Arka kapaktaki yazılardan biri şöyle: "Belgesel-gerçekçi roman türünün en başarılı örneği."
*
Roman denmiş, ama, romandan daha çok,
-bir tür, belgesel, ya da,
-deneme, dense yeridir!
*
Kurgu var mı?
Tip var mı?
İkisi de, var da, yok gibi!
Bazı bölümleri çıkarılıp atılsa hiç eksikliği hissedilmez!
Ya da yeni bölümler eklense...
Bazı bölümleri çıkarılsa, ya da, yeni bölümler eklense, pekala, olabilir!
Tipler için de aynı...
Ama, yine de, kurgu ve tip var!
*
En önemli tip, bence, öğretmen Dündar! O da, bir kişi olmaktan çok, Cumhuriyet'in ülküsünün cisimleşmiş hali!
Kurgu da, toplumun belli bir döneminin anlatımı!
Bölüm bölüm...
Ve, sonuçta, toplumsal bir resim.
*
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk elli yılının bir tür hikayesi ve Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki ülküsünün, başka türlü olamayacak, iflasının anlatımı-romanı da denebilir!
Ya da kuruluştan itibaren var olan çarpıklığın öyküsü!
Tabii, belli bir yorumlama ile...
*
1940'lar ırkçılığı...
1960'lar solculuğu...
Ve, bunların, ve, genelde, toplumun:
-Çarpıklıkları,
-Trajikomiklikleri.
*
Çarpıklıkların açık, hem de apaçık, ve böyle çarpıcı, bir şekilde ortaya konulması çok kıymetli değil mi?
Birçok "bilimsel" eserden çok daha kıymetli hem de...
*
Oradan ve o şekilde yola çıkılınca 2018'de gelinen yer gidilebilecek olağan yer sayılmaz mı?
Başka türlüsü olabilir miydi?
*
Aslında, kuruluşu itibariyle Cumhuriyet, İttihat ve Terakki'nin B takımı sayılabilecek birinci meclis mensuplarıyla birlikte yapılan Kurtuluş Savaşı'nı takiben, Atatürk'ün, "Yarın Cumhuriyet'i ilan ediyoruz", sözünde de, ifadesini bulduğu üzere, neredeyse, tek başına karar verip ilan ettiği, ve, birinci meclisteki tahammül edemediği B takımını tasviye edip İttihatçıların C takımıyla sürdürmeye çalıştığı, ancak, kuruluştaki kalıba uygun olarak sürdürülmesi de, yine neredeyse, imkansız olan, bir fantezisinden ibaret değil midir?
Sonuç şaşırtıcı sayılabilir mi?
Cumhuriyet'in, gerek seyri, gerekse, bugün geldiği yer, eşyanın tabiatının gereği değil midir?
*
Sovyetler Birliği için de, başka bir fantezi denemez mi?
*
Kitapta, bazı tanımlamalar o kadar ayrıntılı ki, bu kadarına ne gerek var, dedirtiyor!
Mesela, şu bölüm: "... Nerdeyse insanüstü bir çabayla yeniden koyu yeşil perdeli, alçak yuvarlak masalı, kareleri renk renk bir battaniyenin üstünde karman çorman durduğu bir yatağı olan, yatağın başucunda da bir telefonuyle tahta oturaklı bir gece lambası bulunan yarı aydınlık bir odanın malı oluyorum" s. 319
*
Üslup kendine özgü.
Kısa ve yer yer tek kelimelik cümleler...
*
Çokça Ankara içeren bir metin.
*
Sonuç...
Ufuk açıcı!
Çarpıcı da!
*
Sevdim.
*
Kitabın sonunda, el yazısı ile,"16.12.87-Ank." şeklinde bir notum var, demek ki, o tarihte okumuş olmalıyım, ancak, ilginçtir, hiç hatırlamıyorum!
*
Kitaptan bazı notlar:
-"Ama o tarihte... Latin harfleriyle adını yazmayı beceren, azıcık da, değişimlere karşı yumuşakbaşlı davranan her orta yaşlı kimse, bir ilçe ilkokuluna başöğretmen olabilirdi. Başöğretmenin kırmızı toparlak yüzü ağda yapıştırılmış gibi parlıyorsa, bu da, hafızlığında önüne fazla pekmez konulmuş olmasındandır herhalde" 8
-"Merkezden gelen emirde, Batı'ya pencere açılması isteniyordu. İyi ya işte; savcının kızı keman çalacak... Polka ille gerekli miydi? Polkada oğlanlar kızlara sarılacaklar. Elele tutuşacaklar. Evet, belki Batı'ya daha geniş bir pencere açılmış olacak, ama bütün kasaba halkı da ayağa kalktı. Çocuklarını okuldan geri almak isteyenler bile çıktı. Baksana, Kör Enver, kızının müsamereye girmemesi için sonuna dek direndi. Şimdi yolda gördü mü, başını çeviriyor bana. Sağda solda da, kerhaneci diyesiymiş. Gavur Hoca adı bitti, şimdi de bu. Kaymakamdan çekinmeselerdi, bunca yıllık hemşerilerimle neredeyse toptan aram açılacaktı canım.../.../... Okuldaki ilk müsamere... Bu yıl da olmasaydı, öğretmen Dündar karalar bağlayacaktı. Beceriksiz, yenik, ülküye sırt çevirmiş olacaktı. Ondan sonra, saf dışı duyar kendini... Merkezi Hükümet'e bir çağırsalar, kimsenin yüzüne bakmaya surat kalmaz. Başöğretmeni zorlayışları bundan... Polkayı kabul ettirmek için artık bir seferinde, "Atam, Atam, Büyük Atam!.." diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.../.../ Erkek kadın "umum" bir yerde ilk buluşmaları. Yine de başöğretmen akıl etmiş... erkeklere ayrı, kadınlara ayrı yerler ayırtmış" 9-11
-"Birkaç memur çocuğundan gayri, hemen hepsi polka ve rondonun adını bile bu müsamereden ötürü duymuşlardı. Kız ve erkek öğrenciler ilk kez birbirlerine değeceklerdi. Ama, onca provaya karşın değemiyorlardı. Adımları birbirine karışıyordu. Sarılmak gerektiğinde, birbirlerinden birer metre uzakta duruyorlardı. Bu bile, erkek ve kız çocuklar arasında, birinin de kendini dereye atıp boğulmasıyla sonuçlanan büyük aşklara yolaçacaktı" 16, 17
-"Seyirciler arasındaki eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalarındaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülümsüyorlardı. Medeni olmak buyurulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da, medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi" 18
-"Darendeli'nin oğlu kumpanyacı olmuş, demezler mi?" 20
-"Oğlu İlhan'ı bir ortaokula göndermek, Salim Efendinin belki de son İsmet Paşacılığıdır" 21
-""Yeni bir kuşak doğuyor!" Bizim çocukluğumuz için böyle denirdi. Böyle doğumun ayrı bir sorumluluğu vardır. "Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen..." İlk görev. Nedir..." 25
-"Ülkü de giydirilebilir üstünüze ve Etlik tepeleri dağ görünür gözünüze" 27
-"Ankara... bulvarda rastlanan işçi köylülerin kıyafet perişanlığı.../... Peş... yeni pudra renkleri..." 32
-(Bie Galatasaraylı) "Bir Hasip vardı. Çalışır çalışır, bir türlü öğrenemezdi. Cumhuriyetin ne zaman ilan edildiğini bile zor öğrendi. Babası hoca olduğu için, ona Kur'an ezberletirmiş, Kur'an'ı Arapça ezberlediğini bizden saklardı. Ben, öğretmenime söyledim. Nerdeyse okuldan kovuluyordu. Başöğretmen acıdı da kovmadılar. Onu nasıl başöğretmen yapmışlar bilmem... Atatürk'ü görmeyi çok istiyorum... O'nun istediği gibi medeni, çalışkan ve vatana faydalı bir evlat olmaya babama ve kendi kendime söz verdim.../ İlkokuldaki arkadaşlarım pistiler ama, uysaldılar... Buradaki arkadaşlarım çok yaramazlar. Üstümde bir çekingenlik var nedense" 39
(Anlatılan ülkemizde, ilkokul zorunlu değil miydi? Kur'an ezberlediği için kovulmak da nereden çıkıyor? Tam tersine, okumayanı okutmak için çaba gösterilmiyor muydu?)
-"Aysel'in babası çok geri kafalı bir adam. Aysel'i mezuniyet müsameresine bile çıkarmak istemedi. Yine benim medeni ve uyanık babam araya girdi. Atatürk inkılaplarına böyle karşı gelirse, belediye reisine dükkanını kapattıracağını söyledi de, Aysel müsamereye öyle çıkabildi. Zavallı Aysel! O, hiç Ulu Önder'imizin istediği gibi bir Türk kızı olamayacak bana kalırsa. Muaşeret dersimizde öğretmen anlattı: Avrupa'da kızlar erkeklerle rahat rahat arkadaşlık ederlermiş... Ama bizim basit kızlarla arkadaşlık edilir mi? (Hoş, etsek de öğretmenlerimiz kızar). Aysel'e bir ders sormak istesen hemen kıpkırmızı kesilirdi" 40
-"Yapılacak önemli işlerimiz vardı bizim" 44
-"Neden ille telefon edip Aydın'ı çağırmak istiyorum? "Özgür bir Türk kadını" oluşumu onunla kanıtladım! Yirmi beş yaşında bir delikanlı ile kanıtladım. Anlaşılan bunu bilmesini istiyorum. Böyle ise, apaçık bir öç alma özlemi içindeyim demektir. Ne ki, bazı çirkinlikler fırsatsızlıktan önlenir... bazı güzellikler de fırsatsızlıktan çirkinleşir" 47
-"Dündar öğretmen... çıkınca Salim Efendi mesire yerindeki çamlara bağrını vermiş gibi ferahladı... "... Ama bu Cumhuriyetin işime gelmeyen bir yanı da var. Şudur, diyemem. Kızı okutmak, ilçede yakına-uzağa, kızını şehirlere salıvermiş, dedirtmek... Sade bu mu içimi durmadan boğu boğuveren?"/ Aysel'i başkente yollamadan da durmadan boğulmaktaydı Salim Efendi. Oğlu okuryazar olduğundan bu yana boğulmakta. Öğretmene rastladıkça boğulmakta. Kaymakam mahfellerde, bayramlarda, kalkınan ışıklı bir ülkeden söz ettikçe boğulmakta... Memurinin gittikçe dışına düştüğünü, hiçleştiğini görerek boğulmakta. Boğuldukça nemrutlaşmakta. Nemrutlaştıkça yenilik, uygarlık adına ne görürse ortalıkta, topuna birden soğukluk duymakta, hatta kin toplamakta.../ Cumhuriyetin 10. Yılında karısını Ankara'ya, törene götürmüştü. Olup biten her şeye şaşkın bakakaldılar. Olup biten her şeyi ikisi de pek sevdiler, beğendiler. Ama bir yandan da başkentteki o üç gün Salim Efendiyi küçültmüş, küçültmüş de... unufak edivermişti./... Fitnat hanım... dünyanın sonuna dek yürümüş gibi anlattı durdu... Salim Efendinin ise o gün bugündür içinde gittikçe büyüyen küçülmeyi kimse anlamadı. Küçük esnaf, ne efendisiydi milletimizin, ne de büyüklerimiz" 51, 52
-"Atatürk Babamızın öldüğü gün çok ağladığını, bütün arkadaşlarının... ağladığınızı yazıyorsun" 59
-"... burda benim yaşımdaki kızlar hiç başlarımızı örtmüyoruz... Zaten ölmez Ata'mız, bizlerin uyanık ve medeni olmamızı istemiştir. Şayet beni burdan bir öğretmenim yazın, başım örtülü olarak dolaştığımı görseydi kimbilir neler derdi?" 73
(Çok fazla abartı değil mi?)
-"Biz Türk erkeklerine hep kardeşimiz gözüyle bakarız ve bakmalıyız... Biz böyle yetiştik" 75
-"... biz Almanları tutmalıymışız. Çünkü Almanlar, Polonya'yı nasıl imha ettilerse daha birçok memleketi de öyle haritadan sileceklermiş. Ben de, "Nah silerler," dedim.../... Müdür beni çağırarak kulağımı çekti ve politikayla uğraştığım için bir tekdir alacağımı söyledi... Bir daha da artık bu deftere hislerimi ve düşüncelerimi yazmamaya, hiçbir şeye de burnumu sokmamaya karar verdim.../ Çok yalnız olduğum için çaresiz yine defterime sarılıyorum. Bu defter benim en vefalı arkadaşım" 82
-"Nihal öğretmen sık sık bizlere, bugün birer Moskovalı çocuk olmadığımız için halimize şükretmemiz lazım geldiğini söylüyor. Ona da hak veriyorum. Moskova'da çocuklar değil arpa unu, yiyecek ağaç kökü bile bulamıyorlarmış" 106
-"Yolunda giden bir evlilik... Matbaada işçilik eden bir öğrencimle yattım... Neden yattığımın da öyle uzun boylu üstünde durmuş değilim" 107
(Neden? Öyle işte, diyor! Bu kadar zorlama-abartı neden?)
-"Her şey yolunda görünüyordu. Artık öyle görülmemeli. Otuz yılda hiç bir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlak olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı. Bir boşluğa olanca hızla düşülmeli. Bu düşüş gerçek yüzünü göstermeli. Bu düşüş yokmuş gibi yaşanılamaz. Düşülen yerden yıldızlar seyredilemez. Ülkücülük şırıngası ile Oscar Wilde bilgiçliği arasında asılı durulamaz. Bir yere dikilmeli. Orada sağa sola bakılmalı" 108
-"Buydu işte beni hoşnut eden. Bir gençliği paylaşmak. Önünde her şey için daha çok zaman olanlardan zaman otlamak" 109
(Bu, daha iyi bir gerekçe! Zaman otlamak için, öğrencisiyle yatmak! Ne kurgu, ama?)
-"Kim istemez kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterdim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. Devrederek. "Kısmet değilmiş!.."/... belki de ölerek hala tek başıma haklı olmaya çalıştığım için, arsızca silkiyorum omuzlarımı" 111
-"İyi ama, bir ölümün gerçek anlamını nasıl anlatmalı? Anlatmak mı? Artık bir görev yüklemek istemiyorum ki kendime. Bu bir görevsizlik kararıdır... Bildiri. Ölümü göze alamayanların en ileri aşamadaki yiğitlikleri. Hemen bir bildiri yazalım. Altını imzalayalım. Kaç kez istemeden yiğit olduk böyle. Kaç kez, yoklaya yoklaya karanlıkları elimizle ve görüp ardında ölüm olmadığını. Oranlamada alta düşmüş bildirilerin cenneti" 112
-"Kafkas dağlarına kar erken düşmüştür. Rus başkumandanlığının buyruğu üzerine indeki bütün gemiler batırılmış ve Stalingrad'ı savunanlar geri kaçma olanağı kalmamıştır. Kentte her ev bir savunma mazgalıdır" 119
-"Milliyetçi bir öğrenci olarak yetiştirilmeye çalışıldığın bu okulda Dar Kapı'yı okumakla ahlakdışı hareket ettiğini biliyor musun? Övündüğümüz Türk Gençliğine kara bir leke sürdüğünün farkında mısın?/ Bursa Askeri Lisesi'nde Ertürk o günler çok ürktü. Çok gözyaşı döktü. Bilmeden vatana nasıl ihanet edilebileceğini öğrendi sonunda... hela kapılarına "İbne Ertürk" diye yazılmasını içi yırtıla yırtıla gördü.../ Ertürk, bu ilk suçundan ötürü bağışlanınca, bir daha bilmeden suç işlememeyi de öğrendi. "Oku!" diye verdiklerinden gayri hiçbir şey okumamayı, "Düşün!" dedikleri dışında hiçbir şey düşünmemeyi.../ Tehlike vaktinde önlenmişti işte./ Bursa Askeri Lisesi'nin en "itaatkar" bir öğrencisi olarak daha sonraki günler ve yıllarda büyüklerine sonsuz gururlar verdi" 135, 136
-"İçi rahattır Dündar öğretmenin. Ancak, ite kaka Köy Enstitüsüne soktuğu ve şimdi ordan mezun olan erkek kardeşinin son aylardaki konuşmaları, tutumu, içine kurt düşürmektedir. Hasanoğlan'a eğitmen çıktığından buyana büyüklerimizi beğenmez olmuştur" 138
(Köy Enstitülüler büyüklerimizi pek beğenmiyorlar mıydı? Nereden çıktı, bu?)
-"Ali.../... Hiç mi sokmasaydı acaba burnunu başkente? İki dönüm toprağı sürer, eker, biçer... Anasının yüzü güler. Oğluna yaslanır" 147
-"İlhan.../ "... Ahlak bozuldu. Yahudilerle Ermeniler yükü tuttu. Aşkale'ymiş! Aşkale'ye kimler gidiyor aslında? Ha? Türk oğlu Türkler. Yahudilerse Adalarda, Modalarda keyfinde. Baştakiler bütün onlarla ortak... babam, Türk oğlu Türk değil mi benim? Bi katışığı var mı? Ama bunların niyeti Türklüğün kökünü kazımak zaten... Arkan yok mu gavur evladısın. Sorarım sana Ali; kahraman Alman milletinin bile eşek eti yediği bir sırada nedir beylerimizin debdebesi?... Almanlar eşek eti yiyorlar ama, kahramanca, yiğitçe savaşıyorlar..."..." 155
-"5 Sonkanun, Pazartesi/... Radyo dinledik. Ajans haberleri müdafaa savaşının Don'da ve Mozdok'ta çetin şekilde devam ettiğini söyledi. Acaba Mozdok neresi? Atlasıma baktım. Bulamadım" 163
-"Erdal'a söyleyecekmişim de, o da babasına söyleyecekmiş de, babamı vali muavinliğine terfi ettirecekmiş. Çok kızdım. Annem de hala, "Ne var bunda? Herkesler öyle yapıyor işte!" deyip duruyor. Bir insan yükselecekse kendi çalışkanlığı sayesinde yükselmeli. Fakat bunu anneme anlatmak kolay değil" 164
-"22 Mart/.../ Tatil ertesi eski elbiselerimizi falan toplayarak savaşta evsiz barksız kalan Avrupalı çocuklara gönderilmek üzere mektebe teslim edeceğiz" 168
-"Radyodan çok feci şeyler duyuyoruz. Müttefikler Alman şehirlerini bombalayarak taş taş üstünde koymamışlar. Kadın, çocuk, binlerce insan ölmüş yine. Açlık da varmış. Bizim karne ile yediğimiz ekmeklere de arpa unu karıştırılıyormuş. Şimdi artık hiç un kalmadığı, saf arpa unu yiyeceğimiz söyleniyor" 169
-"4 Nisan.../... Bu akşam Tevfik Rüştü bey bize yemeğe geldi. Çok gururlandım... Bir de saat on'a doğru sarhoş olarak Ziya bey çıkıp gelmesin mi? Babam da nerde bulur böyle alaturka ayyaşları bilmem. Ben bu gece rakı denen nesneye düşman oldum. Ziya beyin yakışıksız halleri yüzünden tabii" 171
-""Biz Cumhuriyet çocukları medeni olmalıyız, değil mi ya? Annelerimiz, babalarımız gibi kaç göç içinde mi yaşayacağız? Bizi Galatasaray'da çok medeni yetiştirirlerdi..." Böyle dedim.../ "Haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum. Fakat öğretmenlerimiz çok serttirler. Böyle şeyleri hoş görmezler."/... Artık bu öğretmenlere de kızmaya başlamıştım doğrusu. Hem, "Medeni olun" derler, hem de nefes aldırmazlar" 173
-"Garplı bir kız. Geçen gün yolda kimseye aldırmadan yan yana yürüdük" 178
-"Akşamları birçok kız, Bulvarda dolaşıyor. Oğlanlarla bakışıyorlar. Aysel yok" 182
-"Geçen gece odamda Shakespeare'in Romeo ve Juliette piyesini okurken ağabeyim tarafından yakalandım... Sözde ben, böyle balkon sefaları anlatan yabancı kitapları okuya okuya, züppe oluyormuşum" 185
-"... benden sonra gelenlerin evirip çevirip devrimciliğe uyarladıkları bir türküye, Batı müziği karışımı bir şarkıya başlıyordum.../ Bu coşkunluk başıma vurdu. Nerdeyse, hemen o gece devrimin gerçekleşivereceğine ben bile inandım... İlericiliğimi dirilten bir şırınga yemiş gibi taptazeydim işte" 188
-"Toplumculuğun en ileri aşaması, insanı bir kişi yapmaktır... Yaşanmışlığı olmayan hiç bir cümle kalıbının hiçbir anlamı yüklenmediği.../.../ Her şey için hep erken... Sonuç: Geç kalmak" 192
-"İlhan... Onunla uzak iki ülkede yaşar gibiyiz. İşverenin ünlü avukatı... Bir zamanlar Meclis'te kendine bir de milletvekilliği bulmuştu. Namazlar kıla, mahkemeler basa, alanlarda, "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır!" diye diye vatanı Türk oğlu Türk yapacak, kurtaracaktı. Kendini kurtardı. Ömer'le benim tutumumuzu çok kötü karşılıyor... Evet. Annem abime de haber vermemiştir" 196
-"Karnımda bir çocukla belki, bir otel odasında ölmeye yattığım Tezel'in bile aklına gelmiyordur. Kızkardeşim bunu bilse, yerimde olmak için can atardı. Değişik bir şey yapmış olmak. Tam ona göre!... Şimdiki çocuklara kimseler görev yüklemiyor. Bir görevi kendileri seçerlerse seçiyorlar. Ya da görevsizliği yaşıyorlar. İnançsızlığı. İyi ama, neye inansınlar? Kime?.../ Hala neyin haklı, neyin haksız olduğunu anlamaya çalışıyorum ben" 197
-"... değişmeyen kurumlarda değişmiş kişiler bulmayı ummak, tek başına değişmeyi ummak... Yakınmak ve bir gün bir cami imamının sizi yönettiğine neredeyse şaşmak" 198
-"Milli Korunma Kanunu yürürlükteydi. İstanbul'dan Aşkale'ye gönderilenler ise nedense çarçabuk geri dönmüşlerdi" 199
-"Japonya ile ilişkilerimizin kesildiği söyleniyordu. Amerika'nın bize büyük dostluk göstermeye başladığı, o halde artık Moskoftan da çekinmenin bir nedeni olmadığı anlaşılıyordu./ Avrupa'nın batısında Alman direnmesi gittikçe zayıflıyordu... Hitler'e yavaş yavaş sırt çevirdiğimiz bir gerçek.../ Salim Efendi on paralık düğmeyi yirmi paraya sattığı iddiası... İlçedeki boğulma duygusunun yerini korku almıştır. Şimdi... günde belki on kez namaza duruyor... İlhan'daki utanç duygusunun yerini gözü dönmüş bir öfke almıştır. Salim Efendinin, neye karşı olduğunu hiç anlamadığı bir öfke" 200
-"Salim Efendiye şu dünyada karşı gelmeyen, onunla zıtlaşmayan tek kişi karısı" 202
-"... adı... "Kopyacı Namık"a çıkmıştı... İlk yıllar Milli Şef'in oğluyla kurduğu arkadaşlığı, "şu sinsi Aydın" geleli beri bozulmuştu.../... Çocuklar, başlarında Namık... İlhan'ın çevresinde halka oldular.../... İlhan. "... ant içtik... Biz bu ülkede Türk oğlu Türk olmayana artık hayat hakkı tanımayacağız... Milli Korunma Kanunu... babalarımıza işliyor da, Kambur için işlemiyor ama. Kimden söz ettiğimi anlamışsınızdır?.."/.../... "Yürüyün. Halkevi'nde bir tören var az sonra. Orayı basacağız..."..." 207-209
-"Ama o zaten, "Türkiye'yi uygar milletler seviyesine yükseltecek" görünüş ve çabada olmayan hiçbir şey ve hiçbir kimseyle ilgilenmiyordu" 213
-""... Şerefli ırkımızı kurtarmak, Altaylara varmak size kalmış. Pis sümüklüler!... O Fethi abin midir, ne herzedir, onun yanında görmeyeceğim bir daha seni! Boşnak suratlı herif! Kendi önce bakalım özbeöz Türk mü?..."/... İlhan, Fethi abisine Boşnak suratlı, dedi diye Allahına küfredilmiş gibi oldu. Kendini tutup tutup, sonra birden: "Boşnak sensin!" diye babasının üstüne yürüyüverdi" 216, 217
-"İyice bir ağladı. Ağlaması bitince aklına İvan geldi. İvan, Beyaz Rustu. Komünizmden nefret ediyordu. Türkçülüğün, Türklüğün en ateşli savunucusuydu. Fethi abi ona çok güvenirdi... İvan daha yatmaz. Karpiç'de garsonluk eden babasını bekler" 220, 221
-"Üstelik başkentte öyle ender, öyle yepyeni bir şey ki bu; tenis oynamak... Elinde bir raket dolaştıran her genç kız, her genç erkek ilgi çekicidir. Övünçlü, övülesi" 223
-"Kızılordu Varşova'ya doğru yürüyordu. Her gün hemen hemen bin Alman ele geçiriliyordu. Başkentteki bütün ırkçılar da neredeyse ele geçirilmişti.../.../ Tezel... bir roman sayfası olabilecek gün doğdu" 224, 225
-"... öğretmeni... alay etti... Böyle böyle Aysel, okul kitaplarının yazmadığı ve kendisinin çözemediği hiçbir sorunu hiçbir öğretmeninden sormamayı öğrendi" 226
-"Yoksa mahkeme bile basmayı göze aldığı halde içeridekilerin, "Burnunu sokmasın artık bir şeye!" diye haber salmış olmalarından ötürü kırılmış mıydı?.../ "Ülkünüz neydi ki, abi?" İlhan şaşkın bakakaldı. Sahi, neydi ülküleri?... "Vatan Turan'dır..." diye mırıldandı. "Vatan, üstünde yaşadığımız yerdir," dedi Aysel.../.../... Meydan acaba şimdi iyice o Kızıllara mı kalmıştı? O Markopaşacılara, Zincirli Hürriyetçilere, Yirmi Dört Saatçilere?" 227
-"Hep sıkılan, Moskova'da Kırım'ı, Kırım'da Venedik'i, Venedik'te Melikhovo'yu özleyen Çehov..." 229
-"Bir elmayı bir tabak içinde çatal bıçakla yemeyi nerde öğrenmiştim ki ben?... Yanımdan geçen delikanlılardan biri: "Isıra ısıra yemek daha kolaydır," dedi. Metin'miş... Gemide tanıdığım zaman Batı görenekleriyle dalga geçmeye başlamıştı çoktan. Yerine ne koymuştu? Doğallık. "Inteellegenzia"nın yeni buluşu. Yeni peygamberler: Köylüler./ Sınıfta anlatıyorum: "1860'ların Rusyasında büyük çoğunluk köleliğin kalkmasını, sosyal reformların gerçekleşmesini özlüyordu... Rus toplumunda kötü olan ne varsa hepsi de mujiklerin köle oluşundan ötürü. Aydınlar bunu görüyorlar. Mujikleri de oldukları gibi görecekleri yerde, düşlerinde onlardan kusursuz bir model yaratıyorlar. Onu yüzyılların getirdiği koşullar altında çürümüş, bozulmuş bir topluluk olarak görecekleri yerde, çıplak ayaklı, kirli sakallı bir peygamber olarak görüyorlar. Kölelik bir kalksın, toplum hemen ertesi gün bütün cehaletinden sıyrılacak, ortalık güllük gülistanlık olacak. Mujiklerin köleliği kalktı. Ama bir de bakıldı ki köylü yine eskisi gibi hırsız, yalancı, pis, cahil... Soylular, ağalar, beyler de yarım yırtık şimdi. Hele memurlar... Dosyalarının başında uyumaktalar... Hoş, Gogol'ün anlattığı gibi, memurlar zaten birer antikacıdırlar. Hep uyuyan tozlar arasında... Derken, 1881 suikastinden sonra düşünceye yasak, basına yasak, konuşmaya bile yasak. Rus Intelligenzia'sının yaptığı helva, önce kendi boğazını tıkamıştır. O denli yüksek düşünce, o denli halkını sevmek, o kadar yazı, o kadar söylev... "Neye yaradı bunlar?"" diyorlar. Artık ne düşüneceklerini bilmiyorlar. Suskunluğa gömülmüşlerdir... Tam bir umutsuzluk, bezginlik. Yalnız, işçi sınıfı hala biraz hareket içindedir. Ama onlar da aydınlardan öyle uzaktalar ki..."/... Ama biliyordum: "İşçi sınıfı artık bizden o denli uzak değil" diyecekler... İşçi Partisi mitinglerinde işçiden çok memur, öğrenci, yazar, öğretmen, taşra politikacısı, her yeni akıma sevecenlikle sarılan yufka yürekliler, açık gözler, saflar, renkli, atak genç kızlar tıpkı Tezel gibi, sonra Selma'lar, günün parlak kürsü adamlarına tutulu tutuluveren... İşçiden çok bunları gördüğüm halde, açılası bir kapı arayacağım yerde, kapalı bir kapının önünde umutla durmayı, yeni peygamberleri sevmeyi yeterli bulmam neden?... ne denli iyi anlamış olsam da Çehov'u; geçilmesi ille gerekli bu yolu... Olunması kaçınılmaz olanı... Neydi belli belirsiz bir içtensizlikle beni kafamda durmadan tazelediğim o tabloyu kuşkuyla bakmaya iten? Korku. Ne korkusu? Engin'in gözleri. Bakışı. "Bunlarda iş yok. Olamaz da!" dedirtmemek... Görülmemiş şey! Duyulmamış... Bir öğrenciden çekinmek... Kitaplar üstünde olduktan sonra kolay... Ama karşına fabrikalardan gelme bir delikanlı oturmuşsa dikkatli bakışları, yaşanmışlığı olan alnıyla... Haklıysan da hakkın yok. Bir kez çalıştığım yerle anlaşamayıp istifa etmiştim. "Tabii, onun istifa etmesi kolay. Arkasında kocası var kendini doyuracak" demişlerdi" 230-232
(İşçi sınıfı! Ne sınıf, ama? Ya da, öyle bir sınıf var mı, gerçekten? Ve, ya Lenin...)
-"Ya koskoca Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, General Fevzi Çakmak komünistlerle işbirliği yapmakla suçlanırken neyle uğraşıyordum?... Ya eski bir milletvekilimizin, karısını ve kızını ille devlet büyüklerinden birine peşkeş çekmek zorunda olduğuna inandığını duyduğumda?" 234
-"Yirmi yıl önce imzalanan Türk Sovyet Dostluk Anlaşmasının süresi dolmaktadır... Molotof... bu anlaşmayı yenilemeyeceklerini Hükümetimize bildirmiştir.../ Molotof bu kararı bildirdiğinde mart ayının son haftasıdır. Ama ondan önce, mart ayının ilk haftasında başkentte ve İzmir'de öğrenciler solculara karşı bir yürüyüşe çağırılmışlardır... hep bir ağızdan, "Kahrolsun kızıllar!" diye bağırmışlar, toplayabildikleri kadar Markopaşa, Zincirli Hürriyet ve 24 Saat'i alanın ortasında yırtıp ateşe vermişlerdir./.../ Daha önce, şubat ayının son haftasında yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi, alınan tarihi bir kararla Birleşmiş Milletler Topluluğuna katıldığımızı, böylece artık özgür ve uygar devletler içindeki yerimizi aldığımızı açıklamıştır" 239
-"Kaymakam... Köy Enstitüsünü bitiren eğitmenleri... korumakta, "Halkın onlara kötü gözle bakmamaları için" çaba göstermektedir" 240
-"Kaymakam baktı, eli kulağındaki takdirnamesi suya düşüverecek belki; Ulus'un bölge muhabirine hakkında "Adapazarı'nın ateşli ve dinamik kaymakamı sayesinde..." falan diye yazdırdığı onca haber boşa gidecek, ne yapsın?.../... Bakan, bu yaratıcı kaymakamı pek sevdi... Birkaç yıl önce Almanları severdi. Ama şimdi onların kamplarda insanlara ettiklerini öğrendikçe soğumuştu.../.../... Kaymakam olmak da kolay mı? Öyle üniversite bitirmek falan da yetmiyor. Tatlı dil, güler yüz istiyor. Büyüklerin gözüne girmek, küçükleri sevmek ve sevdirmek kendini... Aynı zamanda da sert olmak. Herkeslerin senden çekinmesini sağlamak. Hem iyi yürekli olmak, hem katı yürekli. Hem dindar, hem serkeş; hem tutucu, hem uygar görünmek. Rakıyı da adabına göre içmeyi bilmek, şarabı da. Kendisinde bütün bu yetenekler vardı işte" 242-244
-"Başkentin göbeğinde, akşam karanlığına sığınmış bir mekteplinin tıkır mıkır geçtiğini gördü. Hemen önünü kesti: "Ayıp değil mi? Niye merkeple geçiyorsun buradan?" Merkebin üstündeki adam korkuya kapıldı... "Hadi hadi, bir daha görmeyeyim. İyi günüme rastladı yoksa!.."..." 247
-"Almanlar da talebe ve diplomat olmak üzere orada bulunan tam 314 Türk'ümüzü "interne" edivermişlerdi... Drottningen adındaki İsveç bandıralı bir gemi nihayet bu vatandaşlarımızı da güzel yurdumuza kavuşturdu.../... Gelenler uzun uzun Almanya'nın halini anlatmışlar. Berlin yerle bir olmuş. Dresden de öyleymiş" 257
-"Güldü. "Bir kere ekmek karnelerimizin rengi ayrı. Biz sizinle arkadaş olamayız," deyip gitti" 260
-"Ahmet bey. Herkes tanır. Her yerde sözü geçer. Aşkale'ye gitmekten onun sayesinde kurtuldu... Ahmet bey anlatmadı. "Sen şuradan bizim oğlana bir kupon ver bakalım..."... Dükkan sahibi çırpındı, didindi ve Ahmet beye güzel bir kupon beğendirdi... Bir yandan düşünüyor: Yer yerinden oynasa, kimimize yok yok./ Üç dil biliyor Ahmet bey. Kültürlüdür. Kafasının içi doğruyu da, eğriyi de zamanında yakalar. Fakat doğruların da, eğrilerin de dışa vuruluşu yerine göredir... Mussolini ölmüş. Cesedi Milano'da tepe aşağı asılmış" 263
-"Uzaktan parkın o ilk meyhanesini görüyorum. Orada ilk "Avrupai kız" oluşumu. Aydın'la oturup bir bardak bira içişimi yani. Daha da "Avrupaileşip" az sonra karlı bir bank üstünde kıçım üşüye üşüye elimi tutmasına izin verişimi. Ne üstünde oturduğum ıslaklığı, ne yanımdaki genci; fakat uygar olmayı sevişimi" 267
-"Ama basıp istifayı... "hariciyecilik" mesleğinden, niye İstanbul'da tümen tümen sol yayınlar basan bir yayınevi kurduğunu soracağım Galatasaraylı Aydın'a... bir değişim kavgasına yayınlarıyle, katılışına sevinmiştim... Ama onca, yılların getirdiği onca susuzluk, açgözlülükle okunan bu kitapları, bu kitapların yeni yeni biriktirdiğini yeni okuryazarlarda, evet biriktirdiğini, nereye, kiminle, nasıl akıtacağız? Elbet, Partinin İstanbul'da bir ilçesinin başkanıdır da Aydın" 270
-"Şu karışık zamanda ve Moskofun bize temelli göz diktiği bir sırada güzel yurdumuzu Ruslara satmak isteyen o adamdan şair mair diye bana sakın bir daha söz etme.../.../ Yolda oğlanlarla dolaştığını öğrenince de sana kızdım doğrusu" 270
-"Artık ders çalışmak bittiği için ben, her şeyi dikkatle izliyorum. Şimdiye kadar dünyadan hiç haberim yokmuş meğer" 283
-"Bizim gençliğimiz de böyle hep ders çalışmakla, sinemaya gitmekle geçiyor. İş mi?... Annem gene sesleniyor... Ona bakarsan kızlar oğlunu sanki hemen elinden kapıverecekler. Nerdee?../ Şimdilik hoşça kal benim tek dostum, büyük dostum, defterim" 284, 285
-"Hem canım, kadınlığımı kocamın yanında bile düşünemem ben. Beni düşündüren hep başka şeylerdir. Hep başka şeyler... Daha yüce, daha soylu şeyler... Ama daha vatan... Kurtarmak, yüceltmek, öğrenmek, öğretmek, koşmak daha... Daha uygarlaşmak... Batı... Az gelişmiş... O da bir şey mi?.. Nizip'te on iki yaşında bir kız, babasına tam on yıl karılık etti" 289
-"Ne o elinizdeki? Tan mı? Bizim eve Tan girmez. Tasvir girer en çok. Romanı da gizli okuyorum. Okulda da gizli okuyordum ya zaten... Ben bir gün Russo'nun İtiraflar'ını okuyordum... coğrafyacı beni yakaldı... "Seni sevmesem, muallimler meclisine verirdim," dedi. "Ne okuyacağınızı bilmiyorsunuz madem, bize sorun bari," dedi... Kitabı aldı elimden. Vermedi de... Kendisi okumamış. Adını duymuş. Terbiyesiz bir kitaptır, diye duymuş. Okuyacakmış da şimdi, ne kadar zehirlendim, terbiyem ne kadar bozuldu, onu anlayacakmış. Neyse aman, bitirdim şurayı... Şimdi de diyorum, keşke bitmeseydi... Yine de biraz yalan, biraz dolan bir şeyler görüyor, okuyordum" 308, 309
-"... "elleri öyle büyük işler için hazırlanmış" olan şair..." 317
-"O, hala ne bu düşte, henüz ne de bu odada olamamanın çıldırtıcı çizgisinden ağıp, tüm bu odanın malı olana dek aynı güven, gurur, korku, telaş, şaşkınlık, utanç ve dehşet duygularını yeniden yeniden yaşıyorum.../.../... uykularımın uyanık oluşu yeni değil. Hayır. Kendimi bildim bileli bir nöbetçi gibi uyuyorum. Sanki uyuyakalmam ayıpmış gibi" 323
-"Yoksa tarihi yeniden yapan elin Dündar öğretmenin irfan ordusunu da yaptığına, çattığına yürekten iyice inanmadım mı hiç? Buna inanmak da salt bir görev miydi yoksa?.../... kendimize inanıyor muyum?" 325
-"İlericiliğimiz, Atatürk devrimciliğimiz Beethoven'e, oradan da barış ve kardeşlik düşüncesine kadar uzanmıştı işte. İşte, en sonunda, Cumhuriyetin bir erkek ve kızı olarak elele, yanyana pembe ufuklara ulaşmış oluyorduk... Ben Mülkiye üçüncü sınıfta. O aynı fakültede ünlü bir profesörün gencecik asistanı. İkimiz de Fransızca biliyoruz hem ve Beethoven'in bütün senfonileri de ezberimizde neredeyse. Atatürk başımızın üstünden bize bakıyor. Göğsü kabarıyor./... Ertesi gün Atatürk'ün huzurunda, bir ondan izin aldığımızı bilerek yani, Ömer'le nişanlandık. Bütün kokuşmuş töreleri de böylece alt ettiğimizi sandık" 328
-"... vatanı kurtarmak uğruna bir erkeklik organını karşımda dolaştırmamın utancıdır belki de benim burada ölmeye yatmamın nedeni" 329
-""Gövdesiyle birlik beyniyle de doymak" isteyenlere yetmek için kaç kişiyiz? Kaç parça olması, kaç parçaya bölünmesi gerek kadınlık zarımızın bütün okumuş erkeklerimizi doyurabilmesi için?" 330
-"Sevimli yanlışlar... Gerçekte böyle şeyler olmadığı için, sahnede oluyormuş gibi gösterilmesi yüreklere bir ferahlık verse gerek" 332
-"Vatana yararlı bir evlat olmak için onca yıl iyi niyetin, inanmışlığın, saflığın sonunda biraz sol yayınla bolca da masa altlarından kadın bacağı sıkıştırmaya gelinmişse, günübirliği pırıltılarla avunulmak için donatılmışsa her şeyler, bizim soracağımız ve bize sorulacak sorular olmalı. En azından bir soru kalmalı geride. Bir soru deyip geçmemeli. Kişiyi düşünmeye zorlayan bir şeydir küçük bir soru. Sol yayınları bile Aydın'ın, bir çeşit masa altından kadın bacağına sürtünmek değil mi sanki?" 334
-"Göz altında bulunan Sabahattin Ali serbest bırakıldı. Tasvir'in bir muhabiri de onu cezaevinden çıkar çıkmaz izlemeye başladı" 336
-"Yine bundan bir yıl öncesi: Boğazlar sorunu, Boğazlar sorunu, Boğazlar sorunu, Boğazlar sorunu... Buna koşut olarak komünizmle savaş" 339
-"Ankara Gazi Lisesi'ndeyken her şey ne kadar da açık seçik, yalınmış meğer!.. Yüksek memur ve saylav çocuklarının yanından ayrılmamak, onları pohpohlamak yetiyordu. Şimdi kimi pohpohlamak gerek peki? İlçeye dönüp babasını mı?.../ Ortada kaldı Namık. CHP'ne lanetler savurdu... Milli Şef'e öyle çok küfretti ki... üçüncü gün sesini duyan oldu... yeni kurulan DP teşkilatına götürüldü. Böylece, çaresizlikten pohpohlayacak yeni bir yer, koltuğunun altına sığınılacak yeni bir ocak buldu.../.../... Toplumda daha rahat bir yer edinmenin başka yollarını da öğrenmişti: "Mühür kimde ise, Süleyman odur." Ya da... Evlendi. Bir de metres tuttu. Hatta metresine Münih'ten naylon donlar satın aldı.../.../ Romanya gazeteleri... "II. Dünya Savaşında Türkiye, tarafsızlık maskesi altında Hitlercilerin emperyalizmini pek faal bir şekilde desteklemiştir... Hitler'in Rusya'ya tecavüzünden üç gün önce Türkiye, Almanya ile dostluk paktı imzalamıştır. Buradan kalkan Alman uçakları Sovyet Rusya üstünde görünmüşlerdir. Boğazlardan Türkler yalnız mihver gemilerinin geçmesine izin vermişlerdir.../... Resmi Türk Basını, Avrupalı komşularına savaş sonrası açılan sosyal ve ekonomik hürriyet rejimine karşılık bir tahrik mücadelesine girişmiş, girişmektedir..."..." 340, 341
(1914'de İstanbul'dan giden Alman gemilerinin Rusya'yı bombalaması da düşünülürse...)
-""Yine de, öyle böyle, okuduk. İstendiği gibi. Her şeyden habersiz kalarak vatanımızı, milletimizi nasıl sevmemiz, ne çok sevmemiz gerektiğini de öğrendik. Karasevda gibi bir şey oldu bu sevgi. İnsanın eli ayağı kesiliyor. Acaba ne yapmak için bu kadar çok seviyoruz vatanımızı ve milletimizi?"... iki metrelik bir kablo satın alınması için sanki sonsuza dek beklemek gerekiyordu" 343
-"Ali çok istedi. Ama uğrayamadı hiç. Çünkü şefe hemen haber gitmiş. "Ali bir komünistle görüştü," denmiş. Şef de Ali'yi çağırdı. "Servisimizde böyle pislikler istemem! Bunlarla bir daha görüştüğünü duyar ve görürsem işine hemen son verdirtirim!" dedi" 344
-"Dün kanlı bıçaklı olduğumuz Yunanlılarla bile sıkı dostluk anlaşmaları imzaladık. Bana mı kaldı vatana canımı adamak ve Altaylara gitmek?" 346
-"İtalya'da yer yer çarpışmalar oluyormuş. Komünist lider Togliatti bir öğrenci tarafından vurulmuş.../ Aysel bunları da Alain'den öğrendi. Alain, her şeyle ilgileniyor. Sonra öğrendiği her şeyi gösterişsiz bir biçimde eleyip tarayıp aklıyla bir bileşime varmaya çalışıyor. Fransız tarihini, kendi tarihini çok iyi biliyor. Camus'ye tapıyor. Hele geçen yıl La Peste (Veba)'in Eleştirmenler Ödülü'nü kazanmasından beri ona, "Çağımızın adamı," diyordu. Sonra, daha büyüdüğünde mektuplarında Aysel'e Camus'yü suçlayacaktır. Ona kimsenin kimseyi umutsuzluğa sürüklemeye hakkı olmadığını anlatacaktır. Ama o günler kendini durmadan Camus ile çoğaltıyordu... Aysel'e La Peste'i verdi... fikrini de söyledi: "Bence bu kitap bütün kemikleşmiş ya da çürümüş güçlere; yönetime, orduya, entrikacılığın kurallarına tutsak olmuş polis düşüncesine, spekülatörlere, baldır bacak basınına; görevini kötüye kullanan bütün o it sürülerine karşı ateş açılmasıdır. Hepsinin kepaze edilmesidir.".../... Alain henüz yirmi yaşındaydı. Yine de Chaillot Sarayı yangını üstüne kendine göre bir düşüncesi vardı... "Bir sabotaj olabilir ve bunu da sola yüklerler şimdi. Kamuoyu böyle etkilenir ve böyle yanıltılır işte!" diyordu./ Aysel, La Peste'i bitirip de kitabı Alain'e geri verirken: "Sanırım bu, içinde yaşadığımız hayatın ta kendisi," dedi.../... "Şimdi yanlışları gördük. Doğruları kurmak gerek."/... Alain'le arkadaş olmak ne güzel! Gözleri kollarını, bacaklarını yemiyordu. Gözleri, "Sen bir şeyden anlamazsın" da demiyordu... Neden sanki ötekiler, kendi ülkesinin gençleri de böyle değillerdi? Acaba neden Aydın, Alain gibi olamıyordu? Örneğin, bir Tan Olayı'nı karşılıklı oturup sakin sakin, bütün doğruları ve yanlışları tarta biçe değerlendirmeleri, birbirlerini böylece çoğaltmaları için ne eksikti?... utandı Aysel. Ülkesinin bütün gençlerine haksızlık etmiyor muydu acaba?... İşte Ömer. Geçen yıl asistan olan. Ömer de gözleriyle hiçbir kız öğrenciyi yemiyordu. Düşünmesini ve düşündürmesini biliyordu... Ama sakın asistan Ömer, özel bir durum olmasın? Hem nereden geldi Ömer? Dosdoğru Oxford'dan değil mi? Bir İngiliz soğukkanlılığını altı yıl içinde giyinmiş olarak! Aysel yeniden utanmasından sıyrıldı. "Ülkemin gençleri" derken Ömer'i ayrı tutmak gerekiyordu" 348-351
-"Savcı soruyor: "Fena fikirden kasdınız?"/ Cevap: "Kasdım, solculuktur. Fakat solculuğun ne olduğunu bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum çok şükür."..." 354
-"Şeker dağıtımı için yeni kuponlar basılmıştır. Yeni basılan kuponlar (A) ve (B) harflidir.../ Bir ilan: "U.S. Rainbow kayışları..."/ Bir fıkra yazarımız gazetesinde şöyle demiştir: "Zarf mazrufa tesir eder. Memurlar montgomeri giyerlerse tasarruflu ve makul olmaya doğru ehemmiyetli bir adım atmış sayılırız."/.../ Makul olmak gerek. Bu adamlar da ne yapsınlar savaş sonrası eski otomobil lastiklerini ve çadır bezlerini? Atlantik Okyanusu'na mı yığsınlar?" 355
-"Gönen (Isparta) Köy Enstitüsü Resim Öğretmeni "komünist bir ruh taşıdığı" gerekçesiyle 8 ay 10 güne mahkum ediliyor" 356
-"Rita Hayworth, Ali Han'la evlenip Yasemin'i doğurmuştur./.../... Bitirme tezinde demokrasiyi pratik açıdan nasıl tanımlayacağını, Cumhuriyet'leri nasıl sınıflandıracağını (!) şaşırıyordu... Öğrendikleriyle yaşamda, çevresinde gördükleri birbirleriyle durmadan çelişiyordu" 359
-"Yanılmış olmanın acısını anlamıyorlar. Umulmadık bir anda yanılmış olmanın acısını. Bundaki dayanılmazlığı" 362
-"Çok geçmedi. DP kahir ekseriyetle iktidarı aldı. Bunun halk iktidarı olduğu söylendi.../ "Tarihi yeniden yapan el seni de yapıyor."/.../ Namık, önemli bir bankanın önemli bir koltuğuna oturdu. Kredi istemeye gelen köylümüzü, efendimizi elinin tersiyle kovdu.../ Ertürk, bir teğmenin elinde Cumhuriyet gazetesi yakaladı ve ona katıksız hapis verdi" 363
-"60 Devriminde yüksek memur çekmecelerinde gizli aşk mektupları, banka borç senetleri, çıplak kadın fotoğrafları ve biraz da prezervatif bulundu./ Devrim sabahı Aysel, Atatürk Bulvarı'na fırlayıp subaylara gülücükler ve üç kilo kuru pasta dağıttı.../ Aysel, sosyalizme inanıyordu, ama DPT'deki işinden atıldı... Müsteşarın karısı, Aysel'in... "komünist" olduğuna karar vermişti. Bu karar resmi makamlarca onaylandı./ Aydın, DP'li olmadığını bir türlü kanıtlayamadı. Peşte'deki katipliğinden geri çekildi... DP zamanında uzun süre valilik etmiş olan babasıyla iyice arası açıldı. Nedeni: Peşte'deki metresi... o da babasına, "Siz ne anlarsınız? Yaşamamış hödükler!.." diye bağırdı. Birden her şeyin suçlusunu babası olarak gördü. "Gazozcu Vali" koydu adını. Peşte'den geri alınışı, birinin bir uykudan sarsılarak uyandırılması gibi olmuştu... yeni aşklarından gayri bir şey konuşmayan kızkardeşi Nurten'e bakıp bakıp, yeniden Türk kadınını ve memleketi kurtarmanın heyecanına tutuldu" 364, 365
-"Tek başına kurtulmak ve kurtarmak mümkün mü?" 367
-"İyiliğin bazen kötülük kadar tehlikeli olabileceğini sende öğreniyorum. İnsan olmanın küçük anlarını kaçırmak ne denli kötü ise, enayilik de o denli kötü" 372
*
4.12.2018
*
EK:
http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/toplum-ve-hendese,20978
T24 Yazarları
Toplum ve "hendese"
- A +
21. yüzyılın ilk iki on yılını “popülizm” dediğimiz siyasi üslup belirledi. Belirlemeye daha epey bir süre devam edeceği de anlaşılıyor. Ben de şimdiye kadar bir hayli kalem oynatmışlardan biriyim. Belirli bir konu hakkında sıkça yazınca insan ister istemez kendini tekrarlamaya başlıyor. Ne yapalım, çaresi yok.
Popülizm siyaseti, toplumun bir kesimini “toplumun asıl sahibi” ilân etmekle başlar, demiştik. İddiaya göre, bu kesim “asıl sahip”tir ama birtakım nedenlerle hakları gasp edilmiştir, “sahip”liği tanınmamıştır, mazlum ve mağdurdur. Bu anlattığım gerçekliğin tam bir fotoğrafı olmayabilir; işin içinde yüksek dozda abartma olma ihtimali fazladır, ama önemli olan bu söylemin hitap ettiği o toplumsal kesimin bu dinlediklerine inanmasıdır. İnanması için de, söylemin tamamı olmasa da en azından bir kısmının doğru olduğunu düşünebiliriz.
Bu da aslında çok zor bir şey değil, çünkü sonuçta bütün insanlık, tarih boyunca, hiyerarşik yapılar içinde yaşamış; her yerde “avam ve havas” olmuş. Yani dolayısıyla birileri birilerinin sırtından geçinmiş, onları “mağdur” etmiş. Bundan önceki son yazımda söylediğim gibi, herkesin tarihi bu kategorilere giren yoksunluklar, haksızlıklar, travmalarla dolu. Çekilen sıkıntıların toplumdan topluma değişen yanları olduğu gibi, ortak yanları da var.
“Ortak” yanlardan biri, en önemlisi, bir zamanlar “Batılılaşma” şimdi daha çok “modernleşme” dediğimiz karmaşık ve son derece yaygın olgu ya da süreç. Birkaç kelimeyle genelleyerek söylemeye çalışayım: Dünyayı en derinden etkileyen ayraç, en belirleyici “eşitsizleştirme etkeni” Batı dünyasında ortaya çıkan Sanayi Devrimi oldu. Geri kalan dünya, bununla olağanüstü güçlenen Batı karşısında aynı şeyi yaparak başa çıkma yolunu seçti. Bu, belirli gelenekler görenekler içinde yaşayan insanları zora sokan, anlam ve değer dünyalarını altüst eden bir olay oldu. Bu noktada bir Rus’la bir Türk, bir İranlıyla bir Mısırlı birbirinden çok farklı yerlerde durmaz.
İlk itki her yerde “yukarı”dan gelmiştir. Her yerde insanlar iyi tanımadıkları, bilmedikleri bir şeyi olma gereğiyle yüz yüze gelmiştir v.b. Ama tabii her toplum bununla kendi tarihi, kendi yapısı çerçevesinde boğuşmak durumunda kalmıştır.
“Tanzimat” bizim tarihimizde bu olayın başlangıcının adı, ama aslında 19. değil, 18. yüzyılın başından beri böyle bir travmanın gelip gündemin birinci sırasına oturduğu da söylenebilir. Osmanlı toplumu Batı ile burun buruna olduğu için sarsıntının hissedilmesi de burada daha erkendir.
“Osmanlı Batılılaşması” çok parlak yürümez. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın güçlü Osmanlı İmparatorluğu nedenini anlayamadığı koşullar yüzünden tökezlemekte, sendelemektedir. “Batılılaşma” anahtarıyla varılmak istenen yere bir türlü varılamazken, yıkımı getiren koşullar çalışmaya devam etmektedir. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın büyük (ve kocamış) imparatorlukları Birinci Dünya Savaşı’nı atlatamaz, geçiştiremez. Bu yeni dünyada Osmanlı İmparatorluğu yok, büyük zorluklara göğüs gererek kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti vardır. Cumhuriyet’in yaşanmış tarihle ilgili oldukça kesin bir yargısı, Osmanlıların “Batılılaşma” programını gerekli ve yeterli özenle, hızla, kararlılıkla gerçekleştirmediği yolundadır. Yani “daha hızlı, daha radikal bir Batılılaşma!”
Ancak bu hızlanma da derde deva olmaz. O da kendi çelişkilerini üretir, kendi travmalarını yaratır.
En önemli sorun, başından beri, toplumun, önüne bir yükümlülük olarak konulan bu Batılılaşmanın öznesi değil, nesnesi olmasıdır.
Bugün de bu sorunsal içindeyiz, ama önemli değişimlerle birlikte, Cumhuriyet düzeninin yapısal özellikleri, kendisine muhalefet edeceklerin nasıl muhalefet ettiğini de biçimlendirdi.
Demokrat Parti, 1950’de “Yeter! Söz milletin!” diyerek seçim kazandı. Bugünün popülist iktidarı da aslında bu slogan kapsamında duruyor, ama dünyada ve Türkiye’de değişen birçok şey var. Bunlardan da etkilenerek “Söz milletin” diyor.
Toplumun “gadre uğramış” ama “asıl sahibi” olan kesime hitap etmek ve onun desteğiyle iktidarda olmak gibi temel popülist özelliklerde değişen bir şey yok. Ama “yeter” denilen, şimdiye kadar “mağduriyet yarattığı” varsayılan kesimlere karşı düşmanlık ve “intikam duygusu” üretmekte büyük bir çalışkanlık görülüyor. –Bu aslında tek taraflı bir şey değil ama hikâyenin bu kısmını başka yazıya bırakalım.-
Yukarıda, egemen yapının, kendisine muhalefet edenleri de “kendi suretinde” biçimlendirdiğini söylemiştim. Şu dönemde bu durumu da çarpıcı bir şekilde gözlemlemekteyiz. Bugünkü iktidar da, kendi zihninde oluşturduğu “Türkiye toplumu”nu gerçekleştirme çabası içinde. Bu da, son analizde,” toplum mühendisliği” denilen iştir. Yüz, iki yüz yıldır sürmüş bir “mühendislik” çabasının sonuçlarını gördük. Bu yeni girişimin de varacağı yer farklı olmayacaktır.
“İnşaat mühendisi”, “maden mühendisi” tamam. Ama “toplum mühendisi”nin âlemi yok.
Popülizm siyaseti, toplumun bir kesimini “toplumun asıl sahibi” ilân etmekle başlar, demiştik. İddiaya göre, bu kesim “asıl sahip”tir ama birtakım nedenlerle hakları gasp edilmiştir, “sahip”liği tanınmamıştır, mazlum ve mağdurdur. Bu anlattığım gerçekliğin tam bir fotoğrafı olmayabilir; işin içinde yüksek dozda abartma olma ihtimali fazladır, ama önemli olan bu söylemin hitap ettiği o toplumsal kesimin bu dinlediklerine inanmasıdır. İnanması için de, söylemin tamamı olmasa da en azından bir kısmının doğru olduğunu düşünebiliriz.
Bu da aslında çok zor bir şey değil, çünkü sonuçta bütün insanlık, tarih boyunca, hiyerarşik yapılar içinde yaşamış; her yerde “avam ve havas” olmuş. Yani dolayısıyla birileri birilerinin sırtından geçinmiş, onları “mağdur” etmiş. Bundan önceki son yazımda söylediğim gibi, herkesin tarihi bu kategorilere giren yoksunluklar, haksızlıklar, travmalarla dolu. Çekilen sıkıntıların toplumdan topluma değişen yanları olduğu gibi, ortak yanları da var.
“Ortak” yanlardan biri, en önemlisi, bir zamanlar “Batılılaşma” şimdi daha çok “modernleşme” dediğimiz karmaşık ve son derece yaygın olgu ya da süreç. Birkaç kelimeyle genelleyerek söylemeye çalışayım: Dünyayı en derinden etkileyen ayraç, en belirleyici “eşitsizleştirme etkeni” Batı dünyasında ortaya çıkan Sanayi Devrimi oldu. Geri kalan dünya, bununla olağanüstü güçlenen Batı karşısında aynı şeyi yaparak başa çıkma yolunu seçti. Bu, belirli gelenekler görenekler içinde yaşayan insanları zora sokan, anlam ve değer dünyalarını altüst eden bir olay oldu. Bu noktada bir Rus’la bir Türk, bir İranlıyla bir Mısırlı birbirinden çok farklı yerlerde durmaz.
İlk itki her yerde “yukarı”dan gelmiştir. Her yerde insanlar iyi tanımadıkları, bilmedikleri bir şeyi olma gereğiyle yüz yüze gelmiştir v.b. Ama tabii her toplum bununla kendi tarihi, kendi yapısı çerçevesinde boğuşmak durumunda kalmıştır.
“Tanzimat” bizim tarihimizde bu olayın başlangıcının adı, ama aslında 19. değil, 18. yüzyılın başından beri böyle bir travmanın gelip gündemin birinci sırasına oturduğu da söylenebilir. Osmanlı toplumu Batı ile burun buruna olduğu için sarsıntının hissedilmesi de burada daha erkendir.
“Osmanlı Batılılaşması” çok parlak yürümez. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın güçlü Osmanlı İmparatorluğu nedenini anlayamadığı koşullar yüzünden tökezlemekte, sendelemektedir. “Batılılaşma” anahtarıyla varılmak istenen yere bir türlü varılamazken, yıkımı getiren koşullar çalışmaya devam etmektedir. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın büyük (ve kocamış) imparatorlukları Birinci Dünya Savaşı’nı atlatamaz, geçiştiremez. Bu yeni dünyada Osmanlı İmparatorluğu yok, büyük zorluklara göğüs gererek kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti vardır. Cumhuriyet’in yaşanmış tarihle ilgili oldukça kesin bir yargısı, Osmanlıların “Batılılaşma” programını gerekli ve yeterli özenle, hızla, kararlılıkla gerçekleştirmediği yolundadır. Yani “daha hızlı, daha radikal bir Batılılaşma!”
Ancak bu hızlanma da derde deva olmaz. O da kendi çelişkilerini üretir, kendi travmalarını yaratır.
En önemli sorun, başından beri, toplumun, önüne bir yükümlülük olarak konulan bu Batılılaşmanın öznesi değil, nesnesi olmasıdır.
Bugün de bu sorunsal içindeyiz, ama önemli değişimlerle birlikte, Cumhuriyet düzeninin yapısal özellikleri, kendisine muhalefet edeceklerin nasıl muhalefet ettiğini de biçimlendirdi.
Demokrat Parti, 1950’de “Yeter! Söz milletin!” diyerek seçim kazandı. Bugünün popülist iktidarı da aslında bu slogan kapsamında duruyor, ama dünyada ve Türkiye’de değişen birçok şey var. Bunlardan da etkilenerek “Söz milletin” diyor.
Toplumun “gadre uğramış” ama “asıl sahibi” olan kesime hitap etmek ve onun desteğiyle iktidarda olmak gibi temel popülist özelliklerde değişen bir şey yok. Ama “yeter” denilen, şimdiye kadar “mağduriyet yarattığı” varsayılan kesimlere karşı düşmanlık ve “intikam duygusu” üretmekte büyük bir çalışkanlık görülüyor. –Bu aslında tek taraflı bir şey değil ama hikâyenin bu kısmını başka yazıya bırakalım.-
Yukarıda, egemen yapının, kendisine muhalefet edenleri de “kendi suretinde” biçimlendirdiğini söylemiştim. Şu dönemde bu durumu da çarpıcı bir şekilde gözlemlemekteyiz. Bugünkü iktidar da, kendi zihninde oluşturduğu “Türkiye toplumu”nu gerçekleştirme çabası içinde. Bu da, son analizde,” toplum mühendisliği” denilen iştir. Yüz, iki yüz yıldır sürmüş bir “mühendislik” çabasının sonuçlarını gördük. Bu yeni girişimin de varacağı yer farklı olmayacaktır.
“İnşaat mühendisi”, “maden mühendisi” tamam. Ama “toplum mühendisi”nin âlemi yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder