15 Aralık 2018 Cumartesi

KİFAYETSİZ MUHTERİS



Bu bir tipolojidir.
İhtirası yeteneğini aşan kişidir.
Asıl olan, yeteneksizliği değil, hırsının yeteneğinden fazla olmasıdır.
Böyle bir kişi, hırsı doğrultusunda, hırsının ölçüsüne-şiddetine göre, muhtemelen, amaç için, her şey mubah, der!
Mesela, duruma göre;
-Yalan söyleyebilir!
-Hırsızlık yapabilir!
-Cinayet işleyebilir!
*
Böyleleri, her toplumda, muhtemelen, çok sayıda vardır!
Ve, bunların eylemleri de, ihtiraslarının şiddetiyle doğru orantılı olarak, çok vahim sonuçlar doğurabilecek nitelikte olabilmektedir.
*
Bunlar, toplumda, yetkili bir konumda olmadıkları sürece, eylemlerinin etkileri, genelde, sadece kendileri ve yakın çevrelerinde hissedilir, sınırlıdır, denilebilir.
Ancak, bunlar, toplumda yetkili bir konumda bulunduklarında, yetkilerinin büyüklüğü ölçüsünde, toplumda etkili olurlar.
Bu etkileri, genelde, yıkıcıdır.
En yetkili konumda oldukları bazı hallerde ise, etkileri, o toplum için çok ölümcül olabilmektedir.
Tarihte bu durumun birçok örneği vardır.
En yetkili konumuna gelen, iktidarı bir şekilde ele geçiren, kifayetsiz muhterisler, toplumlarına felaketler getirmişlerdir.
*
Bunlardan en yetkili konuma gelenlerin amacı, genelde bir "dava" olur!
O yetkili konuma da, muhtemelen, o dava dolayısıyla gelmişlerdir!
Yapılan her şey dava içindir, denir, ve, her ne yapılırsa yapılsın, meşru, sayılır!
-Cinayet,
-Hırsızlık,
-Yalan,
da dahil, her şey.
*
Elbette, başka pek çok örneği bulunabilir, ama, biz, burada, sadece sol tarafa bakacak olursak, mesele,
-1789 Fransız devrimcileri, ve özellikle de, Robespierre,
-Bolşevikler, ve özellikle de, Lenin ve Stalin,
-Jön Türkler, ve, özellikle de, Enver Paşa, ve, devamı,
-1960'ların solcuları, ve, mesela, Doğan Avcıoğlu,
-Ve, elbette, bazı, başkaları,
öyle değil midirler?
Bunlardan her birinin neden oldukları kan deryaları ve acılar için, bu söylenenler, makul bir açıklama sayılmaz mı?
*
Esasen, bazı önemli tarihsel anlarda, "belli" kritik günlerde, tarihsel sayılacak dönemeçlerde, devrim (=şiddet) zamanlarında, en yetkili konumlara, kifayetsiz muhterislerin gelmeleri, eşyanın tabiatının gereği olarak, yasa hükmünde, değil midir, ve, bunlardan başkalarının, toplumsal olarak yetkili bir konumda bulunmaları,
-mümkün, ve,
-hırsı en yüksek olmayanın, böyle bir şansı,
olabilir mi?
Böyle bir şey ihtimal dahilinde midir?
*
Toplumsal olarak, her alanda, yetkili konuma, en Makyavelist, yani, güncel deyimle, en "politikacı",  olanın gelmesi, kaçınılmaz bir durum değil midir?
*
Ve, bu "yetkili"lerin, yeteneklerinin de, hırslarından az olması, neredeyse, kaçınılmaz, değil midir?
*
Burada söylenenler, elbette, sadece, kişisel fikirlerimdir; hem de, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük anlayışına inanan biri olarak, fikirlerim.
Bu yazı, sadece, bir denemedir.
Düşünenler, acaba, konu hakkında, neler düşünürler?
*
Ya bugün ülkemizdeki durum?
*
Bir de, Serhat Öztürk'ün,Tiflis, adlı kitabında, şiddet konusunda söylediği şu sözlerde ifadesini bulan, başka bir yön, toplumsal-kitlesel bir yan, var:
-"Soru şu: Dünyanın dört bir köşesinde aklı başında insanlar şiddete karşı çıkarken aynı insanların bir devrim söz konusu olduğunda sevinç çığlıkları atmaları nasıl açıklanabilir? Devrimin insanları heyecanlandırmasında, kronikleşmiş haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik girişim yabana atılır gibi değil. Ama öte yandan, her devrim, yoğunlaştırılmış bir kan banyosu anlamına geliyor ve neredeyse bir kural gibi haksızlık ortadan kalkmaktan ziyade, el değiştiriyor. Canetti'nin de iliklerine kadar gösterdiği gibi kitlesel hareket ile şiddet arasındaki ilişki birebirdir: "Devrimler, dönüşüm zamanlarıdır; onca zaman savunmasız olanlar aniden dişlerini göstermeye başlarlar. Kötücül deneyim konusundaki eksikliklerini sayılarıyla telafi etmek zorundadırlar." Zorbalığın bir başka zorbalıkla yer değiştirmesinde bizi bu kadar heyecanlandıran şey ne öyleyse?" 98
*
17.12.2018

*
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/kimsenin-kafasini-kesmeyecegiz-252718


14/12/2018 Cuma

Kimsenin kafasını kesmeyeceğiz
“Gezicilerin kafasını kesmeli” dedi biri… İçişleri Bakanlığı’nın raporları var, 2013’teki Haziran Direnişi’ne tüm Türkiye’de on milyonu aşkın kişi katılmış. Adamın fantezisi bu, hepsini kesecek. Cinayeti, katliamı geçmiş, soykırım sınırlarını da aşıyor. Karanlığın aydınlığa galebe çalması, ezilenlerin bastırılması için insanlığı milyon milyon kurutacak.
Haziran Direnişi’nin, Gezi İsyanı’nın bu çapta bir hareket için şaşırtıcı derecede şiddetten arınmış olduğunu bir kenara koyalım. Zaten Gezi bahane, sürekli olarak “fırsat çıksa da doğrasak” diye sayıklıyorlar.
Çünkü korkuyorlar.
Egemenlerin, ezenlerin şiddeti hep halk yığınlarının hak aramasını, uyanmasını, mevcut düzene itiraz etmesini engellemek içindir ve her zaman kıyıcıdır.
Kuşkusuz ezilenlerin de şiddet uyguladığı olmuştur ve elbette bütün devrimler farklı düzeylerde şiddet içerir.
Kimin şiddeti daha ölçüsüz diye bir kıyaslama yapmak niyetinde değilim. Zaten neyi kıyaslıyoruz?
Karanlıkla aydınlık, haksızla haklı, zalimle mazlum, ezenle ezilenin nesini kıyaslayacağız?
Ancak…
Egemenlerin şiddeti her zaman planlı, hesaplı ve sinsidir. Ve sınır tanımaz. Ezilenler ise kimi kesitlerde haksızlıklara karşı öfke patlamasına girer ve hele hele eski düzeni sürdürmek için kıyıcılığa devam edenlerle karşı karşıya geldiklerinde onlardan daha kıyıcı olabilirler.
Denecek ki, devrimlerde de planlanmış şiddet var. İşte Fransız Devrimi’nin giyotini… Sanki, Kral 16. Louis hükümdarken binlerce insanın üzerine ateş açma emri vermemiş, daha fazlasını zindanlarda çürütmemiş, kuşkulandıklarını yargısız infaza götürmemiş, 1789 Devrimi’nden sonra Cumhuriyete giden yolu engellemek için halk düşmanı komplolara heves etmemiş gibi…
Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet iktidarının şiddetinden söz edilir de dünyanın neredeyse bütün güçlü devletlerinin 1917’de iktidarı alan Rus emekçisini boğmak için ülkeyi dört bir yandan işgale kalkıştığı, eski düzeni savunanları silahlandırdığı, ülkenin her tarafında bombalı sabotajlar düzenlendiği, İngiliz-Fransız aklıyla siyasi cinayetlerin işlendiği unutturulmaya çalışılır.
Evet devrimler de kendilerini korurlar, korumak zorundadırlar.
Ancak kıyıcılık emperyalistlere, faşistlere, gericilere, karşı devrimcilere özgüdür.
Hiroşima ve Nagasaki’de, savaşın gidişatı belliyken ve Japonya’nın yenilgisi kaçınılmazken 200 binden fazla insanı atom bombasıyla öldürmek mücadele etmek değil kıyıcılıktır.
Herkes Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in adını bilir ama onları katledenlerin “sokaktaki herkesin kafasını kesme”ye niyetlendiğini pek az kişi bilir. 1918 Alman Devrimi’nden sonra, devrimin ilerleyişini durdurmak isteyen gericiliğin hizmetindeki iki sosyal demokrat celladın, Ebert ve Noske’nin marifetiyle sadece 1919’da 15 binden fazla işçi öldürülmüş, gözaltına alınan grevciler karakol bahçelerinde kurşunlanmıştır. Yani Almanya’da kıyıcılık Hitler ile başlamamıştır, patronlara hizmet edenlerin ruhunda vardır canilik.
“Uygar” dünyanın lideri ABD’nin himayesindeki cellatlar 1965-66’da Endonezya’da üç milyona yakın komünisti katlederken, ülkelerini değil zalimliği, sömürüyü, ABD çıkarlarını ve kendi koltuklarını savunuyorlardı. Kıyıcıydılar.
Emperyalizm ve gericilik cephesi her yerde, her zaman kıyıcıydı. Vietnam’da, Cezayir’de, yakınlarda Irak’ta, Suriye’de.
Sovyetler Birliği ise İkinci Dünya Savaşı’nda tek bir Alman kentini havadan ya da karadan bombalamadı, sivillerin direnci kırılsın diye barbarlığa yönelmedi.
Bütün silahlar yok edilsin önerisini yapan Sovyetler Birliği “nükleer silaha ilk başvuran ülke olmayacağı”nı da ilan etmişti.
Aynı Sovyetler Birliği içten içe çürüyüp yıkılmanın eşiğine geldiğinde bile emperyalizm tarafından kaşınan etnik gerginlikler dışında “devlet” şiddetten uzak durdu, koskoca Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sadece nasıl öldükleri hâlâ tartışmalı üç kişinin hayatına mal oldu.
Ezenlerin orduları her yerde işkence ile ayakta dururken, dünyanın sayılı diktatörlerinden Batista ile savaşan Fidel, Che, Raul ve diğerleri esirlere iyi muameleyi temel ilke haline getirmişlerdi.
Sınırsız örnek var yakın tarihte.
Ya yarın?
İnsanlık kapitalizm denen alçaklıktan kurtulmak için çok sert mücadelelere girmek zorunda evet. Ancak bu mücadele kim daha kıyıcı mücadelesi olmayacak. Bu mücadele haklının, kararlının, cesurun, iyiyi-doğruyu-güzeli savunanın, kişisel değil toplumsal çıkarlardan yana olanın “kötü” ve “köhne” olanla karşı karşıya geldiği bir mücadele olacak.
Sonuçta kıyıcılar kaybedecek.
Bu nedenle sürekli kelle kesmekten, kol-bacak koparmaktan söz ediyorlar.
Biz ise, bugün ne diyorsak yarın da aynısını savunacağız. Örnek olsun, bugün nasıl itiraz ediyorsak ölüm cezasına, devrimci bir iktidarın böyle bir uygulamaya ihtiyaç duymayacağını bilerek hareket edeceğiz. Bu kadar da değil, yargısız infazlar, linç kültürü, asmayıp da besleyelim mi kafası hepsi tarih olacak.
İnsanlık barbarlığı sosyalizmle yenecek!
*
NOT:
Kemal Okuyan, Sovyetler'de, devlet şiddetten uzak durdu, diyebilmiş.
Acaba,
-1930'lu yıllarda kendi kadrolarını katletmeleri,
-1940'lı yıllarda bazı etnik toplulukları topyekun cezalandırıp sürgün etmeleri,
devlet şiddeti sayılmıyor mu?
*
17.12.2018
*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder