerinin yansıtıldığı bir tür olarak görür.../ Rustaveli... Kraliçe Tamara'ya takdim etmişti... İlk matbu basımı 1712 yılında... 1587 dörtlükten oluşuyor./... Bir adamın hafızasında duruyor... okuyor. Son büyük gösterinin Sagınbay Orozzbakoğlu tarafından 1930'larda gerçekleştirildiği söylenir. Manas Destanı'nın tamamının okunması 60 gece sürmüş" 73-75
-"Aşk destanlarında, ötekine duyulan aşk, bir süre sonra kendini aramaya ve ilahi aşka dönüşür" 76
-"Mehmet Ali Kılıçbay.../... Bu iskambil kartları, evliliği korumak için serbest bırakılan ve soyut bir boyuta indirilen ama kesinlikle evlilik dışı tutulan aşkı simgeleştirmektedirler... feodal toplumda aşk ve evlilik aristokratik bir sorundur, halkın bunun ikisiyle de ilgisi yoktur./.../... destanın başlıca izleği "ağlamak"tır... "... ağlayan bir garip oğlan"... dünyanın sırrına vakıftır: "Siz neşeyle dolaşırken, gözyaşında yüzüyordum ben.".../.../... ağlamanın bir oynamak boyutu vardır, bir de yükselmek... Eski kadınlar... ağlamanın bu oyun boyutunu çok iyi bilir ve kullanırlardı... yaptırmak istedikleri bir şey söz konusu olduğunda, destan hikayecisi gibi bir noktadan sonra ağlamaya ve ayılıp bayılmaya doğru giden bir rol yapma kapasitesine sahipti.../ Ağlamak ile iktidar arasında hiç yabana atılmaması gereken bir ilişki vardır gerçekten de... ideal karışımını Gülen'in ağlamalarında izleyebilir./ Murat Belge, 70'li yılların... "mavi gözlü ağlayan çocuk" posterinden.../... Türkiye'de öksüze karşı acıma duyulur.../... erkek çocuğun yanağında... o bir damla gözyaşı..." 78-81
-"Kabakov için müzenin "hem bir mabet hem de bir kültürel çöp alanı" olması müzenin, burjuva tarihsel kökeninden bağımsız düşünülebilir mi?/ Çoğunlukla müzelerin konuşlandığı görkemli tarihsel binalar.../... Tiflis Güzel Sanatlar Müzesi.../... "Gürcü ile Aziz George Aşkı".../... Müzenin nasıl fuzuli bir yer olduğunu bilen bir ruh, gerçekten de azize olmaya özenmiş ve kıyısından dönmüş bir başka ruh, Sovyetler'e maruz kalmış bir diğeri. Tuhaf harman!.../... Aziz George'unki çok bildik bir hikayeydi. Roma ordusunda subaylığa yükselmiş bir Yunanlı. Babası Kapadokya, annesi bugünkü İsrail dolaylarındanmış. Hıristiyanlığı ilk kabul edenlerden ve... öldürülenlerden. İnançlı biri... generalken kendini feda etmiş bir adam. Ölümü 303. Bir efsane kahramanına dönüştürülmesi sonradan, hep olduğu gibi. Ejderhayı öldürme hikayesine konu olması XI. yüzyılda Gürcistan'da gerçekleşmiş... Eski bir Mezopotamya hikayesi bu, orada ejderha Labbu'dur... Hititlerde ejderhanın adı İlluyanka, Babil'de Tiamet" 84-87
-"... tablo... Ayvazovski.../.../ 1844'te -27 yaşındayken- Rus donanmasının resmi ressamlığı görevine  atanmış Ayvazoski" 88
-"Üçüncü kat ise müzenin kalanından bambaşka bir atmosferdeydi... Sovyet ve Stalin döneminde katledilen Gürcülerle, milli kimlikle, bağımsızlık tarihiyle ilgili... 1927 yılında öldürülen ve öldürülmeden önce, "Ruhum Tanrı'ya, kalbim Gürcistan'a ait. Bedenimle ne isterseniz yapabilirsiniz," diyen Gürcü Katolik Kilisesi patriği Ambrosi... 1937'deki Büyük Temizlik sırasında katledilenlerin resmi geçidiydi.../ Yazılanlara göre Sovyet döneminde 80 bin kişi mahkum edilmiş, 400 bin kişi sürgüne gönderilmiş" 93, 94
-"1937-38 akıntısı, hapishanelerimizin karanlık, çirkef dolu borularını şişirerek zorlayan üç akıntıdan biridir./ Ondan önce... 1929-30... Bu akıntıya, on beş milyon veya daha fazla köylü kapıldı... Stalin'in... en korkunç cinayetidir./ Ondan sonra, Yenisey Nehri ortasında, 1944-46 yıllarının seli görüldü. Tam kadro ile milletler... sayıları milyonları bulanlar lağımdan geçirildiler! Fakat bu sele kapılanların çoğu basit kimselerdi, hatıra yazmadılar!/ Fakat 1937 yılındaki sel, içtimai mevki sahibi, partide rol oynamış olanları, okumuşları Gulag Takım Adaları'na alıp götürdü... eli kalem tutan insanlar! Bugün hepsi yazmaya hatırlamaya çalışıyorlar; 1937, milletçe yaşanan acının Volga'sıdır!/ Soljenitsin, Gulag Takım Adaları kitabında anlatıyordu bunları" 95
-"Kafkasya... şiddetin hiç eksik olmadığı topraklar.../ Bizanslılar, Moğollar, Selçuklular, Araplar, İranlılar, Osmanlılar, Ruslar... Gürcüler, Çeçenler, Abhazlar, Osetler... Ama bunların hiçbiri, Stalin kadar sistemli bir şiddet örgütleyicisi olamamışlardı. İlkel adamlar tabii, uygar dünyanın fişleme yöntemlerinden, psikolojik savaş mekanizmalarından bihaberler. Bürokrasi hak getire. Zaten öldürme biçimleri de incelikten yoksundu. Gossman'ın tespiti.../ Totaliter devletin zorbalığı o kadar büyüktür ki, bir araç olmaktan çıkar; mistik, dinsel bir hayranlık konusu haline dönüşür./ Sovyet devriminin özgürleştirici gücüyle donanmış ve İttihatçıların cüretkar uygulamalarından en az Almanlar kadar feyz almış Stalin'in bu konuda hatırı sayılır katkı sunduğunu biliyoruz... Adalet... ukaz'larla, yani kanun kuvvetindeki kararnamelerle yürütülüyordu ve suçlarına ilişkin ipuçları, bizzat tutuklananların kendilerinden bekleniyordu... Gürcülerin 1924... genel isyan da unutulmuş değildi. Gürsü komünistler, kendisi de bir Gürcü olan Stalin'e Kinto (sinsi) lakabını takmışlardı. Katil değil, sinsi./ Soljenitsin'in anlattığına göre, Stalin'in kusursuz sistemi şöyle.../ Nişan alınan ada tavşanlarına birer çağrı kağıdı çıkarmak yeter ve artardı elbette. Hepsi... kendiliğinden gelir... bekleşirlerdi./... Grossman da... benzer bir tespitte bulunuyordu: Nazi toplama kamplarında kalan Yahudilerin neredeyse bir avuç Alman askeri tarafından kontrol edildiklerini... 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, daha düne kadar devrim yapmayı hedefleyenlerin, Selimiye Kışlası kapısında işkencecilerine teslim olmak için kuyruğa girdikleri, mesai saati bitiminde evlerine gidip, ertesi sabah erkenden kapının önündeki yerlerini aldıkları..." 96, 97
-"Soru şu: Dünyanın dört bir köşesinde aklı başında insanlar şiddete karşı çıkarken aynı insanların bir devrim söz konusu olduğunda sevinç çığlıkları atmaları nasıl açıklanabilir? Devrimin insanları heyecanlandırmasında, kronikleşmiş haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik girişim yabana atılır gibi değil. Ama öte yandan, her devrim, yoğunlaştırılmış bir kan banyosu anlamına geliyor ve neredeyse bir kural gibi haksızlık ortadan kalkmaktan ziyade, el değiştiriyor. Canetti'nin de iliklerine kadar gösterdiği gibi kitlesel hareket ile şiddet arasındaki ilişki birebirdir: "Devrimler, dönüşüm zamanlarıdır; onca zaman savunmasız olanlar aniden dişlerini göstermeye başlarlar. Kötücül deneyim konusundaki eksikliklerini sayılarıyla telafi etmek zorundadırlar." Zorbalığın bir başka zorbalıkla yer değiştirmesinde bizi bu kadar heyecanlandıran şey ne öyleyse?/.../ Svetlana Boym, 1789'den sonra devrim kavramının modern zihinlerde tuttuğu yeri şöyle anlatıyordu:/... toplumsal düzenin baştan aşağı dönüşümü yeni bir hadiseydi. Napoleon'un biyografisi yeni bireyciler kuşağının tamamına, kendi yaşamlarını yeniden icat etmeyi ve devrimcileştirmeyi hayal eden küçük Napoleon'lara örnek oluşturmuştu... "Devrim"... sözcüğü... Adeta özlenen bir geleceği, zincirlerinden kurtarıyordu./ Geleceği zincirlerinden kurtarmak. Devrimci şiddeti mazur gösteren bu muydu? Çeşitli sebepler... Rene Girard'ın iki kitabı... Şidddet ve Kutsal ile Günah Keçisi. Elias Canetti'nin Kitle ve İktidar'ı ise bunlardan da eski./ Girard... şiddeti kendilerinden uzak tutmak için insan topluluklarının tarih boyunca geliştirdikleri kurban kültünü, şiddet ritüellerinin din içinde nasıl konumlandığını ve mitolojide nasıl üstünün örtüldüğünü araştırıyordu./... Girarda, Yunan tragedyalarında kurban kültünü deşifre etmenin daha kolay olduğunu, oysa mitolojide büyük çarpıtmalar yapıldığını söyler. Hatta ona göre "mitoloji, en büyük suskunluk okuludur"./ Bu dünyada her şey yer değiştirir: Kurban canavar haline gelir... bir canavarken tanrıya dönüşür./ Aynı anda yıkan ve kuran canavar tanrı... Girard... devam.../... mitolojik canavarı... katışıksız bir icat olarak görme eğilimi vardır: Hayal gücü, doğada var olmayan cisimler tasarlamanın mutlak bir yetisi olarak yorumlanır. Oysa mitolojik canavarlar incelendiğinde asla böyle bir şey ortaya çıkmaz. Canavaar, mevcut birçok biçimden ödünç alınıp bir araya getirilen öğelerden oluşur hep. Ancak bu karışımdan sonra bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkar canavar figürü./ Belki de şöyle özetlenebilir: İnsanlık tarihinde ilk ortaya çıktığı haliyle canavar, kitlenin belli bir topluluğa dönüşmesi için gereksinim duyduğu "öteki"dir (günah keçisi). Önce bir şiddet birikimi olacak, bu şiddet bir canavara (kurbana) yöneltilecek ve onun ortak bir konsensusla yok edilmesiyle, topluluk istim salarak huzur bulacak. Elbette bir sonraki canavar gereksinimine kadar./ Şiddetin üstünü örtmek, en eski arzulardan biridir. Mezarı örtmek söz konusu olduğunda, mitoloji kadar din de sahne alır. "... Koruyucu önlemler... dinsel alandır. Dinsel koruyucu önlemler şiddete dayalı olabilir. Şiddet ile kutsal birbirinden ayrılamaz," diye yazar Rene Girard. Çabasında restore edilmiş bir kutsal savaş arayışı var mıdır? Olabilir ama dinin şiddetin sağaltılmasında oynadığı role Canetti'de de rastlarız: "Kiliseye gitmenin düzenliliği ve belirli ayinlerin birebir ve bildik tekrarı, kitleyi uygar bir deneyim gibi korur." "Neden korur?"... Şiddetten ve tabii sadece bir ölçüde./ Modern insandan söz ederken şunu söyler Girard:/ Biz kendimizi mistik yanılsamalardan korunmuş sayıyoruz... Aslında her şeyi yanılsama olarak kabul etmek, rahatsız edici sorunlardan sıyırtmanın, her şeyi doğal kabul etmekten daha kurnazca bir biçimidir. En iyi, en kesin aldatmaca, mitin varsaydığı şiddetin tüm gerçekliğini reddeden bir soyut inançsızlıktır./ "Kurnazca aldatmaca" işin bir kısmını oluşturur... aynı aileye ya da aynı topluma mensup kişileri boğaz boğaza getiren şey, farklılıkların yitirilmesidir. Benzer bir farksızlaşma hali devrim zamanı ortaya çıkan şiddet için de geçerli değil midir? "Modern düşünce, farksızlığı şiddet olarak, şiddeti de farksızlık olarak düşünmeyi başaramıyor," der Girard ve ikizlik kavramını oyuna sürer:/ Her yerde aynı arzu, aynı nefret, aynı strateji, gitgide daha tam olan bir tektiplik içinde aynı büyük farklılık yanılsaması. Bunalım derinleştikçe tüm topluluk mensupları şiddet ikizine dönüşüyor.../ Birbirinin tam karşıtında yer alanların (Müslümanlar-laikler, devrimciler-tutucular) kopya/ikize dönüşmesi hikayesi Svetlana Boym'un da üzerinde durduğu.../ Gelenekle devrim arasındaki modern karşıtlık aldatıcıdır. Gelenek (tradition) hem aktarım... hem de teslim olmak ya da ihanet anlamına gelir: Traduttore, traditore, translator (çevirmen), traitor (hain). "Devrim" sözcüğü dde aynı şekilde hem döngüsel tekrar hem de radikal kopuş anlamına gelir. Dolayısıyla gelenek ile devrim hem birbirini kapsar hem de birbirine karşıtlık içinde var olur. (...) Bruno Latour, "modern ilerleme zamanı ile anti-modern 'gelenek' zamanı birbirini tanımayan ikizlerdir" der./ Karşıt uçların, aynı madalyonun iki yüzü olması saptaması önemlidir.../... tarihe niye ihtiyaç duyduğumuza dair bir soru.../... şiddet sadece öldürülenlerde... bulmaz ifadesini. Hayatınızın her zerresine nüfuz eder... ses çıkarmamış, bir yalanla yaşamayı gündelik hayatlarının gerçeği haline getirmiş kalabalıklar vardır" 98-103
-"Sovyet sistemi özellikle 1930'dan sonra... kendi mimari anlayışını dayatmış kente... merkezin dışındaki yeni Tiflis, tipik bir Sovyet şehri olarak şekillenmiş./ Metrodan, son durak olan Ahmeteli Tiyatrosu'nda indik... kendimizi kusursuz bir mimari şiddetle karşı karşıya bulduk. Sovyet zamanında yapılmış toplu işçi konutları. En az Akdeniz'in ufak bir koyunda, yeşilliğin ortasında boy gösteren TOKİ konutları kadar şiddet doluydular./ Boym'den.../... modern politik düşünceler, sadece tek bir güç kategorisini eleştiriler -ya da sadece yığındır eleştirilen ya da yerleşik otorite. Ona karşı da ötekine sistematik destek vermeyi gerekli görürler. Onları... sınıflandıran şey bu tercihtir. Toplumsal sözleşmenin hala insanları büyülemeye devam etmesinin nedeni, içerebileceği hakikatler değil, iki güç kategorisi arasında sürdürdüğü baş döndürücü salınımdır./ Sahi, Stalin de, zaman içinde bir günah keçisine dönüşmedi mi?" 104, 105
-"Tiflis, bir köprüler kenti. Kura Nehri.../ Bizce Tiflis'teki köprülerin en güzeli... Mişrali Khidi (Kuru Köprü) idi. 1849-1851 yılları... tasarlanmış... O yıllarda Kura Nehri'nin bir kolu geçiyormuş bu köprünün altından ve üzerinde küçük bir adacık varmış. 1930'larda bu kol kurumuş" 106, 107
-"Koleksiyonculuk... Boym'un deyişiyle: "Müşterileri, kaybetmedikleri şeyleri özlediklerine inandıran bir pazarlama stratejisi olarak ürünlere 'nostalji enjeksiyonu' yapılıyor."..." 110
-"Sololaki... bölgeye verilen ad. Vakti zamanında Araplar... bir su kanalı yapmışlar ve Sololaki (sulak) adı buradan gelmiş. XIX. yüzyılda şehirde palazlanmaya başlayan burjuvaların yaptırdığı malikanelerle dolu bir alan burası" 116
-"Tabidze... Burada... Kafkasya Evi, 20 numarada. 1860 yılında Alman mimar Otto Simonson tarafından, zengin Ermeni tüccar Tamamşev'in siparişi üzerine, tamamen Avrupai tarzda inşa edilmiş... kızı Yelizateva, Mişel Smirnov'la evlenmiş ve babası bu evi kızına çeyiz olarak vermiş... Mişel, 1870'lerin sonunda Petersburg'a gidip annesinin tarihi mobilyalarını Kafkasya Evi'ne getirmiş... bir merkeze dönüşmüş. Başlangıçta içinde Büyük Petro'nun şahsen yaptığı bir sehpa, II. Yekaterina'nın kullandığı tütün kutusu gibi parçaların yer aldığı eşye koleksiyonu da giderek genişlemiş. Yazar, gazeteci, avukat ve Gürcü ulusal kimliğinin kurucu babası olarak anılan İlya Çavçavadze... salonundan geçmişler... 1985 yılında koleksiyon, Gürcistan'a hediye edilmiş" 119, 120
-"XIX. yüzyılın başında "Ermeni Pazarı" adıyla anılır olmuş... 2007'den beri ise bir başka general, Gürcü ulusal kurtuluş mücadelesinin önemli isimlerinden Kote Abhazi isim babalığına yükselmiş... elden geçirilmiş bir sokak" 121
-"Bambis Rigi... orta yerde, elindeki boynuz kadehten şarap içen bronz uzaylı heykeli var: Tamada heykeli, Batı Gürcistan'daki Vani Harabeleri'nde yapılan kazılarda bulunan ve mazisi MÖ VII. yüzyıla uzanan bir arkeolojik buluntunun, büyütülmüş kopyası.../... Tsikis... Bir dönem Tatar Pazarı ve Şeytan Pazarı adlarıyla da anılmış" 122, 123
-"Katedral... dünyanın parasını harcayıp...yeni bir kilise... Ama gördüğüm kadarıyla yoksulların bundan bir şikayeti yok, tersine katedralleriyle gurur duyuyorlar" 124
-"... dukhan..." 133, 135
-"Pirosmani bu karikatüre çok kırıldı, cemiyetle ilişkisini kesti ve dukhan'ların bildik alaycılığına geri döndü... iki ile dört bin arası resim yaptığı savlanan... / Şehrin kıtlık ve soğukla boğuştuğu 1918 kışında, evsizdi... beslenme ve karaciğer yetmezliğinden öldü.../ Gürcistan'daki ilk sergisi, öldüğü yıl 1918'de açıldı... esas ilgi, 1950'den sonra arttı... 2002'de... Anerika'da... Geceleyin Arsenali Dağı adlı tablosu, 1.600.000 dolara alıcı buldu./... Siyah ve beyaz, Kafkas peyzajının da temel renkleriydi./ Ya büyük aşkı Margarita?... Birkaç yıl önce Murat Bardakçı'nın bir makalesi... 1900'lerin ikinci yarısından sonra ortaya çıkan ve Margareth Fehim Paşa adıyla anılan... bir kadından söz ediyordu. Kadın, İstanbul'da birden ortaya çıkmış ve Abdülhamid'in çocukluk arkadaşı ve süt kardeşi olan, sonra da başhafiyeliğine terfi eden Fehim Paşa'nın metresi olarak nam salmıştı. Fehim Paşa'nın Çerkes ve Arnavutlardan oluşan çetesiyle, şehri hallaç pamuğu gibi atıp herkesin yüreğine korku saldığı yıllardı. Giderek fütursuzluğunu yabancı elçiliklere bulaşmaya kadar vardırınca Bursa'ya sürgün edilmiş ve Bilecik civarında kimliği açığa çıkınca kalabalık tarafından linç edilmişti (1909)/ Paşa'nın ölümünden birkaç gün sonra, İstanbul'un eğlence mekanlarında, "Hatırla Margareth o meşum geceyi" sözleriyle başlayan bir şarkı meşhur olmuştu... 1960 darbesinden sonra, "Hatırla sevgilim o mesut geceyi" şekline dönüşmüştü./ Acaba... bu Margareth, o Margarita olamaz mı?" 136-138
-"Çokseslilik, müzik tarihinde kilise müziğiyle başlar.../... Gürcü ve Ortaçağ kültürü en üst noktasına ulaştığında (XII. ve XIII. yüzyıllar) üç sesli şarkılar... gelişim göstermiş" 140
-"Paul Khutchua.../... Şarkılarda birtakım nidalar, haykırmalar şarkılarda ağırlığı olan şeylerdir ve bunların çoğunun belli bir anlamı yoktur. Ama şarkılarda çok önemli bir yer tutarlar: ari, aralo, aralalo, dela, deli, dilo, dali, abadela, abadelia, herio, nana, odelya, osarado, varado, livri, orero, rero, naninavda, raşevroro, tarnanani vb. gibi. Bunların ana amacı, ritmik keskinliği vurgulamak ve melodiyi genişletmektir" 141
-"Tiflisli bir arkadaşım, kentin 1970'lerden sonra çok değiştiğini, kent kültürüne sahip varlıklı insanların çoğunun göç ettiklerini, kalanlarınsa azınlık konumuna düştüklerini anlatmıştı. Kentte ilk kez Gürcü nüfusun baskın hale geldiği dönemlerdi ve yaşayanların çoğu, kırsal kesimden gelerek şehrin varoşlarına yerleşenlerden oluşuyordu. Kent şarkıları varlığını sürdürüyordu sürdürmesine ama artık isyanın bayrağını rock grupları taşıyordu... İngilizce... şarkılar, özgürlük sembolüne dönüşmüşlerdi. Hala elit bir tını vardı./ 1980'lerin ortalarından itibaren işse rap sahne aldı. Hip hop 70'lerde Amerikan getto kültüründen doğmuştu. Onun alt dallarından biri olarak gelişen rap, Tiflis2te de alt kesimin isyan müziğine dönüşmüştü... uyarlıyorlardı" 144, 145
*
25.12.2018

BİZİM KÖY

Mahmut Makal, Literatür Yayınları'ndan Altıncı Basım (21. Basım), Eylül 2017, Literatür Yayınları, İstanbul

Anadolu'da bir köyü anlatan yazılar.
İlk baskısı 1950'de yapılmış.
*
Olağanüstü.
İbretlik.
*
Ben de bir Anadolu köyünde büyüdüm.
Ancak, benim büyüdüğüm köy, kitapta anlatılan köyden biraz daha iyi şartlara sahip, suyu bol, hayvanı ve dolayısıyla eti ve diğer ürünleri bol, bir köydü.
Ve, ayrıca, kitapta anlatılan tarihten biraz daha sonraki bir tarihte yaşayıp büyüdüm.
Dolayısıyla, benim köyüm, birçok açıdan, kitapta anlatılan köyden çok daha iyi yaşam şartlarına sahipti.
Ama, yine de, kitapta anlatılan kadar değilse de, benzer birçok duruma, köyümde, bizzat yaşayıp şahit oldum.
*
Anlatılanlar, kısaca, 20. yüzyılda, Anadolu'daki bir köy yaşamından kesitler.
O köydeki;
-Yoksulluk,
-Pislik,
-Çağdışı anlayış,
gibi hususlar.
*
Mesela;
-Yiyecek ve giyecek yokluğu, ve,
-Açlıktan ölüm,
şu tür ifadelerle anlatılıyor:
-"Soğuğu fırsat bilen amansız çocuk hastalıkları, silip süpürdü yavrucukları. Ama bir de köylüye sorun; soğuk mu aldı, yoksa Allah'ın emriyle mi gittiler, diye!/.../ "Akıl dail eğlence. Sanki toktor Allah'ın hikmetine karşı gelecek..."/ "Veren Allah, alan Allah. Çok şükür bugünkü günümüze. Biz kaldık da neye yaradı. Ağşamlaradan işimiz gücümüz sövüp sayıp günaha girmek. Hiç olmazsa bunlar sabi sabi gidiyorlar, huri analarının yanına..."/... Yalnız bu ay içinde, hiçbirisi yaşını doldurmamış olmak koşuluyla, otuz dört çocuk yazdık listeye... Bunların dört tanesi aynı gün ve aynı saatte ölüp, birden gömüldüler" 13, 14
-"Anam/.../ Ayaklarının tabanı paramparça. Ayağına iyi kötü bir pabuç aldık. "Onu kim sürükleyecek" diyor" 36
-"Öküzler usludur, ama inek ne yapıp yapıp ipini koparıyor.../.../ "... Moskof malı, gavur ineği..."/.../... Akşam bulgur pilavı, sabah bulgur çorbası..." 39
-""Yavu!" dedi Nuri Ağa. "Geçen yıl, bu yıl ölenlerde ne var!... Bundan sekiz-on yıl önce bizim eve bir kıran girdi, tam on tane ölü çıktı. Allah seni inandırsın..."/ Memo:/ "O vakitler hep öyle oldu oğlum! Anam ağnatırdı irahmetlik de; 303'ün kıtlığında tek bi şinik arpa geçmiş ellerine; tam iki ay yağsız tuzsuz un bulamacı pişirmişler, avuç avuç. O yıl elli kişi kırılmış açlıktan bu köyde!"..." 48, 49
-"9 Ekim cumartesi. Birinci dersten sonra, çocuklara sıra ile sordum. Bu sabah yirmi bir kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş, on kişi yavan ekmek dürünüp gelmiş" 124
-"Kadınlar, kızlar bahar boyunca... otları toplarlar... yenir.../ Bit.../.../ Elbisemin içine akrep girmiş gibi kıvrandım ve hemen soyundum. Meret, bir çekirge yavrusu gibi nasıl da büyümüş!.." 125, 126
*
Mesela;
-Pislik,
şu tür ifadelerle anlatılıyor:
-"Kir desen, elin kendi kalınlığı kadar var. El, suya değmeyince, yüzlerin hali ne olacak?.../ Üst başa gelince... Neresini anlatayım bilmem ki. İçlikte koltukların altındaki o kömür karasını mı? Omuz başlarından dışa vuran kirini mi?.../ Bir de uygarlığın isterlerine uygun kılık yasası çıkarmamış mıyız!/ Havalar ısındı mı, işi iş kadınların... Çıkarlar duvarın dibine, serili seriliverirler. Ama buralar aynı zamanda aptes bozma yeri olduğundan, bir de kokar mı pis pis!/ Fes bir yana, yemeni bir yana. Yatarlar birbirinin dizine. Hiç usanmazlar akşamlara kadar, bit ayıklarlar.../ Başlar kokar mı, karmakarışık saçları kıpkızıl kesilir mi kanla.... Ayaklar, eller sanki kapkara birer taç parçası. Yüzlerindeki kirin donu güneşte çözülür de, kara kara terler akar şakaklardan" 62
-"Topluluktan uzak yaşamak, insanı yabancılaştırıyor sanırım. Bizim okulun orada, üç komşumuz var. Her birinde üçer beşer çocuk... Ne zaman o yana baksam kapılarının hemen önünde, çocuklar çömelmiş pislemektedirler. Bir içlikle, gömlekten başka bir şey yoktur üzerlerinde.../ Evin büyükleri de tıpkı çocuklar gibi, duvar dibine çömelirler "gereksinim" durumunda. Sonra kadınlar, ocağın külünü getirip bu tümseklerin üstüne dökerler. Kapı ile pisliklerin arası iki adım ya var ya yok. Kümesin kapısını da açtılar mı, hemen üşüşüyor tavuklar ganimetin başına... Pisliğin bir kısmı da bu sırada evin içine yayılıyor. Süpürgeyle, kürekle bunları topladıklarını hiç görmedim. Tınaz gibi yığılıyor kapının önüne, bahara kadar. Baharın, sebze için kullanıyorlar. Bunların üç çocuğu var. İyice yabancılaşmışlar. Uğraşa uğraşa yanıma sokulmaya alıştırdım bunları. Ama dillerini çözemedim bir türlü.../ Şeker vereceğimi işaretle bildirdim mi, hemen yanıma koşarlar. Her yanları kir ve yağ içinde.../ Bir gün babaları çekine çekine yanıma geldi:/ "Sana bir ricam var, efendi" dedi. "Bu çocukları buraya alıştırma. Kovala, öte gitsinler. Şeker meker verip şımartma. Ahlakları bozulur; gözleri açılır, kötü olur."/ Pislik işini söyledim:/ "... ayakları tüm yalın evdekilerin, ayazda öte gidemiyorlar."..." 74, 75
*
Mesela;
-Çağdışı anlayış,
şu tür ifadelerle anlatılıyor:
-"... okulun önü... çocuğun birisi yere uzandı ve yarı çamurlu suyu içmeye başladı.../.../ Köyde muhtar olabilmek için ilk koşul, varlıklı olmaktır. Ondan sonra da, hısım akraban çokça olacak... çok kere muhtarlar, cahiller arasından seçilir. Muhtar oldun mu, ağalık biraz daha büyür" 67
-"Oysa en küçük bir ağız kavgasının bile sonunda bıçak, tabanca çekilmesi, kafa göz patlatılması olağan hallerdendir... Yan tutmalar, hısımlar arasında sık sık cinayetler çıkması sürüp gitmektedir./.../... Ağza alınmayacak küfürlerin bini bir para.../.../... Neymiş? "Kundalı, köpekleri ayırırken neden ilkin kendi köpeğine vurmuyor?"..." 69, 70
-"Evlenen kızın yaşı çok kere on beşten aşağıdır.../.../ Evlenmek, oğlan evi için bir yıkımdır" 76
-"... resmi nikah diye bir şey bilmezler.../... ölen erkek olursa ve kadın da henüz gençse... kız babası, buna neredeyse sevinir ve hemen dul kızını yedeğine alarak -sözgelimi- pazara çıkar" 77
-"Orucu bozdun mu, yan yan bakarlar adama" 90
-"Bizim çevrede tam anlamıyla bir şeyh salgını var. Ama bu şeyhler de bilmiyorlar, hangi tarikattan olduklarını. 1947 yılında... gezdiğim on... bildiğim yirmiye yakın köy içerisinde, en az şeyh, Hıcıp köyündedir. Elliden fazladır. Köy, yüz elli evlik" 92
-"Tarikat ehli çoğalınca, Mehmet Efendi, bu insan sürüsünü sağmaya tek başına yetişemeyeceği için, yardımcı çobanlar aldı yanına. Her bölgeye bir baş atadı. Tarikata girecek olanlara öğüt vermek hakkını bunlara verdi. Bizim köye... Hacı Hüseyin verildi.../ Hacı Efendi... Allem eder kallem eder, herkesi tarikata girmeye kandırır.../.../... sormuştum. Hacı Efendi neler söyleyip kandırıyor diye.../ "Şık Efendi'nin dediğini tutanın, gittiği yoldan gidenin bir milyon günahı olsa, yine cennete gider. Eski günahları silinir, sonrakiler de gayıta geçmez."/ Ama bunlar temizliğe önem vermedikleri gibi, işlerinde de hileden, hırsızlıktan sakınmazlar. Biraz temiz ve çekingen olanlar tarikata girdikten sonra, bu erdemlerini de yitiriyorlar... Hele pislikten hiç sorma... Başşeyh söylemiş ya: "Sakalı uzattıktan sonra, ne yapsan doğaldır, sakıncasızdır, doğru cennete gidersin.".../ Hacı Efendi.../.../... benden için:/ "Kuran'ı da, ayeti de, Allah'ı da; her şeyi inkar ediyor."..." 93-95
-"Şubatın yirmi biri... yaman bir tipi.../... efendi kılıklı bir genç girdi içeri.../.../ "Bendeniz Kırşehirliyim. Kayseri'de Hafız Mektebi'nde okuyorum... Memleketime gidiyorum... harçlığım tükendi... topladık. Dün Mehmet Efendi iki kişi kattı yanıma... hepinize selamı var... bir öğretmen... 'Virmeyin!' dedi... Zaten bu eşşekoğlu eşşeklerden ne hayır gelir. Sizin köyde yoktur inşallah öğretmen?..."/... Cahillik sarmış yöremi. Uçar kuş olsan kurtulamazsın, bir kaşık suda boğarlar adamı.../.../ Yaşının yirmi olduğunu söyleyen bu gence, bazı sorular sordum. Biraz da üzerine vardım. Somurttu... Köylü hemen ondan yana çıktı:/ "Bırak efendi, bırak Allah aşkına. Daha sen onun eline su dökemezsin. Sen oku dur, adam dediğin böyle olur."/.../... Onlar camiye, ben okula doğru yürürken, arkamdan söylendiklerini işitiyordum:/ "Öğretmen mi, eğitmen mi ne karın ağrısı ise, atın şunları gitsinler be, karışmasınlar hacının hocanın işine bi daha... Şunu temizleyin gitsin diyor kör şeytan!"/.../ Şimdi büyük kentlerde radyolar çalıyordu. Lokantalar, kahveler doluydu. Karınlar toktu, keyifler yerindeydi... Ve kara kuvvet koşar adımlarla yolunda yürüyordu... kimsenin umurunda değildi bu.../.../ Çocuk anlatıyordu:/ "Sabaha kadar höykürerek zikrettiler, öğretmenim. Sabahnan camiden çıkınca buğday topladılar. Köyün dışına kadar cümbür cemaat uğurladık hafızı."..." 99-103
-"Hatip ayak diredi, ben camiyi gavur okuluna açmam diye.../.../ Ama okulun açılmasıyla her iş bitti mi? Bir de çocuk babalarını, çocuklarını okula göndermeye kandırmak gerek.../ "... okutacan da ne olacak ki? Allah deldiği boğazı aç komaz. Babası nasıl ettiyse, o da öyle eder. Düşsün iki öküzün ardına da sürsün çifti, işine baksın."/.../ Allah'tan, askerlikte yazı bilmemek gözlerini korkutmuş.../.../ Eskiden mahalle mektebi... diye... piyesler oynarız. Sanki şimdi yok mu?/.../... Kızları buraya yolluyorlar da, bize göndermiyorlar.../.../... hocanın yiyeceği de o çocuğun üstündedir" 107-109
-"Din konusunda bir manzumeyi ince karton üstüne basmışlar, pazarda on kuruşa satıyorlar.../... gittiğim her yerde bu kartonlardan bir tanesini asılmış gördüm.../.../... Alanların çoğu, okuması olmayan takımından. Yine de asmışlar bir köşeye. "İçinde Allah'ın, peygamberin adı var. Evin bereketi kaçmaz" diyorlar" 87
-"Din işleriyle ilgili olmayan yazı olsun, söz olsun, kitap olsun, köylünün gözünde hiçtir.../.../ Yani, "herkes inancında, ibadetinde özgürdür" düşüncesine akılları yatmıyor bir türlü" 120
*
Bu anlatılanlara karşın, çevremizde, her zaman;
-Avrupa hamamı bizden aldı,
-Fransızlar çok pis, pislikleri sokağa atarlardı, deodorantı o yüzden buldular,
-Bizim mutfağımız müthiş, yemeklerimizin dünyada eşi yok,
türü sözler duyarız, ya, o da ayrı bir konu!
*
Kitabın sonunda aktarılanlara göre, kitapta anlatılanları, bazı yabancılar, gayet iyi anlayıp, şöyle nitelemiş:
-"Canlı bir izlenim. Türkiye'de büyük heyecan yarattı ve Demokrat Parti'nin zaferine yararlı oldu/ Manchester Guardian" 154
-"Çağdaşlaşma ve kalkınma hareketlerinin öncüsü Kemalist devrimin sonuçları böyle mi olacaktı? Onurlu, bağımsız, kahraman bir halkın başarıları nerede?.../ Mondadori (İtalya)" 156
-"Makal daha sonra başka kitaplar da yayımladı. Birincisi gibi, bunlar da köylülerin sefil, pis, bilisizliğe ve boş inanışlara batmış yaşayışını gösteren... kitaplardı./.../ Bulletin Critique du Livre Français, Ocak 1964" 159
-"1950 yılında... Makal'ın ilk kitabı yayımlandığı zaman... tanıklığı gerçek bir tepki uyandırdı. Yazar tutuklandı... anlattığı köyün adı değiştirildi. Ama bu tanıklığın değeri kısa zamanda kabul edildi.../... insanı allak bullak eden belgelerini düşündürüyor./ D'Orient, 4 Ocak 1964" 159
-"Daha ilk sayfalarda bir gübre, sefalet ve pislik kokusu yapışıyor gırtlağınıza. Kitabın sonuna kadar da bırakmıyor... iki bin yıl öncesinde miyiz? Kitapta öyle köy tabloları var ki, unutulur gibi değil./ Bulletin des Lettres, 15 Ocak 1964" 160
-"Yazar, Menderes'in yıldırımlarını üzerine çekmiş olan bu yazılarında... köylü sınıfının içinde tutulduğu ortaçağ öncesi karanlığı gözler önüne seriyor./ Nouvelles Litteeraires, 30 Ocak 1964" 160
-"Tanıklığından dolayı hapse atılmış yazarın satırları arasında, işlenmemiş halde bir toplumbilim, insanı altüst eden bir belge özelliği seziliyor.../ Libre Belgique (Brüksel), 24 Ocak 1964" 160
*
Buradaki vurgulamalardan da görüldüğü üzere, gerçekleri anlatmak, Türkiye'de kabahat olmuş.
Yazar tutuklanmış.
Ve, daha neler!
*
Bir de, öğretmenlerin, köydeyken gördükleri zulümler var!
Hem de, güya, kendileri için uğraştıkları, onların karanlığını aydınlatmak için çaba gösterdikleri, belirtilen, köylülerden!
Kitaptaki şu ifadeler, bu zulümlerin örneklerinden:
-"Muttalip.../ Çimli köyüne öğretmen olarak gittiği zaman, köyün büyükleri ve şıkları, oğlanın kapalı yerlerde başı açık oturmasına içerlemişler. Sonra da, okulun balkonuna ara sıra çıkıp oturduğu için ve çeşme de o yanda olduğundan "Irahat vermeyecek karıya, kıza" diye tutturmuşlar./ Kış geldi. O da yalnız başına, okulun bir odasında eğleşiyor. İki kere baskına uğradı. Bilmiyor nedenini. Bunları sağ selamet atlattı. Kendisi yokken camları kırıp... eşyalarını topladılar.../... uğradım... Çalınan eşyaları için tutanak ve dilekçeleri varmış. Al ilçeye götür diye bana verdi. Götürdüm, ilgili görevliye verdim. Açıp okudu. "Amma da yapmışlar ha" diye güldü. "Elin karısına, kızına göz dikmenin sonu budur!..." siye söylendi./... 20 Mayıs.../ Sözde... Gancıl'a (bir kadının takma adı) sataşmış, laf atmış... Derken yapışıyorlar yakasına. Sopa, taş ne geçerse ellerine; indiriyorlar kafasına çocuğun... Her yeri mosmor.../ Bu halinde ite kaka muhtarın odasına sürüklemişler. Orada ellerini bağlayarak üç-beş cahilin önüne katıyorlar, götürüyorlar doğruca karakola./ Şimdi, Çimli köyünde bayram havası esiyor. Tarikatçılar bir halka çevirip zikre başlamışlar.../... karıyı... ilçeye: "Zorla evimi bastı" diye ifade verdiriyorlar. Bir sopa da karakolda öğretmene./.../ Gerçi şimdi iş anlaşıldı. Kadın, "Beni sıkıştırdılar, cebri bastı evimi diye ifade vermezsen, seni bu köyde yaşatmazık, dediler. Onun için mecbur oldum..." diyerek, ilk ifadesinin yalan olduğunu açıkladı./ Ama, iş işten geçti bir kere. Bir öğretmenin hakkını aramak için kimse yardım etmiyor. "Hak etmiş" deyip.../.../ Öğretmenlere hoş gözle bakmayan köylüler... Kentte de, bakkalı çakkalı, "Zaten birader, bunlardan hayır gelmez" diye kestirip atıyorlar./ Mayısın yedisi. Göstük köyünden... "Acele yetişin, hocanın başına bir iş geldi".../... gittim... iki kişi, öğretmeni tutup suya atmışlar... boğacaklarmış, ama boğamamışlar... kafasını gözünü yarmışlar.../ Kolu kırık, başı yarılmış, her yanı kan içinde. Hıçkıra hıçkıra yürümüş, ilçeye gitmiş./ "Peki, nedeni?"/... yeğeni Halime'de gözü varmış bizim "hoca"nın da, onun için..." 131-133
*
İbretlik değil mi?
Köylü efendimiz!
Köy kalkındırılacak!
Köylü aydınlatılacak!
*
Köy Enstitüleri deniyor!
Köylü istememiş, açan da zaten pişman olmuş!
Daha ne?
*
Hala, benzer şeyler söylenmiyor mu?
Böyle düşünmek doğru mu?
Köyü aydınlatmak, ve saire, derken, gelinen yer, tüm ülkenin köyleşmesi değil mi?
Eskiden, yani kitabın yazıldığı o tarihlerde, yani 1940-1950'li yıllarda, şehirlerde, herhalde, biraz şehirli anlayışı varmış!
Özellikle de, İstanbul'da, İstanbul efendisi, denen anlayışı temsil edenler bulunurmuş, herhalde!
Bugün ülkenin tamamında o günün köyündeki çağdışı anlayış egemen değil mi?
*
İbret alınmamalı mı?
*
Bugün gelinen yer şaşırtıcı mı?
Eşyanın tabiatına uygun değil mi?
Başka ne olabilirdi ki?
O malzemeyle, bu yönetimlerle, başka nereye varılabilirdi ki?
Doğal sonuç, Fetö, ya da benzerleri, değil midir?
Ya da, daha kötüsü...
Bu sonuç yüzde 99'un elbirliğiyle yaratılmadı mı?
Ve, sonuçtan memnun değiller mi?
*
Ama, köylerimizdeki bu duruma karşın;
-Avrupa hamamı bizden aldı,
-Yemeklerimiz dünyada eşsiz,
türü konuşmalar yapıyor olmamız, ilginç!
*
Osmanlı'da hiç olmazsa bir ölçüde kibarlık-nezaket varmış,
Cumhuriyet'te ise köylülük-kabalık, ve hatta, günümüzde magandalık.
*
Doğru söyleyene, köylü de, yönetenler de, düşman olmamış mı?
Sonra da, sanki, bambaşka şeyler yaşanmış gibi, nitelik olarak yaşananların tam aksini ifade eden konuşmalar!
Yok, eskiden şöyleymiş, yok, tek parti döneminde dinsel yasaklar varmış!
Yok dindarlar zulüm görmüş!
*
Bugün;
-Vatandaş durumundan gayet memnun değil mi?
-Köylü "aydınlanmak" istiyor mu?
*
Bırakmalı köylüyü!
Bırakmalı vatandaşı!
Mutlu mesut yaşasın!
Değil mi?
*
Kitaptan başka bazı notlar:
-(Önsöz-Adnan Binyazar), "... şu yargılar... "... Öykünün ve romanın varolma nedenlerinin başında da korku yatar... Çünkü insanoğlu... Kendi gerçeğini... olanca acılığıyla söylemekten korkmuş. Daha doğrusu, dolaylı, geveleyerek söyleme hakkını bile zor tanımışlar, korkutmuşlar onu. Bunun için, 'öykü' çıkmış ortaya, 'roman' çıkmış. Çünkü 'olanı değil de olabileceği anlatır' diyerek savunma kapısı açılmış oluyor."/.../ Şiir, roman ya da öykü, deneme, sanatsal yanı olan her yapıt bir başkaldırının ürünüdür" 6, 7
-"Baharın güzel günleri, kış boyunca çektiklerimizi unutturdu bize.../.../... Güneş, nimetlerin en büyüğü şüphesiz.../.../... bu on sekiz yaşındaki kıza, İsa, yalınayak diken çiğnetmiş, ceza olsun diye..." 26, 27
-"Sanırım en kurak ve acılı topraklar bizim buraları. Bazı yerlerin yeşillikleri, meyveleri, bol otu, çayırları bana düş gibi geliyor burada" 28
-"Tandır/ Bu tek odanın ortasında... bir çukur... Kışın... yakılır.../.../ Tandırlarda yanan, yalnız tezektir.../.../... duman..." 57, 58
-"Bazı ahırların kapısı evden ayrı ise de, pek çoğu, evin içindedir.../ Fethi'nin oğlu... kırk beş lira kazanmış... her zamanki emin yere saklamış: Ahırın duvarındaki deliğe./... Ama buzağı nasıl etmiş etmiş, delikten çekmiş çıkarmış paraları. Gevelerken görüp ağzından almışlar, ama çok geç" 60
-"Halk hocaya uyduktan sonra sorun kalmaz. Namaz vakitleri dışında ise, zaman kavramı kimseyi ilgilendirmez./.../ Pisliğin her türlüsüne katlanıyorum ya, bir gün canıma tak dedi de, sofraya oturmadım. Babam kalkmış, yemek yediğimiz sahanla eşeği sulamış" 61
-"Ama hela deyince... Bir çukur kazılmış, çevresine iki sıra yalınkat taş dizilmiş... İşte o kadar! İçeri girenin dizkapağından yukarısı açıkta kalır. Eline ibriği alarak helaya giren kadın ve kızların seyrine doyamıyor delikanlılar.../.../ Bizim köyde ayakkabı giyen kadınların sayısı, yüzde beşi geçmez. Gerisi hep yalınayak. Kışın bile.../ Kızlar hep yalınayaktır, ama başlarında taşıyamayacakları kadar ağır fesler, yazmalar, püsküller, pullar, incik boncuklar doludur./ Bu ayaklar, yazın da ekin tarlasına, çift sürmeye giden, çatlayıp taş kesilen ayaklardır. Kirden gözükmezler" 64
-"Köyde bir hayır sahibi çıktı: Emin Usta/ Köyün ortasında... bir yeri kazdı, iyi bir su çıkardı.../ Emin Usta tek başına çalışırken yanına uğramayanlar, bir borudan gürül gürül su akmaya başlayınca kova, güğüm, başına üşüştüler./ Ama aradan çok geçmedi, bir dedikodudur başladı. Ünü çevre köylere yayılmış olan bizim Niyazi Hoca, bir düş görmüş: Melekler bu işe kızıyorlarmış. Köyün başına kudretten büyük bir bela gelecekmiş; o su, hayırlı su değilmiş./ Bu önbili önünde, akan sular durur doğrusu. Ama durmadı işte. Ne de olsa çıkar dünyası!/ Aklı eren biri, bu düşü kendine göre yordu: "Bre efendi" dedi, "hoca su başına eloğlu seyrek varsın da, kendi evindekilere sıra gelsin diye uydurmuştur o sözü."..." 65
-"Asıl adıyla anılan, on kişiyi geçmez köyde. Daha çok takma adlarıyla anılır insanlar" 66
-"Geçenlerde yurdumuzu gezen İngiliz tarihçisi Toynbee'nin, köylerimizle kentlerimiz arasında uçurum bulunduğunu söylemesi.../.../... "Arkadaşın anası, "Hükümet" sözünü duyunca dikkat kesildi ve "Hükümet daha ölmedi mi?" dedi" 68
-"Küçükler, büyüklere karşı çok saygılı köyde. Kadının erkeğine karşı saygısı ise, ondan da çok.../... kadın erkeğine kul köle olur. Bir dediğinden dışarı çıkmaz.../ Kadının gizli yeri ağzıdır... Açsa açsa yemek yerken açabilir. Onu da erkekle yemez.../.../... Kadın, hangi yaşta olursa olsun, yedi yaşından yukarı bütün erkeklerin sakalını gözetir. Yolda giderken iki yüz adım geride de olsan, sen geçinceye kadar bekler..." 72, 73
-"Dört yıllık bu dönem içinde, doğan çocuklarda ölüm oranı, Demirci köyünde %36, Nurgöz köyünde %41'dir./.../... ölümlerin asıl nedeni, yoksulluktan" 78, 79
-"Köy Enstitüsü.../... Yeni şeyler öğrendikçe, öğrenmeye karşı duyduğum susuzluk artıyordu.../.../ Sonunda, son sınıfta ders dışı herhangi bir şeyi okumak yasak edildi" 114, 115
-"Tarancı... "Bilmek yanmakmış büsbütün!""..." 116
-"İsa Çavuş, bu yıl Boyalı köyüne hoca durdu, yüz elli kile zahireye... radyoya inanmazmış.../.../ Bizim köylü, dine hizmet için yaratılmış. Ama dinin... doğruluğa... götürücü yanlarına ilgi göstermezler.../ "Yahu, aptesten amaç temizlik" demeyegör, "Gavur oldun işte" diye yapıştırıverirler./.../ "... Bizlere asıl öte dünya lazım..."..." 117, 118
-"Köylü alim değildir, ama ariftir.../.../ Sonradan öğrendim ki, bu hükümet değişikliği ocakta olmuş. Koca bir köy halkı... o da rastlantıyla martın sonunda öğrenebiliyor" 119
-"İlkokullara din dersi konulduğunu... benden önce duydular.../.../ Din dersi 1948'de konuldu" 121
-""İmanım Demirkıratlar! Her dediklerini yaptırıyorlar. Bu sene din dersini koydurdular mı, gelecek sene de kendileri çıkar başa... Atarlar şu dinini s... min şapkası falan..." diye söyleniyorlar" 122
-"Bir köy öğretmeni. Güzden... çekilmiş köye. Bir torba bulgurla bir çuval un atmış kenara.../ Bir
kitap... "Sen bu köyü kalkındıracak tek adamsın..." O da demiş ki, kitaba: "Ben kendimi kalkındıramadım..."/.../ Gelmiş efendim müfettiş, aramış iş" 139, 140
-"Bizim Köy... Türk köyünün kalkınması, Türk köylüsünün insanlık haklarına kavuşması uğrunda yazılmış bir rapor.../ Yunus Nabi Nayır" 143
-"Makal'a 27 Mayıs'tan sonra da korku ile bakılıyor. Poliste ve Emniyet Müdürlüğü'nde koskoca bir dosyası var. Sözün kısası, Makal baştakiler için sakıncalı bir kişi olmuştur.../ Burhan Arpad" 144, 145
-"Makal gibiler... kahrolup duruyorlar? Yazık... CHP iktidarında böyle, DP iktidarında böyle, yine de böyle oluyor.../ Aziz Nesin" 145
-"Makal siyasi iktidarlar için bir hasım olmuş çıkmıştır. Yirmi üç yıldır iktidara kim gelmişse, onun sillesini yemiştir. Suçu da köyü yazmaktır.../ Sadun Tanju" 151
-"Kamuoyu yüzyıllardır ilk kez "efendimiz" köylünün ne olduğunu bir köy çocuğunun ağzından dinliyordu. Makal'ın gayet sağlam ve iyi bir anlatımı var./ (Akis dergisi)" 151
*
21.12.2018